Şambali. Yer misiniz şambali? Sever misiniz?
Ben bayılırım. Ama bu kentte şambalici azdır. Şambali satıcısı yani. Her zaman bulamam bu yüzden. İstediğim zaman alıp yiyemem.
Ama simit! Canım be! İstediğim zaman... İstemediğim zaman da... Adım başı simitçidir benim kentim. Olmadı bu söz. Adım başı simitçidir benim ülkem!
Aslında bunları yazmamalı, bu öyküye başlamamalıydım. Cebimden kalemimi çıkarmamalı, önüme öykü defterimi açmamalıydım. Daha öncesi var. Bazı şeyleri düşünmemeliydim. Daha öncesi... Okuma yazma bilmemeliydim. Neyse, başlamış bulundum, bitireyim.
Peki, bitireyim öyküyü. Fakat şu anda soğuktan -kışın ortasında sobasız bir evde soğuk olur mu olmaz mı? Camları da kırıksa, vuu vuu yapıyorsa rüzgar dışarda- akan burnumu temizlemeliyim. Sonra öyküyü kaldığımız yerden sürdürürüz.
Dündü. Ayşe, dedim -Ayşe biricik sevgilimdir- sana şambali ısmarlayabilir miyim?
Bu yalan. İnanmayın. Bir kere olay dün değildi. Sonra ısmarlayabilir miyim diye sormadım kimseye. Sonra biricik sevgilim Ayşe'yle henüz tanışmadık. Bakış kuşu sularındayız daha. Ve dün ayrıca pazardı. O doğum yeri olan kasabaya gitti. Okul yoktu pek tabii.
Öyleyse bu iş burada yatıyor. Öykü bitiyor öyleyse...
Şu "öyleyse" olan koşul sözcüğünü söylerken içimden bir şeyler "cız" etti. Yazacaksın dedi kesinkes yüreğim. Olur mu yazmamak dedi. Buraya değin gelmişken, getirmişken sözü.
Bakın dostlarım, -Ben yirmi yaşında bir gencim. Kusura bakmayın, bazılarınızla yaşıtım, bazılarınızın ağabeyi. Bazılarınız da benim büyüğümsünüz.- dinliyorsunuz şimdi beni, değil mi? Evet dediğinizi duyuyorum. Aranızdan üç beşiniz "Hayır, seni dinlemiyoruz, senin yazdıklarını okuyoruz." dedi ama bakmayın siz onlara.
Bakın şimdi. Şu anlatacaklarım yalan değil. Şambaliyle ilgili gene. Ama doğrudan doğruya şambali değil konum. Simit mi? O da değil... Görürsünüz şimdi. Anlatayım.
Nazım Hikmet'in Kemal Tahir'e azdığı mektupları okuyorum. Nazım, "Zaman oluyor ki dünyaya bir tek mitralyöz kurşunu olarak gelmediğime kızıyorum." diye yazıyor bir mektupta. Gerçeklere -hapiste olduğu için yeterince yakınlaşamadığı gerçeklere- daha bir sadık kalmak için yazıyor bunu. Sonra beton bir binanın çivisi bile olabilse bunu kanıksayacağını belirtiyor. Kuşkusuz bu bir düşlem. Nazım Usta da olamaz kendinden başka bir şey, ben de olamam. Eskiden, daha düne kadar ben de düşlemliyordum: Demirden ya da çelikten öldürücü bir madde olsam da... Ama son günlerde düşüncem değişti. Bir kurşun olsam yüzde yüz bir Amerikan askerinin silahında olacağım. Şili'de, Nikaragua'da, Güney Amerika'da, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da... Savaş uçağının herhangi bir parçası olsam, aynı şey... Savaş araçlarını bırakalım, herhangi bir demir parçası olsam, yüzde yüz onların bankalarını, bankerlerini, şirketlerini koruyan binalarda kullanılırım. Yani, Nazım Hikmet'in düşündüğü gibi demirimsi bir madde olmak -bu olası değil ama- böyle bir şeyi düşlemek bugün saçma geliyor bana. Dinliyorsunuz değil mi? Anlıyorsunuz değil mi?
Sürdürüyorum.
Güleceksiniz şimdi! (Haydi gülün, ne duruyorsunuz? Mutlaka komik bir söz mü söylemem gerek?) Belki de gülmeyeceksiniz! Neyse, siz bilirsiniz; sonuçta sizi güldürmek için yazmıyorum şu satırları...
Saçma bulacaksınız dün gece düşlediklerimi.
Dün gece şu an oturduğum yeşil, sünger kaplı sandalyemde oturuyordum gene. Dışarsı soğuk sayılmazdı bugünkü gibi. Arka arkaya, ikişer, bilemedim üçer dakika arayla tam sekiz tane satıcı geçti kapımın önünden. Satıcıların sesleri odamda çınlarken ben, o satıcıların sattıkları mallardan olmayı düşlüyordum. Saçma değil mi? Bence düşlemlenen şeyler saçma değildir. Düşlem olduğu için bu da saçma değil öyleyse.
Beş simitçi, iki şambalici, bir de ekmekçi. Tam beş kere simit, iki kere şambali, bir kere de ekmek olmuşum demekki.
Bana kalsaydı sekiz kere şambalici olmak isterdim. Elimde değil ki benim. İpler elimde değil ki.
Eğer ipler benim elimde olsaydı, şu yaşadığım günler için diyorum, şambalici olurdum. Ankara'da bir de. Büyüklerimizin tabaklarına otururdum. Onlar beni yerdi. Doğal ki ben zehirli olurdum. Kendi içime zehir katardım. Öldürürdüm onları. Sonra Avrupa'ya, Amerika'ya giderdim. Dünyayı pisleten bütün yaratıkları temizlerdim. Bir şambali olsaydım, bir de ipler bende, şambalinin elinde olsaydı. Ah, neler olurdu. Yeni bir dünya yaratırdım. Sevgi dünyası, dostluk dünyası, barış dünyası, özgürlük dünyası...
Yok yok... Saçmalıyorum ben. Hiçbir şey olamam. Olsam bile bir şambali, kentin en işlek fakat en kirli sokaklarında satılırdım. Hem kim bilir, şambali mi olurdum, simit mi? Belki ekmek, belki yumurta, belki pırasa, belki şarap...
Bir insan olan beni, kuşa çevireceklerinden kuşkum yok. Sizi de çevirecekler eminim bir şeylere...
İzmir, 1984
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder