5 Şubat 2021 Cuma

“KASABA EDEBİYATI” VE GENÇ ANADOLU ŞİİRİ

Sezai Karakoç “… Türk edebiyatının ağırlık merkezi, kasaba ve küçük şehirler edebiyatı olmalıdır, en azından o yola çıkmalı.” diyor, 1962’de kaleme aldığı meşhur “Kasaba Edebiyatı” adlı makalesinde. Üstada göre, köy edebiyatı ve endüstri çağının olumsuzlukları ile kirlenen burjuva ve proloterya edebiyatları “edebiyat olmaktan” çıkmıştır. Çünkü edebiyat için vazgeçilmez unsur olan “kişi” yoktur bu edebiyatlarda. Daha çok “topluluk fatalizmi” egemendir onlara. Eser, “sosyoloji”ye malzeme olduğu kadarıyla eserdir. Dolayısıyla, bunların “sanat değer”lerinden söz edilemez. Bu tür edebî yapılanmalar için “edebiyat monopolleri, diktatörlükleri” ifadesini kullanır Karakoç. Kendisini böyle bir edebiyat ortamının “istilasına” terk etmiş edebiyatlara (milletlerin edebiyatına) ise “intihar etmiş” gözüyle bakar.

Oysa, “kasaba ve küçük şehirler” sanatın asıl yataklarıdır. Bu mekanlarda sanat “olanca hür”lüğe sahiptir. Öyle ya, “insan artık kişileşmiştir” buralarda, yani “şahsiyet” kazanmıştır: “Bir yandan eve, aileye ve topluluğa bir iple bağlıdır. Bu ip halat da olabilir, pamuk ipliği de. İnsan her şeyini topluluğa adamış da olabilir, kendi içine de eğilebilir ve orada hiçbir insanın inmediği bir derinlik, bir yalnızlık, müthiş deniz gibi yosunları bulabilir. (…) Küçük şehir veya kasaba, insanı keşfetmek, hattâ edebî anlamda icat etmek için ideal bir birim, geometrideki altın ölçüdür âdeta.”

Bugün, haklı veya haksız –ki 1960’lı yılların sosyal şartları etkilemiş olmalıdır üstadı, ayrıca nedense Batı terminolojisi kullanmıştır- Sezai Karakoç’un sözkonusu makalesini gündeme getirmemizin sebebi ne olabilir? İki sebepten söz edebilirim. İlki, resmî kanalların güdümüyle belli bir hakimiyet kuran ve memleketin kültür sanat ortamına musallat olan bir edebiyatın varlığı ve bundan duyduğumuz rahatsızlıklar. Bugün, Türk edebiyatının ana damarı olarak empoze edilen bu yapılanma, Sezai Karakoç’un sıraladığı menfilikleri taşımaktadır: “Hayal gücü sınırlanır ve sanatçıya yeten hürlüğün asgarî payı kalmayınca, sanat eseri kılığında olan, fakat değerinde olmayan bir takım kitaplar piyasayı kaplar. Hatta bunlar, edebiyat dışı sebeplerle yabancı dillere de çevrilir, armağanlar da alır. Ama artık edebiyat kişiliğini yitirmiştir, hattâ benliğini.”

İkinci sebep, ki asıl gayemiz budur, merkezî yapılanmanın dışında kaldığını iddia edenler veya bizim öyle görmek istediğimiz şairlerden bir kısmının durumunu incelemek. Belki günümüz “kasaba ve küçük şehir” edebiyatına tekabül etmeyecek ama, günümüz Anadolu edebiyatına yönelik tetkiklerde bulunmak. Kuşkusuz, geniş bir akademik çalışmayla ancak halledilebilecek bir meseleyi, kısa bir değerlendirme yazısının konusu kılmak, işimizi zorlaştırmaktadır. Zorluğu aşmanın bir yolu olarak, sadece şiiri konu edineceğiz. Son olarak daha ilginç gelebilecek bir hususu da kaydedelim: Bu yazıda kullanacağımız metinleri, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yaşayan genç şairlerin bugünlerde yayımlanan kitaplarından alacağız. Böylece, sayrı merkezin dışında gelişen genç Anadolu şiirinin özelliklerine dair hükümler verme imkanına da kavuşacağız.

Öyleyse başlayalım:

“Benden bir dize/bir kelime bile yok yağmurda”

Mustafa Muharrem (1968), İsa’dan Önce Gül ve Öç Terimleri’nden sonra Kemansız Kare’yi (Sır Yay., Bursa, 2006, 95 s.) yayımladı. Bursa’da yaşayan şairin, hangi şiir coğrafyasında durduğunu uzun uzun sorgulamak yerine, aktarılacak birkaç dizeyle maksadın hasıl olmasını sağlamak mümkün mü?

“Ne hecelerim bir ekmeği gagalar;/ne tenim/sabahın kadifeye, reçel prensliğine,/caddelere karşı işlediği suçlara ihtar.” (s. 9)

“Kimi esvap köpüğünden,/ yağmurdan,/birkaç alkollü remizden ibaret yolda/ün katıyor pıtıraklarıma yaşamak çantası.” (s. 16)

“Ben küçükken, yaprakların/arasını dolduran ışık bandosunu fark etmemişken daha,/balçık bilgisini dizerdim masallara./Gece”

Alışılmamış bağdaştırmalar, aktarmalar, göndermeler, eksiltili anlatımlar, uzak çağrışımlar ve soyutlamalar içinde boğulmuş bir imge ummanı denilebilir mi Mustafa Muharrem’in şiirine? Bunların yoğun kullanımı, ister istemez şiirde anlam problemi oluşturuyor. Bu neyse de, duygu değerine getirdiği halel ne olacak?

Hayat Çekilecek mi?

Adını baktığınızda kesin kararınızı vermeniz mümkün: Kaçışlar Almanağı. Sadece kitabın adı değil [Çekil Gideyim Hayat (Lamure Yay., İst., 2006, 61 s.)], Hüseyin Kaya (1975)’nın şiirlerine verdiği adlar da bu ihtimali artırıyor: Çöl, Hüzün Kıssası, Acı Dağ, Hicret, Elem Çiçeği, Tılsım, Küsuf, Son, Fasl-I Hazan, Yitik Yol, Karanlık, Düşkünün Düşlüğünden, Yetim Şiir… Hadi bakalım, iki bölümlük kitabın adı da “Hüzünler Evi”ni taşıyor. Fakat biz bu “ad”landırmalara takılıp kalmayalım, metinlere bakalım:

“gül bilmişim ömrüme/vurduğun bu yarayı” (s. 11)

“sana bir kere daha acılar adıyorum” (s. 12)

“mızrağının ucunu çevirme yüreğimden” (s. 18)

“külüme tutundukça yeniden yanıyorum” (s. 22)

“beni hayata değil/beni kendine bağla” (s. 25)

“ayağımın altından akıp giden hayata/verme beni bir daha” (33)

“sür bir ömür hükmünü/mağlup topraklarımda” (s. 35)

“nasıl olsa çöl yeşerten gözlerini melekler/vebalı bir şairin dilinden dinleyecek” (s. 41)

Görüldüğü üzere, Sivas’tan seslenen Hüseyin Kaya şiirini ve bizi hayat dışına itiyor. Yenilgiye odaklanmış bu hâl, hangi yaramıza tuz basacak?

Niçin Tenhalığa Yolculuk?

Tenhalayın Kalbimi (İlkKitap Yay., İst., 2006, 74 s.), Tokat’tan şiir ortamına iştirak eden Mustafa Uçurum (1973)’un ilk şiir kitabıdır. Şöyle bir baktığınızda, olumlu bir melal sezilebilir Uçurum’un şiirinde. Fakat derinlere inerseniz kırıklıkla bir kaçış, bir yenilgi ile karşılaşacaksınız. Çünkü, yakasına usandırıcı bir şairanelik yapıştırmıştır. Niçin marazî haller doğurmasın bu? Bir de dönemlik “ezber” yaklaşımlara pirim vermesi yok mu Uçurum’un; “salt şiirci” ve edilgen bir çizgiden seslenmesi:

“hani diyorum patron tutmazsa hesabım/berabere kalırsam onu da yaz hesaba/üstü kalsın hayrımın belki bin kaza savar” (s. 22)

 “küskün bir savaşçıyım başını alıp giden” (s. 45)

“bütün sabahlarımı fiyasko selamlıyor” (s. 59)

“göğe yükselen bir çukurdayım/ve şeyhim hiç yanıltmadı beni.” (s. 64)

Şunlar ise Uçurum’un dinamik duruşları sebebiyle, beğendiğim dizeleri arasındadır:

“her çocuğa yakışır gelinlik giymiş nisan” (s. 6)

 “bu dağı önce ben aşmalıyım/bir ucundan ben tutmalıyım hayat dedim bismillah” (s.28)

“çağır beni, rahatta dinle/ bozulsun esas duruşun” (s. 55)

Hüzünlere sahip kim?

M. Akif Şahin (Malatya, 1970), Bahaettin Karakoç’un onayını da alarak yayımladığı ilk kitabına Sahipsiz Hüzünler (Dolunay Yay., K. Maraş, 2006, 96 s.) adını vermiş. “Aşk ve Hüzün”, “Tutku ve Nümayiş”, “Diğer Zamanlar” diye de bölümlemiş kitabını.

Hüseyin Kaya ve Mustafa Uçurum’la aynı kategoriye dahil edebilir miyiz M. Akif Şahin’i? Hüzne meylediş bunu gerektirir mi?

“ağlarım/baharda bulutlardan aşağı/seni ıslatamam” (s. 8)

“esaret/yüreğimde uçuşur/sessizce” (s. 12)

“bense kanadı kırık kuş gibi/yüreğim yanık” (s. 20)

Kitabın ilk bölümü için dediğimiz geçerli olabilir. Sonraki bölümlerde “umuda yolculuk” başlıyor Şahin için:

“bağlandım/hayatın çekici taraflarına” (s. 25)

“hatıram olamadı; aşka ait/umuda yolculuk” (s. 30)

“yadırganan yavanlaşan hayatın karşısında/yılmadık” (s. 54)

Bunlar o kadar önemli mi? Hayır, M. Akif Şahin’in şiirinde başka hususlara değinmeli: Sıradanlaşmış söylemlere mesela: “züğürt aşklar”, “bir çift beyaz kanat”, “ruhuma aksın”,  “kanadı kırık kuş”, “mavi gökyüzü”, “sigara dumanıyla”, “sevenlerin kaderi”…

Bir de, şiirsel söyleyişin yok olduğu, nesre yaklaşılan bölümler var, özellikle biyografik nitelikli uzun metinlerde:

“liseliyken/haylazlığım, disiplin kuruluyla tanıştırdı/asiliğim saltanat kurdu” (s. 30)

“slogan ve bildiri olarak toplumlara/duygu yüklü ezgileşiyorlar radyolara/dergilere makale/panellerde sessiz kalıyorlar/kokmayan/bir bahçenin gülleri gibi” (s. 46)

Çağının Farkı…

Her Aşk Bir Ayrılık (İlkKitap, İst., 2006, 96 s) ile Konya’dan okuyucunun karşısına çıkan M. Ali Köseoğlu (1977)’nun şiirini “yalın” bulmak mümkün. Bu ifade şiirde “imge”yi ölçülü kullanmak anlamına geliyor. Mümkün mertebe ölçülü davranıyor Köseoğlu, boğmuyor söylemek istediğini:

“besmele çektim adından önce/alnıma koydum bir yazı/gelmezsen sebebini sormayacağım” (s. 13)

“deniz tuttu beni/gözlerine benzemeyen/koyu mavi” (s. 19)

Köseoğlu şiirinin konularını, kitaba takdim yazan Mustafa Özçelik şöyle belirtmiş: “Ayrılık, hasret, sitem, ölüm. (…) Ama çağının da farkında…”

Çağının farkında olduğu bölümden örnek vereyim diyorum, fakat bir adım atınca, sadece şiir adıyla yetinmek zorunda kalıyorum: “Bir Adı Kudüs Bir Adı Fellûce”!

Peki, Köseoğlu’nun ana hareket noktası hakkında ne söyleyebiliriz: “Aşk”.

“şimdi masalını okuyorum içimin/gökten ne düşerse düşsün.” (s. 9)

“uzak dur/aşk acıdır çünkü” (s. 34)

“benim için dua et/kalbime üfle/üç kere” (s. 42)

Kendi adıma, bu “nokta”yı beğenemiyorum!

Parantez Yanlış!

Mehmet Gemci (1966), 90’lı yıllarda K. Maraş’ta çıkardığı Yalnız Ardıç dergisi ile Türk edebiyatına önemli  katkıları olan bir isimdir. Yanlış Parantez (Yalnız Ardıç Kitapları, K. Maraş, 2005, 59 s.) ise Gemci’nin terennüm ettiği ilk ve tek şiir kitabı olma özelliğini taşımaktadır.

Mehmet Gemci’nin kitabına Yanlış Parantez demesi yerinde tercih. Zira kendisini yahut insanı anlatırken önce nesnelere, kavramlara, diğer varlıklara yöneltiyor bakışlarını. Bu anlamda özellikle mekanlar dikkate değer: Ahır dağı etekleri, Yalnızardıç, Pınarbaşı, Dikilitaş, Kapalıçarşı, Taşhan, suyu çekilmiş bir ırmak, kapılar, çeşmeler, ağaç, Balkanlar, Kosova, Don, Volga, Tuna, Sultan Ahmet, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Topkapı, Kudüs, Filistin, Çin ü Maçin… Bunlara muhterem telmih unsurlarını da katabiliriz: Alâeddin, Hızır, Dede Korkut, Kesikbaşlar, Sultan Murat, Sırp yılanı, Kazıklı Voyvoda, Yunus, Musa, Eyüp, Pamuk Prenses, Sultan Süleyman, Hüthüt, Ebabil, İbrahim, Yedi Güzel Adam, Yusuf, Anka… Bütün bunlara bakarsak, Gemci’nin en azından kültürel unsurlara dayalı bir şiir kurduğunu, duygu ve düşüncelerini şiirsel doyum atmosferine taşırken ebedî mirasın katkısına müracaat ettiğini görürüz.

Olumlu Mensubiyet (mi)!? 

Murat Soyak (1971), dergilerde adına sıkça rastladığımız bir şair. Niğde’den sesleniyor. Kitabının adı: Irmaklarca. (İlkKitap Yay., İst., 2006, 63 s.)

Sade bir ağzı var. Gürültüye ve laf kalabalığına tahammülü yok. Ama daha da önemlisi, mensubiyetini aşikâr:

“kefenini hazır tutan bir babanın oğullarıydık/bir yanımız bağ bahçe/bir yanımız ahir dünya/komşumuz olurdu İbrahim” (s. 7)

Bu yeter bir hâl değil tabii ki. Öyleyse farklı hususlarına da bakalım bu şiirin. “Koşuk şiir”e, yani ölçüye, uyağa, biçim oyunlarına dönük yönü, ses ve anlam oyunları, günlük dilden faydalanma, vb… bunlardan mahrum metinlerin arasında, şiirinin bir başka cazibesi:

“hayat güzel mi dedin, eyvallah/cemre düşer, fen bilgisi şaşırır/kekik kokulu çocuklara sormalı/nasıl da çalışırmış mübarek toprak” (s. 24)

“insanı da yutar elbet/bire hiç veren beton” (s. 31)

“cici ferhat, o zamanlar çırak/haftalıklar birikince mavi bisiklet/bir hava bir hava sorma gitsin/futbol sahasını kesip biçiyor” (s. 46).

Bu kısa değerlendirmeden sonra ortaya ne çıkıyor dersiniz? Günümüz Anadolu şairleri Sezai Karakoç’un beklentisine cevap verebilmişler midir? Yoksa, teslim mi olmuşlardır “psödo felsefe ve psödo ilim haline” gelen anlayışa? Yahut şöyle soralım, günümüz genç Anadolu şiiri, yaygın (piyasa) şiirin neresine düşmektedir? Ona eklenmiş midir, yahut onun aldatıcı güncelliğine karşı koyup, kendine has bir özgürlüğün yolunu mu tutmuştur?

(Bu metin, Şiirin Şiddeti [Okur Kitaplığı, İst., 2015] adlı kitabımda yer almaktadır.)

Hiç yorum yok: