Vay bana çemkirip duran hayat
Isırdığın yerler oluk oluk pişmanlık kanıyor
Kellem doğduğum günden beri kılıcın gölgesinde
Bir tık daha yaklaşamam aşka
Yeminliyim, sırtımı dönüp vazgeçemem de bu maceradan
Kaderimi nazar boncuğuyla tavlayamazsın
Elimdekini avucumdakini rücu ettim mahşere
Orada hâkimler iliksiz cübbeleriyle hava atacak Allah’a
Buranın Allah’ı uyuz köpeklerini gezdiriyor şehir şehir
Bahçeli’den yanlış dolmuşlar kalkıyor
Yenimahelle son durakta arızalı halk otobüsleri
Ankara hep aynı Ankara
Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi diyor ısrarla muhtar
Hangi sokakta kaybolduğumu bilsem yeni bir Cihan yaratacağım kendimden
Kombiyi kısıyorum kar yağarken
Elektrik lambası 40 mumluk, burnumun ucunu görsem yeter
Musluk suyundan çay demliyorum bergamutlu
Kalbime hiç tanımadığım bir sevgili yakıştırıyorum
Çemkirip durma hayat, senin özetin bu kadar
Çalış çabala tutmadı işte plan program
KPSS’de 85 alıp mülakatta elenen coğrafya öğretmeni gibiyim
İçimden geçen nehirler denize kavuşamadan buharlaşıyor
Virüs dergisi, S. 12 (Temmuz-Ağustos-Eylül 2022), s. 193.
Temmuz (2022) dergilerinde üzerinde durulabilecek şiirleri araştırırken Virüs dergisinde karşımıza çıkan “Rücu” şiiri mesaimizin başka yöne evrilmesini sağlayıverdi.
Artık bizim için yeni bir süreç başlıyordu: Gazeteciliği ve akademik çalışmaları ile de tanınırlığı bulunan “Rücu” şairi Cihan Oğuz (İstanbul, 1963) merkezli okumalar yapmak…
Cihan Oğuz ilk ve ortaöğrenimini Samandağ ve Uzunköprü’de tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü bitirmişti (1987). Aynı bölümde Antropoloji dalında “Değişme Sürecindeki Türk Toplumu ve İsmet Özel’de Kimlik Sorunu” adlı tezle yüksek lisansını tamamlamış (1992), uzun bir aradan sonra ise doktorasını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde Gazetecilik dalında yapmıştı (2008). 1988’den sonra çeşitli basın kuruluşlarında muhabirlik, editörlük gibi görevlerde bulunan Oğuz, 2016’da gazeteciliği tümüyle bırakarak akademisyenliğe başlamıştı. Çeşitli üniversitelerde alanıyla ilgili dersler verdiği, yöneticilikler yaptığı da bilinenler arasındaydı.
“Rücu” şiirine yoğunlaşınca kendimizi Cihan Oğuz’un edebî külliyatını da okuyup inceleme eylemine yönelttik. Bu külliyatı Ay Işığı Karanlığı Yırtarken (1983), Hoşbulduk Cehennem (1994), Aşkla Satranç (1995), Girdap ve Safir (1998), Kendime Savurduğum Hançer (2004), Tanrıyla Konuşmalar (2013), Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal (2014), Allah’ın Sol Yumruğu (2018), Ah Biz Şairler (Düzyazı, 2013) gibi yayımlanmış eserlerin yanı sıra, şairin kişisel web sitesinde “Diğer Eserler” altında yer alan Alt Tarafı Aşktı, O Yavan Masal, Sana Dair Düş Ötesi Şeyler, Yeni Şiirler gibi manzum ve Şiir Hayat Aşk, Evet, Eleştiri, Bir Ödülü Reddetmenin Manifestosu, İsmet Özel: Nâzım'dan Sonraki Süvari başlıklı mensur dosyaları oluşturuyordu.
İşbu yazımızın oturduğu zeminle ilgili malumatı verdikten sonra şairin poetik tutumuna yönelik olarak yaptığımız tespitlere geçebiliriz. Sanırım ele alacağımız “Rücu”yu böylelikle daha kolay yorumlayabiliriz.
Şair ve Otorite
“Rücu” ile ilgili genel ve fakat kesin hükmümüzün, bu şiirin otoriter nitelikli güçlere karşı bir duruşu yüklendiği şeklindedir. Hayat, Allah (“Tanrı”), hukuk ve iktidar bu şiirde şairin etki veya tepki içinde olduğu otorite unsurlarıdır. Gerçi şair yukarıda bahsini ettiğimiz kitaplarındaki bazı metinlerde “otorite” etiketiyle başka aparatlardan da bahseder. Hatta otoriteyi tanımlamakla işe başlar. Sözgelimi şairin Şiir Hayat Aşk dosyasındaki “Otorite ve Hayal” başlıklı yazısında “Bizim dışımızda gibi görünen, ancak benliğimize kadar nüfuz etmiş bir engel. Toplumsal normlarla, kurallarla ve baskılarla biçimlenen, ama en çok kendimize kelepçeli: Otorite…” şeklinde bir çerçeve çizer otoriteye. Otoritenin herhangi bir kurum, ülke, anlayış, ideoloji yahut hükümranlık sürecine bağlı olmadığını, canlı cansız bütün benliklere yayılabilir bir nitelik taşıdığını belirtir. Zira otorite vücudumuzu, aklımızı, hayallerimizi, yüreğimizi mahveden bir kanser hücresine benzemektedir.
Ah Biz Şairler’deki “Hayatın Kuyusunu Şiirle Kazmak” başlıklı yazısında ise otoriteyi “toplumsal hayatın tüm çirkefliklerini inşa eden ve paranın gücü dışında en ufak bir kurumsal altyapıya sahip olmayan –aslında kendisi de dağınık-” ifadeleriyle tavsif eder ve şairleri otoritenin karşısında dikkatli olmaya davet eder, onlara otoriteyle mücadele etmeleri gerektiğini hatırlatır. (s. 28-29)
Peki nasıl olacaktır bu dikkat ve mücadele. Yukarıda bahsettiğimiz “Otorite ve Hayal” yazısında, öncelikle otoritenin oluşturacağı sorunlara vakıf olmak gerektiğini, bunun da şartının onu fark edebilmekten geçtiğidir: “Hayatımızdaki görünür ya da görünmez otoriteler; bizden bir gömlek üstün durumdaki liderler, omuzlarında bir rütbelik fazlalık bulunanlar, cüzdanları yirmi milim daha kalın olanlar, eve ya da işe daha erken gelenler sınıfta ilk parmak kaldıranlar, ilk kaldıranlar… Bunlar hep gizli gizemli ve gizil bir otoritenin şifresiz kilitleri”dir.
Kitaplaşmamış Evet Eleştiri dosyasındaki aynı başlıklı yazıda “Otoritenin sorgulanışı”na dair tespitlerde bulunan Cihan Oğuz, eleştirel bir tutum sergilemenin önemine vurgu yapar: “Eleştirelliğin pratik yaşamda bir ‘tavır’ halini alması, salt maddeci biçimlenişin özgün yansımalarını elde etmeye yaramaz; aynı zamanda otoritenin sorgulanışını da beraberinde getirir ve toplumsal yaşamın ‘zoraki’ oturtulmaya çalışılan her kuralı -öncelikle dar düzlemde- yeniden gözden geçirilir.” Eleştirelliğin entelektüel bir eylem içerdiğini belirten şair, buna karşı gelişen hoşgörüsüzlük tavrının gerici bir boyut taşıdığı görüşündedir. Dolayısıyla buna ve bileşenlerine karşı dinamik olunmalıdır: “Homojen yapılanmaların eleştiriye katlanamadığı bir gerçek. Çünkü faşizan içerik taşıyan her yapı, korunmasını ‘otoriteye bağlılık’ kuralına dayandırdığı için, bu konuda yıpratıcı bir etkiye hayat hakkı tanımıyor. Oysa, homojen yapılanmaların bütün hissedilir iktidarına karşın, ‘dört başı mamur’ olarak sunulan bir tekrenkliliği kabullenemeyen kesimler, yaşamda sorgulanmamış tek bir alan bile kalmaması için radikal tavrı sürekli gündemde tutmaya çalışmalıdırlar. Bu, her şeyin hızla yabancılaştığı toplumda yerine getirilmesi zorunlu bir eylemdir.”
Ah Biz Şairler’deki “Şiirle Yüzleşmek” başlıklı yazısında otoriter nitelikli kimi unsurlara temas eden Cihan Oğuz, şairleri otoriter nitelikli unsurlarla mücadele konusunda ikaz eder: “Aşka, hayata, tanrıya, kuşatıldığımız katı kurallara, tabulara, geleneklere, göreneklere ve kendimize ait alışkanlıklara ilişkin her türlü hesaplaşma” yapılmalı, bunlarla yüzleşilmelidir. (s. 48) Aynı kitaptaki “Uçuruma Uzatılan İp: Şiir” başlıklı yazısında ise “… hiçbir otorite(nin) şiire üstünlük sağlayama”cağı (s. 40) kanaatinde olduğunu belirten Cihan Oğuz negatif bir istisnaya değinmeden de geçemez ve otoriteyle yüzleşmek yerine onunla yaşayabilme eğilimi gösterenleri malum “Otorite ve Hayal” başlıklı yazısında yüzsüzlük yapmakla itham eder: “Zor olan bunlara (otoriter unsurlara-CA) meyletmek ya da peşine takılmak değil, onlarla birlikte yaşamanın yüzsüzlüğüne alışabilmek!” Vicdanı kavi olanlar otoritenin peşine takılmayacağı gibi, otoriter niteliklilerle birlikte yaşamaya da kesinlikle razı olmayacaktır.
Cihan Oğuz “Şiirle Yüzleşmek” başlıklı metninde otorite karşısında kimi başarısızlıkların yaşandığı da kabul eder. Şu satırlarda olduğu gibi: “Şiirdeki en küçük sıçrayış karşısında dahi kontrol edemediğimiz öfkemizi, niçin bizi kelepçeleyen otoriteye yöneltemedik? (…) – Duygularımızı tarumar eden statükoyu ve otoriteyi bile gün gelip hoşgörürken, hiç değilse bunun utancını dize aralarına sığdıramaz mıydık? – Ermenilerin, Kürtlerin, Boşnakların, Arapların trajedisini geçtim, niçin kendi trajedimizi bile savunamayacak kadar güdükleştik? Bunca zor muydu, kalbimizin içine bizden habersiz yerleştirilmiş soruların zincirini kırmak?” (Ah Biz Şairler, s. 48)
Şair “Hayatın Kuyusunu Şiirle Kazmak” başlıklı yazısında otorite karşısındaki başarısızlığın iki nedenine değinir. Otoritenin kullandığı kimi aparatlar ve buna rağmen maruz kalanların birbirlerine yapıp ettikleri: “…otoritenin temel aldığı düşünce-ekonomi-siyaset biçimi ayrışmaydı. Ama nasıl bir ayrışma? Birbirimizi uçurumlara iterek.” (Ah Biz Şairler, s. 27)
Otorite Karşısında Şairane Vicdan
Otorite karşısında şairin poetik tutumunu belirleyen unsurların başında kişisel vicdani bilinci, ideolojik tutumu ve bunlardan güç alan toplumsal sorumluluğu gelmektedir. Bu yoldaki hükümlerine şairin Şiir Hayat Aşk dosyasındaki “Edebiyat ve Vicdan” başlıklı yazısında rastlayabiliriz. Ona göre, edebiyatla uğraşan bir kişiyi “kendi kişiliğine ya da savunduğu ideolojiye karşı sınayan en önemli veri, olsa olsa vicdandır!” Şair bunun aksini kabullenemez: “Hem ülkede yaşanan karmaşanın, vahşetin, akıl almaz ikiyüzlülüğün işine gelen yanını istediğin gibi değerlendireceksin, hem de bu toz bulutu karşısında hiçbir vicdani sorumluluğu üstlenmeyerek kendi belirlediğin vicdan ölçüleri içinde tarihe kalma iddiasını taşıyacaksın! Başka?” O, vicdan ile ideolojinin bu noktadaki ortaklığını şöyle açıklar: “Vicdan, aynı zamanda ‘hakkaniyet’ de içerdiği için edebi bir boyuta taşınır ya da ideolojiyi kendi bünyesinde zorlar.” Şair, bu konudaki görüşlerini şu cümlelerle pekiştirir: “Evet, vicdanlı olmanın önkoşulu galiba bağımsız bir kişilik yapısı taşımak. Bu tanımlama, klasik küçükburjuva söylemlerinin ötesinde bir bağımsızlık içeriyor kuşkusuz; ama ondan da önemlisi, hayata karşı entelektüel müdahalenin gereklerini içeriyor. Bir edebiyatçının topu-tüfeği, kendisini savunabilecek renkli ekranları ve kanalları ya da her gün basıp dağıtabileceği bir gazetesi yok! Ama vicdanı, bunların hepsinin ötesinde bir güç.”
Ah Biz Şairler’deki “Şiir: İnsan Ruhundaki Çatlağın Yamanması” başlıklı yazısında ise insanî duyarlılığı öne çıkarır: “Şairin barometresi, her koşulda, dünyevî tutkular ile tinsel karmaşanın hüküm sürdüğü entelektüelizmin o yarı resmi tarihinde, göstergesini hep insanlıktan yana çevirir.” der. Yazının devamında şairlerin insanlık duyarlılığı bakımından hassasiyet üstünlüğüne sahip olduklarını belirten Oğuz, yine de eksik kalan bir şeyin olduğunu söyler: “… şairlerin bu konudaki üstünlüğü su götürmez. Olması gereken, ruhtaki çatlağı başta devletinkiler olmak üzere bütün toplumsal kurumların göz ardı etmesiydi. Bu gerçekleşti mi? Hayır. Bırakın ruhtaki çatlağı fark etmeyi, insanı buldozer gibi ezmenin ideolojisi geldi, dünyanın anasını belledi. Şimdi herkes, eskisinden daha yapayalnız olarak, çırılçıplak ve hedefteki tahta gibi cıpcılız duruyor. Bu dramı anlatmak da sadece şaire düşüyor.” (s. 18) Aynı yazıda “Şairin, insan ruhundaki çatlağı yamarken, kalbinden başka sermayesi yoktur.” diyen Cihan Oğuz, şu cümlelerinde de şairin otorite karşısındaki sabrına, gerilimine, gücüne ve vicdanına yönelik vurgular yapar: “O, kozasını sessizce ören bir ipekböceği gibi sabırlı, içinde lavlar taşıyan yanardağ gibi gerilimlidir. Bu süreç, tek bir kişinin, tanrısal bir güce sahipmişçesine yoğunlaşıp, sokaklarda, evlerde, okullarda, işyerlerinde, köprülerde, ovalarda, dağlarda veya başka insanlarda rastladığı kırıklığı, azabı ve tarihsel günahı, yine hiçbir güce aldırmadan şiirlerine yansıtması çabasıdır. – O yalnızlıkta, şairi tehdit edebilecek tek otorite, kendi vicdanıdır.” (s. 20)
“Şair ve Provokasyon” adlı yazısında da vicdanı öne çıkaran Cihan Oğuz, “Şairi kendine ve hayata, en sonunda da şiire karşı provokatif tutum almaya iten yegâne şey vicdanıdır. O vicdan sayesindedir ki hayata posta koyar, kendince eğir saydığı çizgilere itiraz eder. Bazen öyle bir yanlışa tokat atar ki, çevresi dahi herkesi karşısına alır. Belki o da yanılıyordur, kim bilir. Ama şairin duyarlılık terazisindeki şaşmazlık, adalet ve vicdan muhasebesinin bir yansımasıdır. (…) Hayatın olanca karmaşasına ve güncelin aldatıcı akışına rağmen vicdanından milim ödün vermeyen; otoriteye, iktidara, statükoya ve ırka dayalı yalan yanlış oluşumlara kafa tutan o şair, elbette önündeki cam duvarları tuz buz etmek için kışkırtıcı bir dille ortaya çıkacaktır.” (Ah Biz Şairler, s. 22-23)
Cihan Oğuz’un söz konusu tercih ve tutumuna tanık olabilecek başka veriler de var elimizde. Sözgelimi Osman Çutsay’ın Cumhuriyet Kitap’ta şairle yaptığı bir söyleşideki bir soru üzerine Oğuz’un verdiği şu yanıt önemlidir: “Şiir bugün, eriyen, aşınan, yozlaşan, kuruyan ve giderek yok olan değerler için sesini düzeyli ve istikrarlı şekilde yükselten tek güç. Hatta ‘güç’ bile değil, tek cılız hayat alanı. Bunda şairlerin kalbindeki cevherin her şeye rağmen varlığını koruması büyük rol oynuyor.”
Bu arada Gültekin Emre, şairin Girdap ve Safir kitabıyla ilgili yazdığı bir metinde onun “insanlığın dramına göndermeler” yaptığını belirtir. Nitekim şairin bu tutumu daha önceki kitaplarında da görünmektedir. Bu bağlamda Gültekin Emre, onun Hoşbulduk Cehennem’deki tutumunu örneklendirir. Orada “Parçalanmış bir gençliği ve tarihi sorgula”yan şiirler yazmıştır.
Toparlarsak artık şunu kolaylıkla söyleyebiliriz: Şairin vicdani sorumluluğu, ideolojik tutumu ve şairane duyuşu otorite karşısındaki manevi direnç materyalidir. Şimdi artık sözü “Rücu” şiirine getirip şairin söylediklerini manzum metinleri üzerinden test edebiliriz.
Şair ve Hayat
Cihan Oğuz manevi direnç materyalini daha ilk şiir kitabı Ay Işığı Karanlığı Yırtarken’de kullanmaya başlamıştır. 1982 Edirne’sinde yazdığı “Sunu”yu “Bir damla umut sunuyorum size bir damla acıyla birlikte.” cümlesiyle açar ve şunları söyler: “İstedim ki, bir damla yağmur yağsın yeşersin bu çoraklık, dinsin bu kofluk” ve “…niçin ayığışığı yırtmasın karanlığı?” (s. 3). Bu ifadeleriyle adeta poetikasının temellerini atan şair, aynı kitabındaki “Islak Şiir”de “Kalemi kırılsın yaşanan günlerin” (s. 6) derken “Çatlayan” şiirinde “Sur üfürüğünü İsrafil değil/Cellatları çalıyordu/Duygunun zindanı boyladığı günlerde/Mermiler/Çizmeyle tekmelenmiş yaşamın/Tanrısıydılar/Sevincin dilleri kesilmişti/Haykırış anında…” (s. 21) dizelerine yer vermiştir. Yola çıkışındaki bu hassas duruşu şair sonraki yıllarda da sürdürmüş, poetikasının temel dayanağı olarak görmüştür.
İlk üçü altı, sonuncusu dört dizeden olmak üzere toplam dört bentten oluşan “Rücu” şairin “hayat”a yönelik nidalı seslenişiyle başlar: “Vay bana çemkirip duran hayat”. Çemkirmek kesik kesik havlamak, üremek anlamına gelir sözlüklerde. Genellikle köpeklere mahsus bir şeydir. Mecazen ise kendinden büyüklere arsızca karşılık vermek demektir. Havlama, üreme, arsızca saldırı ikinci dizede “ısırma” sözcüğüne evrilir. “Hayat”ın ısırdığı yerlerin abartılı “pişmanlık kana”ması, kellesinin hep “kılıcın gölgesinde” olması, aşka “bir tık daha” yaklaşamayacak olması, “hayat”ı kişileştiren şairin, hayatta(n) aldığı darbeleri sıralamasından başka bir şeyi ifade etmez. Bu darbelerin şairde oluşturduğu handikaplardır söz konusu olanlar. Fakat o teslim olmaktan yana değildir. İlk bendin son iki dizesi şairin her şeye rağmen “hayat”a karşı olan dik karşı duruşunu yansıtması bakımından önemlidir:
“Yeminliyim, sırtımı dönüp vazgeçemem de bu maceradan
Kaderimi nazar boncuğuyla tavlayamazsın”
“Hayat”ın Cihan Oğuz’a yaptığı fenalıklar sadece “Rücu”da dile gelmez. O, başka pek çok şiirinde de bu fenalıklara atıflar yapar: Mehteran Bölüğüyle Enternesyonal kitabında yer alan “Katilimle Mukavele” şiirindeki şu dizeler, onun “katili”nin adresini gösterir adeta:
“Sırnaşıp durduğum hayat koydu postayı” (s. 74).
“İkinci perdesi olmayan tuluatmış hayat” (s. 77)
“Bir oh dedik mi hayatta? Hayır” (s. 78)
Aynı kitapta yer alan “Üvey Manifesto” (s. 79) ve “Cenaze Evi” (s. 83) şiirlerinde de “hayat”a yönelik atıflar var, fakat bunlar üsttekiler gibi trajik bir görüntüye hizmet etmezler. Bununla birlikte Cihan Oğuz’un kişisel internet sayfasında yer alan Alt Tarafı Aşktı dosyasındaki “Akrostiş” şiirindeki şu iki dize,
“Günleri şaşırıp hayatını bulmacaya çeviren ben”
“Ayıldım sonra: bilmeceymiş bütün bir hayat”
Veya aynı dosyadaki “Tek Dizelik Sayıklamalar” (“Rumelifeneri Şiirleri I”) içinde bulunan “Hayat hep insanın bir zaafını kolluyor” dizesi şairin “hayat”la cedeleşmesine tekabül eder. Keza O Yavan Masal dosyasındaki “O Sessiz Efsane” şiirindeki “Kimsesizsin evet en az hayat kadar çorak”, “Aşka Dair İpucu” şiirindeki “Hayatı karış karış karşıladım da bir aşkı tanıyamadım” ve “Salvo” şiirindeki “Kalbimde rest hazırlığı, güya sensiz olacak hayat” gibi dizeler de benzer şairane cehtleri işaret eder.
Mahşere Rücu
Şiire ad olan “rücu” sözcüğü şiirin ikinci bendinin girişinde yer alıyor: “Elimdekini avucumdakini rücu ettim mahşere”. “Rücu”nun sözlükteki karşılıkları arasında ‘geri dönme’, ‘sözünü geri alma’, ‘cayma’ gibi anlamlar vardır. Rücu etmek ise lügaten ‘geri dönmek’ anlamındadır. Bunlar bir tarafa, kavram olarak hukukta da bir karşılığı vardır sözcüğün: Buna göre sigorta hukukunda bir kişinin, hukuken başkasının yerine geçerek üçüncü kişilere karşı onun haklarını ve sorumluluklarını devralması durumuna ‘rücu’ denmektedir. Böylelikle sigorta şirketleri, tazminat ödedikleri oranda sigortalının yerine geçerek kusurlu şahıslara ‘rücu etme’ hakkı kazanırlar. Rücu edenin, hak sahibine karşı yerine getirilmesi gereken edimi yerine getirdikten sonra asıl sorumluya (kusurluya) dönerek ondan bu edimi talep etmesi söz konusudur. Rücu edenin üçüncü kişinin yerine geçmesine hukukta ‘halefiyet’ denir. Dizeye gelecek olursak, şairin söz konusu sözcüğe “havale etmek” gibi bir anlam yüklediğini, “hayat”tan olan haklarını mahşere rücu ettiğini, bıraktığını söyleyebiliriz.
Şiirin devamında şairin dile getirdiklerinin salt bireysel bir tutuma dayanmadığını, kendi tekilliği bağlamında kamunun hak ve hukukuna sahip çıkma taarruzu içinde olduğunu görürüz. İkinci bend bu anlamda oldukça veri sunar: Birer “otorite” unsuru olarak adalet, din ve siyaset şairin gündemindedir. Bunlardan ilki “…hâkimler iliksiz cübbeleriyle hava atacak…” ifadelerinde karşılık bulmaktadır. Bununla, aksi bir etki oluşturarak mevcut vasatta hâkimlerin cübbelerinin ‘ilikli’ olduğu, egemen zihniyetin etkisi altında kararlar verdikleri hususu dikkatlere sunulmaktadır. Dizenin devamında, şiir geleneğimizde önemli bir yer tutan şathiyeleri, şathiyelerdeki teklifsiz üslubu hatırlatacak şekilde, “mahşer”de karşısında “hava at”ılacak olanın Allah olması, hâkimlerin ancak ‘orada’ bağımsız olabileceklerine yönelik bir vurgudur. Bu arada “Allah” lafzı şiirin bu bendinde iki kez ve farklı anlamlarda kullanılır. İlkini açıkladık, Rab, Tanrı anlamında. İkincisi ise, yani “Buranın Allah’ı uyuz köpeklerini gezdiriyor şehir şehir” dizesinde yer alanı ise herhalde güncel sosyolojik bir dikteye tekabül etmektedir. Bu dikte bentte “Ankara” ve Ankara’yla ilişkili unsurlarla somutlaştırılır:
“Bahçeli’den yanlış dolmuşlar kalkıyor
Yenimahelle son durakta arızalı halk otobüsleri
Ankara hep aynı Ankara”
Şair, Adalet, Tanrı…
Şiirin ikinci bendiyle ilgili olarak Cihan Oğuz’un Adalet, Allah ve Ankara (Hükümet merkezi) bağlamlı olarak başka metinlerde dile getirdiklerine de göz atalım:
Şair “adalet” ve ilişkili unsurlara farklı şiirlerinde yer vermiştir. Sözgelimi Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal’de kitaba ad olan şiirdeki “Kusur dökmeye kalksa hep eksik kalıyor savcının tahmin gücü” (s. 11) dizesi ile aynı kitaptaki “Siperde Fısıltılar” şiirinde yer alan “Beni hakim bey, kurbanın olayım dışarı bırakma/Sayın Savcı, sen hele hiç/Tek bir delil bulamadınız ya oh olsun” (s. 35) dizeleri ve Allah’ın Sol Yumruğu’ndaki “Bir Şarabın Sol Lekesi Gibi” başlıklı şiirinde yer alan “Savcının iddianamesinde kuyruklu yalan gibi dizildik” (s. 42) dizesi “Rücu”daki adalet tavsifinden çok uzağa düşecek veriler sunmaz. Aynı şekilde, Alt Tarafı Aşktı dosyasından okuduğumuz “Bahtsız Deve, Çöl ve Kutup Ayısı” şiirindeki “Evet savcı bey, çıkmazdayım, iyi bildiniz, bu da eksik kalmasın iddianamede/Hayat bazen çölde başlar, yamuk bir hörgüçte donakalır aşkın geleceği” dizelerini de benzeri koşutta okuyabiliriz.
Gelelim “Allah” ile olan sınavına şairin: Bir defa Tanrıyla Konuşmalar ve Allah’ın Sol Yumruğu adlı kitaplara imza attığını tekraren kaydedelim. Ayrıca Allah’ın Sol Yumruğu kitabında “Allah’la Selfie” başlıklı bir şiirinin olduğunu belirtelim. Manzum metinlerinde görülen bu başlık tercihleri mensur eserlerinde de karşımıza çıkar. Sözgelimi Ah Biz Şairler kitabının ikinci bölüm başlığı “Tanrıyla Saklambaç”tır. Bu bölümde bir yazının başlığı ise “Şairi Gözetleyen Tanrı”dır. (s. 73)Cihan Oğuz’un Allah-Tanrı ile olan irtibatı Ah Biz Şairler kitabındaki çeşitli yazılarda hayli yekûn tutar. Sözgelimi kitabın ilk metni olan “Zavallı Şiir”de şiiri “tanrı ile insanın buluşabildiği tek Araf” (s. 9) olarak niteler.
“Şair Nereye Kadar Ölümsüz?” başlıklı yazıda “iyi bir şair”in gerektiğinde “tek bir dize” ile “bir yeryüzü tanrısı” olabildiğini belirttikten sonra devam eder: “Yeryüzü tanrısı’dır, çünkü gökyüzü tanrısı ile barışık değildir. Yetki çatışması!” (s. 11) Metnin sonunda bu “tanrı”lığı biraz daha açar: “Buradaki tanrısallık, bir ‘dokunulmazlıklar komedyası’ ya da sıradan bir aşkın olma hâli değildir; tersine, her koşulda sorgulanmaya açık, etiksel ve son derece de mütevazı bir mecradır.” (s. 13)
Beri taraftan “Hayatın Kuyusunu Şiirle Kazmak” başlıklı yazısında genel olarak “şair”lere öğüt verirken şu hüküm cümlesini kurar Cihan Oğuz: “(Şair-CA) Şiirin, tanrının insana bahşettiği yegâne kutsal iksir olduğunu unutmasın.” (s. 29)
“Şiirle Yüzleşmek” başlıklı yazıda “Tanrı ile şair” çatışmasını “satranç maçına” benzeten Oğuz, bu maçın olası sonuçları üzerinde durur: “Tanrıyla olan (ama sevgi dolu, ama inançsızlık akan) satranç maçında, niçin piyonların arasından sıyrılıp da -hiç değilse- veziri deviremedi bir at? O yenilginin bile mucizevî bir yakınlaşma veya uzaklaşma ihtimali olacağından mı çekindik?” (s. 49)
Cihan Oğuz, “Şairi Gözetleyen Tanrı” metninde ise “Tanrı” ile “şair”in ilişkisini “muamma”lı bulur, sürek avına benzetir. Fakat bunun edebî yaratı sürecine olumlu katkısı vardır: “Tanrı mı şairi gözetliyor, yoksa şair mi tanrıyı? Bu sürek avı, bir bakıma yaratı sürecinin de kökenine işaret ediyor olsa gerek. Öyle ya, tanrının yarattığı yetenekli bir kul olmaktan öte uhrevî bir özelliğe sahip olmayan şair, ne menem bir cesaretle sıradan olmanın ötesine taşabilir ki?” Taşabilir, çünkü “Tanrı, her zaman şairlere iltimas geç”mektedir. “Bakmayın siz kutsal kitaplarda şairlere lânet okuyan ayetlere. Onlar, mükemmel bir kompozisyon örneği olan yeryüzünün anayasal maddeleridir; yazılmasalardı olmazdı zahir.” Bununla birlikte şair her halükârda Tanrı’ya teslim olmuştur: Şarin elbette tanrı karşısında boynu kıldan ince. Tıpkı aşkta da olduğu gibi. Ama ondaki tevekkülün, bir gizli isyan veya şirk koşma olmanın ötesinde anlam taşıdığını keşfettikçe, hem şairlere, hem de tanrıya daha çok ısınacaksınız.” (s. 73)
Yazının devamında şairi “yanlışlıklar zincirinin doğrusal aktörü”, Tanrıyı ise “doğrular dizgesinin etrafı yanlışlarla çevrili erbabı.” (s. 74) olarak vasıflandıran Oğuz, ikisinin ilişkilerinde muharrik noktanın “mahşer saplantısı” olduğunu söyler. Sözü uzun bir alıntı ile şaire teslim edelim:“İkisinin aynı minvalde gelgitlere tutunması, hayatın karakteristiğine denk bir zamanlamanın başlangıcıdır. Nedir o zamanlama? En başta mahşer saplantısı. (…)
Mahşer saplantısı, has şairin tek kusurudur. Ondan vazgeçseydi, adı çoktan mızıkçılık tarihine altın harflerle yazılmıştı. Ama o noktadaki iradi müdahalesi, hiç değilse şuarayı da, okuru da kıyametten kurtardı.
Siz tanrı olsaydınız, buna şapka çıkartmaz mıydınız?
Peki, o ilâhi güç, bunca yaramazlığa niçin göz yumuyor dersiniz?
İlahi! Elbette şairler şeytana pabuç bırakmadığı için.
Şairin yapabileceği muhalefet, önünde sonunda tevekkülün kapısında hüsrana uğrayacaktır. Zararsız bir kulun cürmü en fazla can sıkar!
Tanrı bu gerçeğin farkında olduğu için şairleri korur, gözetir. Bağırıp çağırsa da nihayetinde şairin kendisine biat edeceğini bilir. O biatın boyutları öteki kullarınki kadar teslimiyetçilik içermediği için -sanılanın aksine- tanrı o özgüvene saygılıdır da.
Tanrı ile şairin ilişkisi, baba-oğul çelişkisi gibidir. Ne oğul babayı aşmayı başarır, ne de baba oğluna sözünü dinletebilir. Aralarındaki sıcaklık olanca huysuzluklarına karın hiç eksilmez. Ama şair, yeryüzündeki haksızlıkların haritasını çıkardıkça, işte o mahşerî dizeler ile tanrının kelâmı bir noktada çelişir.
O çelişki, aslında yaratı sürecinin anahtarıdır. Kafa tutmadan tanrıyla tartışmak, şaire soyluluk kazandırır. Şairi hakir görmeden azdıklarına kulak vermek de tanrının olgunluğudur.
Aralarındaki biricik uyumsuzluk, ölüm sürecinde kendini gösterir. Şair, aslında baştan beri ölümsüzlüğe taliptir. Ne var ki o haslet sadece tanrıya özgüdür. Kimselere bırakmaz. Şairin hazmedemediği tek gerçek de budur. Yaratıysa yaratı, özgüvense özgüven. Üstelik mahşerin şiirini bile yazmayı başarmış bir yetenek. Ama bir yere kadar. Hiçbiri yetmez o çizgiyi aşmaya. Tanrıyı tanrı yapan da o sınırdır.” (s. 74-75)
Gelelim Cihan Oğuz’un manzum metinlerine yansıyan “Tanrı” ile şair ilişkilendirmelerine. Şairin şathiyevari bir üslupla kaleme aldığı dizeleri de kaynaklarıyla birlikte sıralayalım:
Tanrıyla Konuşmalar kitabına “Onlar, tanrıyla konuşmak için biraz acele ettiler;” şeklinde başlayan şair, vefat eden sevdiklerinin adını andıktan sonra “Tanrım, bu yıldız sağanağında neden hâlâ yalnızım?” (s. 3) sorusunu sorar. Kitabın “VI.” metnine “Rahman ve rahim olan aşkın adıyla” diye başladıktan sonra metin içinde “Çöl: Kavrulmuş sureti tanrının” ve “Dilimdeki şarkısızlığı ne yapsın tanrı?” (s. 9) ifadelerini kullanır. Ayrıca şiirin “XIII.” parçasında “Her serapta rastladığım işaret okları/Tanrıyı da yanıltmıştır” (s. 23) “XIV.” parçasında “Kıyamet mi kopmuştu aşk ortadan kaybolduğu an?/Öyle mi dediniz gerçekten?/Tanrı kendisini sınadı demek.” (s. 26) ve “XV.” parçasında “Tanrı özür diler anılardan” (s. 30) ifadelerine rastlarız. Kitabın son metni olan “Geri Gelen Mektuplar”ı ve dolayısıyla kitabı şöyle bitirir: “Belki, hatta hiç kuşkusuz, tanrı şifreyi unuttu.” (s. 37)
Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal kitabındaki “Olmayacak Duaya Amin” şiirinde “Greenpeace sicim atıyor sırat köprüsüne/İlle de Allah’la konuşacağız diye tutturuyor en sivrileri//Peki, diyor Allah, bu son olsun ama/Madem ki İsa’yla sıfırdan yarattığım dünya bir şeye benzemedi/Bu sefer taklide kendimizden başlayacağız/Ve sadece kocaman bir kalp resmi çizeceğiz/Gabar ile Kato dağları arasındaki görünmez masalın üstüne” (s. 39), “Kırım ve Soy” şiirinde “Kimsesiz Allah’ın kimsesiz torunları/Kimi kimsesi olmayan bir hikâye bırakacak” (s. 46), “Veli Dedemin Kemanı” şiirinde “Fonda Allah’ın sol yumruğu, indi inecek” (s. 70), “Neşet Ertaş İçin Kırk Dizelik Şükür Duası” şiirindeki “Allah’ın yazı tura attığı koskoca yuvarlakta bir karınca gözüsün” (s. 71), “Temaşa” şiirinde “İpi göğüslemek için azraille tokalaşmak şartmış/Bir de hatır senedi imzalamak Allah’la” (s. 77), “Cenaze Evi” şiirindeki “Taksiratın faturası Allah’a kalır her sefer” (s. 83), “Trapezde Melankoli” şiirindeki “En yukarıda, ta Allah’ın eşiğine yakın” (s. 86) dizeleri dikkat çeker.
Alt Tarafı Aşktı dosyasında yer alan “Tek Dizelik Sayıklamalar” (“Ölüme Doğru”) da “Tanrı bu, attı mı oltayı çekiyor!” dizesini kuran şair O Yavan Masal doyasındaki “Aşka Takoz”da “Tanrıyla sözleşme de imzalamadım oysa” der.
Yukarıya dokümanını verdiğimiz incelemelerde de görüleceği üzeri şair “Allah”/”Tanrı” kelimelerini hep gerçek anlamda kullanmıştır. Sadece “Buranın Allah’ı uyuz köpeklerini gezdiriyor şehir şehir” dizesinde kibir sahibi muktedir kişi anlamına gelebileceğini, hatta “diktatöryal tip” şeklinde okunabileceğini belirtelim.
Bu minvalde sözü bağlamadan önce Cihan Oğuz’un “Tanrı” veya “din”e bir “sığınak” olarak bakmadığını, aksine Deli Dumrul’vari bir karşılaşma modelini örnek aldığını söyleyebiliriz. Bu konuda kişisel web sayfasından okunabilecek “Şiir Hayat Aşk” dosyasındaki “Uçurama Uzatılan İp” başlıklı yazıda yer alan şu ifadeleri de tersinden bir okumayla ek bir delil olarak dikkatlere sunabiliriz: “Deistlerin bir ‘toplumsal organizasyon’ biçiminde tanımlayıp da tanrı ile arasındaki (aralarındaki-CA) uzaklığa kendilerince bir form biçtikleri din olgusu, çok açıdan şiirin işlevine de denk düşen bir yanlışlığı her geçen gün daha da gösteriyor bize: sığınak arayışı.”
“Kirli Ankara”
Sıra Ankara’ya geldi. Ankara şiirde ad aktarması olarak ve hükümet merkezi anlamında kullanılmıştır. “Uyuz köpeklerini şehir şehir gezdiren”in konuşlandığı bu merkez her bir tarafı, temsilen Bahçeli’si, Yenimahalle’si ile hep aynı Ankara’dır. (“Bahçeli”nin tevriyeli kullanımından söz edilebilir mi?! Kanaatimce şiiri zayıflatırız. Oysa tevriye zenginleştirmeli şiiri.) Ankara şairin Hoş Bulduk Cehennem kitabındaki “Bir Küçük Kağıt Gemi” şiirinde Ankara “mutsuz”, “utangaç” “kirli” gibi vasıflarıyla ele alınır:
“Ankara
ağlamaktan usanmayan çocuk
Bir küçük kağıt gemide
korsanlığını yaşayan.
Taşkın leğenlerde geleceğin yittiği
Mavi
-en çok kanamaları gizleyen-
Belirsiz bir gökyüzünde yıldız biriktiren
Söylenecek söz biriktiren dilsiz tarihlere
Her imkânsızda bayrağını düşüren
Mutsuz,
Utangaç,
Kirli Ankara.” (s. 38)
Kendime Savurduğum Hançer’deki “Kafes” şiirinde ise Ankara “uğursuz gecede bir köpek leşi”dir:
“Artık sayımlarda ben yokum
Ne de tok sesli içtimalarda
Ankara ıssız bir kafes
Kadar
tutsaktır kirli yağmurlarda
Ankara uğursuz gecede bir köpek leşi” (s. 32)
Bu örneklerde de görüldüğü üzere şairin farklı şiirlerinde karşımıza çıkan Ankara’sı “Rücu”dakiyle benzer özellikler gösteriyor. Ne diyordu?
“Bahçeli’den yanlış dolmuşlar kalkıyor
Yenimahelle son durakta arızalı halk otobüsleri
Ankara hep aynı Ankara”
Şair ve Hayat…
Şair tarafından “otoriter” unsurlar arasında görülen “hayat” farklı halleriyle onun metinlerinde yer alır. Ah Biz Şairler’deki “Hayat, Şairin Kendine İhaneti midir?” başlıklı yazısında konuyu enine boyuna ele alır. Okuyalım:
“Dizelerden dökülen binbir çile ile hayatın karşımızdaki esas duruşu arasındaki ikilem şairlere matuf bir kader midir? Herhalde değil. Öyle olsaydı, esas duruş sonrası ilk fırsatta hayatın şairden öcünü almak için bunca hevesli davranması gerekmezdi. Ama şair hayat karşısındaki yarışa her zaman birkaç adım geriden başladığı için bu ilke de poetikanın anayasal bir kuralı haline geldi.
Peki, şairi hayat karşısında bunca ezik duruma sokan sebep sadece o tanımlanması zor ilke mi? Yoksa şair bizzat kendisi mi o sürecin asli kahramanı olmak için can atıyor? Sözü hiç eveleyip gevelemeden söylemek gerekirse: Şair hayat karşısında niçin bu kadar utanıyor ki tokadını ondan esirgiyor?
Aslında bu sorunun yanıtını hepimiz az çok biliyoruz. Şairin yaşamı boyunca oportünist bir çizgide gelgitlere savrulması, edebî yaratı açısından belki bir şans ama, duruş adabı bakımından tam bir fiyasko. Çünkü -zinhar- şairin hayatı alt edemeyeceği gerçeği, sonun başlangıcı için bir gong sesidir. Ama o sesi duyanı ara ki bulasın. Şairin çok somut, gündelik, ele avuca gelir hayatı ile madalyonun ötesine taşıdığı edebî hayatı arasındaki çelişkiler, olsa olsa o sürecin olağan bir izdüşümüdür. Şair, herkesin yaşadığı hayattan neyi kaçırmayı başarabilmişse, edebî hayatını o derece zenginleştirecektir. Burada yaşayamadıklarını orada biriktirecektir. Saptamayı uhrevi bulması kolay, ama bir tür mahşer duygusudur bu. Benzetmeyi beğenmediyseniz, ‘derin bir çelişkinin kaçış güzergâhları’ diyebilirsiniz.
O güzergâhta şairin kendini bulabileceği veya tamamen kaybedebileceği de akıldan çıkarılmamalı. Şair, sonuçta, etten kemikten bir varlık. Direnebileceği noktanın sınırları da çok önceden çizilmiş zaten.
O zaman geriye ne kalıyor?
Tek kelimeyle: Hesaplaşma.”
(…)
Hesaplaşma, bir bakıma safraları da atabilme yeteneğidir, yani fazlalıkları. Sümme haşa, hiçbir şairin fazlalığı yoktur, eksiği vardır!
Hayatla hesaplaşmak, adı üzerinde, bir başkasını hırpalamaktan geçer. Oysa şairin kendisiyle hesaplaşması öyle kolay yutulur bir lokma değildir. Bazen ismini bile reddetme noktasına kadar götürür insanı.
Peki, şairden bu özveriyi niçin bekliyoruz? Öyle ya, yıllardır hayatı darmadağın etmekten çekinmeyen politikacılardan bile ummadığımız bir tutumu şairin gösteresini niçin özlüyoruz?
Elbette hayata yakışsın diye.
Ama onun buna niyeti yoksa, zorlamanın da bir anlamı kalmıyor. Varsın antolojilerde, yıllıklarda avutsun kendini, sonra unutulup gitsin. Kime ne!
Tekrar başa dönelim: Hayat, şairin kendine ihaneti midir? Eğer o hayatı şair bizzat yarattıysa, evet. Somut ve katı dünyanın can acıtıcı gelişmelerine hepimiz şerbetliyiz. Alıştık. On yılı bile bulmayan aralıklarla ortaya çıkan ekonomik/sosyal krizlerin bile artık bir açıklaması var.
Ama şuaranın arattığı o ikincil hayatın bir açıklaması yok.” (s. 88-89)
Yazının devamında Cihan Oğuz, şairin hayat karşısında -şiirini harcamak, yeterince çalışmamak, vs. gerekçesiyle- yenilmesi hususuna temas eder. Son hükmü şudur:
“Tüm bu çabalar şairi hayat karşısındaki mutlak yenilgiden kurtarır mı, bilinmez. Ama oksijen çadırından çıkaracağı muhakkak.” (s. 90)
Ah Biz Şairler’de “hayat”ı “Şiirselleştiremediklerimizden misiniz?” başlıklı yazısında da ele alır Cihan Oğuz. Edebiyatçı ve şairlerin kendilerine sürekli sorageldikleri “Hayat nereye gidiyor?” şeklindeki hayatî soru üzerine yoğunlaşır ve yanıtını da verir: “Hayatın bir yere gidip durduğu yoktu aslında. Şair – yazar duraksamıştı. Olup biteni anlamaya mecali yoktu. Çünkü tükenmeyi baştan seçmişti.” (s.111) Fakat şair hayatla ilgili monologlar kurar:
“… Hayat neredeydi?
Biz kendi gölgemizin aksine koşar adım giderken niçin bahtsızlığımızı gösteren bir mercek kadar zalimdi? Şiirlerdeki her dize, romanlardaki her kahraman, öykülerdeki her final bir şerit gibi onun kıvrımlarına uzanırken, hayat neden bizden bu kadar çabuk vazgeçmişti? (…) Bizim yitişimizdeki efsanevi virgül, dünyanın tepetaklak olmaya yüz tuttuğu bir döneme rast gelmesindendir.” (s. 112)
Hayat, onun “Rücu” dışındaki şiirlerinde de dikkate değer yer işgal eder. Bu şiirin üçüncü bendinde “adrese dayalı nüfus kayıt sistemi”, “bergamutlu çay demlemek” gibi görece dönemi yansıtan sosyal hayata dair ifadelerin yanı sıra, kar yağarken “kombiyi kısmak”, burun ucunu gösterecek kadarlık (“40 mumluk”) elektirik lambası kullanmak gibi ekonomik krizlere atıf yapan ifadeler dikkati çeker. Fakat kanaatimce bendin bercestesi “Hangi sokakta kaybolduğumu bilsem yeni bir Cihan yaratacağım kendimden” dizesidir. Burada güzelliği oluşturan “Cihan”ın tevriyeli (şairin adı, dünya) kullanıma imkân tanımasıdır. Bu arada şair kendi adını başka şiirlerinde de sık sık kullanmaktadır. Bunları örneklendirelim:
Kendime Savurduğum Hançer’deki “Tersine Otobiyografi” şiirinde:
“Ben, Cihan Oğuz, 83 yaşındayım
Sonbahara ramak kala el sıkıştım azraille
İçimde kendim gibi gitmenin huzuru
Ama kendim gibi yaşamanın yabancılığı da
Hepinizi çok sevdim, fazladanmış gibi göründü belki
Her sabah coşkuyla yeniden doğmak öyle güzeldi ki
Birinize sarılmasak eksik kalırdı hayat” (s. 79)
Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal kitabındaki “Hatabiyografi” şiirinde adını yukarıda ele aldığımız anahtar kelime ve kavramlarla, “adalet” ve “Tanrı” ile birlikte ele alır:
“Merhaba, ben Cihan Oğuz
El sıkışalım, anlaşalım
Siz tanrısınız; Mağrur, bağışlayıcı, adaletli
Ben hep yapayalnız sandım sizi, yanıldım” (s. 89)
Aynı şiirde, Allah’a hitaben kendisini şöyle takdim ettiğini görürüz şairin:
“Ben Cihan Oğuz canım Allahım
Yedi milyar kulundan en sivri dillisi
En edepsizi
Belki en korkağı ölüme yol alırken
Üstelik en piçi” (s. 90)
Şair, aynı kitabında yer alan “Sırat Köprüsünde Ters Perende” şiirinde adını anmamakla birlikte kendisiyle ilgili hayatı algılayış ve duruş biçimlerine dair veriler sunar:
“Sen: bu dünyayla maytap geçen herhangi biri
Arnavutköy’de her Pazar balık tutarken
derin hâyallerde kendi hikâyesine yoldaş yakalayan
Yeşil otobüste cep telefonunu kapatmayı unutan
Sinemada horlayan
Cumartesi pazarında en ıslak marulları seçen
Bütün gazetelerin kitap eklerini takip eden
Kendi ömrünün .mına koyan
Hâyâllere doyan
T.C kimlik no’sunda 73 milyonun kahrını barındıran
Seçilmiş
Sıçılmış
Tasması halkın boynunda paslı
Bütün kılıçlara ve kalkanlara rağmen sabıkasız” (s. 52)
“KPSS’de 85 alıp mülakatta elenen coğrafya öğretmeni gibiyim
İçimden geçen nehirler denize kavuşamadan buharlaşıyor”
Yazımız boyunca “Rücu”daki kimi anahtar unsurları şairin poetik metinlerindeki söylemleri ve başka şiirlerindeki dizeleriyle eşleştire geldik. Bunu üstteki “KPSS”ye de uygulayalım ve şairin Allah’ın Sol Yumruğu kitabındaki “Uzak Aşk İçin Akrostiş” şiirinde “Çoktan seçmeli aşk sınavında sıfır düştü bana” (s. 40) dediğini, böylece “hayat”ta kaybedenin “aşk”ta kazanma şansının sıfır olduğunu okumuş olalım.
“Galiptir Bu Yolda Mağlup”
“Eskilerin işi kolaydı. Çünkü rakipleri tekti: Kapitalizm veya faşizm. 21. Yüzyıldaki çelişkiler yumağı ise on tane Karl Marks bir araya gelse içinden çıkamayacağı kadar ucube bir karakter taşıyor.
Şair ne yapsın?
Havlu atamaz, çünkü taşıdığı inada aykırı.
Onay veremez, o takdirde tarihe mahcup düşer.
Vurdumduymazlık hiç yapamaz; çünkü o zaman da şiirini besleyen kaynaklar kurumaya yüz tutar.” (Ah Biz Şairler, s. 28)
“Hayatın Kuyusunu Şiirle Kazmak” başlıklı yazısında yer alan üstteki satırlar eşliğinde “Rücu”yu son bir değerlendirmeye almak istiyoruz.
Bizce “Rücu”yu değerli kılan hususlardan en önemlisi yazıldığı dönemin ruhuna dair zihniyet unsurlarını içermesidir. Şair bu metni ile söz konusu unsurlara yönelik tefhim, tariz, tahfif ve tahlillere girişiyor. Bu girişimlere tahmil olan “Rücu” bizi farklı okumalarla sınıyor. Bir tür okurluk imtihanı!
Yukarıdan beri “Rücu”nun otoriter kimi unsurlarla cenk eden bir şiir olduğuna dair söylemler üretmiştik. Peki, o otorite makamları karşısında hangi konumdadır bu şiir? Şerefli bir galibiyete mi imza atmıştır şair, yoksa şanlı bir yenilgi şiiri gibi mi okumalıyız onu?
Kanaatimiz odur ki içerdiği unsurlardan ötürü bir dinamik durum şiiridir ve zalim otoriter unsurlara karşı şerefli bir duruşu yüklenmiştir.
Bünyesinde bulunan ve hassas kalplere kederler ikram eden kimi dilsel unsurlara dikkat kesilecek olursak yenilgiye odaklanabiliriz.
Peki, bu ikili haller karşısında tavrımız ne olmalı? Yanıtını Cihan Oğuz’dan alalım. “Hayatın Kuyusunu Şiirle Kazmak”ta belirttiği üzere şair (ve okur-CA), böylesi hallerde “serinkanlı” olmak zorundadır: “Dünyanın gidişatındaki aksaklıkları lime lime etmek, insanın parçalanışındaki atomların karakterlerini yakalamak, yanılgılar ve yenilgilerin nedenini sorgularken geçici de olsa doğru önermelerde bulunmak, tıpkı kalp ameliyatına giren bir doktorun ince damarlardaki hayata göz kırpan şarkıya nağme bulması kadar zor ama o derece de kutsaldır.” (Ah Biz Şairler, s. 28)
Tam da burada şairin başka şiirlerinde “yenilgi”yi hangi işlevsellikler üzere dikkate aldığına göz atalım:
Mesela Aşkla Satranç kitabına adını veren şiirde şöyle bir dize yer alır: “Şah diye bir şey yok bu yenilgiler evreninde” (s. 37) Aynı eserindeki “Başlangıçtaki Nokta” şiirinde ise şu dizeleri okuruz: “Surlarında bayrak barındırmayan- bir yenilgi sarhoşu- alışılmadık planlar yapıyor her gece:” (s. 43)
Tanrıyla Konuşmalar’daki “Geri Gelen Mektuplar” şiirinde “Yenilginin kime ait olduğu belirsiz bir serüvendi kuşkusuz/geçip giden yolları saymazsak” (s. 35) der.
Kendime Savurduğum Hançer’deki “Persona Non Grata” şiirine “Boynumdan ilmeği çekip alın ve öykü başlasın:” (s. 13) diye başlar şair.
“Dingonun Kaçışı” şiirindeyse:
“Cepheden yüz metre geriye çekiliyorum
İsterse korkak diye rütbemi söksünler
Buyrun sizin olsun bütün fiyakalı madalyalar
Değil mi ki aşk beni beğenmedi,
almadı damarına
Çirkin buldu, ince, yüzsüz
Değil mi ki unutmak istedi fısıldanmış
en güzel sözleri” (s. 41)
Aynı kitabındaki “Sersem Çelebi” şiirinde söylediklerini de kaydedelim:
"İşte paratoner gibiyim, bütün uzak bulutların öfkesi tepemde
Her fatura kabulüm ömrüm öder, yetmezse bir canım daha var
Kaç yıllık çelebiyim, dünya döner, ben dönerim, aşk kan ağlar
Bulanık dere suyuna çıktı adım, kımıldasam seke seke gelen taşlar hedefin ortasında
Bu da tabiat anadan bir recm…” (s. 68)
Alt Tarafı Aşktı dosyasındaki “Ben Kamikaze” şiirindeki şu dizelere bakalım:
“Gecikmiş bir oyunun bittiğini yıllar sonra anladık
Meğer satranç tahtasının üzeri boşmuş
-hayalet hamleler, yenilgiler, rok’suz kaçışlar-”
O Yavan Masal doyasındaki “Üç Şiirlik Aşk” başlıklı metninden:
“Anladım ki herkesin saati kendine dakik
Kalbimse varlığını inkar eden yenik savaşçı”
Sana Dair Düş Ötesi Şeyler dosyasındaki “I.”den:
“Ne ölecek kadar mağlubuz, ne yaşayacak kadar mağrur”
Daha önce de değinmiştik, Cihan Oğuz “Hayat, Şirin Kendine İhaneti midir?” başlıklı yazısının son cümlelerinde farklı bir bağlamla da olsa şu cümleleri kuruyordu: “Tüm bu çabalar şairi hayat karşısındaki mutlak yenilgiden kurtarır mı, bilinmez. Ama oksijen çadırından çıkaracağı muhakkak.” (Ah Biz Şairler, s. 90)
“Rücu” müstebit bir çağda oksijen sundu hassas kalplere.
KAYNAKÇA:
Abdullah Özkan-Refik Durbaş, Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiir Antolojisi: 526 Şair, 1909 Şiir, Boyut Yay., 5 C., İst., 1999.
Ahmet Ada / Girdap ve Safir (Virgül, Aralık 1998), sayı 14, s. 36.
Cihan Oğuz, “Rücu” Virüs Dergisi, S. 12 (Temmuz-Ağustos-Eylül 2022), s. 193.
Cihan Oğuz, Ah Biz Şairler, Yazılı Kağıt Yay., Ank., 2013.
Cihan Oğuz, Allah’ın Sol Yumruğu, Peron Kitap, Ank., 2018, 70 s.
Cihan Oğuz, Aşkla Satranç, Gibi Yay., Ank., 1995, 75 s.
Cihan Oğuz, Ay Işığı Karanlığı Yırtarken, Ümit Matbaası, Uzunköprü, 1983, 48 s.
Cihan Oğuz, Girdap ve Safir, Öteki Yay., Ank., 1998, 47 s.
Cihan Oğuz, Hoşbulduk Cehennem, Promete Yay., Ank., 1994, 76 s.
Cihan Oğuz, Kendime Savurduğum Hançer, Yom Yay., İst., 2004, 80 s.
Cihan Oğuz, Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal, Yasakmeyve Yay., İst., 2014, 91 s.
Cihan Oğuz, Tanrıyla Konuşmalar, KÇP Yay., Ank., 2013, 37 s.
Fikret Demirağ / Cihan Oğuz’dan Şiirler (Cumhuriyet Kitap, 4.3.1999)
Gültekin Emre / Cehennem Satranç ve Safir (Cumhuriyet Kitap, 1.10.1998)
http://www.cihanoguz.com/ [Erişim: 22.03.2024]
https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/cihan-oguz [Erişim: 22.03.2024]
https://tr.wikipedia.org/wiki/R%C3%BCc%C3%BB_(hukuk)
https://www.biyografya.com/biyografi/2239 [Erişim: 22.03.2024]
https://www.biyografya.com/biyografi/2239 [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/Alt-Tarafi-Askti_4.aspx [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/Evet-Elestiri-_6.aspx [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/O-Yavan-Masal_1.aspx [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/Sana-Dair-Dus-Otesi-Seyler_3.aspx [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/Siir-Hayat-Ask_2.aspx [Erişim: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Gruplar/Yeni-Siirler_7.aspx [Erişim tarihi: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Sayfa/Cihan-Oguz-Ay-Isigi-Karanligi-Yirtarken-Siir-Kitabi-1983_325.aspx [Erişim tarihi: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Sayfa/Cihan-Oguz-Mehteran-Boluguyle-Enternasyonal-2014_333.aspx [Erişim tarihi: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Sayfa/Cihan-Oguz-Roportajlar_90.aspx [Erişim tarihi: 22.03.2024]
https://www.cihanoguz.com/Sayfa/Cihan-Oguz-Tanriyla-Konusmalar-2013_331.aspx [Erişim: 22.03.2024]
İhsan Işık, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi, Elvan Yay., C. 2, Ank., 2004, s. 1339.
Mehmet H. Doğan, Yüzyılın Türk Şiiri (1900-2000), YKY, İst., 2001.
Murat Yalçın, Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, 2 C., YKY, İst., 2010.
Yılmaz Odabaşı, Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi, 1975-2000, Scala Yay., İst., 2001.
Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
5 yorum:
Tebrikler👍👏👏
Teşekkür ediyorum.
Teşekkür ederim.
Emeğinize sağlık. Oldukça kapsamlı ve yararlı bir çalışma olmuş
Teşekkür ediyorum.
Yorum Gönder