Namustur denilmiştir; söz, tutulmalıdır. Hele ki çocuklara verilen baba sözlerine daha bir hassasiyet gösterilmelidir.
Böyle bir giriş boşuna değil. Ali, takımının şehrimize maç yapmaya geleceğini öğrenir öğrenmez babasından “söz” aldı. Maç bir Temmuz günü akşamında oynanacaktı ve o gün gelip çatmıştı. El ele stadyumun yolu tutuldu, misafir takım tribününden iki bilet alındı, eve dönülüp maç saati beklenmeye başlandı.
Baba,
oğlunun takımından mı olmalıydı? Evet, böylesi durumlarda tatsızlık çıkmamalı.
Ortak heyecan duyulmalı. Hatta maç saati yaklaştıkça kaynaşmalı, pekişmeli…
Sanki
pikniğe gidiyoruz. Erzak torbası hazırlıkları: Ekmek, katık, su.
Hayır,
savaşa gidiyoruz! Poşetin en altına Ali’nin maç izlerken giyeceği forma
yerleştiriliyor. Çünkü şehirde rakip takımın formasıyla gezmek hepten
tehlikeli. Poşetin altındaki forma orada dursun, sırtındakine bakarsanız, Ali
İnterli!
Ali’ye,
formanın, üniformanın tehlikelerinden söz etmeli mi?
Korku ve
heyecan ile stada varıldı. Ali, misafirler tribününe girince üstündeki İnter
formasını çıkarıp poşettekini giydi; tuttuğu takımınkini…
*
Hazırlık
maçıydı oynanan, bir bakıma şenlik
maçıydı…
Fakat bu
hikaye böyle süremezdi. En azından “seyirci” denilen kitle için, kızışmalıydı
ortalık.
Çekilen
“oley”ler, atılan konfetiler, yakılan meşaleler…
Seyirciler
arası restleşme, Ömer ile Mondi’nin karşılıklı birer dakika arayla yedikleri
gollerin ardından başladı.
Gol sırasına
göre, her iki kitle, çılgına döndü elbet. Ve gariptir, bu çılgınlık
nöbetlerinde, yine her iki kitle, “Ayağa kalkmayan Fenerli olsun!” diye
bağırdı. Bunlarda şaşılacak bir şey yoktu. Sonuçta, “Fenerli” olmamak için
ayağa kalkılacaktı. Nasıl oluyorsa?
Oluyordu
işte. Görünürde her iki takımın “Fener”den hoşlanmadığı ortadaydı. Üstelik bu
insanların stada genellikle kurt dökmek, rahatlamak, evet, “bir tatlı huzur
alma”k için geldikleri biliyordu.
İstendik ruh
hâline nasıl avdet edilecekse, öyle davranmalıydı seyirci dediğin. Yani ki
mübah olmayan hiç bir şey yoktu ona. Mesela, maçın sakin seyrettiği zamanlarda
güncel dış politik sloganlar filan atılabilirdi. Öyle oldu: Bir grup taraftar
günün gereğine uyup “Kahrolsun İsrail” filan diye bağırdı. Hatta rakip takım
seyircileri de iştirak etti buna. Stad inledi. “Terör” ve “katliam”a duyulan
“öfke” fena halde dindi!
Nedense
sadece maçlarda, hazırlık veya şenlik maçlarında değil, hayatın pek çok
alanında da böyle oluyordu; bir şekilde “gerilmiş” insanlar bir yerlerde “hazır
olup” toplanıyor, “tek” ağızdan bağırıp çığırıyor, sonuçta “rahatlıyorlar”dı.
Maç bitmiş,
kitleler için gevşeme gerçekleşmişti. Fakat onları böyle bırakmak doğru muydu?
Boş bırakmak olmaz, yeni strasler yedirilmelidir onlara. Mesela şöyle: Ev
sahibi takımın seyircileri hızla stad dışına gönderilmeli, hatta evlerine
sokulmalıydı. Misafir takımınkiler ise bir süre arenanın kendilerine ayrılan
kısmında “muhafaza” edilmeliydi. Sabahın ilk saatlerinden beri şehrin bu
bölgesine konuşlanmış kolluk görevlileri bütün gün gösterdikleri başarıyı, maç
sonunda da gösterdi: Misafirlerini bir devre daha “tutulmalı”ydılar orada.
Ali’nin
misafir takımdan olduğunu biliyorsunuz. Şu halde o da orada alıkonuldu. Maç
sırasında giydiği formayı çıkarıp tekrar İnter’e transfer olsa da, “30” Martins
kılığına girse de, bu, para etmedi.
Şöyle ki,
“itidal”in, yani forma-l, üniforma-l “zihniyet”in şartları böyleydi! Ali ise
bunu anlayacak “keyfiyet”te olamazdı. Sonuçta çocuktu.
Peki, bu
“keyfiyet”sizliğin “kitle”leri “yayma”sına ne demeli?
(İlk kez 3 Ağustos
2006 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder