Parça ve
bölümlere ayırmak, tasnif etmek, gruplandırmak, şemayla izah etmek,
maddeleştirmek, ana hatlarını belirlemek… Bunlar, mevcut egemen eğitim
mekanizmasının vazgeçemeyeceği hatalı usûller arasında sayılabilir: Daraltıcı,
parçalayıcı, kısıtlayıcı vb. yönleriyle
ilk bakışta öğrenmeyi kolaylaştırıcıymış zannedilen bu şablonlar, sonuçta
“düzene uygun kafalar” yaratmaktan öteye geçemiyor. Dar algılar, ufuksuzluklar,
tek tip bakışlar, önyargılar…
Oysa, medenî
eğitim dizgesi bilgiye “bütün” olarak bakmayı elzem bulmaktadır. Çok yönlü,
etraflı, çaplı, farklı…
Kaçınılmaz
olarak ilkinin ipine yapışmışların tahakkümüyle inliyor bilgi, ‘ekin’, safsata
ortamları. Dikkat edelim: Bilim, kültür, sanat âlemleri değil!
Sözü
uzatmayalım, henüz gündemi soğumamışken, Mehmet Âkif’le bağlantılı olarak
benzeri yaklaşımlar sergileyen bazı olumsuz vakalara temas edelim…
İlki, bir
ahmaklık vesikası. Sözüm ona siyasî bir aktörü (TBMM Başkanı) bahane edip Âkif
üzerinden millete yönelik saldırılarda bulunacaklar. Cumhuriyet Gazetesi
benzerini hep yapıyor. Fakat Âkif’i, dahası bir şiirini aynı maksatla haber
konusu yapmalarına ne buyurursunuz? Külliyen akıl mazurluğu!
Adı geçen
gazetenin 28 Aralık 2006 tarihli nüshasındaki haber başlığı şöyle: “Fesli,
sarıklı ‘sosyal’ şiir”. Bu şiir Âkif’in “Said Paşa İmamı” imiş ve Sayın Meclis
Başkanı bu şiiri gençlere tavsiye etmiş. Haberi tezgâhlayıp basanlar, şiirden
birkaç bölüm aktarmayı ihmal etmemişler. Fakat çap meselesi değil sadece, kasıt
var işin içinde; festen sarıktan başka bir nesne görememişler…
Oysa bu şiir
birkaç bakımdan önemli: O dönem sosyal manzarasını yansıtması, halk ile devlet
adamlarının iç içe oluşu, yöneticilerin dürüstlüğü, toplum için yardımlaşma,
verilen sözü yerine getirme…
Bunları
kısaca metin üzerinden gösterelim: Şirin ilk bendi “Sultan Yalısı” (Saray) ve
çevresinin tasviri olarak okunabilir. Âkif’in tasvirleri elbette güçlüdür ve
ele alınan mekân bütün şaşaasıyla görünür kılınır. Bu arada halk “saflar”
halinde saraya gelmektedir. İkinci bentte halkın niteliği gözler önüne serilir.
Malum gazetenin haberi buradan ıkındırılmış: “Renk renk açmış o başlar, biriken
mahşere bak:/ Fes, arâkiyye, sarık, yama, bürümcük, yaşmak,/ Taylasan, takke,
nazarlıklı hotoz, âbânî, Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…”
“Devlet kapısı”nın
herkese açık olduğu ve devlet adamlarıyla halkın iç içe yaşadığı tabloların
aktarıldığı bölümler geride bırakılıp mevlide başlanılacağı sırada,
“Üsküdar’dan gelecek” olan mevlîd-hanın törende bulunmadığı anlaşılır. Buna
rağmen “İlâhî inşâd” başlatılır: “Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;/
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler./ O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı
biraz,/ Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz/…”
Mevlid’in
bitmek üzere olduğu vakitlerde Üsküdar’dan gelmesi beklenen mevlîd-hanın bir
köhne kayıkla Saray’a ulaştığı ve Vâlide Sultan’ın azarlamasıyla karşılaştığı
anlatılır. Tabii, mazereti vardır: Yoluna “Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd
gömdüm”, “Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh/ İki dünyâda aziz eylesin
Allah da seni” diyen bir çaresiz kadının çıkmıştır. “Hâtunun sözleri divâneye
döndürdü beni; Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân”. Dikkat edilirse,
bu bölümde Âkif, toplum için yardımlaşmayı, muhtaçlara iyilikte bulunmayı
örneklendiriyor. Aynı zamanda, verilen bir sözü, ne olursa olsun yerine
getirmek gerektiği de bir mevlid-hanın fiilleriyle ortaya konuluyor. İki
müminin, mevlîd-han ile Vâlide Sultan’ın güzel ahlâklarının anlatımı şu beyitle
biter: “- Hoca! Der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!/Yeniden mevlid otursun
bize, da’va da biter.”
Âkif’in 1931
yılında Hilvan’da yazdığı bu şiir, kaynak haberdekinin aksine, sadece gençlere
değil, bütün insanlığa ders olarak okutturulacak niteliktedir. Durum bundan
ibaretken, sapıtmak, saptırmak hangi amaca hizmet eder? Kötü niyet!
Benzeri
nitelikte olmasa da, Âkif ve eserleri hakkında yapılan çarpıtmalar sıkça
çıkıyor karşımıza. Bunların sonuncusu Dücane Cündioğlu’ndan geldi. Önce 22
Aralık günü Ankara’daki “70 Yıl Sonra Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni”nde,
ardından 30 Aralık 2006 nüshalı Yeni Şafak’taki köşesinde…
Cündioğlu
hem sempozyum bildirisinde, hem de gazete yazısında aynı anafikir etrafında
dönüp duruyor. Âkif’in gerçek şiirleri “Hicran, Secde, Gece gibi gözlerden
gizlenmeyi başarmış” şiirlerdir. Bir de, “resim arkası kıt’alar”ı varmış,
Cündioğlu’nun “meftun olduğu”…
Yazısına
“Asım’ın nesliymiş!” başlığını atma cesareti gösteren yazar, aklınca Âkif’i
parçalara ayıracak. Oysa Âkif’in ne hayatı ne de âsârı parçalara bölünebilir.
Tamamı yek vücuttur. Dolayısıyla, Cündioğlu’nun yazısında oluşturulmak
istenildiği gibi, şiirlerini sosyal şiirler, bireyci şiirler şeklinde ayırmamız
mümkün değildir. Aynı şekilde hayatını da dönemlere ayıramayız. O Osmanlı
döneminde de aynı Âkif’tir, TC’nin kuruluş aşamasında ve hatta sürgünde de… Şu
halde, onun Hilvan’da yazmak zorunda kaldığı Gece (5 Ocak 1925), Hicran (10
Ocak 1925) ve Secde (15 Ocak 1925) şiirlerini, en azından içinde bulunduğu
sosyal çerçevenin dışına nasıl çıkarabiliriz? Üstelik bu şiirlerdeki genel
havayı (Cündioğlu’nun ifade ettiği) “toplumsal vaazlar veren şiirleri”nden
nasıl ayrı tutabiliriz? Meselâ, Safahat’ta arka arkaya sıralanan bu şiirlerle
bunların hemen önünde yer alan Vahdet (Hilvan, 12 Ocak 1924)’i birbirinden
nasıl ayrı tutabiliriz?
Yoksa
Cündioğlu’nun bir bildiği mi var? Âkif’i yanlış yorumladığı ortada. Fakat
bundan bir kasıt mı ummakta? Sözgelimi şu mısraları çıkmaz sokaklara mı rehber
saymakta? Gece’den: “Diyorlar, hep senin şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı…/İlâhî,
onların bir ân için olmazsa ârâmı;/Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, senden
ayrılmış?/Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sînenden ayrılmış!” Hicran’dan:
“İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:/Ne âfâkında tek kandil, ne
mihrâbında seccâde;/ Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.”
Secde’den: “Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş!/ Bugün rindânı
gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş.”
Bu mısraları
Cündioğlu’na uyup “ferd Âkif” şiiri sayarsak abesle iştigale ortaklık etmiş
oluruz. Böyle bir ortaklığa imza atmaktansa, büyük şairin bütün âsârını “ferd
Âkif”e ait görmek arzusundayız. “Ferd Âkif”in başka şiirlerinden de birkaç
örnek sunup noktalayalım. Berlin Hatıraları’ndan: Muazzam ordumuzun en muazzam
evlâdı,/ Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.//Hudâ rızâsı için ey
mücâhidîn-kirâm!/ sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;/ dönersiniz
ebediyen söner gider Tevhîd/ Harîm-i Hak yıkılır savletiyle evhâmın.” Âsım’dan:
“Ben de târih okudum; âlemi az çok bilirim./’Şuarâ’ dendi mi, birdenbire oynar
sinirim./ (…) Edebiyâta edebsizliği onlar soktu;/Yoksa, din perdesi altında bu
isyan yoktu:/Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;/ Muttasıl şimdi
‘hakîkat’ kusuyor Sıdkı Dayı!”
Âkif için
kitaplar yazmış olan Cündioğlu, yazısını “Aramayı sürdüreceğiz. Sürdürmek
zorundayız; Akif için değil, kendimiz için.” paragrafıyla bitirmiş. İyi olur.
Belki doğruya ulaşma imkânını yakalar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder