31 Aralık 2022 Cumartesi

PENCEREMDE YAŞAMAK













Olmak, düşünmek ve

mazi aşkıma sevdamla birlikte

benimdir, benimledir...


1. Olmak

Yaş düşen toprağa sor

nemli duvarlar da bilir

puslu camlar da


yanaklarımdan süzülen yaşa

ve onlarla ıslanan kitap sayfalarına

sor hıyanet içinde değilsen


sonbaharın getirdiği esrimeler

acıklı perdenin indiği gözler

anlatırlar beni

inandıracaklardır seni

elbette var olduğuma


2. Düşünmek

Düşüneceğim her zaman

bütün olagelen her şeyi

seveceğim

bütün güzellikleri


yok yaşama küsmek benden

yok yaşamı hor görmek

kendi içini yemek

yok götürse de ayaklarım beni

lahana bahçesinin kıyısındaki yoldan

dövdürse de her gece karanlığı

üzülmeyeceğim


ve her geceyarısı

kandırılsam

düşüneceğim:

tâ ki fikirlerimi sindirene dek

tâ ki kendimi bildirene dek

şu gençlik ihtiyarlığımı dindirene dek...


3. Maziye bakmak

Hani aslında bir şey değil

sadece bir yığın yıldız

kaydı aşağıya gökyüzümüzden

sadece bir yığın güneş

battı şu ömrümüzden


belki hoş, sevimli

belki buruk, hüzünlü

kim bilir belki de

güzlü geçip gitti

o tatlı mazi bir bakışta

gençliğe ait yaş da

gençliğimize ait yaz da


biliyorum tarihimizde

aşk neşeyle geçti gitti

bazen mutluluktu bazen acı

bir akasya ağacı, bir kaç çam

veya patika bir yol

ve hatta bir çoban pınarı

arkadaşlığı vardı


neyse ki bir şey değil

sadece bir yığın yıldız

kaydı gökyüzümüzden

sadece geçmişte bizim

bir aşk düştü göğsümüzden

bir aşk biraz aldı ömrümüzden


Balıkesir, 1982

(Karesi Kanatlısı)

31 Ekim 2022 Pazartesi

AYIN ŞİİRİ: ABDURRAHMAN KARAKAŞ’IN “RUHBAN” ŞİİRİ

Dini de aldılar Allah’ın elinden

Küçük küçük tanrılar uydurdular

Burunlarının Kafdağı kemerlerinden

Yerel kanallarda ulusal kibirlerle

Ufala ufala beyazımsı bir nokta oldular

Ökçesine bastığım unvanlarıyla

Anlamadılar anlamadılar anlamadılar

Ulu Nebi’nin büyüklüğünü

Koskoca hocaefendiler

Koca koca kuytularında

Karıncalanmış bitimsiz sanrıların

Nöbetlerinde

Tanrıları adına coştular

Coştular ve uyuştular

 

Kızları sultan

Oğulları veliaht

Bölüştükçe kibri

Fetvalar analarının babalarının

Çağlayan gönüllerinden

El oğlu ne bilir

Uluların dilinden

 

Bir Nokta dergisi, Eylül 2022, s.


Abdurrahman Karakaş (Urfa, 1973) ilahiyatçı ve eğitimci bir şair. Düşünsel özgürlüğe ve estetik serbestiye eğilim gösterme olasılığının az olduğu bir alanın uzmanı ve bir mesleğin mensubu olsa da o, şiirlerinde yansıttığı düşünsel ve estetik tutumları itibariyle kalıpları zorlayıp kırmış bir kimliğe sahip. Bunu şimdiye kadarki edebî verimleri üzerinden, sözgelimi tek şiir kitabı Zor Sessizlik’te görebileceğimiz gibi, bu yazımız bağlamında ele alacağımız “Ruhban” şiiri üzerinden de görebiliriz.

Önceliği kitabına veriyoruz: “Gücünü gerçeklikten alan imge” diye nitelendiriyor Mehmet Kurtoğlu şairin Zor Sessizlik kitabındaki düşünsel tutumunu ve imge anlayışını sentezlerken. Gerçi Kurtoğlu, şairin bu imge anlayışının kapalılığa yol açtığına, şiirinin okuyucuda fazla karşılık bulmadığına dair hükümler verse de, bu hükümlerin kendisine mahsus bir göreceliğe tekabül ettiğini söyleyeceğiz biz.  Şu halde bize düşen, Karakaş’ın özgün imgelerine yönelmek ve bunların tekabül ettiği gerçekliğe temas etmektir. Görülecektir ki “Ruhban” için vereceğimiz hükümleri destekleyecek veriler Zor Sessizlik’te de yer almaktadır. Sözgelimi kitabın ilk şiiri olan ve poetik kaygılar da taşıyan “Şairin Dili”nde Karakaş “saralı” kalp ile “kekeme” dili aynîleştirerek “kalem”de somut bir bütünlük oluşturmuştur. Bu kalem, şairin “söyleyemediklerini/ ve söyleyemeyeceklerini” durmadan yazmaktadır: “Saralı bir şairin titrek kalbi/yani titrek kalemi/aşırı sıcakların etkisiyle olsa gerek/kağıdı yakarak yazıyor/Kekeme diline benzese de/aksi gibi/durmadan yazıyor/söyleyemediklerini/ve söyleyemeyeceklerini/yazdığından/kalem şairin dili/o yüzden kalbiyle titriyor” (s. 9)

Bu metindeki “aşırı sıcakların etkisiyle olsa gerek” dizesi görünüşte sıradan bir günlük ifade gibi görünse de esasta bir metaforu yüklendiği, sözgelimi her tür harici olumsuz etkiye tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Şair bu olumsuz etkileri başka şiirlerinde somut olarak verecektir. Sözgelimi “Eski Şehir” şiirinde “ilkin kitaplarımı yaktılar/müzelerimi yıktılar/ama hatırlıyorum/dedemin masallarını/nenemin bağdat sükutunu/armut kubbeli sarayları/mescitleri/dicle'yi fırat'ı/çölü” (s. 11); “Bağdat Sancısı” şiirinde ise “ey şimdiki erzel/ateş yutar bu coğrafya/su kusar//kandan çiçekler/dağıtır soysuz şımarıklığı/ahir zaman şiirini yazar/bir dağ başında tomurcuk lale” (s. 20) dizeleriyle yansıtmaktadır. (İkincisindeki “ey şimdiki erzel” yani “reziller” seslenişine dikkat ediniz!)

“Kayıkçı” şiirinde “Ağır zamanlar biçilmiş kaderime” (s. 24), “Acı Soluk”ta “Altını çizmeli hayatın" (s. 32), “Sıtmalı Gece”de “Karmakarışık homurtular” (s. 35) gibi dizelerle olumsuz toplumsal etkenlere dair göndermeler yapan Abdurrahman Karakaş, “Çocuklar Ve...” adlı şiirinde ise “Ruhban” şiirinin habercisidir sanki. Fakat bu kez farklı bir seçkinler (bürokrat) kesimini hedefe yerleştirmiştir:

şehrin yöneticisi de aya bakıyor

yere de bakması gerektiğini düşünmeden

üstelik düş de kuramıyor

etrafında siyah elbiseli kurum müdürleri

katarakt

bir tören için dikilip

sonra unutuldukları belli

hastane kapısındaki çam ağaçları gibiler

bunların çamlardan farkı

önleri ilikli ve muntazam oluşları” (s. 45)

Abdurrahman Karakaş “Vakit ki Kar Boran” şiirinde de poetik tercihlerine dair ipuçları verir: “Benim kelimelerim mermi gibidir/değdi mi kalbinize/siz bilmezsiniz/Benim şiirlerim gemiler gibidir/yararak geçerler denizi/ bozarlar ölümüne nice façaları” (s. 66)…

Şimdi “Ruhban” şiiri bağlamındaki tespitlerimize geçebiliriz. Buraya kadar yazdıklarımızdan, bu şiiri niçin gündemimize aldığımız anlaşılmış olmalıdır. Peki, daha net söyleyelim:  Şiirde yargılanan zihniyet unsurları tabii ki bizi bu metne yöneltiyor. Ayrıca şairin düşünce ve duygularını kısa bir metin içinde net ve öz bir şekilde bildirmesi, günlük dilin didaktik yüzü ile şiir dilinin imgeye yaslanan yönünü bir arada kullanması önemli…

 Tam da bu noktada şunu söyleyelim: Bu şiirin dil ve imge anlayışı Kurtoğlu’nun Zor Sessizlik kitabındaki şiirler için yaptığı tespitlerle örtüşmemektedir. Şair bu metninde genel olarak şiir dilinin uzağına daha doğrusu gündelik dilin kucağına düşen bir dili tercih etmiş. Fakat birkaç yerde başvurduğu imgesel söyleyiş, metni şiirleştirmeye yetiyor. Diğer söz birimlerini bir tarafa bırakalım; işte metni estetik bir bireşim haline getiren dizeler: 

“Burunlarının Kafdağı kemerlerinden”

“Ökçesine bastığım unvanlarıyla”

“Karıncalanmış bitimsiz sanrıların/Nöbetlerinde”

Bu cidden özgün imgesel dizeler dışında kalan söz dizilerini anlam itibariyle müzakere etmenin bir gereği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tamamı gayet sarih bir şekilde yaşayadurduğumuz din kültürü ahlak bilgisi (din sosyolojisi) vasatına parmak basıyor. Bu seviyesiz vasatın müsebbibi olan siyasi aktörler, din seçkinleri, cemaat liderleri, tek tornadan çıkma imam hatipler, muhafazakâr ve mistik kitleler bir şekilde hedefe yerleştiriliyor. Bir kısmı sahtelikleri, bir kısmı ihanetleri, bir kısmı bilmezlikleri (echellikleri) ile sefih bir tablo şeklinde görselleştiriliyor.

Şairin bir yerde lanetle sunduğu bu tablo üzerinde fazla söz söylemenin lüzumu yok. Dolayısıyla sözü uzatmayacağız. Fakat Abdurrahman Karakaş’ın “Ruhban”dan önce kaleme aldığı ve yayımladığı başka şiirlerde de benzeri hallere dair tespitlerde bulunduğunu, şiir diliyle bunları yargıladığını belirtelim. Sözgelimi “Çöz Ellerimden Kelimeleri”nde “Yeni yeni tanrılar edindi insanlar/yükseldi yükseldi sesleri/afili giysiler giydiler/rol gereği kostümlerdi /aslında hepsi ve aslında/sahipsiz enikler gibi/çırılçıplaktılar” diyerek sapkınlığa düşenleri görünür kılmaktadır. “Tanrılarınızı Yiyin” şiirinde ise Tanrılarını doğuruyor kadınlar/ve erkekler tanrılarını (…) Öğütlüyor çöl/kızgın kumlara üfleyen rüzgar/öğütlüyor/tanrılarınızı yiyin/tanrılarınızı yiyin/onlar sizi yemeden/siz onları yiyin” dizeleriyle putlarını imal edip ihtiyaç halinde tedavüle sevk edenleri tahfif ediyor.  “Emir Ulu Yerden” şiirinde ise kendisine kutsallık izafe eden sözde uluların kirli dillerine dair tespitler yapıyor: “Emir ulu yerden/Emir ulu yerden/Borazan ağızlı konuşmacılar/Kutsal metin vehmiyle/Kemiriyorlar kelimeleri/Anamızın dilinden yağmalanmış/Kandil kandil kelimeleri”…

Şimdi “Ruhban” şiirini bir kez daha okuyabilirsiniz…


KAYNAKÇA:

Abdurrahman Karakaş, “Çöz Ellerimden Kelimeleri”, Bir Nokta Dergisi, S. 221 (Haziran 2020), s. 7.

Abdurrahman Karakaş, “Emir Ulu Yerden”, Bir Nokta Dergisi, S. 237 (Ekim 2021), s. 33.

Abdurrahman Karakaş, “Ruhban” Bir Nokta Dergisi, S. 248 (Eylül, 2022), s. 19.

Abdurrahman Karakaş, “Tanrılarınızı Yiyin”, Bir Nokta Dergisi, S.222 (Temmuz 2020), s.24.

Abdurrahman Karakaş, Zor Sessizlik, Bir Nokta Kitaplığı, İst., 2011.

Mehmet Kurtoğlu,  “Zor Sessizlik”, Bir Nokta Dergisi, S. 134 (Mart 2013), s. 21.

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız. 

14 Ekim 2022 Cuma

BEDRAN YOLDAŞ YAZDI: POST AH'IN ŞİİRDEN OKLARI...

       Post Ah, son dönemde peş peşe yayımladığı şiir kitapları ile şaşırtıcı bir performans sergileyen Cevat Akkanat’ın 2017-2021 yıllarında yazdığı şiirlerden seçerek oluşturduğu bir kitap…

Başka kitapları da var aynı dönemi kapsayan: Hâsılı MemleketteŞanlı ŞarkıGülümse Kulübü ve Kabuk… Post AhKabuk’tan önce, Kasım 2021’de Şanlı Şarkı ve Gülümse Kulübü ile aynı ayda yayımlanmış. Post Ah’ı diğerlerinden ayıran temel fark; bütün şiirlerin hece ölçüsü ile yazılmış olması.

Şair adını andığımız bu beş kitabında mevcut sosyal durumlardan şikâyetlerini, onlara yönelik eleştirilerini, sitemlerini ve ihtarlarını dile getiriyor. Bu minvalde, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe, değersizleştirilen değerlere velhasıl tüm olumsuzluklara karşı yüksek sesle; serzenişini, ihtarını ve kabullenemeyişini dile getirmekten geri durmuyor.

Geriye dönüp baktığımızda kralların, padişahların soytarıları, dalkavukları olurdu. Ve bunlar için kadro tahsis edilmişti. Kralları, yöneticileri eğlendirmek, yağ çekmek, dalkavukluk yapmak onların asli görevleriydi. Sanki şöyle bir mesaj taşıyordu bu kadro ihdası: “Kimsenin dalkavukluk, soytarılık yaparak yönetime yanaşmasına gerek yok. Bu işi yapan ve meslekleri bu iş olan kimseler var. Bırakın onlar işini yapsınlar.”

Zaman içinde iktidar ve güç insanların dikkatini celp etmiş ve nefsani hamasetler mevcut yönetim, güç ve makama karşı bağlılıklarını dile getiren bir zümre oluşmuş ve olağanlaşmış. Bu durum aynı zamanda iktidar ve güç sahiplerinin nefsini okşamış. “Senden daha büyük daha azametlisi yok.” sözleri her şeyin önüne geçmiş. Ve yozlaşma da oradan başlamıştır.

Adalet ile hükmetmek, liyakat ve değerler böylece yozlaşmış, tarih sürecinde mahalli deyimle “tırşıkçı” /dalkavuklar peyda olmuş, mevcut iktidar etrafında seğirmeye başlamışlar. Mevcut iktidar etrafında fır dönüp her türlü taklayı atmayı meşru görmüşlerdir. Bugün “trol” olarak ifade edilen bu “tırşıkçı” takımı kendi çıkarlarını her şeyin ve değerin üzerinde görmekte. Liyakat, adalet hak getire bunların kitabında.  Ne yazık ki iktidardaki güçler de bu dalkavuklardan, atılan taklalardan, dizilen methiyeler ve güzel sözlerden tüm toplumun o şekilde düşündüğünü bilerek veya bilmeyerek kendilerinin yaptığı her şeyin güzel, kendilerinin de dokunulmaz ve vazgeçilmez olduğunu düşünürler.

Bu durumdan rahatsız olur şair… Şiirden oklar atar… Şairin attığı oklar hedefteki sinelere saplanır mı bilinmez? Bildiğimiz, şairin yapacağını yapmış olarak karşımıza çıkıyor olması.

Akkanat, Post Ah’ı “İnsan Mikrofonu” ve “Post Ah” başlıklı iki bölüme ayırmış ve 48 şiire yer vermiş. Şimdi dilerseniz Post Ah’tan bazı bölümlere göz atalım:

 

Yusuf’un kuyusu kıssasına sen

Vaktiyle girip çıkmıştın hani

Kalmamış kalbinde hiçbir sızısı

Sanırım vicdanın iblisin eli” (s.10)

 

Hakikat şu Müslim hasta

Ankara’da yas ayazı” (s.11)

 

Çevrendeki adamların

Her bireri tüfek sanki

Dillerine verip mermi

Olmuşlar hep yaman yanki” (s.13)

 

Ordu senin kurgu senin

Tankı halka çevirmişsin

Zulüm ile can almışsın

Memleketin kara hini.” (s.14)

 

Filistin arakan mangalda küldür

Görmezler zulmü gözlerinin önünde” (s.15)

 

Yiyince zılgıtı sen

Dersin rabbin sopası” (s.19)

 

Havuz şairlerini alalım mı ciddiye” (s. 28)

 

Kalbimde Ankara yaralı yama

Ölüydü ankara kankara şimdi.”(s. 52)

 

Şimdi bütün nefrettim

Zulmünle etti nikah” (s. 53)

 

Yazımızı kitabın arka kapağında yer alan:  “Post Ah’ın hedefinde olmadan okuru olmak her bakımdan bahtiyarlıktır.” Cümlesi ile bitirelim.

 

Post Ah, Cevat Akkanat, KDY, İst. 2021, 64 s.


13 Ekim 2022 Perşembe

BİR THOMAS BERNHARD KONTRPİYESİ

Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda Thomas Bernhard metinlerinin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar. 

Okurlarının Thomas Bernhard’ın metinlerine takılıp kalmaması mümkün mü? Onlardan birisiyim son zamanlarda. Wittgenstein’in Yeğeni, Beton, Ucuza Yiyenler derken şimdilerde Ses Taklitçisi’ni (Çev: Sezer Duru, YKY, İst., 2020) okuyorum. Türkçeye de çevrilen ve okuma listemize girebilecek nitelikte bir düzineden fazla kitabını da yüksek ihtimaldir ki zamanla elimize alacağız: Neden, Mahzen, Nefes, Soğuk, Çocuk, Odun Kesmek, Bitik Adam, Eski Ustalar, Yok Etme, Yürümek, Düzelti, Goethe Öleyazıyor, Ungenach, Kireç Ocağı, Sarsıntı… 

Avusturyalı bir ailenin çocuğu olarak 1931’de Hollanda’nın Heerlen şehrinde dünyaya gelen Bernhard, yatılı okullar, bakkal çıraklığı, akciğer hastalığı gibi farklı badirelerle yaşanan bir eğitim öğretim çağı yaşar. Bir süre müzik ve oyunculuk öğrenimi görür. Sonrasında serbest yazarlık ile söz keser. 1989’da Gmunden’de (Yukarı Avusturya) dünyasını değiştirir.

Ses Taklitçisi’nde Thomas Bernhard yaşantılardan, gözlemlerden, duyumlardan velhasıl daima yaşanmış olay ve durumlardan el alarak yazdığı küçük anlatıları bir araya getirmiş. Gelişigüzel, birkaç metnin giriş cümlelerinden iktibas edelim: 

“Oslo yakınlarında aşağı yukarı altmış yaşında bir adamla tanıştık.”

“Hiçbir zaman aynı işyerinde çalışmamış olan Salzburg’lu bir evli çift…”

“İnnsbruck’da bir tütün fabrikası ve Stams’ta eğlence evi diye anılan bir eve sahip olan amcamız, …”

“Bize komşu yaşlı bir kadın hayırseverlikte çok ileriye gitmişti.”

“Doğu Tirol’lü bir dağ rehberinin oyununa gelen birkaç İngiliz onunla birlikte Drei Zinnen’e çıkmış, …”

Böyle böyle başlayan ve kimisi iki üç satır, bir kısmı bir paragraf, pek azı bir sayfaya yaklaşan 100’den fazla metin var kitapta. Bunları “öykü” diye sunmuş yayınevi. Acaba bu metinleri moda bir deyimle küçürek öykü kategorisine dâhil edebilir miyiz? 

Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda bu metinlerin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar. 

“Mutluluk” (s. 99) başlıklı metin üzerinden görelim okurun kontrpiyede kalma ihtimalini:

“Ülkelerde iktidar olanlar iyice güçlü olduklarında ve iktidarlarının uzunca sürmesiyle yalnız tüm halkın zenginliğini değil, aynı zamanda ülkelerindeki düşünce zenginliğini de yok ettiklerinde, birçok ülkede hâlâ birçok insan birdenbire ve doğal olarak da sık sık iktidar sahiplerinin en hain biçimde öldürülmelerine ve anarşinin hüküm sürmesine şaşırıyormuş. Geçen hafta başbakanın öldürüldüğü, kendisinin kaçabildiği o devletten gelen bir profesör bana, mutluluktan söz edebiliriz, dedi. Ama profesör yeniden ülkesine döndüğünde, daha sınırda tutuklandı ve hapse atıldı, oysa bu arada öldürülenin ta karşıtı olan yeni bir başbakan başa geçmişti.”

Ses Taklitçisi’nden “Mutluluk” küçüreğini elbette bilinçli olarak seçtim. Niye’si yok bunun, çünkü dünüyle, bugünüyle Türkiye tarihinin neredeyse hemen her dönemiyle örtüşen vakıalardan bahsediliyor burada. Hatta kimi okur bir an galeyana gelip “Tam da bugünün Türkiye’sini, mevcut siyasî süreci anlatıyor.” diyebilir “Mutluluk” için.  Tabii galeyan dediğimin içinde “şimdi”ye yönelik bir miktar ön yargı ile “şimdi”nin uzun yıllardan sonra oluşturduğu çokça hüsran ve “mutsuzluk” da yer almaktadır. 

Sadede gelip şöyle diyelim: “Mutluluk” metni hangi ülkeyi anlatıyor, muğlak. Fakat iktidar taraftarı yahut karşıtı, fark etmez, orada anlatılan profesörün benzerleri ile Türkiye sosyolojisi içinde sıkça karşılaştığımız oluyor. Kuşkusuz sorun onların tercihinde değil, sorun, sosyolojik sürece her daim bir despot abrakadabranın çöküvermesinde… 

Sözü daha bir somut söylemenin sırası geldi çattı. Bilenler bilir, yaptığım işler arasında editörlük de vardır. Bu ilgim gereği, yazılacak çizilecek konuların ve bunların üstesinden gelebilecek yazarların peşinde koşuşturup dururum. Gerek konu tespiti gerekse yazar takibi, hayli hassasiyetler gerektirir. Malum, zorlu bir uğraştır bu. Gelgelelim, işin zorluk derecesi günden güne daha da artmaktadır. İsterseniz son bir ay içinde yazılması için belirlediğim konuları ve bunları yazmaları için teklif götürdüğüm yazarlardan aldığım yanıtları şuraya sıralayayım:  

“Muhafazakâr Otorite Ulusalcı Söylem” temalı bir yazı çıkar mı kaleminden?

“Siyasette Travma Dilde Sapma” konulu bir metin yazabilir misin?

"Mehmet Âkif’in Şiirlerinde Siyasal İktidar Sorunu” temalı bir yazı yazabilir misiniz? 

“Sinemada Otoriteye İtiraz” çerçeveli bir yazı yazabilir misin?

“Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya Mektuplar’ında Otorite Eleştirisi” konulu bir yazı yazman mümkün mü? 

“Sezai Karakoç şiirinde otoriteye itiraz var mı? Hangi otoriteye? Bir makale çıkar mı? Onun metinlerinden hareketle bugüne dair bir şey söylenebilir mi?”

Şimdi de yazarlarımızdan aldığım yanıtların bir kısmını sunayım: 

“-Mevzu sıkıntılı. Yanlış anlamalara müsait.” 

“Yok dostum, havamda değilim. Konu da bana uygun değil zaten.”

“Beni mazur görün, konu çok cazip ve yazılması elzem ama benim asabımın kaldırmayacağı kadar zor bir dönem yaşıyoruz. Böyle bir yazıyı başlasam bile bitiremem. “ 

 “- Vaktim yok maalesef.”

Vermek istediğim yazı konuları yoluyla pek muhterem yazarlarımızı hayli zorladığımın farkındayım. Onların geri bildirimlerini de ciddi ve önemli buluyorum. Bernhard’ın “Mutluluk” kontrpiyesi ile birlikte düşününce, yazarlarımızın hem “şimdi”nin hem de geleceğin muktedirlerinin muhtemel tercihlerini kara kara düşünmelerini normal buluyorum. Sonuçta her halükârda “ipin ucu bir zalimin elinde”.

MEZAPOTOMYA'DA HÜZÜN

Mezopotamya’da Hüzün Abdülmelik Fırat ile yapılan uzun bir söyleşinin kitabı. Yıllar önce yapılan ve fakat çeşitli hassasiyetler ve imkânsızlıklar sonucu yayımlanamayan bir söyleşiden bahsediyoruz. 21 yıl önce oldukça zor şartlarda yapılmış söyleşi.

Yazar, şair ve aksiyon adamı Aydın Işık, 2002’nin başlarında, günler ve geceler boyu, büyük bir özveri ve sabır göstererek konuşturur Abdülmelik Fırat’ı Yalova’daki ikametgâhında. 

Kasetlere yapılan ses kayıtları, nice badirelerden sonra nihayet geçtiğimiz aylarda kitap olarak gün yüzüne çıkabilir. Beyan Yayınları’ndan Haziran 2022’de yayımlanan kitabın ilk okurları arasında yer almanın heyecanıyla eser hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz.

Mezopotamya’da Hüzün ile ilgili ilk bilgileri kitabın başına konulan ve eserin macerasını anlatan “21 Yıldır Yayınlanmayı Bekleyen Bir Röportaj” başlıklı metinden yararlanarak vereceğiz. 

28 Şubat postmodern darbe dönemi kapsamında değerlendirebileceğimiz 2000’li yılların hemen başları, aynen 1990’lı yıllarda olduğu gibi beyaz renkli Kartal otomobillerle insanların kaçırıldığı ve faili meçhullere kurban edildiği karanlık dönemlerdi. Aydın Işık ve arkadaşı Avukat Mehmet Ballı, bu dönemde haksız yere yargılanan ve hüküm giyen Müslümanlara farklı düzeylerde yardımlar yapmaktadır. Bu dönemde vuku bulan ve “Yarım Kalmış Bir Faili Meçhul” olarak kamuoyuna yansıyan “Ercüment Öztürk olayı”ndaki takipçilikleri, Işık ve Ballı ikilisinin Abdülmelik Fırat ile yollarının kesişmesini sağlar. Bu kesişme Türkiye’de insan hakları, özgürlükler ve zulüm üzerine yapılan bir sohbetten sonra, Mezopotamya’da Hüzün kitabının doğumuna yol açacak başka bir buluşmaya zemin hazırlar. 

Abdülmelik Fırat, bilindiği gibi Şeyh Said’in torunu olarak 1934’te dünyaya gelmiş, daha iki yaşındayken sürgünle tanışmıştır. 1957’de Demokrat Parti’den parlamentoya giren Fırat, 1960 darbesinden sonra Yassıada’da yargılanmış, 5 yıllık hapis cezasını Yassıada ve Kayseri cezaevlerinde tamamlamış bir siyasi kimliktir. 1991-1994 yılları arasında DYP’den tekrar meclise giren Fırat, daha sonra istifa ederek Hak ve Özgürlük Partisi’ni kurmuştur. 2009’da vefat eden Abdülmelik Fırat, Mezopotamya’da Hüzün’de Aydın Işık’ın sorularını büyük bir dikkat ve hassasiyet ile en ince ayrıntılara varıncaya kadar yanıtlar.

Fakat söyleşi süreci burada tamamlanmaz. Sırada 12 kasetlik ses kaydının çözümü vardır. Aylarca süren bu faaliyet son iki kasete gelinceye kadar sürer. 12 kasetten 10’u çözülmüş, kâğıda aktarılmıştır ama o günlerde Aydın Işık’a yönelik olarak gelişen bir baskın sonucunda kasetlere polis tarafından el konur. Velhasıl elimizdeki kitap, kurtarılan 10 kasetin çözümünden geriye kalan materyalden ibarettir. 

Peki, Mezopotamya’daki Hüzün’de Abdülmelik Fırat ne tür soruları yanıtlıyor? Diğer bir ifade ile kitabın içeriğini oluşturan hususlar neler? Bunları birkaç gruba ayırabiliriz. Başta Abdülmelik Fırat’ın dedesi Şeyh Said bağlamında ve o dönem İslamcılık ve Kürtçülük hareketleri; tasarımcıları ve paydaşlarıyla birlikte Türkiye rejiminin farklı yapı ve zihniyet gruplarına yönelik tutum ve yaptırımları; Abdülmelik Fırat’ın siyasî ve İslamî tutumları çerçevesinde Kürt hareketinin yönelimleri, durumu ve geleceği… Sorulardan seçmeler yaparak da ipuçları verip merakları giderebiliriz: Şeyh Said’in kimliği, yapmak istedikleri, başta Mustafa Kemal olmak üzere devrin muktedirlerinin ona ve temsil ettiği kitlelere karşı tutunduğu tavır ve uygulamalar, bunların mahiyeti, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı ve İslamcı kimlikleri, Kürt beyleri ve kanaat önderleri arasındaki ilişkiler, bölgedeki uluslararası politikalar, Kürt isyanları, Şeyh Said hareketi içinde yer alan etnik gruplar, sonraki dönemlerde bu harekete yönelik bakışlar, Abdülmelik Fırat’ın hayatına, dini ve siyasi duruşuna dair ayrıntılar… 

Bu ve bunlara benzer pek çok ayrıntıyı okuyabileceksiniz Mezopotamya’da Hüzün’de. Uzun yıllar önce yapılan ve aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ güncelliğini koruyan bir söyleşinin dökümünden oluşan bu eserin, sosyal tarihimizde kapalı kalmış nice bilinmeyene ışık tuttuğunu siz de fark edeceksiniz. Hatta ihtiva ettiği konular bağlamında yeni tartışmalar oluşturacağını, bazı konuları yeniden değerlendirmek için kamuoyunun gündemine getireceğini göreceksiniz. Bu kitabı okumayı ihmal etmeyin derim!

9 Ağustos 2022 Salı

YENİ “SON ADAM YAZINI” ÇAĞI

Jean-Baptiste-François-Xavier Cousin de Grainville (1746-1805) ölümünü müteakiben (1805)  yayımlanan Le Dernier Homme (Son Adam) adlı romanıyla fantastik edebiyata ölümsüz bir eser bıraktı. 20 yaşında (1766) rahip olarak meslek hayatına başlayan Grainville, felsefe, tiyatro, tercüme gibi farklı alanlarda yetkinliği ispat etmiş başarılı bir yazardı. Böyleyken, ömrünün bir kısmında iç içe yaşadığı Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları gibi siyasal ve toplumsal olaylar onu derinden sarsmıştır. Bu sarsılma onu farklı yönelimlere sevk eder: Rahiplikten ayrılır, Son Adam’ı yazar, intihar eder!

Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları gibi çağının yerli ve milli (otoriter/totaliter) ütopyalarına ve bu ütopyaların toplumda ve kendisinde oluşturduğu “kötü”, “karanlık” ve “hastalıklı” ortam, süreç ve ruh hallerine karşı verdiği en önemli tepki, anti-ütopik (distopik) bir eser yazması oldu. “Dünyanın sonunu tasvir eden ilk modern roman” olarak şöhret bulan Son Adam, bir yandan üreme yetisini kaybetmiş insanların soylarını devam ettirebilmeleri için çareler arayan, diğer yandan son anlarını yaşamakta olan dünyanın ömrünü uzatmak için mücadele eden Omegare’ın öyküsüdür. Adının Yunan alfabesinin son harfi olan Omega’dan mülhem olduğunu varsayarsak, Omegare’ın “son adam”lığı perçinleşmiş olur.

Le Dernier Homme’un ilginç bir yayımlanış macerası var. Bu macerayı 2002’de kitabın İngilizce baskısına önsöz yazan Ignatius Frederick Clarke ile eser hakkında ciddi bir makale yazar Amy J. Ransom haber vermektedirler: Yazarın ölümünden sonra yayımlanan eser, kendi dilinde pek karşılık bulmaz, sükût suikastine uğrar. Yaklaşık on ay sonra ise the last Man or Omegarus and Syderia: A Romance in Furutity (Son Adam veya Omegarus ve Syderia, Gelecekte Bir Romantizm) adıyla fakat telif bir eser izlenimi verilerek İngilizce yayımlanır. Bu işi yapan çevirmen, hem kendi hem de Grainville’in adını künyeye koymaz. Böylece kitap İngilizler tarafından anonim bir eser olarak bilinir. Bu arada anonim metin İngiltere’de büyük sükse yapar, pek çok yazar ona benzer yeni edebî eserler yazar. Amy j. Ransom eserin taklit veya uyarlamalarını yazmaya kalkışan güçlü bir azınlığın Fransa’da da ortaya çıktığını belirtir. Son Adam hakkında Son Adam: Kıyamet Şiirleri (Çev. Emre Erol, Fihrist Yay., İst, 2021) adlı antolojik eserin girişinde bilgiler sunan Utku Haspulat, özellikle bir şeye şaşırdığını belirtir: “Beni oldukça şaşırtan bir diğer durum ise, orijinal eserin Fransa’da, korsan anonim tercümenin ise İngiltere’de belli çevrelerce değer görmesine rağmen 2000’li yıllara kadar bu iki eserden birinin diğerinin tercümesi olduğunun anlaşılamamasıdır.

Grainville’i bugün “rahmetle” anıyor olmamız boşuna değil. Dahası böyle bir karşılığa ilk kez mazhar olmadığını, yaptığı öncülükle 19. Yüzyılın başlarında, İngiliz romantik şairlerine ilham kaynaklığı ettiğini belirtelim. Bu şairlerin “kıyamete, ölüme, dünyanın ve insanlığın sonuna dokunan şiirleri”ni çevirerek üstte bahsettiğimiz Son Adam: Kıyamet Şiirleri antolojisini hazırlayan Emre Erol, Lord Byron’un “Karanlık”, William Blake’in “Kudüs”, John Keats’ın “Bir Bülbüle Gazel”, Edgar Allan Poe’nun “Mahkum Şehir”, William Wordsworth’un “Dünya Bizimle Çok Fazla”, Thomas Campbell’ın “Son Adam”, Thomas Hood’un “Son Adam”, Lelitia Elizabeth Landon’ın “Ölüler Şehri” ve Thomas Lowell’ın “Son Adam” adlı şiirlerini tercüme edip orijinalleriyle birlikte takdim etmiş. Bu şiirlerin Grainville’in Son Adam’ından el aldığını yahut onun oluşturduğu geleneğe eklemlendiğini antolojik çalışmanın arka kapağındaki satırlarında Ömer Alkan da belirtir: “Bu şiirler, ruhları itibariyle aynı kaotik gerilimden beslenmektedir: şehirlerin ve dünyanın yıkımının tutkulu anlatısı. Bu eerlerin ilham kaynağı, Jean-Baptiste de Granville’in ‘Son Adam’ adlı apokaliptik distopya anlatısıdır denebilir. Aynı meclislerde bulunan (…) bu romantik şairler, bir yazın meydana getirmişlerdir: Son Adam yazını.”

Bugün maalesef “Son Adam yazını” oluşumuna zemin ve ortam hazırlayan birtakım aparatlarla boğuşup duruyoruz. Hayatta kalabilmek azmi ile ölümü arzulamak eğilimi arasında gelgitler yaşayan benliğimiz, kuşkusuz hem tensel hem de tinsel bir var olma mücadelesi içinde debelenip duruyor. Her bakımdan ulusal mütenafir ütopyalara bağlı olarak gelişti, gelişiyor bu süreç: Özgün duruş ve özgür bakış sahibi olanlarımızın duygusal ve düşünsel dünyalarına yönelik mütecaviz muktedir yaklaşımları; gerçek hayattan sanal âleme her ortamda öne çıkarılan kriminalize etme süreçleri; mülkiye ve adliye saraylarına çöken hakikatsizlik geleneğinin oluşturduğu vicdansızlık; tarımdan turizme, sanayiden endüstriye her alana sirayet ettirilen tertipsizlik ve üretimsizlik sistemi; enflasyonist ekonomik baskılarla örülü fiyatlandırma terörü ve ortaya çıkan karaborsa düzeni; sağlıkta, eğitimde, ailede, sokakta, hayatın hemen her ortamını şiddetle kuşatan sefihlik…

 Bütün bu kıyamet alametleri, yeni bir “Son Adam yazını”nın oluşumu için az şey midir? Ne bahtsızlık ki bu "yazın"ın oluşum süreci bizim çağımıza denk düştü. Böyle bir çağı yaratanlara hangi lenî cümleleri kursak boşuna…

Ankara, 11 Temmuz 2022

7 Temmuz 2022 Perşembe

AYIN ŞİİRİ: ALİ TACAR’IN “KÖR LEŞ – MEDİK LERİ MİZDEN MİSİNİZ” ŞİİRİ

Sen konuşursan aşka vuslat tebarüz etmeyebilir

Diyalektik olarak bu

Sayın yargıç şapkası, ve birbirlerine kitaplar okuyan kızlar

Bir vapur onun için salt gerçektir

Suskunluğu kırmızı düşürür

Pencereden topluma bakılır

 

Yargıçlar bıyıklı ve yasalara gitmek isterler

Kocaman kocaman açarlar gözlerini

Oturdukları yerde yasaklar

 

Soyut bir mayıstı, 0 45 aldım kendime

Tükenmiyordu İstanbul, tükenmiyordu Laleli

Beyoğlu tükenmiyordu

10’a dair konuştum, her şeyi anlattım

0 45 İspanyol mavzeridir

Aldım kendime

 

Bundan 5 dakka mukaddemdir şiir yazıyorum

Usul usul, modern modern

Kendimi yanılmazdan işliyorum, hangi beyin oğlu kuş uçuyor

Göğü kim gürlüyor?

Soruyorum kendi hizamda buradayım

Marifet ilk önce okuldan dönerken

Yağmura hep abla derdi

7. Nisan günü 10’a “merhaba kızım” dendi

Yanımda 0 45 vardı, aldım ya

Çok İspanyol şarabın önünde, Lorca taklitten muaftı, beynelmilel vardım

Durup konuşup susup söyledim

2022 kere muntazaman mayıstı

Sabah olunca herkes birbirini anlamış gibi yapıyordu

Üstte kaldım, intihar etmedim

Yasaklardavardı.

Ali Tacar (İstanbul-?) şiirleri henüz bir kitabın iki kapağı arasında toplanmamış bir şair. Bununla birlikte onun şiir ve diğer çalışmalarını Varlık, Dergâh, Hece, Mahalle Mektebi, AKalemler, Ayarsız, Kirpi, Mahal, Ze, Aydos, Edebistan, Erik Ağacı, Sinada, Efruz, Sis, Bûtimar, Mavi Yeşil, Alarga, Şiar gibi dergilerden okuyarak sanat anlayışı hakkında bir fikir edinmek mümkün. 

Alman Dili ve Edebiyatı öğrenimi gören Tacar, Almanca ve İngilizce’den yaptığı edebî ve felsefî çevirilerle de dikkat çeken bir isim. Bu yönünü bir kitapla taçlandırdığını, Masahiro Morioka’nın 2003’te Japonya’da yayımlanan Mutsu Bunmei Ron adlı eserinin ilk bölümünü, yazarının İngilizce için yaptığı tercihe bağlı kalarak, Acısız Medeniyet adıyla Türkçe’ye çevirdiğini belirtelim. Ali Tacar şiirine dair çıkarımlarda bulunabilmek umuduyla bu eseri de okuyup inceledik.

İsterseniz bahsi geçmişken Morioka’nın “acısız medeniyet” teorisine kısaca temas edelim: İnsanlığın ideali “acı ve zorluk çekmeden” yaşanacak bir medeniyettir. Bunun için insanlık “kendi kendini evcilleştirmek”, adeta “bir yoğun bakım ünitesindeki” hasta yahut “evcil hayvan fabrikasındaki evcil bir hayvan” gibi olmak zorundadır. Aslında “modern medeniyetin yaratmaya çalıştığı insan varoluş biçimi” tam da bu olup insanlık sekiz yolla sistemli bir şekilde evcilleştirilmektedir: Yapay bir ortama yerleştirilerek, yiyecekleri otomatik olarak sağlanarak, doğal tehditlerden uzaklaştırılarak, üremeleri kontrol altına alınarak, itaatleştirilerek (köpekleştirilerek), fizikî dönüşüme tabi tutularak (bu süreç içinde kendiliğinden oluşur), ölümleri kontrol altında tutularak, köleleşerek veya yazarın ifadesiyle gönüllü bağlılık yoluyla… Bunlardan ilk altısı Hideo Obara tarafından ortaya konulmuştur. Son ikisi Masahiro Morioka’nın ilavesi. Biz bunlara bir soru cümlesi ekleyeceğiz: “Gassal elindeki meyyit”ten ne farkı var bu evcil hayvanın?

Bu özetten sonra şiire dönebiliriz: “Kör leş – medik leri mizden misiniz” şiiri, biçimsel kurgu bakımından dört birimlik bir şiir. Birimler sırasıyla 6, 3, 6 ve 15 dizeden oluşuyor. Bu dizilişin özel bir tercihe bağlı kalınarak oluşturulduğunu sanmıyoruz. Fakat bu biçime anlam veren içerik çerçevesinde her bir söylem unsurunun hassas bir bilinç ile kullanıldığı muhakkak. Kanaatimizce bu bilinç şiirin başlığından başlıyor. Başlığın, gördüğümüz gibi hecelere ve daha büyük parçalara bölünmüş olarak yazılması bunun yansımasıdır. Metin içinde ise dizeler (cümleler) seviyesinde tezahür eden benzeri bir bağlaşıklık tercihi, başta söyleyici özne (şair) olmak üzere, genel olarak insan dünyasında meydana gelen yabancılaşma ve parçalanmaya dikkat çekmektedir. Böylesi hallere maruz kalan bireyin iç direnişine yönelik bir gönderme de diyebiliriz buna. Morioka’nın “acısız medeniyete” intikal için ileri sürdüğü “evcilleşme” (kendi kendini evcilleştirme) teorisine bağlayarak okuyacak olursak şöyle de diyebiliriz: İnsaniliğe yabancılaşmak istemeyen, evcilleşmeye itiraz eden bireyin karşı koyuşu. Bu anlamda “körleşmek” evcilleşmek, olumsuzu ise buna razı olmamak, tepki göstermektir. Şu halde diyebiliriz ki şiir, başlığından başlayarak “meyyit”liğe rıza göstermeyen, böylece muteriz duruşlar sergileyen “birey”in duyuş ve düşünüşünün tepkisel yansımasıdır.   

 Metnin içindeki bağlaşığın yapısı başlıktaki ile tıpatıp aynı veya benzer değildir. Başlıkta, başlığı oluşturan ses öbekleri gelişigüzel bir parçalamaya tabi tutulurken, metinde daha büyük birimler olan dil ve anlam birlikleri birbirleriyle ilişiksizmiş gibidir. Böylece metin boyunca, konu birliği içeren birimler yerine, farklı ruh tellerine sahip farklı benliklerden terennüm edilmiş havası taşıyan söz yığıntıları birbirini takip ediverir. Bununla birlikte birimlerde anlam birliği görünüş itibariyle sağlanmaz, bağdaşıklık alışılmamış düzeyde seyreder. Bu manzarayı ilk bent üzerinde şöyle izah edebiliriz: Şiire ikinci tekil şahsa yönelik “aşk” ve “vuslat” terennümüyle girilir fakat hemen ardından “yargıç şapkası”na ve “kitaplar okuyan kızlar”a atıflar yapılır. Bunlarla da iktifa edilmez, “vapur”un (kim için?) “salt gerçek”lik olduğu vurgusu yapılır. Son iki dizenin bağlandığı özne veya mefhum da tümden belirsizdir: “Suskunluğu kırmızı düşürür/Pencereden topluma bakılır”! Benzer durumlar sonraki bentlerde de devam ettirilir.

Parçalanmanın dilsel oyunlarla, alışılmışın dışındaki bağlaşıklık ve bağdaşıklıklarla deklare edilişi şiirde bir bütünlüğün olmadığı anlamına gelmemeli. Tersine, bu tercihle nitelikli bir yapı oluşturulmakta, iddialı bir duruşa imza atılmaktadır. Bu arada her ne kadar birimler içinde unsurlar arası bir birlik sağlanmazken birimler arasında linkler atılmakta, halkalar oluşturulmaktadır. Sözgelimi altı birimlik ilk bentteki “yargıç şapkası” üç dizelik ikinci bendin tamamıyla anlamsal bağ kurmaktadır:

Yargıçlar bıyıklı ve yasalara gitmek isterler

Kocaman kocaman açarlar gözlerini

Oturdukları yerde yasaklar

Dikkat edilirse bu üçlüğün son dizesi ile şiirin son dizesi arasında da söylem ve içerik bakımından bir uyum vardır. Fakat şiirin üç sözcükten oluşan bahsettiğimiz son dizesi yine dilin yaygın kullanımın dışında tek parça halinde yazılmış. Gerek şiirin son dizesi olması gerekse anlamsal olarak hüküm ifade etmesi şiirin öne sürdüğümüz öğretisini zedelemez, tersine pekiştirir:

Yasaklardavardı.”

Birimler arası link atımı başka söz birimleri ile de yapılır. Sözgelimi altı dizelik üçüncü bentteki “Soyut bir mayıstı” cümlesinin “mayıs”ı son bendin 12. Dizesindeki “2022 kere muntazaman mayıstı” dizesinde de yer alır. Yine “0 45 aldım kendime” ifadesi metnin farklı yerlerinde “0 45 İspanyol mavzeridir/Aldım kendime” ve “Yanımda 0 45 vardı, aldım ya” şeklinde tekrarlanır. Tekrarlar arasında “İspanyol”un “Çok İspanyol şarabın önünde,” derkenki tekrarlanışı; yanı sıra “Tükenmiyordu İstanbul, tükenmiyordu Laleli/Beyoğlu tükenmiyordu”, “Usul usul, modern modern” gibi tekrarlar da sayılmalı. Fakat bütün bunlar şiiri müzikal bir form haline getirmek için değil. Esasen şairin böyle bir kaygısı yok. Dahası oluşabilecek şiirselliği bozmak ve şairaneliğe prim vermemek için bilinçli bir teşebbüse girişir. Üstelik bunu poetik bir ilke olarak başka bir şiirinde, “Ben nasılsam öyle, bu şairanelik canı cehenneme” diye başlayan “Ali’nin Durumları” adlı metninde özel olarak belirtir. Bu noktada,  sadece ele aldığımız şiirinde değil, başka şiirlerinde de karşımıza çıkan uzun ve birbiriyle uzlaşmaz söz dizilerini kullanması, tahkiyeli anlatıma sarılması makul kabul edilmelidir:

Bundan 5 dakka mukaddemdir şiir yazıyorum

Kendimi yanılmazdan işliyorum, hangi beyin oğlu kuş uçuruyor

Çok İspanyol şarabın önünde, Lorca taklitten muaftı, beynelmilel vardım

Sabah olunca herkes birbirini anlamış gibi yapıyordu”.


Bu makul tutumu başka şiirlerinde de görelim:

Ne ki o dediğin her şeyde, göğe uzanan bir dilemma, sürükleyen kuytuyu” (Boşluk)

Sorgularken hayatı, kibar bir çelişki, alnımda tutunan tahterevalli” (İsimsiz)

Eski Rus melankolisi, Raskolnikov şapkası, kabına sığmamak var” (Ali’nin Durumları)

 

Görünüşte gelişigüzel fakat kanaatimizce oldukça ustalıklı bir şekilde yapılmış muhteva atlamaları (konudan konuya, unsurdan unsura geçiş) kimi sürprizler sunmuyor değil. Hiç beklenmediği, umulmadığı bir anda söylenen şu dizeler duygusal yoğunluğu da yükselterek oldukça çarpıcı oluveriyor mesela:

Marifet ilk önce okuldan dönerken

Yağmura hep abla derdi

Yine, şiirde herhangi bir şekilde anılan bir mefhum, şair öznede başka çağrışımlar da doğurarak metni daha ilginç ve çekici bir hale getiriyor. Mesela “İspanyol mavzeri” ve “İspanyol şarabı”ndan sonra bir yerde “Lorca”nın anılması oldukça manidar. Lorca’ya yapılan bu atıf, şair öznenin nevi şahsına münhasır duyuş, düşünüş ve duruşu açısından da ipuçları veriyor. Bu arada Ali Tacar başka şiirlerinde başka şairleri de benzeri şekilde metinlerine misafir etmiyor değil. Örneğin “Haziran” şiirinde olduğu gibi: “Boşluk dolu Rimbaud sesi bir varlık-/Var diyor, bölünemez nasıl bir bütündür?

Söz şairin bu ve başka şiirlerinde yaptığı benzerlikler üzerine yoğunlaşmışken, onun sayılarla kurduğu ünsiyete de değinelim. Mesela bu şiirde:  Soyut bir mayıstı, 0 45 aldım kendime”, “10’a dair konuştum, her şeyi anlattım”, “Bundan 5 dakka mukaddemdir şiir yazıyorum”, “7. Nisan günü 10’a ‘merhaba kızım’ dendi”, “2022 kere muntazaman mayıstı” gibi dizelerde farklı kategoriler şeklinde kullanılır sayılar, sayı sıfatları, sayı grupları. Gelelim bir diğer şiiri, “02:52” başlıklı metne. Şöyle diyor mesela: “Eylül 2021/Vakti tökezletmiyor hiçbir düşünce/Trenlerin kalkış saatleri, güneş gececi/Sırtımda yüküyle bir medeniyetin/02:52 şiiri, burası bir şiir”.

Sadede gelip işbu yazıyı bitirelim: Ali Tacar sadece konu edindiğimiz bu şiirinde değil, görebildiğim kadarıyla diğer metinlerinde de “evcilleştirilme”ye karşı net duruşu olan bir şair. Kelimeyi burada Egon Von Eickstedt, Konrad Lorenz, Hideo Obara veya Masahiro Morioka’ya  uyup terim olarak kullanmıyorum, her türden kuşatılmışlık anlamında ve özellikle devrin (“Kör vaktinde dehrin”) tüm yok sayıcı, hiçleyici, mahvedici mekaniznalarına karşı duruş anlamında dikkate alıyorum. Şair sözgelimi “İzninle Ben Mühletime Ad Koyacağım” şiirinde “Kimmiş yenildiği yerden dönen/Orduları harbe çağıran bir ben var burcumda” veya “Kurulu Askerler”de “Teslim olmadı, ne bir anne ne bir çocuk” derken, bu şiirinde aynen bunlar gibi, yargıçların (ve onlara yordam verenlerin) hayatı yasaklarla ördüğü bir zihniyet ortamına da göndermeler yaparak,  Üstte kaldım, intihar etmedim” demekte ve diri kalmışlığının muştusunu vermektedir.

 

KAYNAKÇA:

A.Sanatlar dergisi, S. 39 (Mayıs – Haziran, 2022), s. 10.

https://edebistan.com/siirler/izninle-ben-muhletime-ad-koyacagim

https://edebistan.com/yazarlar/ali-tacar

https://erikagacioyku.com/2021/09/04/kurulu-askerler/

https://mahaledebiyat.com/haziran/

https://www.kirpiedebiyatdergisi.com/alinin-durumlari-ali-tacar/

https://www.kirpiedebiyatdergisi.com/bosluk-ali-tacar/

https://www.kirpiedebiyatdergisi.com/butun-zamanlarin-ali-tacar/

https://www.kirpiedebiyatdergisi.com/isimsiz-ali-tacar/

https://www.sisdergi.com/2021/09/0252-siiri/

Masahiro Morioka, Acısız Medeniyet (Çev. Ali Tacar), Loras Yay., Konya, 2022.

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

10 Mayıs 2022 Salı

AYIN ŞİİRİ: GÜLSÜM IŞILDAR'IN "PASLANDIRMA" ŞİİRİ

“PASLANDIRMA”

Sus, yavaş konuş sakın uyandırma
Nebatî yağ tenekesi davullarla
Uzağı avuçlayan gözlerini sakla,
Sakla kırışmış ruhundan sarkanları,
Harami kuytulara yürürken
Çocukların süt kokan kahkahaları,
Sönmüş yıldızlarla taçlandır
Onursuzca onurlandırdıklarını…

Engin dünyanın utanç verici karantinası
Sürüm sürüm süründürürken
Başını çevir kayıtsız mırıldanmalarla
Ve iyiliğin kayıp haritasını
Umutların daralan penceresinde ara…

Kalp mesafesine uzaklaştıkça
Birbirini kanatır aşkla yara,
Kılavuz yolun çokbilmişliği
Eteği yırtmaçlı gecelerde terletir
Esirgediğim imgeleri ve çocukluğum
Zar kanatlı yapraklarına gizler
Kilitlerin terbiyesini…

Varlığında ısrar etse de biri
Uzun çiğnemeler hazmın zaferi,
Bir yaprak daha kopar incirden
Sütten kesilmeden, çıplak ayakla koş aşka
Hayatı astığın çiviyi paslandırma…

Gülsüm Işıldar

Eliz Edebiyat dergisinin 159. (Mart 2022) sayısındaki “Paslandırma” başlıklı şiirini yazımıza konu edindiğimiz Gülsüm Işıldar (Tokat, 1950) Sevgimi Soldurmadı Yıllar, Gökkuşağım, Ota/yan, Söz/mayala/yan, Gecenin Yırtmacında, Dişi/Geçmiş Zaman adlarını taşıyan şiir kitaplarının şairidir. 

Şairliği gibi, başarılı bir iş hayatı da olan Işıldar, liseyi bitirdikten sonra 1972’de Bursa defterdarlığında memurluk yapmaya başlar. Gördüğü meslekî eğitimi takiben Vergi Dairesi müdür yardımcılığı unvanı alır. 1982’de Gazi Üniversitesi Maliye Yüksek Okulunu bitiren Işıldar, 1983’te Bursa Defterdarlığında Takdir Komisyonu başkanı olur. 1988’de ise İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünü bitirir. 1989’da Balıkesir Defterdarlığı Takdir Komisyonu başkanlığına, 1993’te ise Eskişehir ili defterdar yardımcılığına atanır. Meslekî hayatının zirvesine Türkiye’nin ikinci kadın defterdarı olarak çıkar. 

Şiirleri şimdiye kadar Akatalpa, Artemis, Berfin Bahar, Cazkedisi, Çinili Kitap, Dost, Edebiyat Nöbeti, Eliz, Ihlamur, İmgelem, Karakedi, Kasaba/Sanat, Kurgu, Kurşun Kalem, Lacivert, Mavi, Maviada, Mazruf, Mor Taka, Olimpos, Panzehir, Papirüs, Üvercinka, Varlık gibi dergilerde yayımlanmış Gülsüm Işıldar’ın. Genel olarak bireysel olanla toplumsalı harmanlayan metinlere imza atan şair, tema olarak “hak, eşitlik, adalet, dostluk, barış ve sevgi” gibi değerlere ayrı bir önem verir. 

“Bireyin hesap soran iç dünyasını”n dile getirildiği “Paslandırma” şiiri, Eliz Edebiyat’ın kapağından şairin el yazısıyla sunulan haliyle 25 dizelik bir bentten oluşuyor. Fakat bu biçimsel yapı ikinci sayfada dize sayıları sırasıyla 8, 5, 7, 5 olan dört ayrı bentten müteşekkil kılınmış. Biz metni buraya ikinci sayfadaki dizilişiyle aldık. 

Şiirde şair öznenin iç dünyası ve bunun dış oluşum ve unsurlara yönelik tepkiselliği, bir şiirde olması gerektiği gibi, girift anlam ve söz dizileriyle verilmiş. Bu itibarla, burada yapacağımız yorum ve okuma, kuşkusuz sadece şahsımızın çıkarımlarını içerir. 

Şiirin başlığı olan “Paslandırma” ikinci tekil şahsa hitaben söylenmiş bir emir ifadesi taşıyor. Bunun benzeri, üç fiili bünyesinde barındıran ilk dizede de karşımıza çıkıyor: “Sus, yavaş konuş sakın uyandırma”. Uyandırmanın önüne sadece susarak, yavaş konuşarak geçilmeyecektir. İkinci dizede belirtilen “nebati yağ tenekesi davullar” da vardır. Teneke çalmak genel olarak bir hafife alma eylemidir. Sevilmeyen, dahası nefret edilen kişilerin arkasından teneke çalınır. Fakat metinde tenekenin çalınması mı yoksa susturulması mı gerektiği net olmayıp sonrasındaki dizeye bağlanışıyla muğlak bırakılmış, dolayısıyla bu davul âdeta tehlikeli nesneden sakla(n)ma aracı olarak kullanılmıştır: “Uzağı avuçlayan gözlerini sakla/Sakla kırışmış ruhundan sarkanları/Harami kuytulara yürürken”. Peki, uyandırılması istenmeyen ne? Bu açık ve net bir şekilde verilmemiş olmakla birlikte “harami kuytular” ve “onursuzca onurlandırdıkların” ifadeleri eşliğinde tasavvur edilebilir. Bu iki dil birliğinden hareketle, tehlike arz edenin bu vaziyeti almasında kendi tutumlarımızın payı da söz konusudur. Bununla birlikte, uyandırılmaması gerekene karşı bir uyanış da başlamıştır denilebilir: Gözlerin uzağı avuçlaması, harami kuytulara yürümek, çocukların süt kokan kahkahaları gibi hareketlilik yansıtan ifadeler böyle okunabilir. 

Bu arada ilk bentteki “Nebatî yağ tenekesi davullarla” dizesini şiir-zihniyet ilişkisi bağlamında ele alabileceğimizi, zira şiirin yazıldığı günlerde (Kapaktaki el yazısı metnin altında verildiği üzere, “02.02.2022”) Türkiye yerelinde nebatî yağ sıkıntısı sorununun yaşandığını belirtelim. (Hayatta kimi ironik durumlar kendiliğinden tezahür eder, “Nebati” soyadlı birisinin ekonomi politik bir aktör haline gelmesi de üç aşağı beş yukarı yağ buhranının yaşandığı tarihlere tekabül eder.) Fakat zihniyet meselesini “yağ tenekesi”nden daha çok ikinci bendin ilk iki dizesi belirgin kılar: “Engin dünyanın utanç verici karantinası/Sürüm sürüm süründürürken”. Malum pandemi sürecine gönderme yapan şair, “engin dünya” ile yere göğe sığdırılamayan, uzay ve teknoloji çağının yenilmez kabul edilen dünyasının sefaletine işaret ederken, bu dünyanın bir virüs karşısında maskara oluşunu da “karantina”ya sıfat yaptığı “utanç verici” ifadesiyle belirtir. Şair bu ikinci bentte konuyu her ne kadar farklı bir konuya çeker gibi yapsa da, nihayetinde daha genel bir tehlikedir bahsettiği. İlk bentteki tehlike bireyin ruhunu “kırışmış” hale getirirken, bu bentteki tehlike “sürüm sürüm süründür”mektedir. Yine ilk bentte belirtilen tehlikeye karşı bir uyanıştan söz etmiştik. Burada da bir karşı koyuş söz konusudur: Kayıtsız kalıp başını çevirmek, umudun penceresi daralmış olsa da iyiliğin kaybolmuş haritasını aramak… 

“Kalp mesafesine uzaklaştıkça/Birbirini kanatır aşkla yara” gibi spotluk bir hükümle başlayan üçüncü bentte içsel derinliğin boyutları oldukça genişler. Öncelikle bu ikilikte kalp, aşk, kanamak, yara gibi tenasüp sanatına uygun düşen ve birbirini tamamlayan sözcüklerle oluşturulan çağrışım; öte yandan çocukluk dönemine dair göndermeler dikkat çekicidir… Bu arada “Kılavuz yolun çokbilmişliği”, “Kilitlerin terbiyesi” gibi sıkıdüzen alameti ifadeler de bu bentteki varlıklarıyla üst bentlerde öne çıkardığımız ve şairin tepki verdiği negatif (tehlikeli) unsurlara bağlanabilir. Sözgelimi “kilitlerin terbiyesi” ifadesi baskıya, şiddete dönük yaptırımları çağrıştırdı bana. Bu bentteki “Eteği yırtmaçlı geceler” tamlamasıyla ilgili olarak da bir tespitte bulunalım: Pek çok şair gibi Gülsüm Işıldar’ın da çevresinde dönüp durduğu bazı imgeleri var. Sözgelimi “Eteği yırtmaçlı geceler” imgesini şairin Gecenin Yırtmacında kitabının adında da görebiliriz.

“Paslandırma”nın beş dizelik son bendi umut taşıyan, diriliş muştulayan fakat bunlara ancak nitelikli emekler verilerek ulaşılacağını aşılayan bir içerik sunuyor. Bu bağlamda bendin ilk dizesi olan “Varlığında ısrar etse de biri”, önceki bentlerde işaret ettiğimiz tehlike unsurlarıyla eşleştirilebilir. Şair bu negatif “ısrar” unsurunu yine karşı bir ısrarla alt edilebileceğini ileri sürer: “Uzun çiğnemeler hazmın zaferi”. Devamında bu ısrarın hangi fiillerle gerçekleşebileceğine dair telkinlerde bulunur: “… koş aşka/hayatı astığın çiviyi paslandırma…” Bu, diri kalmanın ana kaynağına bağlı kalarak, daimi bir bilenme ve sürekli bir devinme hareketliliğidir. Bu sayededir ki birey ve toplum için tehlike arz eden negatif güç ve unsurlar karşısında zafer elde edilebilecektir. 

Kendisini kolay teslim etmeyen bir anlam yoğunluğu taşıyor Gülsüm Işıldar’ın şiiri. Bu yoğunluk, insana, topluma, hayata ve dünyaya dair sorumlulukları olduğu bilincini taşıyan bir şairin, bireysel olanla toplumsal olanı aynı yapı içinde sentezlemesinin yanı sıra kendisine özgü imge algısı ve dize kurgusu oluşturmasıyla da ilişkilidir. Şairin bu özgün tutumu “Paslandırma”ya da yansımış, dolayısıyla yazıldığı ve yayımlandığı takvim aralığında, hassas bir şiir okuru olarak dikkatlerimizi üzerine çekebilmiştir.

KAYNAKLAR: 
https://www.biyografya.com/biyografi/13269
http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/isildar-gulsum 
http://sukrukirkagac.blogspot.com/2016/10/2016-yili-bursadan-edebiyata-katki-odulu.html 
Gülsüm Işıldar, Eliz Edebiyat dergisi, S. 159 [Mart 2022], s. 2. 

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.