yıldızları kısıtlanmış bir ülkede
ölümsüzlük için kitap karıştıran çocuklar
rahmet gibi toprak döken gökyüzüne
gücenmeden yaşayan vadedilmiş günlerde
yatağın sıcaklığını ve çiçeklerini silkeleyerek çarşafların
hiç düşünmeden ayağa kalkan
gecenin esmerliğini kovalayıp keskin taşlarla
bayraklarını deli bir kanla dalgalandıranlardan
üzülerek geçiyoruz diğer storiye
ekran görüntüsü alarak utancımızdan
yabancılaşmamak için vahyin has öğrencilerine
eski terkipleri diziyoruz pencere önüne
milli düşlerimizi ve meydan harplerini
sandıkta unutulan kutsal emanetleri
plaj çantasına atıp tüm soğuk günleri
yola koyuluyoruz tam kapanmadan önce
ekmeği çamura bulanmış çocukların
yüzü suyu hürmetine
eli boş döndürme rabbim evimize
Birden çok şahdamarı olan bir şiir “Tam Kapanmadan
Önce”. Yedi İklim’in Ağustos 2021 sayısısın 58. Sayfasında yer bulmuş
kendisine.
Ayşe Altıntaş, sosyoloji okumuş, edebiyat okuyor.
1978 Mersin doğumlu. Ev hanımı. Dört çocuk annesi. Şair ve yazar.
Şimdiye kadar Yedi İklim, Şiar, Ketebe Piyan,
Mahfel, Telmih, İkrar, Zarif, Dilhâne gibi dergilerde görünüyor. Bir ara Cinas
adlı fanzin dergiyi çıkarmışlar arkadaşlarıyla. Bir ara Milat gazetesinde
yazıları yayımlanmış. Milat’taki serüveninin kısa sürdüğü görülüyor. Altı yazı.
Mart ilâ Haziran arasında altı yazı. Yazımızda dikkate alacağımız materyal
bırakmış ama geriye…
Henüz kitabı yok. Okuduğum şiirlerine göre
söylüyorum, çevresindeki yayıncılar haksızlık yapıyor Ayşe Altıntaş’a. Kitabını
yayımlamayarak tabii ki…
Doğrusu “Tam Kapanmadan Önce” şiirini okuyana ve o
anda işbu yazıma konu yapmaya karar verene kadar dikkat etmediğimi fark ettim
Ayşe Altıntaş ismine. Fakat açığımı hızla kapatmanın yolunu bir şekilde bulmaya
çalıştım. Özellikle yazımın çatısını çattıktan sonra, şairin yukarıdaki
dergilerden, daha çok göründüğü Yedi İklim’deki şiirlerini, arşivimden bulup
okudum, inceledim. Şahdamarı fazlalığı diğer şiirlerinde de tezahür ediyordu,
yanılmamıştım.
“Tam Kapanmadan Önce”ye gelelim. Şahdamarlarından
bahsettik. Ayrıntılara girebiliriz. Adını pas geçmeden tabii ki. Mel’un salgın
döneminin, bu dönemi suiistimal ederek yönetenlerin, hayal ve hakikatleriyle
evrene sığmayacak denli geniş bir atmosfere yayılan hayatı evlere sığdırmaya
ahdeden insansızlığı ve insafsızlığı “Tam
Kapanma”dan başka hangi adlandırma karşılayabilirdi? F tipi hapishanede
müebbet cezaya mahkûm edilmiş bir kader mahkûmu haline getirilen insanın hâli,
“Tam Kapanma” dışında başka hangi
yaftayla adlandırılabilirdi? Ev denilen dört duvarların “müthiş ilerleme” örneği hastane veya hapishaneye dönüşmesi… Bir
örneğine Foucault’nun “Delilik ve Uygarlık” gibi metinlerinde rastlanabilirdi
belki. O metinden yola çıkarak, Roy Boyne’nin “Aklın Öteki Yüzü”nde ayrıntılı
bir şekilde ele aldığı “Genel Hastane”
hapishaneleri… Sanki “Kapatma Çağı”
yeniden başlıyordu. Kitaptan birkaç cümle aktarıyorum:
“O dönem
sayıları binleri bulan cüzzamlıların toplumdan dışlanmaları için son derece
kapsamlı bir takım tedbirler alınmaktaydı.” (s. 16)
“(Fransa’da ‘Genel
Hastane”lerin kurulduğu-C.A) 1656
fermanı, ‘işkence direkleri, dağlama demirleri, hapishane ve zindanlar’dan söz
etmekte ve Genel Hastane’nin idarecilerinin gerekli gördükleri uygulamalar için
temyiz yolunun tamamen kapalı olduğunu açıkça belirtmektedir.” (s. 20)
“Bu
hastaneleri hapishanelerden ayırmak son derece güçtü.” (s. 21)
Fransızlar “Genel
Hastane”ye “Hôtel-Dieu” (Kelimesi
kelimesine tercümeyle “Tanrının Oteli”
diyebilir miyiz? Terim anlamı ise “Şehir
Hastanesi”. Övünelim mi, şimdilerde Avrupa’nın en büyüğü Ankara’da?!.)
demişler. Orada tecrit ettikleri sözde hastalara (delilere, yoksullara,
aylaklara, sefihlere, suçlulara!) “hacamat,
müshil ve bazı durumlarda yakı ve banyo gibi o günün alışılageldik tedavi
yöntemleri” uygulamışlar.
İngiltere’de düşkünlerevi, Almanya’da ıslahevleri (“Zuchthausern”) formlarıyla belirginleşen
“Kapatma Çağı” Fransa’da 150 yıllık
bir süre sonunda 19. Yüzyıl başlarında “siyasi
ve iktisadi bir başarısızlık” örneği olarak ve geride “akla hayale sığmayan şiddet eylemleri ve cinnet halleriyle ilgili yeni
imgeler” bırakarak sona erer.
“Tam Kapanmadan Önce”yi okurken, ister istemez
Foucault’nun dile getirdiklerine, Roy Boyne’nin yorumlarına takıldı aklım.
Tam da burada, “Tam
Kapanma” ifadesini güncelin pençesinden kurtaracak mükemmel bir tevriye
örneği olarak da okuma şansımız var. Bu ifadeyi kişisel veya toplumsal bir “ölüm”le eşanlamlı şekilde ölümsüz yapan
bir etken de bu ikili okuma/anlama değil mi? Kuşkusuz, ölümü “Tam Kapanma” olarak algılayan bir
medeniyet coğrafyasında yaşamıyoruz. Fakat geldiğimiz noktada oluşturulan
ortamın, o medeniyet algısına yönelik tahrifata giriştiği de muhakkak.
Dört dörtlük ve bir üçlükten, toplam 15 dizeden
oluşan “Tam Kapanmadan Önce”de bize el eden unsurların arasında, metnin içerik
ve estetik değerler bakımından zenginliği yer almaktadır. Bu bağlamda,
sözgelimi daha şiirin ilk dizesi olan “yıldızları
kısıtlanmış bir ülkede” hayli çarpıcıdır. Buradaki “kısıtlanmış”lığı “Tam Kapanma”nın
dönemsel karşılıklarıyla, yani yasaklar, engeller, cezalar, mahkûm etmeler vs.
ile birlikte okuyabiliriz. Okumayabiliriz de! Fakat kısıtlanan “yıldızlar” olunca yorum zora talip
oluyor. Nitekim “ölümsüzlük” (“dirilik” de denilebilir mi?) kitabını
tedris etmek için gayret gösteren “çocuklar”ın
karşılaşacağı manzara da arz ile gök arasındaki bir tenakuzda eriyip gidiyor: “rahmet gibi toprak döken gökyüzü”. Bu
kanaatimce korkunç bir manzaradır. Bu manzaradan sonra, bütün “vadedilmiş”liklere rağmen “gücenmeden yaşa”yabilmek mümkün
görünmüyor bana: Gökyüzünün döktüğü toprağı “ölü” diye okumak niye mübalağa olsun? Âkif’in “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtmede yer…” dizesinin daha yumuşak
hâli diyorum buna ben. Bir de sebepler farklı olabilir, o kadar!
Şiirin ilk dörtlüğüne egemen olan ruh, ikinci
dörtlüğün son dizesindeki “bayraklarını
deli bir kanla dalgalandıran” imajında da karşımıza çıkıyor. Dahası,
kırımların, ölümlerin taze baharlardan mürekkep olduğu da bir vakıa olarak
ortaya konuluyor. “Devletin ve tabiatın
ortak ve yanlış sorusu” (Ece Ayhan,
“Meçhul Öğrenci Anıtı”) sürgit nihayet!
Bu arada ilk dörtlükte karşımıza çıkan “yıldız”, “çocuk”, “rahmet” (“yağmur”), “gökyüzü” gibi göstergeler Ayşe Altıntaş’ın Yedi İklim’in farklı
sayılarından inceleyebildiğimiz başka şiirlerinde de sıkça kullanılıyor.
Kuşkusuz farklı anlamlar yahut semboller ifade ederek:
“Ne çok
yıldıza bürünmüştün” (Elvermedi Yüreğim”, Eylül 2019, s. 59)
“eski bir şarkıyı mırıldanır oysa yıldızlar”
(“Geçmiş Zaman Nöbetleri”, Şubat 2020, s. 54; Bu şiir Yusuf Bahadır Çevirgen imzasıyla
yayımlanmış, derginin bir sonraki sayısında Ayşe Altıntaş adına gerekli tashih
yapılmıştır.)
“açık
unutulmuş bir kaç yıldız kalıyor geriye” (“Gizli Göç”, Ağustos 2020, s. 60)
“Yalnız bir
serçe uzansın pencereden içeri/Bir de yağmur avuçlarımızı ıslatan”
(“Hükmünü Yitiren Bahar”, Eylül 2019, s. 59)
“Ilık
yağmurlar boşalır gözlerinden” (“Yükü Olmayan Hamal”, Mart 2020,s. 39)
“Göğün hüznünü tutsun kuşlar” (“Umut
Güzellemesi”, Kasım 2019, s. 57)
“Bir mısra
aradım gökyüzünde” (“Elvermedi Yüreğim”, Eylül 2019, s. 59)
“Gökyüzünü ak
kuşlar kulaçlıyor” (Yükü Olmayan Hamal”, Mart 2020, s. 39)
“çocukluğunda
kaybolan o pembe entarin/açılmaya hazır leylak gibi/kendini su kenarında
beklersin” (“Geçmiş Zaman Nöbetleri”, Şubat 2020, s. 54)
Göz kırparak yani ana hatlarını sorgulayarak şiire
baktığımızda her dörtlüğün ilk dizesi belirgin bir baskınlığı yüklenmiş
görünüyor. Bununla birlikte bütün ilk dizelerin en dikkat çekeni ikinci
dörtlüğe ait. Mısra-ı berceste desek yeridir “yatağın sıcaklığını ve çiçeklerini silkeleyerek çarşafların”
dizesine. Söz bitmiyor, anlam devam ederek cümleye ve sıradanlığa evriliyor ama
bize burası yeter: “Yatağın sıcaklığı”nın
ve çarşafların “çiçekleri”nin
silkelenmesi iyinin üstünde ve yeni imgeler.
“Tam Kapanmadan Önce”nin bir bütün olarak dikkatleri
üzerine çekeni ise üçüncüsü:
“üzülerek
geçiyoruz diğer storiye
ekran görüntüsü alarak utancımızdan
yabancılaşmamak için vahyin has öğrencilerine
eski terkipleri diziyoruz pencere önüne”
Burada, telaffuz da edildiği üzere, bir “stori” geçişi hissedebiliriz. Üstelik
şair kullandığı kelimeyle bilinçli bir karmaşayı kurgulayarak yapıyor bu
geçişi. “Stori”ye birinci derecede
bildik tanıdık “hikâye, öykü”
karşılığı veriyor olamaz sizce de değil mi? Belki “masal, efsane, destan, rivayet” diyebiliriz. Ama ben işin içinde
daha çok “tarih”le ilişkilendirilmiş “yalan, maval, martaval” olduğunu, bundan
ötürü de utancımızın ekran görüntüsüyle vesikalanmaktan kurtulamadığımızı
söyleyebiliriz. Dörtlüğün üçüncü satırı bir şiir için bir hayli düz anlamlı.
Fakat bir ihtiyacı karşılıyor. Çünkü “stori”
taklası “vahyin has öğrencileri”ne
rağmen atılıyor. Utanç onlara yapılan hainliklerden ötürü. Yabancılaşmamak ise
başka bir “stori”. Kadim değerler (“eski terkipler”) pencere önüne dizilsin,
yeter! Bu sahtekârlığın “ölümsüzlük için
kitap karıştıran çocuklar”a rağmen yapıldığını da hatırlatalım…
Şiirin son dörtlüğü maval ve martavalların
mahiyetine, niteliklerine, hangi boyutlarda gerçekleştiğine dair izlenimler
sunuyor. Yeni Türkiyeler icat edemeyince, Paul Connerton’un “Toplumlar Nasıl
Anımsar”ında kodlarını deşifre ettiği kitleleri afyonlamanın B Plânı gelsin: “Tören patolojisi”. Bayramlar seyranlar icat
edilsin yahut eskilerinin tozları silkelensin, yeniden pazarlansın,
kahramanlıklar cilalansın, efsaneler efsunlansın, din dili kirletilsin. “Pasyo Oyunu”ndan “Kan ile Vaftiz” törenine, “Işıklar
Yortusu”ndan “Albaylar Darbesi”ne
kadar, resmî biçim verilmiş törenler, şölenler, şunlar bunlar… Ayşe Altıntaş’ın,
bir yazısında da işaret ettiği “ulusalcı/ırkçı
bir bakış açısı” plaj çantasına girmeyegörsün:
“milli
düşlerimizi ve meydan harplerini
sandıkta unutulan kutsal emanetleri
plaj çantasına atıp tüm soğuk günleri
yola koyuluyoruz tam kapanmadan önce”
Şiirin son birimi bir üçlük. Bu birimin ilk dizesi,
ilk dörtlüğün “ölümsüzlük için kitap
karıştıran çocuklar” şeklindeki ikinci dizesine bağlanıyor. Hatırlanacağı
üzere ölümsüzlük (yahut dirilik) kitabını tedris için cehdeden bu çocuklar, malum
“stori” abrakadabralıklarına maruz
kalınca, vadedilmişlikler şöyle dursun, emeklerinin, ekmeklerinin sancısını
yaşar olmuşlardır. Şiir, bu tahassüs ile ve geleneksel şiirde pek çok örneğini
gördüğümüz üzere, samimi bir dua cümlesiyle sona eriyor:
“ekmeği çamura
bulanmış çocukların
yüzü suyu hürmetine
eli boş döndürme rabbim evimize”
Anlam katli yaptık mı bilmem fakat “Tam Kapanmadan
Önce”yi ben buraya düştüğüm kayıtlar dâhilinde okudum, okumaya çalıştım. Bu
cümleyi, şiir sanatının çok anlamlılığına dair klişeyi tekrarlamak için
kurmuyorum. Bundan öte, şair Ayşe Altıntaş’ın ciddi anlamda kendisine mahsus
bir imge / şiir dili kurma potansiyeli taşıdığını, bunlara nüfuz etmenin de
hayli sancılı bir uğraş olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bitirirken, Ayşe Altıntaş’ın ele aldığımız bu
şiiriyle birlikte okunmasını tavsiye edebileceğim başka bir şiiri olduğunu
belirteyim: “Hükmünü Yitiren Bahar”. Aynı derginin 354. Sayısında (Eylül 2019,
s. 59) yayımlanan ve “Tam Kapanmadan Önce”yle duyuş ve düşünüş akrabalığı yapan
bu şiirin ikinci ve dördüncü bentlerini paylaşmak istiyorum:
“Şimdi her şey
hırsla yükseliyor
Kan değerlerimiz yeşil bazlı
Güvercin gündemi tansiyonumuz
Ateşten kalkıp ateşe oturuyoruz şimdi
Hak için yandığımız söylentisi
Yeşil yükselişler adına
Yanıyor ve sönüyoruz
Evlerimize atılan bombalarla”
“Belki
karanlığın kendisi bir işaret
O konuşuyor yıldızlar adına
Göstermelik parlatan odur güneşi
Titretirken yürek tellerini
Büyük ateş için topluyordur mahşeri”
KAYNAKLAR:
Ayşe Altıntaş, “Tam Kapanmadan Önce”, Yedi İklim
Dergisi, S. 377 [Ağustos 2021], s. 58. (Yedi İklim’den yaptığımız diğer
alıntıların kaynaklarını yazının içinde vermeyi tercih ettik.)
https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/uyandirilmasi-gereken-ummet-bilinci7594/
https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/yasamak-3367/
Paul
Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, (Çev: Alâeddin Şenel), Ayrıntı Yay., İst.,
1999.
Roy
Boyne, Aklın Öteki Yüzü (Foucault ve Derrida), (Çev: İsmail Yılmaz), BilgeSu
Yay., 2. Bas., İst., 2016.
Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi, S. 513 (Eylül 2021), s. 57-60'da yayımlanmıştır. Okumak için tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder