21 Şubat 2024 Çarşamba
20 Şubat 2024 Salı
10 Şubat 2024 Cumartesi
GAZEL
kaçar en berrak ırmak durulur bellek kaçar
kur'an coşar dirilir ruh koşar kaçar
sırkanırsa nasıl bir tay kükrenirse şaha asıl
dağılır şamata bel'âm kaçar şeytan kaçar
oyuncakçı oymakçı uluyan şarkılara şakşakçı
olan her bir surata atılan şamar kaçar
hakaret bin bin gelse de zulmün ağından
dualar uçuşur bizden de dayan kaçar
aleyhillâne tağut küffar taş kafalar kaçar
kaçmaz kaçar kaçmaz kaçar kaçmaz kaçar
Nevşehir, 1994
9 Şubat 2024 Cuma
CİNAYET BİLİMLERİNE GİRİŞ YÖNTEM VE TEKNİKLERİ
"Sen otur. Başla yazmaya. Hemencecik şimdi. Zaman yitirme. Haydi, hemen!"
Adı neydi bu sözleri söyleyen dostun? Unuttum mu yoksa?
"Cinayet Bilimlerine Geriş Yöntem ve Teknikleri. Zaman yitirme. Araştırma yapmana da gerek yok pek. Yaşadığın olaylar bile yeter aslında. Ben de çalışmalarında yardımcı olurum."
Ferit. Tamam, bu bizim Ferit'ti. En sevdiği türkü?!. Amaaan, bende... Sırası mı türkünün?
"Çakan, dedi, vallahi böyle Çakan! İnan olsun dalga geçmiyorum. Beni belki ciddiye almıyorsun... Öyle ya beni bugüne değin ciddi bir kişi olarak tanımadın ki... Haklısın. Fakat şu an haklı olan benim. Sen kafanı kullanmıyorsun... Yineliyorum bak... Sevildiğini bil dostum... Severim seni, bilirsin. Hemen başla, zaman geçirme..."
Hiç de bu denli ciddi görmemiştim onu.
"Tez hazırlar gibi hazırla dostum. Cinayet Bilimlerine..."
Çayımızı içip hemen kalkmıştık kıyı çayevinden.. Yontu alanına çıkan yoldan yokuş yukarı yürüyorduk.
"Marksist mişsin sen de..."
"Bilmem, değilim sanıyorum."
"Öyleyse niye çok sıktı canını, o öğretmenin görev dışı edilmesi?"
Yanıt veremedim bir süre. Sonra, "Hemen o değil ki işinden edilen. Bir çok insan var. Bunu sen de biliyorsun. Sadece bizim okuldan atılanların sayısını anımsasana. Tabii ki çok üzüldüm öğretim üyemiz Sezen Hanım'ın atılmasına... Ama üzgünlüğüm salt ona değil. Niceleri var daha, niceleri, niceleri..."
Ses tonuma bakıp sinirlendiğimi sandı. Oysa hakimdim kendime. "Yahu sen de hemen sinirlenirsin." dedi. Sustum, yanıt vermedim.
Yontu alanına çıkarken hemen köşede bulunan kitap satımevinin vitrinine baktık. Vitrindeki kartona yazılmış ilanda kitapların iki yıl önceki ederleriyle satıldığı yazılıydı. Sanki basım tarihleri eskiydi kitapların. Yahut bir nedenle yıpranmışlardı. Öyle ya vitrindekilerin tümüne yakınının kapakları solmuş, sararmıştı.
"Bak, dedi, işte onun kitapları." İki kitabı gösteriyordu: "Güvercinin Kanatlarıyız Biz" ve "Çocuklar Yolcularım". İkisi de şiir kitabı. "Var mı sende bunlar?" diye sordu. "Var." yanıtını verdim. "Alabilirsin diyecektim de." dedi.
Öyle ya, olmasaydı alabilirdim.
"Bende bir değişiklik gördün bugün değil mi?" diye sordu. "Ciddiliğimi?!."
Evet anlamında başımı salladım.
"Aslında ben böyle olmam, bilirsin. Bugünkü ciddiliğimin nedeni senin üzgünlüğünü bilmem. Hani nasıl desem, sen çok severdin onu. Gerçi..."
"Sadece ben, öyle mi?"
Sürdürdü konuşmasını: "Oraya geldim işte. Gerçi hemen sen değil, ben de severdim, başka öğrenciler de. Sevmeyen de vardı doğal olarak. Anımsattığım için özür... Soruşturma açtıran Akın.... Ve çevresindeki üç beş..."
Sustuk bir süre. Yürüyorduk. Alanın ortasından geçiyorduk.
"Sen, dedim bu kez ona, sen beni neden şu kitaba zorluyorsun? Neydi o, Cinayet Bilimlerine Giriş bilmem nesi..."
Güldü. Hızlı hızlı konuşmaya başladı. "Biliyorsun ciddiyim bugün dostum... Sanma ki gayri ciddilik yaptım. Sanma... Yalnız, ciddiliğimi gölgeleyen bir şey var sanki?!. Biliyor musun, mizah yaparken düz konuşurum; ne imgesel ne de şifreli... Ciddi olduğum zamanlarsa tam tersi. Ben sana bu önerimle başka bir şeyi söylemek istiyordum. Doğal sayıyorum, sen anlayamayacaktın benim kastımı, niyetimi... Yani tek yanlı kalması doğaldı söylediklerimin..."
"Neydi söylemek istediğin?"
"Sen, dedi, hayli sinirlisin. Akşamdan beri, televizyonda verilen haberden beri sinirlisin. Ben de sinirliyim ama seninki kadar değil."
"Evet, uzatma!.."
"Uzatmıyorum. Ben kimsenin kötülüğünü istemem. Tadınıysan şimdiye değin, tanıdın. Senin de kötülüğünü istemem, başkasının da... Düşün, hiç seni yanlış bir şeye yönlendirir miyim? Bunca işlenen cinayet varken seni niye cinayet işlemeye yönlendireyim. Zaten cinayet işleyenler işledi."
"Sözü uzatacağına ne diyeceksen de, haydi, söyle!.."
"Cinayet Bilimlerine Giriş Yöntem ve Teknikleri adlı kitabı yazmak için sen..."
"Durumun acılığını unuttun galiba."
"Hayır, unutmadım. Canalıcıların bilip gittiği yönü temizle düşüncende önce. Ve eylemlerinde... Gel sana bir şiir okuyayım. Gel benim yoksulevime, gel şiir içelim, gel. Gel, sinirlerimizi kovalım ve ne yapabileceğimizi konuşalım önce..."
İzmir, 1984
4 Şubat 2024 Pazar
GÜZ GÜNEŞİ
Gözümü güz güneşi etmiş sanki istila
Beyaz bluz üstünde vişne rengi bir hırka
Putusun heykelisin adeta Frenk ülkesinin
Esirinim efendim neyin olayım daha
Kırarım rekorunu enin ve inlemelerin
Ank., 4 Şubat 2024
2 Şubat 2024 Cuma
ÜTOPİK ŞAMBALİ
Şambali. Yer misiniz şambali? Sever misiniz?
Ben bayılırım. Ama bu kentte şambalici azdır. Şambali satıcısı yani. Her zaman bulamam bu yüzden. İstediğim zaman alıp yiyemem.
Ama simit! Canım be! İstediğim zaman... İstemediğim zaman da... Adım başı simitçidir benim kentim. Olmadı bu söz. Adım başı simitçidir benim ülkem!
Aslında bunları yazmamalı, bu öyküye başlamamalıydım. Cebimden kalemimi çıkarmamalı, önüme öykü defterimi açmamalıydım. Daha öncesi var. Bazı şeyleri düşünmemeliydim. Daha öncesi... Okuma yazma bilmemeliydim. Neyse, başlamış bulundum, bitireyim.
Peki, bitireyim öyküyü. Fakat şu anda soğuktan -kışın ortasında sobasız bir evde soğuk olur mu olmaz mı? Camları da kırıksa, vuu vuu yapıyorsa rüzgar dışarda- akan burnumu temizlemeliyim. Sonra öyküyü kaldığımız yerden sürdürürüz.
Dündü. Ayşe, dedim -Ayşe biricik sevgilimdir- sana şambali ısmarlayabilir miyim?
Bu yalan. İnanmayın. Bir kere olay dün değildi. Sonra ısmarlayabilir miyim diye sormadım kimseye. Sonra biricik sevgilim Ayşe'yle henüz tanışmadık. Bakış kuşu sularındayız daha. Ve dün ayrıca pazardı. O doğum yeri olan kasabaya gitti. Okul yoktu pek tabii.
Öyleyse bu iş burada yatıyor. Öykü bitiyor öyleyse...
Şu "öyleyse" olan koşul sözcüğünü söylerken içimden bir şeyler "cız" etti. Yazacaksın dedi kesinkes yüreğim. Olur mu yazmamak dedi. Buraya değin gelmişken, getirmişken sözü.
Bakın dostlarım, -Ben yirmi yaşında bir gencim. Kusura bakmayın, bazılarınızla yaşıtım, bazılarınızın ağabeyi. Bazılarınız da benim büyüğümsünüz.- dinliyorsunuz şimdi beni, değil mi? Evet dediğinizi duyuyorum. Aranızdan üç beşiniz "Hayır, seni dinlemiyoruz, senin yazdıklarını okuyoruz." dedi ama bakmayın siz onlara.
Bakın şimdi. Şu anlatacaklarım yalan değil. Şambaliyle ilgili gene. Ama doğrudan doğruya şambali değil konum. Simit mi? O da değil... Görürsünüz şimdi. Anlatayım.
Nazım Hikmet'in Kemal Tahir'e azdığı mektupları okuyorum. Nazım, "Zaman oluyor ki dünyaya bir tek mitralyöz kurşunu olarak gelmediğime kızıyorum." diye yazıyor bir mektupta. Gerçeklere -hapiste olduğu için yeterince yakınlaşamadığı gerçeklere- daha bir sadık kalmak için yazıyor bunu. Sonra beton bir binanın çivisi bile olabilse bunu kanıksayacağını belirtiyor. Kuşkusuz bu bir düşlem. Nazım Usta da olamaz kendinden başka bir şey, ben de olamam. Eskiden, daha düne kadar ben de düşlemliyordum: Demirden ya da çelikten öldürücü bir madde olsam da... Ama son günlerde düşüncem değişti. Bir kurşun olsam yüzde yüz bir Amerikan askerinin silahında olacağım. Şili'de, Nikaragua'da, Güney Amerika'da, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da... Savaş uçağının herhangi bir parçası olsam, aynı şey... Savaş araçlarını bırakalım, herhangi bir demir parçası olsam, yüzde yüz onların bankalarını, bankerlerini, şirketlerini koruyan binalarda kullanılırım. Yani, Nazım Hikmet'in düşündüğü gibi demirimsi bir madde olmak -bu olası değil ama- böyle bir şeyi düşlemek bugün saçma geliyor bana. Dinliyorsunuz değil mi? Anlıyorsunuz değil mi?
Sürdürüyorum.
Güleceksiniz şimdi! (Haydi gülün, ne duruyorsunuz? Mutlaka komik bir söz mü söylemem gerek?) Belki de gülmeyeceksiniz! Neyse, siz bilirsiniz; sonuçta sizi güldürmek için yazmıyorum şu satırları...
Saçma bulacaksınız dün gece düşlediklerimi.
Dün gece şu an oturduğum yeşil, sünger kaplı sandalyemde oturuyordum gene. Dışarsı soğuk sayılmazdı bugünkü gibi. Arka arkaya, ikişer, bilemedim üçer dakika arayla tam sekiz tane satıcı geçti kapımın önünden. Satıcıların sesleri odamda çınlarken ben, o satıcıların sattıkları mallardan olmayı düşlüyordum. Saçma değil mi? Bence düşlemlenen şeyler saçma değildir. Düşlem olduğu için bu da saçma değil öyleyse.
Beş simitçi, iki şambalici, bir de ekmekçi. Tam beş kere simit, iki kere şambali, bir kere de ekmek olmuşum demekki.
Bana kalsaydı sekiz kere şambalici olmak isterdim. Elimde değil ki benim. İpler elimde değil ki.
Eğer ipler benim elimde olsaydı, şu yaşadığım günler için diyorum, şambalici olurdum. Ankara'da bir de. Büyüklerimizin tabaklarına otururdum. Onlar beni yerdi. Doğal ki ben zehirli olurdum. Kendi içime zehir katardım. Öldürürdüm onları. Sonra Avrupa'ya, Amerika'ya giderdim. Dünyayı pisleten bütün yaratıkları temizlerdim. Bir şambali olsaydım, bir de ipler bende, şambalinin elinde olsaydı. Ah, neler olurdu. Yeni bir dünya yaratırdım. Sevgi dünyası, dostluk dünyası, barış dünyası, özgürlük dünyası...
Yok yok... Saçmalıyorum ben. Hiçbir şey olamam. Olsam bile bir şambali, kentin en işlek fakat en kirli sokaklarında satılırdım. Hem kim bilir, şambali mi olurdum, simit mi? Belki ekmek, belki yumurta, belki pırasa, belki şarap...
Bir insan olan beni, kuşa çevireceklerinden kuşkum yok. Sizi de çevirecekler eminim bir şeylere...
İzmir, 1984