23 Şubat 2021 Salı

ULUS MEYDANINDA

Ulus meydanında meclis altında Tarihe bir kalıt oldu bu gölgem Halkın pazarına dinamit düşmüş Tanzim önündeyim kara şemsiyem

Ank., 23. 02. 2019


ÇÖRTTÜREN ÇOCUK

Maskesine çörttürüyor çocuk Sanıyor ki bir avuç göl dolacak Sel olup süzülünce çişi inceden Bu mu diyor olacak bana salıncak?

Ankara, 23 Şubat 2021



21 Şubat 2021 Pazar

AYIN ŞİİRİ: AHMET MURAT'IN "SANAT" ŞİİRİ

Tisfun’daki Sasani sarayında
Bir yaz halısı vardı gonca köpüğü, gül mezatı
Narin ağaçlarında heyhey, dallarında rüzgâr dişleri
Serpil ve dölek bir akılla bezeli 

Yanık ten kınalı sakal sahabilirdi bir vakit
Taşkın olup doldulardı saraya
Çıkıp giderlerken üleşmeden önce
Zarif kılıçlarıyla biçtilerdi
Cennet bahçesine öykünen halıyı


La galibe illallah

(Ahmet Murat, Muhit Dergisi, S. 13 [Ocak 2021], s. 9)
 

Ahmet Murat [Özel], 1971 Karaman doğumlu. Şairliğinin yanı sıra, çevirmenlik, editörlük, radyo ve TV program sunuculuğu gibi önemli işlerin üstesinden geliyor. Fakat bütün bunlardan önce onun bir ilahiyat akademisyeni olduğunu da belirtelim.

Şiir, deneme, araştırma, biyografi, çeviri alanlarında eserlere imza atan Ahmet Murat’ın yayımlanmış şiir kitapları Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı & İlahiler ve Neşideler, Bir Şair Bisikletle, Kalbin Kararı şeklinde sıralanmaktadır.

Muhit Dergisinin Ocak 2021 sayısında yayımlanan “Sanat” şiiri, ilki dört, ikincisi beş, sonuncusu tek dizeden olmak üzere üç birimlik kısa bir metin. Bununla birlikte yoğun okumalar sunuyor okura. Bu sunumda, şiirsel söylemin yanında öyküleyici ve betimleyici anlatımlar da dikkat çekiyor. Böylece, bir yandan olayı, kahramanları, yer ve zamanı sınırlandırılmış tarihsel bir öykü okurken, öte yandan imgelerle örülü şiirsel bir edayla hemhal oluyor okur. 

Şiirin öyküsel yanı temasında tezahür ediyor. Diğer bir ifade ile, kültürel bir arka plana, daha doğrusu tarihî bir olaya yaslanıyor “Sanat”. Sözgelimi, şiirinin ikinci biriminde yer alan şu dizelere bakalım:

Yanık ten kınalı sakal sahabilirdi bir vakit

Taşkın olup doldulardı saraya

Şairin övgüyle bahsettiği “taşkın” süreç, İslam tarihinin önemli bir dönemine tekabül ediyor. Şöyle ki, dört halifeden Ömer bin Hattab’ın hüküm sürdüğü yıllarda, önce 637’de, ardından 642’de Sâsânî topraklarına taarruzda bulunan Arap orduları, daha önce Göktürk, Hazar ve Bizanslılarla yaptıkları savaşlarla iyice güç yitiren rakiplerini kolaylıkla yenmişlerdir.  Tisfun (Tîsfûn, Tizfun, Medâin, Ktesifon, Selmân-ı Pâk) yakınlarındaki Kadisiye’deki ilk savaşta,  Sâsânî ordusu hezimete uğramıştır. 642’deki karşılaşma ise Nihâvend’de vuku bulmuş, Araplar Tisfun’u tümüyle ele geçirmiştir. Bu arada Sâsânî imparatoru III. Yezdicürd Belh’e kaçmış; böylece Sâsânî İmparatorluğu yıkılmıştır.

Tisfun’daki Sasani sarayında” şeklinde, şiirin ilk dizesinde adı geçen Tisfun, Bağdat’ın 35 km. güneyinde, Dicle nehri kenarında olup Sâsânîlere başkentlik yapmıştır. Jeopolitik konumundan ötürü tarih boyunca güçlü imparatorluklar arasında el değiştirmiştir. Bu durum, şehrin çok uluslu bir demografik yapı ile ekonomik, sosyal ve kültürel zenginlikler kazanmasını sağlamıştır.

Sözkonusu kültürel zenginliklerin başında ikinci Sâsânî şahı I. Şâpur zamanında (241-272) yaptırılan meşhur Tâk-ı Kisrâ’nın (Tâk-ı Hüsrev, Eyvân-ı Kisrâ, Selmân-ı Pâk’ın Büyük Kemeri adlarıyla da anılan Kisrâ sarayının ve kemerinin) bulunduğu bu şehir,  döneminin en büyük yerleşim birimlerinden birisidir. Bu arada, Arapların, Beytü’l-Ebyaz” (Beyaz Saray) olarak adlandırdıkları Sâsânî şahlarının hükümdarlık sarayı da Tisfun’dadır. Tak-ı Kisrâ, Hüsrev Anûşirvân (I. Hüsrev) zamanında (531-579) restore edilmeden önce,  Sâsânî hükümdarları Tisfun’da bulunan Beytü’l-Ebyaz’ı yönetim merkezi olarak kullanıyordu. Araplar Tisfun’u ele geçirdikleri zaman bu saray hâlâ ayaktaydı. Ahmet Murat’ın “Sanat” şiirinin ilk dizesinde bahsettiği Sâsânî sarayı Dicle kenarında bulunan bu saray mıdır, yoksa Tâk-ı Kisrâ mıdır, bilmiyoruz! Fakat şunu biliyoruz, Araplar, Pers uygarlığının ihtişamına ilk kez 7. Yüzyıldaki bahsettiğimiz silahlı karşılaşmalar sırasında tanık olmuştur.

Ahmet Murat, şiirinde bu tanıklığı tekrar tebarüz ettiriyor. Şimdi başa dönelim ve metnin betimleyici anlatımla örülü ilk birimini tekrar okuyalım:

Tisfun’daki Sasani sarayında

Bir yaz halısı vardı gonca köpüğü, gül mezatı

Narin ağaçlarında heyhey, dallarında rüzgâr dişleri

Serpil ve dölek bir akılla bezeli

“Gonca” ve “gül” gibi klasik mazmunları yeni ve nispeten alışılmamış bağdaştırmalarla “halı”ya (yaz halısı”; “bahar-ı kisra” olmalı!) sıfat kılan şair, aynı halıya, müşahhas (narin ve “heyhey”li) ağaçlar, ve yine alışılmamış bağdaştırmalı (“rüzgâr dişleri”ne maruz) dallar nakşettirmiştir. Bu nakış gizemli, hassas bir usun maharetidir. 

Şairin Sâsânî sarayından bir halıyı alıp şiirine işlemesi boşuna değildir. Araplarla Sâsânîler arasında geçen söz konusu savaşlar bağlamında, adeta halı metaforuna temas etmeye kalemi mahkûmdur. Çünkü bu bağlam içre halının iki tarihî konumu vardır. Bunlardan ilki, Sâsânî imparatorluğunun son dönemlerinde Tisfun’da halı dokumacılığının büyük bir gelişme göstermiş olmasıdır. İkincisi ise, birkaç tarihî olaydaki tezahürdür. Sözgelimi, 610-641 yılları arasında Doğu Roma imparatoru olan Herakleios, 628’de yaptığı Tisfun seferini müteakip pek çok değerli halıyı İstanbul’a götürmüştür. Aynı şekilde, 642’deki Arap zaptından sonra da Tisfun’da elde edilen mücevherlerle süslü büyük halılar yerlerinden edilmiştir. Tarihi kaynaklar bu süreci şöyle anlatmaktadır: “İran’ın fethi esnasında Sâsânî hükümdarı Hüsrev Anûşirvan’ın “Bahar-ı Kisra” adı verilen meşhur halısı parçalara ayrılarak Medinelilere dağıtılmıştır. Bu parçalardan her birinin kıymeti 10.000 dirhem tutmaktaydı. Hz. Ali’nin payına düşen halı parçasının 20.000 dirheme satıldığı rivayet edilir. Tisfun’un ele geçirilmesinden sonra Arapların eline geçen diğer kıymetli kumaşlardan bir tanesi Fars ırkının milli bayrağı olan Direfş-i Kabiyan’dır. Bu bayrağın Sâsânîler için önemli bir anlamı vardı ve genellikle ölüm kalım mücadelesi verilen savaşlarda Sâsânîler bu bayrağı açarak insanların milli duygularını galeyana getirmeye çalışırlardı. Tisfun kentinde muhafaza edilen bu bayrak şehrin düşmesi ile beraber Arapların eline geçmiş ve bayrak üzerindeki değerli mücevherler alınarak yırtılmıştır.

Ahmet Murat’ın şiirinin ikinci biriminde bahsettiği olay üstte aktarımını yaptığımız süreçle ilgili olmalıdır:

Çıkıp giderlerken üleşmeden önce

Zarif kılıçlarıyla biçtilerdi

Cennet bahçesine öykünen halıyı

Bir şiiri somutlaştırmak her zaman tehlikeler taşır. Fakat “Sanat” şiiri bizi bu tehlikelerden koruyor. Üstelik “La gâlibe illallah” (Yusuf Suresi, 21. Ayetine atıfla: “Allah’tan başka galip yoktur.”) şeklindeki şiirin son birimiyle bunu perçinliyor. Peki bu perçini nasıl yorumlamalıyız? Bunu da iki şık üzere okuyabiliriz: İlk olarak “İslam’ı temsil eden ordu galip gelmiştir.” hükmünü vermiş olabilir şair. Fakat bu, ibarenin olağan anlamıdır. Bununla birlikte, “cennet bahçesine öykünen bir halı”nın yok edilmesi bağlamında da okuyabiliriz. Öyle ya, nasıl olur da böyle bir öykünme hâsıl olabilir? Zaten biçilmiş olması da bu boy ölçüşme fiilinden ötürü değil midir?!. Hem de, “cennet bahçesine öykünen bir halı”ya göre “zarif”liği öne çıkarılan kılıçlarla! Bu ikinci okuma, bizi geleneksel algılardaki kısır döngüden oluşan tartışmaya götürür: Tasvir yasağına! Akademisyen ve şair olarak Ahmet Murat’ın bu yasağa prim vereceğini ise hiç sanmam!

Toparlarsak: "Sanat" şiiri şiirsel özelliklerinin yanı sıra,  bol okumalara fırsat tanıyan bir şiir. Özellikle teması bağlamında İslam tarihindeki farklı konulara atıflar yapılabilir bu şiirle. Bir kısmına değindik bunların; haydi birisine daha temas edelim: Savaşta elde edilen ganimetlerin kullanımı hususuna!

Her biri ayrı ayrı bilimsel çalışmalara kapı aralayan bu “atıf”lar bir tarafa, Ahmet Murat bu metni ile bize şiirde bilginin kullanımı hususunda ipuçları sunmuştur. Fakat benim kanaatim şairin buradaki performansı negatif yöndedir. Nitekim savaş sonrasının kazanımı olarak takdim edilen süreçler ve şair tarafından bunlara yapılan övgüsel yaklaşımlar farklı bakış açıları ile tam tersi istikametlerde değerlendirilebilir.

Bununla birlikte bu şiiriyle Ahmet Murat, 7. Yüzyılda yaşanmış tarihî bir macerayı günümüze taşıyarak, çağımıza ve gelecek çağlara yönelik birkaç kelam etme fırsatı sunmuştur: Şu veya bu şekilde, saray mukimi olabilmişlerin, vakit erip de, devridaime -kadere (!) mi diyelim ya da- tabii olduklarında, geride ne bıraktıkları... Kalemleri mi zarifti, kılıçları mı? Yaptılar mı, yıktılar mı? Cennete mi öykündüler, cehenneme mi?

Madem “saray mukimlerinden” bahsettik, yine Sâsânî şahı I. Hüsrev’den tarihî bir duruş arz edelim: “Ülkesini adaletle yönetmiş ve bu yönüyle tarih ve edebiyat kaynaklarında yer almış olan I. Hüsrev rivayete göre halkını ve ziyaretçilerini, sarayın büyük kemerlere sahip geniş avlusundaki eyvanın tonozuna kadar yükselen tahtında otururken kabul ederdi. Buradaki yüksek kemerlerden birinin üstüne ucunda çan bulunan bir zincir astırmıştı (zencîr-i adl). Bu zincirin ucu çocukların bile yetişeceği bir yükseklikte olup şikâyeti olan halk buraya gelerek zinciri çekince ucundaki çanın sesini duyan kisrâ halkının şikâyetini bizzat dinlemek için sarayından çıkar, tahtına otururdu.”

Ahmet Murat’ın “Sanat” şiiri bol okumalar sunuyor demiştik ya, bakın bizi “adalet zinciri”ne kadar getirip bıraktı. Şimdi bu zincirin şiirini bekliyoruz.

KAYNAKÇA:

Abdülhakim Koçin, “Devlet Yönetiminde Adaletin Yeri ve Klâsik Türk Şiirine Yansıması”, Millî Eğitim Dergisi, S. 171 (2006), s. 15-29.

Ahmet Murat, Muhit Dergisi, S. 13 [Ocak 2021], s. 9.

Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (Haz. Cemâl Kurnaz), Ank., 2000, s. 432.

https://docplayer.biz.tr/31431807-Belleten-dort-ayda-bir-cikar-cilt-lxxviii-sa-nisan-2014-erken-ortacaglarin-sehirler-toplulugu-meda-in-adulhalik-bakir-ahmet-altungok.html [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://islamansiklopedisi.org.tr/tak-i-kisra [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://tr.wikipedia.org/wiki/Sasani_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://www.biyografya.com/biyografi/913 [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

Bu metin ilk kez İktibas Dergisi, S. 506 [Şubat 2021], s. 58-60'da yayımlanmıştır

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

15 Şubat 2021 Pazartesi

CEMAL SÜREYA'NIN BERCESTELERİ

Cemal Süreya (Pülümür, 1931-İstanbul 9 Ocak 1990), şiirimizin bu özgün ismi, ortaya koyduğu şiirsel performans ve geride bıraktığı eşsiz eserlerle yaşıyor, yaşayacak.

1950’lerde bir grup şairle başlattıkları İkinci Yeni şiirinin öncü ve özgün seslerindendi Cemal Süreya. Özgünlüğünü İkinci Yeni sonrası dönemde de sürdürdü. Modern şiirin gelenekle tekrar bağ kurduğu bir dönemin temsilcisi olarak Cemal Süreya, şiirsel olanın sınırlarını genişletmede arkadaşlarından daima bir adım öndeydi. Onun bu önde oluşuna dair deliller, ispatlar bulmak değil amacımız; bu daha çok ağırbaşlı makalelerin konusu. Biz bunun yerine, şiirin en küçük birimi olan dizeyi ölçü alarak, Cemal Süreya’nın söze kattığı değeri vurgulamaya çalışacağız. Mısra dedik ama orada da bir tercihimiz var: Sınırı mısra-ı berceste olarak belirlemek…

Bilindiği gibi berceste mısra, bir şiirdeki özlü, ahenkli, anlamca ilgi ve dikkat çeken gözde dizedir. Kolayca akla gelen, bu arada derin anlamlar taşıyan berceste mısra, kolay söylenmiş izlenimi verir. Mısra-ı bercesteye şah-mısra dendiği de olmuştur. Bu özellikleri itibariyle, şiir geleneğimizde şairlerin ustalığını ölçmedeki önemli kıstaslardan birisi de, şairin berceste mısra kurma başarısı olmuştur. Hem ne demiş şair Koca Ragıp Paşa: “Eğer maksud eserse, mısra-ı berceste kâfidir!”

Şu halde, Cemal Süreya’nın bütün şiirlerini inceleyip seçmek bizim, şairin üstün başarısına tanık olmak sizin işiniz olsun. Üstelik hangi şiirden aldığımızı parantez içinde belirterek, şiirin tamamına ulaşmanıza imkân tanıdık. Buyrun, Cemal Süreya’dan 41 berceste mısra örneği:

“Gülün tam ortasında ağlıyorum” (Gül)

“Sen çıkardın utancını duvara astın” (Önceleyin)

“Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu” (Aşk)

“Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek” (Üvercinka)

“Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” (Ülke)

“Ellerim gece yatısına çağrılmış” (Göçebe)

“Taşınacak silah değildir gurur.” (Mola)

“Köpekler gizli bir dağı havlar” (İşte Tam Bu Saatlerde)

“Sokaklardan kadınsı bir seccade gibi akıyor iklim” (Bir Kentin Dışardan Görünüşü)

“Tenteler gökyüzüne bir folklor kazandırıyor” (Bir Kentin Dışardan Görünüşü)

“Bir kadın canıma mercan sokuyor” (Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim)

“Yolculuk bir kafiye arayabilir” (Kan Var Bütün Kelimelerin Altında)

“Akan zaman değil mesafelerdir” (Ortadoğu)

“İki alev gibi yürüdük sokaklarda” (iki Şey)

“Sesim tanınmaz bir çocuk sesi” (Türkü)

“Dinle kan söylüyor sevda söylüyor” (Çeşme, Küçük Kız, Ozan ve Öbürleri)

“Üstünü başını yırtmış ağıtlardan şiiri” (Seviş Yolcu)

“Öbür elindeki titreme dünyanın anadili” (Seviş Yolcu)

“Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” (Seviş Yolcu)

“Sen ki özenle katlanmış bir mendil gibiydin” (Dikkat, Okul Var!)

“Aşktın sen kokundan bildim seni” (Uçurumda Açan)

“Birinin ısırığı badem şekeri” (Karne)

“Karnemde sevinç bir aşk iki” (Karne)

“Adını titizce saklayan bir sokak buldum” (Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir)

“Çeşmeler adın kokulu!” (Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir)

“Gri gözlerinde zararsız kırlangıçlar” (Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir)

“Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor” (Sıcak Nal)

“Fazla şiirden öldü Edip Cansever” (Edip Cansever)

“Küçük bir kitaptır yaşamak” (Lavanta)

“Kilimim parça parça acılar al al açar” (Karacaoğlan)

“Dünyanın ucunda sözcükler düşünürüm” (Dostluklar İçin Düzyazı)

“Çok erken gelmişim seni bulamıyorum” (İki Kalp)

“Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka” (Eşdeğeriyle Yan)

“Irmak aşağı inen güz parçası” (İlkokulu Bitirdiği)

“Yazsınlar felaketlerin hep çift geldiğini” (İçtim O)

“Gözlerimizde İbni Sina bozukluğu” (Metinlerde Buluştuk)

“İkinci bir parıltı var senin bakışlarında” (Küçük Anne)

“Yürüyoruz bütünlemeye kalmış bir sessizlikte” (Hiçbir Semtte)

“Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni” (Bir Çiçek)

“An ki fıskiyesi sonsuzluğun” (Gece Bitkilerinden)

“Baktım bir şarkı almış gidiyor dudaklarımı” (Çıkmaz Sinir)

(Not: Bu yazı ilk kez İnsaniyet.net sitesinde yayımlanmıştır.)


14 Şubat 2021 Pazar

METRODA ÇEVİK KIZ

"Gör Beni" Okuyor Çevik kız Azra Kohen'den Karşımda tam da Ayakta Saygı duyuşundan mı Tabii ki yaşlılara Ama yer yok oturmaya Oturmak yasak ya da Belinde tabancaya Bir elinde çanta Diğeri kitap okuyor Pek mi yakışmış Çevik kıza Üniforma "Fi Çi Pi" Serisini de Okudu mu Acaba Ama şimdi "Gör Beni" okuyor Çevik kız Metroda "Fırtına" mı olacak halkına "Gökkuşağı" mı orada Kenar mahallesinden Gidiyor Kızılay'a... Ank., 22 Eylül 2019





11 Şubat 2021 Perşembe

MUHAMMED IŞIK "FESTİVALDE ŞEMPANZE" HAKKINDA YAZDI

Cevat Akkanat, vaktiyle Milli Gazete’de yazdığı edebi yazılarından bir seçki yaparak Festivalde Şempanze kitabını hazırladı. Genel itibarıyla, köşe yazılarının kitaplaştırılmasında kaliteyi yakalamak oldukça zordur. Lakin Cevat Akkanat, kendisinden beklenen bir beceriyle, eleştiriyi de başarıyla yaparak belli bir kaliteyi yakalamış.

Akkanat, Tan Tan Traska, Edebiyat Hayat Memat, Köpekler Lügati gibi kitaplarıyla edebiyatseverlere hizmet ederken özgünlüğünü ortaya koymuştu. Yazılarını karşısındakiyle sohbet ediyor gibi bir üslupla oluşturan yazar, hicivle imgeyi sentezleyen bir dil kullanıyor. 


Çoğunluğun yaklaştığı gibi olaylara yaklaşmayan yazar kendine özgü bakışı eserlerine yansıtıyor:

“Ayrıntılarladır benim işim. Ortalıkta fink atıp duran, dolayısıyla hemen herkesin oyuncağı olan olaylarla, gelişmelerle ilgilenmekten mümkün mertebe koruyup kollamaya çalışırım kendimi. Böylesi bir tutum, en azından, can sıkıcı ortamları yok etmek için birebirdir.”

Olaylara bakarken ayrıntılara girmeyi seven yazar, usul ve teknik açısından objektif ve eleştirel bir bakış açısıyla farkını ortaya koyuyor. Yazarların özgün eserler üretmek yerine taklitçiliğine veya birilerine yaranmaya dönük yazılar, eserler üretmesine şiddetle karşı çıkan Akkanat, bu hususları keskin bir eleştiriye tabi tutuyor.

“Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş...

Bu söz tencere için geçerli olabilir.

İnsan yuvarlanmaya teslim edip kendisini, bırakırsa boşluğa, evet, kapaklanma diye bir akıbete ulaşabilir.

Oysa 'insan' yuvarlanarak var olan bir yaratık değildir. Ayakta durur. Aklını kullanır. Tercihleri vardır. Yerini belirler. Saf tutar. Hakkı tutar.”

İnsanın, özellikle yazıyla haşır neşir olanların gaflete düşmesini, kendine ve varlığına ihanet etmesini kabullenemiyor. Bunun yanı sıra sanatsal değerlere gereken önemi vermeyenleri de uyarıyor:

“... Aşk ahlâkına ters düşmüş kızlar gibi 'takılanlar' çıkıyor sanatın karşısına kimi zaman. Sanatkârlığı, hadi sınırlayalım, diyelim ki şairliği, birtakım sihirli işler çevirmek şeklinde algılıyor olmalı böyleleri.”

İşini ciddiyetle yapmayanlar, gereken özeni göstermeyenler, Akkanat’ın fırçasından kaçamıyor.

“Neymiş, edebiyatı sevdirmekmiş. Liseli gençlere bir de. Ve üstelik edebiyat öğretmeni marifetiyle. Bırakın Allah’ı severseniz, bırakın gençleri; sevmenin (‘Edebiyat Öğretmeni’ hikâyesine atıf yaparsak, ‘aşk’ın) dahi gelgeç bir duygu olduğu bir çağda, neymiş, kimin haddineymiş edebiyatı sevdirmek…”

Cevat Akkanat’ın Festivalde Şempanze kitabında yer alan, “İsrafın Başı ve Bacağı”, “Obama, Niye Geldin ‘Oba’ma?”, “Ebesi Başka Babası Başka İsimler”, “Şairin Tayyaresi”, “Temsilde Hata” veya “Ergenekon’un Edebî Yansıması” gibi başlıklar, oldukça dikkat çekici. Bunun dışında, kitabı oluşturan metinlerin her biri okunmaya ve tefekkür etmeye değerdir.

“Klâsik şairlerimiz, söze ve yazıya bayağı kelime ve deyimler katmamayı “asâlet” olarak tanımlamışlar.

Edebiyatı “yuvarlaklaştırıp” “yer bulma sanatı”na indirgemek nedir peki?

Mehmet Âkif böyle teşebbüs sahibi “şuarâ” için “İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh/ O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh./Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri…/ Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.” diyor ve onlar için şu nidâyı ediyor: “Vâ-esefâ”…”

(Festivalde Şempanze, Cevat Akkanat, SR Yay., Ank., 2020)

Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi, S. 506 [Şubat 2021], s. 64'te yayımlanmıştır.

5 Şubat 2021 Cuma

SAKARYA CADDESİNDE

Aşkınız kadar çocuklar Aklınız gitmeli ileri

Yüreğinizin dansı İtmeli tetiği geri Adımlarınız yeri Göğü inletmeli Korkunun solsun Bet benzi Kaplasın şarkınız Başkentleri

Sesiniz Sakarya'yı Yeniden gürletmeli Okuyalım ırmak gibi Cadde boyu bu şiiri Ankara, 5 Şubat 2021



“KASABA EDEBİYATI” VE GENÇ ANADOLU ŞİİRİ

Sezai Karakoç “… Türk edebiyatının ağırlık merkezi, kasaba ve küçük şehirler edebiyatı olmalıdır, en azından o yola çıkmalı.” diyor, 1962’de kaleme aldığı meşhur “Kasaba Edebiyatı” adlı makalesinde. Üstada göre, köy edebiyatı ve endüstri çağının olumsuzlukları ile kirlenen burjuva ve proloterya edebiyatları “edebiyat olmaktan” çıkmıştır. Çünkü edebiyat için vazgeçilmez unsur olan “kişi” yoktur bu edebiyatlarda. Daha çok “topluluk fatalizmi” egemendir onlara. Eser, “sosyoloji”ye malzeme olduğu kadarıyla eserdir. Dolayısıyla, bunların “sanat değer”lerinden söz edilemez. Bu tür edebî yapılanmalar için “edebiyat monopolleri, diktatörlükleri” ifadesini kullanır Karakoç. Kendisini böyle bir edebiyat ortamının “istilasına” terk etmiş edebiyatlara (milletlerin edebiyatına) ise “intihar etmiş” gözüyle bakar.

Oysa, “kasaba ve küçük şehirler” sanatın asıl yataklarıdır. Bu mekanlarda sanat “olanca hür”lüğe sahiptir. Öyle ya, “insan artık kişileşmiştir” buralarda, yani “şahsiyet” kazanmıştır: “Bir yandan eve, aileye ve topluluğa bir iple bağlıdır. Bu ip halat da olabilir, pamuk ipliği de. İnsan her şeyini topluluğa adamış da olabilir, kendi içine de eğilebilir ve orada hiçbir insanın inmediği bir derinlik, bir yalnızlık, müthiş deniz gibi yosunları bulabilir. (…) Küçük şehir veya kasaba, insanı keşfetmek, hattâ edebî anlamda icat etmek için ideal bir birim, geometrideki altın ölçüdür âdeta.”

Bugün, haklı veya haksız –ki 1960’lı yılların sosyal şartları etkilemiş olmalıdır üstadı, ayrıca nedense Batı terminolojisi kullanmıştır- Sezai Karakoç’un sözkonusu makalesini gündeme getirmemizin sebebi ne olabilir? İki sebepten söz edebilirim. İlki, resmî kanalların güdümüyle belli bir hakimiyet kuran ve memleketin kültür sanat ortamına musallat olan bir edebiyatın varlığı ve bundan duyduğumuz rahatsızlıklar. Bugün, Türk edebiyatının ana damarı olarak empoze edilen bu yapılanma, Sezai Karakoç’un sıraladığı menfilikleri taşımaktadır: “Hayal gücü sınırlanır ve sanatçıya yeten hürlüğün asgarî payı kalmayınca, sanat eseri kılığında olan, fakat değerinde olmayan bir takım kitaplar piyasayı kaplar. Hatta bunlar, edebiyat dışı sebeplerle yabancı dillere de çevrilir, armağanlar da alır. Ama artık edebiyat kişiliğini yitirmiştir, hattâ benliğini.”

İkinci sebep, ki asıl gayemiz budur, merkezî yapılanmanın dışında kaldığını iddia edenler veya bizim öyle görmek istediğimiz şairlerden bir kısmının durumunu incelemek. Belki günümüz “kasaba ve küçük şehir” edebiyatına tekabül etmeyecek ama, günümüz Anadolu edebiyatına yönelik tetkiklerde bulunmak. Kuşkusuz, geniş bir akademik çalışmayla ancak halledilebilecek bir meseleyi, kısa bir değerlendirme yazısının konusu kılmak, işimizi zorlaştırmaktadır. Zorluğu aşmanın bir yolu olarak, sadece şiiri konu edineceğiz. Son olarak daha ilginç gelebilecek bir hususu da kaydedelim: Bu yazıda kullanacağımız metinleri, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yaşayan genç şairlerin bugünlerde yayımlanan kitaplarından alacağız. Böylece, sayrı merkezin dışında gelişen genç Anadolu şiirinin özelliklerine dair hükümler verme imkanına da kavuşacağız.

Öyleyse başlayalım:

“Benden bir dize/bir kelime bile yok yağmurda”

Mustafa Muharrem (1968), İsa’dan Önce Gül ve Öç Terimleri’nden sonra Kemansız Kare’yi (Sır Yay., Bursa, 2006, 95 s.) yayımladı. Bursa’da yaşayan şairin, hangi şiir coğrafyasında durduğunu uzun uzun sorgulamak yerine, aktarılacak birkaç dizeyle maksadın hasıl olmasını sağlamak mümkün mü?

“Ne hecelerim bir ekmeği gagalar;/ne tenim/sabahın kadifeye, reçel prensliğine,/caddelere karşı işlediği suçlara ihtar.” (s. 9)

“Kimi esvap köpüğünden,/ yağmurdan,/birkaç alkollü remizden ibaret yolda/ün katıyor pıtıraklarıma yaşamak çantası.” (s. 16)

“Ben küçükken, yaprakların/arasını dolduran ışık bandosunu fark etmemişken daha,/balçık bilgisini dizerdim masallara./Gece”

Alışılmamış bağdaştırmalar, aktarmalar, göndermeler, eksiltili anlatımlar, uzak çağrışımlar ve soyutlamalar içinde boğulmuş bir imge ummanı denilebilir mi Mustafa Muharrem’in şiirine? Bunların yoğun kullanımı, ister istemez şiirde anlam problemi oluşturuyor. Bu neyse de, duygu değerine getirdiği halel ne olacak?

Hayat Çekilecek mi?

Adını baktığınızda kesin kararınızı vermeniz mümkün: Kaçışlar Almanağı. Sadece kitabın adı değil [Çekil Gideyim Hayat (Lamure Yay., İst., 2006, 61 s.)], Hüseyin Kaya (1975)’nın şiirlerine verdiği adlar da bu ihtimali artırıyor: Çöl, Hüzün Kıssası, Acı Dağ, Hicret, Elem Çiçeği, Tılsım, Küsuf, Son, Fasl-I Hazan, Yitik Yol, Karanlık, Düşkünün Düşlüğünden, Yetim Şiir… Hadi bakalım, iki bölümlük kitabın adı da “Hüzünler Evi”ni taşıyor. Fakat biz bu “ad”landırmalara takılıp kalmayalım, metinlere bakalım:

“gül bilmişim ömrüme/vurduğun bu yarayı” (s. 11)

“sana bir kere daha acılar adıyorum” (s. 12)

“mızrağının ucunu çevirme yüreğimden” (s. 18)

“külüme tutundukça yeniden yanıyorum” (s. 22)

“beni hayata değil/beni kendine bağla” (s. 25)

“ayağımın altından akıp giden hayata/verme beni bir daha” (33)

“sür bir ömür hükmünü/mağlup topraklarımda” (s. 35)

“nasıl olsa çöl yeşerten gözlerini melekler/vebalı bir şairin dilinden dinleyecek” (s. 41)

Görüldüğü üzere, Sivas’tan seslenen Hüseyin Kaya şiirini ve bizi hayat dışına itiyor. Yenilgiye odaklanmış bu hâl, hangi yaramıza tuz basacak?

Niçin Tenhalığa Yolculuk?

Tenhalayın Kalbimi (İlkKitap Yay., İst., 2006, 74 s.), Tokat’tan şiir ortamına iştirak eden Mustafa Uçurum (1973)’un ilk şiir kitabıdır. Şöyle bir baktığınızda, olumlu bir melal sezilebilir Uçurum’un şiirinde. Fakat derinlere inerseniz kırıklıkla bir kaçış, bir yenilgi ile karşılaşacaksınız. Çünkü, yakasına usandırıcı bir şairanelik yapıştırmıştır. Niçin marazî haller doğurmasın bu? Bir de dönemlik “ezber” yaklaşımlara pirim vermesi yok mu Uçurum’un; “salt şiirci” ve edilgen bir çizgiden seslenmesi:

“hani diyorum patron tutmazsa hesabım/berabere kalırsam onu da yaz hesaba/üstü kalsın hayrımın belki bin kaza savar” (s. 22)

 “küskün bir savaşçıyım başını alıp giden” (s. 45)

“bütün sabahlarımı fiyasko selamlıyor” (s. 59)

“göğe yükselen bir çukurdayım/ve şeyhim hiç yanıltmadı beni.” (s. 64)

Şunlar ise Uçurum’un dinamik duruşları sebebiyle, beğendiğim dizeleri arasındadır:

“her çocuğa yakışır gelinlik giymiş nisan” (s. 6)

 “bu dağı önce ben aşmalıyım/bir ucundan ben tutmalıyım hayat dedim bismillah” (s.28)

“çağır beni, rahatta dinle/ bozulsun esas duruşun” (s. 55)

Hüzünlere sahip kim?

M. Akif Şahin (Malatya, 1970), Bahaettin Karakoç’un onayını da alarak yayımladığı ilk kitabına Sahipsiz Hüzünler (Dolunay Yay., K. Maraş, 2006, 96 s.) adını vermiş. “Aşk ve Hüzün”, “Tutku ve Nümayiş”, “Diğer Zamanlar” diye de bölümlemiş kitabını.

Hüseyin Kaya ve Mustafa Uçurum’la aynı kategoriye dahil edebilir miyiz M. Akif Şahin’i? Hüzne meylediş bunu gerektirir mi?

“ağlarım/baharda bulutlardan aşağı/seni ıslatamam” (s. 8)

“esaret/yüreğimde uçuşur/sessizce” (s. 12)

“bense kanadı kırık kuş gibi/yüreğim yanık” (s. 20)

Kitabın ilk bölümü için dediğimiz geçerli olabilir. Sonraki bölümlerde “umuda yolculuk” başlıyor Şahin için:

“bağlandım/hayatın çekici taraflarına” (s. 25)

“hatıram olamadı; aşka ait/umuda yolculuk” (s. 30)

“yadırganan yavanlaşan hayatın karşısında/yılmadık” (s. 54)

Bunlar o kadar önemli mi? Hayır, M. Akif Şahin’in şiirinde başka hususlara değinmeli: Sıradanlaşmış söylemlere mesela: “züğürt aşklar”, “bir çift beyaz kanat”, “ruhuma aksın”,  “kanadı kırık kuş”, “mavi gökyüzü”, “sigara dumanıyla”, “sevenlerin kaderi”…

Bir de, şiirsel söyleyişin yok olduğu, nesre yaklaşılan bölümler var, özellikle biyografik nitelikli uzun metinlerde:

“liseliyken/haylazlığım, disiplin kuruluyla tanıştırdı/asiliğim saltanat kurdu” (s. 30)

“slogan ve bildiri olarak toplumlara/duygu yüklü ezgileşiyorlar radyolara/dergilere makale/panellerde sessiz kalıyorlar/kokmayan/bir bahçenin gülleri gibi” (s. 46)

Çağının Farkı…

Her Aşk Bir Ayrılık (İlkKitap, İst., 2006, 96 s) ile Konya’dan okuyucunun karşısına çıkan M. Ali Köseoğlu (1977)’nun şiirini “yalın” bulmak mümkün. Bu ifade şiirde “imge”yi ölçülü kullanmak anlamına geliyor. Mümkün mertebe ölçülü davranıyor Köseoğlu, boğmuyor söylemek istediğini:

“besmele çektim adından önce/alnıma koydum bir yazı/gelmezsen sebebini sormayacağım” (s. 13)

“deniz tuttu beni/gözlerine benzemeyen/koyu mavi” (s. 19)

Köseoğlu şiirinin konularını, kitaba takdim yazan Mustafa Özçelik şöyle belirtmiş: “Ayrılık, hasret, sitem, ölüm. (…) Ama çağının da farkında…”

Çağının farkında olduğu bölümden örnek vereyim diyorum, fakat bir adım atınca, sadece şiir adıyla yetinmek zorunda kalıyorum: “Bir Adı Kudüs Bir Adı Fellûce”!

Peki, Köseoğlu’nun ana hareket noktası hakkında ne söyleyebiliriz: “Aşk”.

“şimdi masalını okuyorum içimin/gökten ne düşerse düşsün.” (s. 9)

“uzak dur/aşk acıdır çünkü” (s. 34)

“benim için dua et/kalbime üfle/üç kere” (s. 42)

Kendi adıma, bu “nokta”yı beğenemiyorum!

Parantez Yanlış!

Mehmet Gemci (1966), 90’lı yıllarda K. Maraş’ta çıkardığı Yalnız Ardıç dergisi ile Türk edebiyatına önemli  katkıları olan bir isimdir. Yanlış Parantez (Yalnız Ardıç Kitapları, K. Maraş, 2005, 59 s.) ise Gemci’nin terennüm ettiği ilk ve tek şiir kitabı olma özelliğini taşımaktadır.

Mehmet Gemci’nin kitabına Yanlış Parantez demesi yerinde tercih. Zira kendisini yahut insanı anlatırken önce nesnelere, kavramlara, diğer varlıklara yöneltiyor bakışlarını. Bu anlamda özellikle mekanlar dikkate değer: Ahır dağı etekleri, Yalnızardıç, Pınarbaşı, Dikilitaş, Kapalıçarşı, Taşhan, suyu çekilmiş bir ırmak, kapılar, çeşmeler, ağaç, Balkanlar, Kosova, Don, Volga, Tuna, Sultan Ahmet, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Topkapı, Kudüs, Filistin, Çin ü Maçin… Bunlara muhterem telmih unsurlarını da katabiliriz: Alâeddin, Hızır, Dede Korkut, Kesikbaşlar, Sultan Murat, Sırp yılanı, Kazıklı Voyvoda, Yunus, Musa, Eyüp, Pamuk Prenses, Sultan Süleyman, Hüthüt, Ebabil, İbrahim, Yedi Güzel Adam, Yusuf, Anka… Bütün bunlara bakarsak, Gemci’nin en azından kültürel unsurlara dayalı bir şiir kurduğunu, duygu ve düşüncelerini şiirsel doyum atmosferine taşırken ebedî mirasın katkısına müracaat ettiğini görürüz.

Olumlu Mensubiyet (mi)!? 

Murat Soyak (1971), dergilerde adına sıkça rastladığımız bir şair. Niğde’den sesleniyor. Kitabının adı: Irmaklarca. (İlkKitap Yay., İst., 2006, 63 s.)

Sade bir ağzı var. Gürültüye ve laf kalabalığına tahammülü yok. Ama daha da önemlisi, mensubiyetini aşikâr:

“kefenini hazır tutan bir babanın oğullarıydık/bir yanımız bağ bahçe/bir yanımız ahir dünya/komşumuz olurdu İbrahim” (s. 7)

Bu yeter bir hâl değil tabii ki. Öyleyse farklı hususlarına da bakalım bu şiirin. “Koşuk şiir”e, yani ölçüye, uyağa, biçim oyunlarına dönük yönü, ses ve anlam oyunları, günlük dilden faydalanma, vb… bunlardan mahrum metinlerin arasında, şiirinin bir başka cazibesi:

“hayat güzel mi dedin, eyvallah/cemre düşer, fen bilgisi şaşırır/kekik kokulu çocuklara sormalı/nasıl da çalışırmış mübarek toprak” (s. 24)

“insanı da yutar elbet/bire hiç veren beton” (s. 31)

“cici ferhat, o zamanlar çırak/haftalıklar birikince mavi bisiklet/bir hava bir hava sorma gitsin/futbol sahasını kesip biçiyor” (s. 46).

Bu kısa değerlendirmeden sonra ortaya ne çıkıyor dersiniz? Günümüz Anadolu şairleri Sezai Karakoç’un beklentisine cevap verebilmişler midir? Yoksa, teslim mi olmuşlardır “psödo felsefe ve psödo ilim haline” gelen anlayışa? Yahut şöyle soralım, günümüz genç Anadolu şiiri, yaygın (piyasa) şiirin neresine düşmektedir? Ona eklenmiş midir, yahut onun aldatıcı güncelliğine karşı koyup, kendine has bir özgürlüğün yolunu mu tutmuştur?

(Bu metin, Şiirin Şiddeti [Okur Kitaplığı, İst., 2015] adlı kitabımda yer almaktadır.)