28 Ağustos 2019 Çarşamba

ÂKİF'İ PARÇALAMAK?!.

Parça ve bölümlere ayırmak, tasnif etmek, gruplandırmak, şemayla izah etmek, maddeleştirmek, ana hatlarını belirlemek… Bunlar, mevcut egemen eğitim mekanizmasının vazgeçemeyeceği hatalı usûller arasında sayılabilir: Daraltıcı, parçalayıcı,  kısıtlayıcı vb. yönleriyle ilk bakışta öğrenmeyi kolaylaştırıcıymış zannedilen bu şablonlar, sonuçta “düzene uygun kafalar” yaratmaktan öteye geçemiyor. Dar algılar, ufuksuzluklar, tek tip bakışlar, önyargılar…
Oysa, medenî eğitim dizgesi bilgiye “bütün” olarak bakmayı elzem bulmaktadır. Çok yönlü, etraflı, çaplı, farklı…
Kaçınılmaz olarak ilkinin ipine yapışmışların tahakkümüyle inliyor bilgi, ‘ekin’, safsata ortamları. Dikkat edelim: Bilim, kültür, sanat âlemleri değil!
Sözü uzatmayalım, henüz gündemi soğumamışken, Mehmet Âkif’le bağlantılı olarak benzeri yaklaşımlar sergileyen bazı olumsuz vakalara temas edelim…
İlki, bir ahmaklık vesikası. Sözüm ona siyasî bir aktörü (TBMM Başkanı) bahane edip Âkif üzerinden millete yönelik saldırılarda bulunacaklar. Cumhuriyet Gazetesi benzerini hep yapıyor. Fakat Âkif’i, dahası bir şiirini aynı maksatla haber konusu yapmalarına ne buyurursunuz? Külliyen akıl mazurluğu! 
Adı geçen gazetenin 28 Aralık 2006 tarihli nüshasındaki haber başlığı şöyle: “Fesli, sarıklı ‘sosyal’ şiir”. Bu şiir Âkif’in “Said Paşa İmamı” imiş ve Sayın Meclis Başkanı bu şiiri gençlere tavsiye etmiş. Haberi tezgâhlayıp basanlar, şiirden birkaç bölüm aktarmayı ihmal etmemişler. Fakat çap meselesi değil sadece, kasıt var işin içinde; festen sarıktan başka bir nesne görememişler…
Oysa bu şiir birkaç bakımdan önemli: O dönem sosyal manzarasını yansıtması, halk ile devlet adamlarının iç içe oluşu, yöneticilerin dürüstlüğü, toplum için yardımlaşma, verilen sözü yerine getirme…
Bunları kısaca metin üzerinden gösterelim: Şirin ilk bendi “Sultan Yalısı” (Saray) ve çevresinin tasviri olarak okunabilir. Âkif’in tasvirleri elbette güçlüdür ve ele alınan mekân bütün şaşaasıyla görünür kılınır. Bu arada halk “saflar” halinde saraya gelmektedir. İkinci bentte halkın niteliği gözler önüne serilir. Malum gazetenin haberi buradan ıkındırılmış: “Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:/ Fes, arâkiyye, sarık, yama, bürümcük, yaşmak,/ Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî, Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…”
“Devlet kapısı”nın herkese açık olduğu ve devlet adamlarıyla halkın iç içe yaşadığı tabloların aktarıldığı bölümler geride bırakılıp mevlide başlanılacağı sırada, “Üsküdar’dan gelecek” olan mevlîd-hanın törende bulunmadığı anlaşılır. Buna rağmen “İlâhî inşâd” başlatılır: “Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;/ Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler./ O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,/ Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz/…”
Mevlid’in bitmek üzere olduğu vakitlerde Üsküdar’dan gelmesi beklenen mevlîd-hanın bir köhne kayıkla Saray’a ulaştığı ve Vâlide Sultan’ın azarlamasıyla karşılaştığı anlatılır. Tabii, mazereti vardır: Yoluna “Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm”, “Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh/ İki dünyâda aziz eylesin Allah da seni” diyen bir çaresiz kadının çıkmıştır. “Hâtunun sözleri divâneye döndürdü beni; Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân”. Dikkat edilirse, bu bölümde Âkif, toplum için yardımlaşmayı, muhtaçlara iyilikte bulunmayı örneklendiriyor. Aynı zamanda, verilen bir sözü, ne olursa olsun yerine getirmek gerektiği de bir mevlid-hanın fiilleriyle ortaya konuluyor. İki müminin, mevlîd-han ile Vâlide Sultan’ın güzel ahlâklarının anlatımı şu beyitle biter: “- Hoca! Der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!/Yeniden mevlid otursun bize, da’va da biter.”
Âkif’in 1931 yılında Hilvan’da yazdığı bu şiir, kaynak haberdekinin aksine, sadece gençlere değil, bütün insanlığa ders olarak okutturulacak niteliktedir. Durum bundan ibaretken, sapıtmak, saptırmak hangi amaca hizmet eder? Kötü niyet!
Benzeri nitelikte olmasa da, Âkif ve eserleri hakkında yapılan çarpıtmalar sıkça çıkıyor karşımıza. Bunların sonuncusu Dücane Cündioğlu’ndan geldi. Önce 22 Aralık günü Ankara’daki “70 Yıl Sonra Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni”nde, ardından 30 Aralık 2006 nüshalı Yeni Şafak’taki köşesinde…
Cündioğlu hem sempozyum bildirisinde, hem de gazete yazısında aynı anafikir etrafında dönüp duruyor. Âkif’in gerçek şiirleri “Hicran, Secde, Gece gibi gözlerden gizlenmeyi başarmış” şiirlerdir. Bir de, “resim arkası kıt’alar”ı varmış, Cündioğlu’nun “meftun olduğu”…
Yazısına “Asım’ın nesliymiş!” başlığını atma cesareti gösteren yazar, aklınca Âkif’i parçalara ayıracak. Oysa Âkif’in ne hayatı ne de âsârı parçalara bölünebilir. Tamamı yek vücuttur. Dolayısıyla, Cündioğlu’nun yazısında oluşturulmak istenildiği gibi, şiirlerini sosyal şiirler, bireyci şiirler şeklinde ayırmamız mümkün değildir. Aynı şekilde hayatını da dönemlere ayıramayız. O Osmanlı döneminde de aynı Âkif’tir, TC’nin kuruluş aşamasında ve hatta sürgünde de… Şu halde, onun Hilvan’da yazmak zorunda kaldığı Gece (5 Ocak 1925), Hicran (10 Ocak 1925) ve Secde (15 Ocak 1925) şiirlerini, en azından içinde bulunduğu sosyal çerçevenin dışına nasıl çıkarabiliriz? Üstelik bu şiirlerdeki genel havayı (Cündioğlu’nun ifade ettiği) “toplumsal vaazlar veren şiirleri”nden nasıl ayrı tutabiliriz? Meselâ, Safahat’ta arka arkaya sıralanan bu şiirlerle bunların hemen önünde yer alan Vahdet (Hilvan, 12 Ocak 1924)’i birbirinden nasıl ayrı tutabiliriz?
Yoksa Cündioğlu’nun bir bildiği mi var? Âkif’i yanlış yorumladığı ortada. Fakat bundan bir kasıt mı ummakta? Sözgelimi şu mısraları çıkmaz sokaklara mı rehber saymakta? Gece’den: “Diyorlar, hep senin şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı…/İlâhî, onların bir ân için olmazsa ârâmı;/Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, senden ayrılmış?/Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sînenden ayrılmış!” Hicran’dan: “İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:/Ne âfâkında tek kandil, ne mihrâbında seccâde;/ Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.” Secde’den: “Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş!/ Bugün rindânı gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş.”
Bu mısraları Cündioğlu’na uyup “ferd Âkif” şiiri sayarsak abesle iştigale ortaklık etmiş oluruz. Böyle bir ortaklığa imza atmaktansa, büyük şairin bütün âsârını “ferd Âkif”e ait görmek arzusundayız. “Ferd Âkif”in başka şiirlerinden de birkaç örnek sunup noktalayalım. Berlin Hatıraları’ndan: Muazzam ordumuzun en muazzam evlâdı,/ Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.//Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-kirâm!/ sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;/ dönersiniz ebediyen söner gider Tevhîd/ Harîm-i Hak yıkılır savletiyle evhâmın.” Âsım’dan: “Ben de târih okudum; âlemi az çok bilirim./’Şuarâ’ dendi mi, birdenbire oynar sinirim./ (…) Edebiyâta edebsizliği onlar soktu;/Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:/Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;/ Muttasıl şimdi ‘hakîkat’ kusuyor Sıdkı Dayı!”
Âkif için kitaplar yazmış olan Cündioğlu, yazısını “Aramayı sürdüreceğiz. Sürdürmek zorundayız; Akif için değil, kendimiz için.” paragrafıyla bitirmiş. İyi olur. Belki doğruya ulaşma imkânını yakalar…

Hiç yorum yok: