Bir müteşair
tipidir. Yani ki şiir sanatından kendini müstafi kılmıştır. Çalışma yollarından
en çok tercih ettiği intihalciliktir. Mamulâtında rast gelinen
yabancı malı fiyaka unsurları yakasına yapışmasın diye, söze bir takım ayak
oyunları –süs unsurları!- çekmiştir, o kadar…
Hikâye:
Emevîler
döneminin usta hicviyecisi şair Cerîr halife Velid’in huzuruna girmiş. O sırada
halifenin yanında devrin meşhur şairlerinden Adiyy bin Rikâ’nın bulunduğunu
görmüş. Velid, “Bu adamı tanıyor musun?” diye sormuş Cerîr’e. “Hayır,
tanımıyorum” cevabını verince Cerîr, “Sizi tanıştırayım, bu İbn er-Rikâ’dır”
demiş halife. Bunun üzerine Cerîr: “Rikâ, yani ‘elbisenin en kötü (yamalı)’ olanı…”
diye karşılık vermiş.”
Hisse:
Bu hikâyede
heccav Cerîr’in kurbanı olmuş şair Rikâ; bu belli. Bu yüzden onun adına,
kendisinden asırlarca sonra, üzülmüyor değiliz. Fakat bu üzüntümüz, adının
karıştığı işbu hikâyeyi burada kullanmamıza engel olmamalı, değil mi? Evet,
velhasıl diyelim ve sözü şuraya bağlayalım:
Yazımızın
ilk paragrafında şahsiyetsizliğini ortaya serdiğimiz tip müteşairin ortaya
koydukları, intihaller marifetiyle yamalı bir elbise gibidir. Fakat o
yeteneksizin çok bildiği tek şey, buna asıl mesleği desek de yeridir,
gözbağcılıktır. Bu mesleği sayesinde, bir süreliğine de olsa kendisini gözde
makamlara iyi fiyatlarla pazarlayabildiğinden, yüksek mevkilerde ad yapar, yer
tutar. Başkentin gözbebeğidir. Devlet arabasının ön tekeri gibidir.
Tabii,
aslında kamuya gol atmaktadır. Kamuoyunu yanıltmaktadır. Gündemi muhafazakâr
yapı (devlet) adına ve çirkin tabiatı (sanatı) yordamıyla meşgul etmektedir.
“Yavuz hırsız!” lafı tam da böyleleri için söylenmiştir.
Yavuz
hırsız, iyi müntahil! Onun sanatındaki sırrın bir başka özelliği,
plastikliktir. “Plastik” adıyla anılan sanat dalları sanırım bir gün yakasına
yapışacaktır. Zira bu arsız tip, intihal ederken, plastik icra
yollarını sonuna kadar tatbik etmektedir. Ortaya çıkardığı metnin heyecansız
bir söz yığınından ibaret olması bu yüzdendir.
Şiir
sanatından ziyade, gerek statik otoritenin ön tekerine oturmuşluğu gerekse
dolambaçlı ayak oyunlarını iyi oynamışlığı ile bir tür reislik hüviyeti
kazanmıştır Mösyömüz! Bu hüviyete çete reisliği dense yeri midir?
Sırat-ı
müstakim üzere kime sorduysam öyledir, çete denilmelidir dediler. Çetecilik
vasıflarını da bir bir saydılar: Anasının gözüdür, zengin muhitlerden iş tutar,
hemen her köşe başından ahbaplar edinir, yayın ve matbuat âlemlerini iyi
koklar, hangi muzır neşriyat ortamından pay alacaksa oraya yanaşır, sağ
gösterip sol yahut sol gösterip sağ vurabilir, ahlâkına uygun yeniyetmeler
üretiminde pek mahirdir, vesaire…
Sıra işbu
yeni yetmelerin vasfını çizmeye geldi: Canlı ve afacan tosuncuktur
bunlar. Plastik ustası Mösyölerinin yolu izinden bata bata giderler.
Küfre meyyalliklerinden dem vurulmaktadır.
Aşağıdaki
hikâye onları, bu ikisini anlatır gibidir:
Kıssa:
Memleketin
birinde kör ve yetim olanlarla dul kadınlara devlet yardımı yapılmaktaymış. Bu
işle görevlendirilen daireye oğluyla birlikte bir adam müracaat eder. Görevli,
“Kör ve yetim olmadığınıza göre, geriye sadece dul kadınlar kalıyor, ancak sizi
onların listesine nasıl yazabilirim?” diye sorar. Adam, “Beni körler listesine
kaydet!” diye teklifte bulunur. Görevli, “Bu mümkün, zira Allah, ‘Gerçekte
gözler değil, göğüslerdeki kalp gözleri kör olur’ (Hac/46) buyurmaktadır.” der
ve adamın kaydını yapar. Adam daha sonra, “Oğlumu da yetimler listesine
kaydeder misin?” diye arz edince, görevli, “Tabii ki, zira senin babası olduğun
kişi zaten yetim hükmündedir!” deyip oğlunu da yetimler hanesine kaydeder.
Hisse:
Plastik
kaplama ustası Mösyö müteşairin şiir ve ahlak sanatlarındaki yeteneksizliği
(körlüğü) ile babalığını yaptığı tosuncukların aynı alanlardaki çapsızlıkları
(yetimlikleri) bu çerçeve ile sabitlenmiş olsun…
(İlk kez 10
Aralık 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder