26 Aralık 2020 Cumartesi

ŞİİRDEN GÜNLER-3

İZMİR, MAYIS 1986, “AVUSTRALYA SOKAK ŞAİRLERİ”…

İlhan Özdemirci’nin derleyip çevirdiği, Odak Yayın’ın Nisan 1986’da yayımladığı 64 sayfalık kitabı okumaya kısa fakat esaslı bir sunuş yazısıyla başlıyoruz. Özdemirci’nin dikkate değer ifadeleri arasından çekip alınacak o kadar çok şey var ki… Şiirin başka insanlarla/okurla paylaşılması ve böylece şiirle duygusal bir hesaplaşma yapılması, yeniden üretilmesi, sürekliliğinin sağlanması, devinim kazandırılması…

Bunlardan daha önemlisi, şairde ad yerine şiir aranması; öyle ya, sokak şairleridir söz konusu olan. Yazdığı şiiri kendi imkânlarıyla çoğaltan ve sokaklarda, caddelerde kendi elleriyle dağıtan adı sanı belirsiz insanlar. Öyle ki, “kağıt tomarları” arasından seçilip de elimizdeki kitaba alınanların pek çoğunda bile şairi tespit edilemeyen metinler vardır.

Gücünü sokaktan alan bu metinlere zaman zaman desenlerin, karikatürlerin, imza, çağrı ve adreslerin ve hatta başka bilgilerin de eşlik ettiğini belirtmiş İlhan Özdemirci. Fakat kitaba bunların görselini almamış. Keşke alsaymış…

Genel olarak “egemen anlayışın dışında” olan bu şiirler “reddedici, tepkici, sezgisel ve olgunlaşmamış” metinlerdir. Bununla birlikte, “ülkemizde, kendi dilimizde yayınlanan birçok şiirden daha iyileri vardır” içlerinde. En önemli husus ise, bu metinleri oluşturan şairlerin “sanatdini”ne tapmayışlarıdır.

Özdemirci her ne kadar bahsetmese de ben bu şair/şiir formatını, bir dönem Anadolu’da yaygın olarak gördüğümüz “Destan” şairlerininkileriyle ilişkilendirdim. Öyle ya, toplumu veya bireyi ilgilendiren herhangi bir olay karşısında, bu Anadolu şairleri kaleme sarılır, destanlarını yazar, şehirde bir matbaada bir şekilde çoğaltır, sonra köy köy, kasaba kasaba gezer, şiirini muhataplarına ulaştırırdı.

Bu kadar teknik açıklama yeterlidir sanırım. Gelin şimdi şiirlere odaklanalım. Ama önce şunu belirtelim: Bazı şiirlerin şairi, bazılarının ise başlığı tespit edilememiş. Başlıksız metinleri diğerlerinden ayırmak için başlarına (…) konulmuş. Bu şekilde, bazısı kısa bazısı uzun 25 şiir yer alıyor kitapta.

Bunlar arasında şairi belirsiz “Özlem Yetmez” şiirinde Avustralya’ya ve uluslararası ilişkilerine dair hassasiyetler ele alınıyor:

“Avustralya,

savaşlar olmayacak bir daha.

Endonezya, Japonya, Yeni Gine, Timon

komşular ve dostlar?

Amerikanın bağlaşıkları?

Askeri diktatörlükler?

Avustralya yöneticilerinin desteği?

Anımsa

dünya savaşları bir ve üçü.

Anımsa

Kore’yi, malaya, Vietnam’ı

anımsa yaşam ve ölümü.

Makinalı testereler keser insanları

üniformalari içinde canlı kemikler.

Anzaklar bizin için yeniden ölmezler.

…” (s. 19)

Şairsiz bir diğer şiir “Oldu Varsayabilir misiniz?” hayal dünyamızda ufuklar açacak bir metne benziyor. Okuyalım, tamamı şöyle:

“Aktör yitirdi notlarını.

Hiç kimse görmedi gösteriyi.

Meraklanmadı hiç kimse

Son yitirdiği duygusuydu çünkü.

Nedir başka kalan geriye?”(s. 42)

 

Şu dizeler de bence dikkate değer:

“V dünya bizim çevremizde döner/bizden geçerek dalgalanır denizler.” (s. 33)

“Üzüncün köprüsü ağlamaklı” (s. 52)

“Ve belki/Yuvarlanır gibi geçen zamana/Gelişigüzel bir bakış atacak/Eski, paslı sabana/Ve çürümüş/Yıllardır köşede/kalmış endişesiz/koşu takımına” (s. 60)

“Fırtınanın sınırındayız biz.” (s. 61)

Not: Bu yazı ilk kez "insaniyet.net"te yayımlanmıştır.

25 Aralık 2020 Cuma

NASILSINIZ?

45

hedef tahtası-

iyi oturun orda size koltuk dikilsin!

alnınız şiirsizlik başınız ablak duvar
eşyaya ve eşhasa kin kusuyor gözünüz

ne mamur binanız var karartıyor geceyi
gölgeniz işgal gücü ırak diğer yüzünüz

hile hurda desise akla gelen ne ise
kıtal katil katliam hepsi evet özünüz

-nişan

hamle ile heyecan hareket ve hararet
bize sunuldu hepsi nakkaşımız adı aşk

kardeleniz her daim elbet taşır şanımız
güle döner benzimiz karanfiliz adı aşk

mart ki fethe gelindir bahar ise sancımız
bize miras bir doğum evladıyız adı aşk

ok-

bir taş al ve at s(p)iyon’u vuracaksın!

Likâ Edebiyat, S. 45 (1 Mart 2004), s. 1.

22 Aralık 2020 Salı

MARC AUGÉ'NİN BİLEŞİK FİGÜRÜ

bir zorba yaşattı içinde ölü
yenildi özüne taze soytarı
şimdiyi unuttu örttü geçmişi
kibrinin tahtında hınzırın dölü

Ankara, 22 Aralık 2020

21 Aralık 2020 Pazartesi

TEHZİL

Öyle körüklediler ki karanlığı bu ara Şeb-i yeldayı şölene çevirdi şuara Müneccimle muvakkıt şaşırdı: Nedir Müptela-yı gama bunca maskara? Ankara, 21 Aralık 2020

19 Aralık 2020 Cumartesi

IPLAK

                                         Cihan Aktaş'a...

Ateş çemberinden geçseydik keşke
Köpek Didi'nin Çiftliği filmindeki gibi
Bir sirk aleminde oluyor evet illaki
Devlet-i ebed müddet geleneği...

Ama ablacım Köpek Dili filmindeyiz
Şimdi diğ'mi
Umamayız bu filmde aramayı Ç'yi
Hem kaç kişiyiz aklını yitiren
Yüklenecek hakikati...

Varsın revan içinde kalsın
Müennes kalpler iniltisi...

Ankara, 19 Aralık 2020



15 Aralık 2020 Salı

NASILSINIZ?

44
 

bu, bir ‘ayık’lama girişimi:

şıp şıp şıp… şimdi, dinleyin, terimizin engin musikisi, sizi sarsıyor…

zıııııııııızt… kesim mevsimi, kurtlu gövdeleri budayıp, atıyoruz ateşe, ısınma çalışmaları, iyi bir idman, hazırlık savaşa…

paaat küüüüt, paaaat küüüüüt… bu bir çürük söküm şenliği, toprağa musallat olana tokat, kök ayıklama etkinliği…

süpürün gidenleri!

alın teri, bıçkı hızar, kazma kürek, düğün bayram…

***

bu, bir adım ötesi:

verimli bir arazi, suluyoruz toprağı, çeşmemiz yine beden, bedenimiz bir ırmak, ırmağımız tertemiz ter, şıp şıp şıp…

ekip dikme dönemi, temel atış, has hamle, bağrına bağrına, vurarak, karnını yararak…

kök salış, boy pos alış, ağır ağır göynüme, gönenme…

çağırın gelenleri!

alın teri, diri beyin, soylu emek, büyük öfke, şenlik şölen…

***

bu, likâ okulu:

bol okuma, ince fikir, keskin zeka, zorlu uğraş, aşk ile savaş…

 

Likâ Edebiyat, S. 44 (1 Şubat 2004), s. 1.

8 Aralık 2020 Salı

ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-6

Pâdişâhım! Vak'a-i Nemrûdu bir derhatır et,
Ben de Hakkın gerçi bir mahlûk-ı bi-dermânıyım
Çok mudur karşı gelip seninle etsem harb ü darp
Sen mezâlim şâhısın ben de sühan sultanıyım.

Yeniden:

Padişahım, 
Nemrut vakasını bir hatırla!
Günahkâr bir kuluyum gerçi ben de Allah'ın.
Fakat seninle cenk etsem çok mudur bana?
Sen zulümler şahısın
                    bense söz sultanıyım: Unutma!

İzmir, 1984



4 Aralık 2020 Cuma

ARİSTOPHANES'İN "EŞEKARILARI (YARGIÇLAR)" OYUNU ÜZERİNDEN "ÇAĞDAŞ TÜRK TİYATROSU" OKUMALARI

"Daha söze girmeden, konudan biraz uzaklaşmayı göze alacak ve açmayı düşündüğüm tartışmanın terimlerini aşama aşama kesinleştirecek bazı başlangıç saptamaları belirleyeceğim." (Marc Auge, Unutma Biçimleri, YKY, İst., 2020, s. 9)

MÖ 446 - MÖ 386 yılları arasında yaşamış bir komedya yazarıdır Aristophanes. Çağının komedya yazarlarının en büyüğü olarak nitelendirilir. Bilgelerin Şöleni, Babilonyalılar gibi, vaktiyle çeşitli tören ve şölenlerde oynandığı halde günümüze ulaşmayan oyunlarının yanı sıra, Akharnialılar, Atlılar, Bulutlar, Eşekarıları, Barış, Kuşlar, Lysistrata, Thesmophoriazusae (Thesmophoria Şenliğini Kutlayan Kadınlar), Kurbağalar, Kadınlar Mecliste, Ploutos gibi zamanımıza kadar gelen oyunları ile, klasik komedyanın olduğu kadar, dünya tiyatro tarihinin de burçları arasındadır.

M.Ö. 422'e tarihlenen Eşekarıları, onun günümüzde de hâlâ basılıp yayımlanan  ve tiyatrolarda sahne bulan bir oyunudur. Atina'nın adalet sistemini alır, hırpalar bu oyunda. Fakat bundan da önce, devrin diktatör devlet adamı Kleon'a ve onun oluşturduğu hukuksuzluk ortamına dikkat çeker. 

Eserde manidar bir şekilde merkeze yerleştirilen Kleon, M.Ö. 422'de ölen Atinalı hatip ve devlet adamıdır. Doğum yeri ve tarihi bilinmiyor, fakat kaynaklar ömrünün bir bölümünde dericilik işiyle uğraştığını kaydediyor. 429'da iktidara gelen Kleon, Atina'nın yayılmacı siyasetinin başrolünü oynar. İşte bu Kleon, Atina'nın hak hukuk işlerini de kendi elinde tutmak için, Aristophanes'in "Eşekarıları"nda da bahsettiği bazı ayak oyunlarına girişir. Mesela, Perikles'in iktidarı döneminde yargıçlara verilmeye başlanan bir obolos tutarındaki ödeneği Kleon üç obolosa çıkarır. Kurumsal bir geleneğe bağlı olmaksızın, kura yoluyla halk arasından gelişigüzel seçilen yargıçlar (Heliastes), Kleon'un bu hamlesiyle adeta ayak takımının mesleği haline gelmiştir. Böylece adalet mekanizması tümüyle Kleon'un siyasî güdümü altına girmiş, tümüyle soysuzlaşmıştır.  

Kleon, Eşekarıları'nın oyuncu kadrosunda fiilen bulunan bir oyun kahramanı değildir. Fakat eserin birbirine rakip iki baş kişisi olan baba ve oğul, onun adıyla kodlanmış, onun verdiği negatif ilhamla adlanmıştır: Philokleon (Kleon Dostu) ve Bdelykleon (Kleon Düşmanı). Bu simgeselliğin yanı sıra eserin farklı sayfalarında Kleon'a ve oluşturduğu diktaya dair tespitlere yer verilir. Bunlardan birisi, eserin sonlarında yer alan aşağıdaki diyalogdadır. Sabahattin Eyüboğlu'nun Türkçesi ile (T. İş Bankası Kültür Yay., İst., 2000) aktarıyoruz:   

"...
Bdelykleon: 
Flavtacı kız başladı çalmaya yavaştan.
Şölende Theoros, Eskhinos, Phanos, Kleon var
Kleon'un yanı başında da bir yabancı, Akestor'un oğlu.
Böylesi davetliler arasında bir türkü söylemen gerekse...

Philokleon:
Söylerim.

(...)

Bdelykleon:
Göster bakalım kendini. Ben Kleon'um diyelim;
Harmodios türküsünü söylemeye başlıyorum,
Sen de gel bakalım arkadan...
        (Türküye başlar.)
"Atina'da bir adam var..."

Philokleon:
(Başka bir havadan devam eder)
"Canlar yakar, çalar çırpar."

Bdelykleon:
Sen zor söylersin bunu, yakar seni,
Sürer seni bu memleketten,

Philokleon:
Ben de bir başka türkü söylerim o zaman:
"Ey yükselmeye doymayan insan!
Bu gidişle ne devlet kalır, ne vatan."

Bdelykleon:
Evet ama, yanı başındaki Theoros
Sarılıp Kleon'un ellerine:
"Ey dost, Adometos'u hatırla:
Dost ol yiğit insanlarla."
diyecek olursa, nasıl bağlarsın türküyü?

Philokleon:
Tatlıya bağlamam, derim ki yüksek perdeden
"Ben tilkilikten hoşlanmam
Kurtla da kuzuyla da dost olmam."

Bdelykleon:
Şimdi sıra Eskhinos'da; Sellos'un oğlu:
Seçkin adamdır, sanattan anlar; şöyle der:
"Gel sevgilim, gel gidelim;
Taselya bahçelerinde
Günümüzü gün edelim."

Philokleon:
(Kendi havasıyla)
"Bir olduk mu seninle ben
Dünya gelir peşimizden."

Bdelykleon:
Aferin, bu işi iyi kıvırdın doğrusu.
(...) " (s. 66-67)

Kleon'un adının net olarak geçtiği ve onun zulümlerine işaretin yapıldığı bir başka bölüm, "Koro" tarafından söylenen şu dizelerdedir:

"Kimi dedikoduculara göre ben,
Kleon'a boyun eğmişim sonunda,
Üstüme saldırıp türlü kötülükler edince bana.
Benim derim yüzülürken rahatı yerinde olanlar
Bağrışmalarıma gülüyorlardı uzaktan.
Bekliyorlardı ki canım iyice yansın da
Sunturlu küfürler savurayım herife.
Bunu görünce sustum ben de
İçimi gizleyip maymunluk ettim biraz.
Görsün bakalım şimdi Kleon
Kolaymıymış beni yıldırmak.
" (s. 69)

Bu iktibaslardan da anlaşılacağı üzere, Eşekarıları'nın "adı geçen kahramanları" arasında yer alsa da, Atina'da bir zalimin gölgesi, hüküm sürdüğü döneme yoğun bir şekilde çöküp oturmuştur. Bu tespiti yaptıktan sonra, onun adını bir yalama şekeri haline getirip kullananlara atfen, baş kahramanımız Philokleon üzerinden yol alabiliriz.

Philokleon (Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kleon dostu; Kleon sever) Kleon'un soysuzlaştırdığı mekanizmanın en önemli temsilcisidir. Kleon'un hazırladığı ortamı bir yargıç olarak bütün olumsuzluklarıyla yüklenmiştir. Bünyesinde adalet mekanizmasının sapkın bir şekilde tezahür ettiği bu ihtiyar, yargılama yapmadan duramaz. Bu duruşma düşkünlüğü onda bir kötü huy derecesini geçmiş, sapıklık haline gelmiştir. Onun bu halini oyun kahramanlarından bekçi Sosias nöbet arkadaşı Ksantias'la konuşurken şöyle vurgular: "Ne azılı bir canavar bekliyorsun burada, bilmiyor musun?" (s. 11) Aynı Sosias, oyunun okur ve izleyicileri için, bu "azılı canavar"ın özelliklerini de tek tek sıralar: "Adam yargıçlık hastalığına tutulmuş, delisi olmuş bu işin. Tek düşüncesi adam yargılamak. Hep yargıçlar arasında, hem de en ön sırada oturmasa kahrından ölecek. Geceleri uyku girmiyor gözüne. Bir an dalsa hemen mahkemede buluyor kendini rüyada. Oy vermekle öylesine bozmuş ki adam, gece yatağından fırlayıp oy kupası arıyor karanlıkta. Gençler nasıl duvarlara sevdiklerinin adını yazarsa, bu da oy kupası resimleri çiziyor. Bir sabah horozu gün doğarken öttü diye mahkemeye verdi hayvanı. Horoz sanıklardan rüşvet almış da mahsus geç ötmüş; bizimkisi duruşmaya vaktinde yetişmesin diye. Şimdi artık akşam yemeğini yer yemez, getirin pabuçlarımı, diye bar bar bağırıp mahkemenin yolunu tutuyor, gidip orada bir sütuna dayanıp uyuyor; gün doğarken mahkemede hazır bulunsun diye. Mumlarla mühürlerle oynamaktan, eşekarılarına dönmüş bir halde geliyor eve. Çakıl taşı tükenir de oy kupasına taşımı atamam diye o kadar çakıl topladı getirdi ki, bahçe deniz kıyısına döndü. Kısacası yargı margı derken oynattı adam." (s. 14) Bu halinden ötürü, oğlu Bdelikleon onu eve kapatır, kapısına da iki bekçi diker.

Ama o bir yolunu bulur kaçmak için. Kapı kapalıysa baca vardır. Bacada yakayı ele veren Philokleon, kâh yalvarma yakarma, kâh tehdit ve şantaj, kâh yalan dolan, kâh olağanüstü güçlerden uydurduğu haberlerle ipini koparıp mahkemede yargıçlık oynamaya gitmenin yollarını arar. Bu yolda çevirmedik dolap bırakmaz. Eşeğini panayırda satma bahanesini bile tüymek için kullanmaya yeltenir. Olmadı dama çıkar, fakat her birinde yakayı ele verir. İmdatlar dilense de, olmaz, kurtulamaz oğlunun ev hapsinden: "İmdat, yargıçlar! Sevgili yargıdaşlarım! imdat, Kleon! Gelin, kurtarın beni!"

Bu arada Philokleon'un başında gözcülük yapan Sosias ile Ksantias'ın cevvalliklerini de unutmamak lazım. Onlar Philokleon'u kurtarmak için baskın yapabilecek yargıçlara karşı da teyakkuz halindedirler. Bunu oğul Bdelykleon'un söylediği şu cümlelere verdikleri yanıtla görünür kılalım: 

Bdelykleon:
"... Kızdırmaya gelmez morukları.
Eşekarıları gibi saldırırlar adama.
Sipsivri şişleri var kıçlarında
Bağıra çağıra, hoplaya zıplaya
Üşüşür üstüne sokarlar seni."

Ksantias:
Sen merak etme; kovanla yargıç gelsin isterse:
Bu taşlarla haklarından gelirim.

...
Devam edeceğiz.


2 Aralık 2020 Çarşamba

NASILSINIZ?

43

               “aranan fotoğraflar” şiiri


bekleme salonunda
‘anarşit’ler listesi
siyaz beyah çeilmiş
fotoğraf galerisi

her kim varsa hep kirçin
hem de özü kötüsü
gelen geçen bakıpdır
kendi görür sızısı

vardır hepsi ölmeye
hazır kıta dizisi
gidilecek düğüne
kim çalacak bu kösü

göğlerin zirvesinde
‘anarşit’lerin sesi
sesin senin en üstte
akis olsun gerisi

Likâ Edebiyat, S. 43 (1 Aralık 2003), s. 1.












Görsel: Ecinniler Dergisi, Kasım-Aralık 2020, s. 19.

29 Kasım 2020 Pazar

ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-5

Vükelâ kabrine heykel dikelim şöyle yazıp;
Ki: "Bunun hâl-i hayatında yeri münhâl idi:
Sanmayın yevm-i vefâtında bilindi kadri
Sağlığında yine bu böyle bir heykel idi."


Yeniden: 

Vekiller mezarlığına heykel dikip 
şöyle yazalım:
"Hayattayken de bunun yeri bomboş idi 
Ölümüyle niye bilinsin ki yüce değeri
Sağlığında bu yine böyle bir heykel idi."


İzmir, 1984.


26 Kasım 2020 Perşembe

ŞİİRİN İKİNCİ YUNUS EMRE’SİNDEN “HUZURSUZ RABITA”

Huzursuz Rabıta bir şairin ilk şiir kitabıdır. O şair, şimdiye kadar yazı ve şiirlerini Şehrengiz, Ahenk, Alize, Revizyon, Atlılar, Değirmen, Yeni Dünya, Karagöz gibi kültür, sanat ve edebiyat dergilerinde yayımlayan Yunus Emre Altuntaş’tır. 1978 doğumlu olan Altuntaş, farklı entelektüel faaliyetleriyle de kamuoyunun yakından tanıdığı bir isimdir. Örneğin, Ahenk dergisinin bir dönem yayın yönetmenliğini yapmış, Yenidünya dergisinin yayın kurulunda yer almıştır. Farklı sivil toplum örgütlerinde aktif rol almış, sözgelimi Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Şubesi’nde bir dönem yöneticilik yaparken, şimdilerde Genç Memur-Sen Bursa İl Başkanlığı görevini sürdürüyor. Ayrıca bir eğimci kendisi, bir eğitim kurumunun yöneticisi…

Huzursuz Rabıta (Ebabil Yay., Ank., 2014, 64 s.)’ya ilk kitap demiştik. Gecikmiş bir ilk kitap da denilebilir. Fakat topluma farklı alanlarda hizmet eden bir şairin eserinden bahsettiğimizi unutmayalım…

Huzursuz Rabıta’ya adından başlayalım… “Rabıta”, bağ, münasebet, ilgi, alâka, mensubolma gibi anlamları olan bir kelime. Sıra, tertip, usûl, düzen gibi ikinci derece anlamları da var ama kitabın adında bunların düşünüldüğünü zannetmiyoruz. “Huzursuz” kelimesinin bu başlıkta ince bir hassasiyete tekabül ettiğini düşünüyorum. Şu halde kitabın adı, “bağlanılan”a yönelik “sadakat”in sıhhatine yönelik hassasiyete işaret ediyor olmalıdır. Bunu kitaba ad olarak da verilen şiir üzerinden test etmemiz mümkündür sanırım. Zira şair “Sadakat gönlümün borcuydu hiç ödeyemedim”  diye başlar bu şiirine.

“Çığlık Sabahı” ve “Değirmenden Sesler” adlı onar şiirlik iki bölümden oluşuyor Huzursuz Rabıta. İlkine İsmet Özel’den alınmış bir epigrafra, ikinci bölüme ise Sezai Karakoç’tan aktarılmış dizelerle giriliyor. “Çığlık Sabahı”nın ilk metni “Dibace”. Bunun küçük bir poetik tutum metni olduğunu göreceksiniz: “Soruyorlar;/ Neden bu kadar hüzünlü kelimeniz/ Neden bu kadar acı?// Sorarım;/ Var mı bu kadar ölüm/ Bu kadar tasallut civarındayken/ Şairin başka kelimeye harcı?”

Görüldüğü üzere şair toplum sorunlarına atıf yapıyor, bunları kendisine dert biliyor. Evet ama bunu şiire nasıl yansıtıyor? Tam da olması gibi diyebilirim. Şiire zarar vermeden, şiirsel estetiği göz ardı etmeden. Farklı şiirlerden örnekler sunarak delillendirmek zamanıdır:

“nice evden ayrı düşmüş nice zamanı sırtlamış/ gurbetin leblebisini evire çevire/koluna ıstırabın falçatasından teşbihler/kazımış ve can vermiş kelimelerine/anlat desem kanayıverecek/yu desem arın ve git bahçemden/mezarımdır diye kendini iskemleye gömecek” (s. 13)

“arya tıpkı mısır gibi ağlıyor/telâşı dansediyor kınından sıyrılmışçasına/kale gibi sağlam bir göze sarılıyor elleri/sahte kentlerin ucuzluğunu yırtan sahici bir göz/tüm zalimlerin içinde yüzdüğü kan çanağı” (s. 20) 

“unutma!/ dilini taşlarla ezecek savaşçılar birgün/ korkunu kulaklarınla yedirecekler/ ayaklarına dolanan her kelime sanki cephede/ birbir dönüyor bak çıktıkları hücreye/ nisyanın elleri onurun çanağını taşlıyor/gök/ ardı ardına yürekli kuşları mermi niyetine taşıyor” (s. 45)

Aktardığım dizeler bir yana, Yunus Emre Altuntaş’ın şiirini kolaylıkla teslim almanız mümkün olmayabilir. Bu her zor şiir için geçerli olduğu üzere biraz da sizin kültürel donanımızla ilgilidir. Zira benzerleri gibi, Altuntaş’ın da yüksek kültürel birikimlere yaslandığını, bağlandığını söyleyelim. İşte onun kaynaklarını ele veren bazı kelime, kavram ve ifadeler: “Sanço”, “hava, su, ateş, toprak”, “Lili”, “Ferhat”, “Hallac”, “Balkonları var düşen çocukları bağıran”, “Şamil Basayev”, “Basü badel mevt”, “Hızır”, “İlyas”, “Jaqen H’ghar”, “Yusuf”, “Andy Kaufman”, “Sezai Karakoç”, Arthur Rimbaud, “Niçe”, “Nihilizm”, “İbrahim”, “hani anlatırlar ya tarihte hassanlar biat etti/ ehabişler ise ihanet etti diye”, “Darwin”, “Nemrut”, “Cicero”…

Elbette bu kadarla sınırlı değil şairin kaynakları. Mesela, geleneğimizin zirve isimlerine olan atıflara rastladığımız olur yer yer; kimi zamansa önümüze Kur’an’a yapılmış bir atıf çıkıverir. Kur’an’a yapılmış şu atfın “beddua” seanslarına itiraz olarak yakın zamanlarda yazılmış olduğuna kanaat getirdiğimiz “Diyakoz” şiirinde yer aldığını söyleyelim: “Şimdi geriye yaslan, bak gözlerime ve söyle adın nedir?/İsmindeki Allah aşkına tevbe teşbihini duvardan indir/ Nar’ı meyve kılan Rabbim Nâr’ı da yaratmasa inan bunu demezdim.” (s. 62)

Hemen belirtelim, Huzursuz Rabatı’nın ikinci bölümünde şairin şiire dair görüşlerini ele veren metinlerine dikkat etmelisiniz! Ve belirteyim, söyleyiş ve edasını sevdiğim pek çok dizesini şairin, şimdilik kendime sakladım!

(Bu yazı ilk kez 14 Ağustos 2014’te Milli Gazete’de yayımlanmıştır.)

AYIN ŞİİRİ: HÜSEYİN KARACA'NIN "GEÇMİŞ OLSUN" ŞİİRİ

Esir almış bizi sayılar ve şeyler
Son çeyrekte büyüme rakamları
İstatistiklere göre ölüme daha çok var
Haberlere göre çok ölüm var
Vahim bir hata var sabit değişkende

Vergilendirilmiş zamanı kutsayalım
Kaçıralım vergiden hayatın ek ders ücretini
Bir çiçeğe su verirsek kaç kişi beğenir bunu
Sosyal bilgiler, sosyal medya, sosyal mesafe
Kaç dostun var, gözgöze geldiğinde gözünü kaçırmayan

Hamam böceği ters dönmüş çırpınıyor
Karadeniz sütliman, batan gemilerin yasını tutuyor
Hileli terazi, kumaştan çalan terzi, irfan hep mirasyedi
Haylaz çocukları camlarını taşlıyor masum Anadolu’nun
Yerli ve milli yalnızlık yükselişe geçiyor

Çökmüş bir limbik sistemle yenilgiden dönerken
Bir zafer edasıyla selamlayalım bunu istiyor avam
Biz bize yeteriz göstergeler olumlu seyrediyor
Tüm parametreler, paradigmalar, paradokslar içinde
Çare göstergebilim, anlam yitik bir ülke

(Hüseyin Karaca, İstanbul BirNokta Dergisi, S. 226, [Kasım, 2020], s. 9.)

Sanat araştırmalarında ve eser yorumlamalarında eser ile eserin oluşturulduğu dönem arasındaki ilişkinin tespit ve tahlili hayli değerlidir. Devrin ruhu, çağın alamet-i fârikaları gibi anahtar kavramların yanı sıra “zihniyet” terimiyle de dikkatlere sunulan bu ilişkiye, psiko-sosyolojik bir kazı faaliyeti denilse yeridir. Şöyle ki, eserde yer alan ve bir döneme ait dini, siyasi, sosyal, ekonomik, adlî, askerî, sivil, vb. faaliyetlerin birlikte oluşturduğu duygu, düşünce, anlayış ve zevk atmosferi zihniyeti oluşturur. Teorik olarak bunlar, gizli veya aşikâr, sanat eserinin yapısına dâhildir. Fakat gerek devrin havası (egemen olanın baskısı), gerekse eser sahibinin bireysel tercihleri, zihniyetin tezahür ediş hal ve biçimini belirler. Diğer bir ifadeyle, kimisinde bir geri çekilme silikliği şeklinde belirirken, kimisinde bir netlik görünümü sunar.

Bütün sanat eserleri için geçerli olan zihniyet kuramı, kendisini en kolay şekilde edebiyat eserlerinde, onlar arasında da şiirde gerçekleştirir. Bunun nedeni, şiirin başlangıçtan bu yana merkezî bir sanat olması; evrenselliği kapsayan, hayatı kuşatan bir muharrik cevher konumunda bulunması olsa gerektir. Şairlerin, kuşkusuz sahici şairlerin, toplumsal rol model oluşları da unutulmamalıdır.

Bu noktada sözü Hüseyin Karaca’nın “Geçmiş Olsun” şiirine getireceğim. Hemen belirteyim, “Geçmiş Olsun”u yayımlandığı dergiden okur okumaz “Ayın Şiiri” derkenarını düştüm. Ardından heyecanımı bir adım daha öteye götürüp, sosyal medya platformlarında şu notla paylaştım:

“Uzun bir zamandan sonra, edebiyat dergilerinde pek bulunmayan bir şey  @istbirnokta'da karşıma çıktı. Yaşanan hayata dair bir şiir: ‘Geçmiş Olsun’".

Evet, paylaşım notumdan da anlaşılacağı gibi, bu şiir, içerdiği zihniyet unsurları bakımından son yıllar Türkiye’sine tahmil olmuş, a-sosyal, mistik, sözde metafizik, dahası sinik ve sümsük bir şiir kanonu ortamına, ışıltılı bir biçimde inivermişti. Bize düşen de, bu metni takdim etmekti. Devam edelim:

“Geçmiş Olsun”, toplu halde yaşanan bir esaret hali tespiti ile başlıyor. “Sayılar”ın, “şeyler”in, “büyüme rakamları”nın, “istatistikler”in kuşattığı bu esir oluş hali, “bizi” kendisine kanıksatmış, dahası “ölüm”le terbiye eder kılmıştır. Şair, söz konusu vehameti, hatalı “sabit değişken”e eklemlenmiş oluşumuza izafe etmektedir; birey veya toplum olarak, Hak ve hakikatten sapma gösteren duyuş ve düşünüşlerimize, oluş ve kılışlarımıza.  Bu noktada, söz konusu sayısal ve istatistikî unsurlar, pratiğimize yansıyan ve her bakımdan negatif olan dokümanlara tekabül etmektedir. Haydi bir miktar somutlandıralım: Ekonomik olarak, sözgelimi üretim ve tüketimdeki açmazları; sağlık sektörü açısından aylardır sürmekte olan pandemik ölüm kalım çizelgelerini; hukuk ve adalet bağlamında suçlu ve cezalı oranlarını, OHAL verilerini, KHK çıkmazlarını; dinde intihar vak’ası sayılarını; siyasette makulden sapma tutanaklarını…

Şiirin ikinci bendine ekonomik arka planı olan “vergi”, “ek ders ücreti” gibi kavramlarla giriliyor. Bunlar, bu bendi bir bakıma ilk bend ile anlam bakımından bağlar. Fakat bir yandan da “zaman”la, “hayat”la ilişkilidirler. Şunu diyor sanki şair: Sayılara olan esaretimiz, zamanımızı, hayatımızı berheva etmektedir. Bu izlenimi verdikten hemen sonra ise, bir başka esaret ortamına geçiş yapılıyor: “Bir çiçeğe su verirsek kaç kişi beğenir bunu” dizesi her ne kadar “çiçek” ve “su” gibi iki iç açıcı unsuru içerse de, son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılır olduğu ortamlar itibariyle itici hale gelen “beğeni” kelimesinin uladığı unsurlarla okununca, bir değer yitimi yaşıyor: “Sosyal bilgiler, sosyal medya, sosyal mesafe”. Tabii her şey “sosyal” olunca, göz göze gelebileceğimiz kaç dostumuz olduğuna dair bir soruya da muhatap oluveriyoruz. A-sosyallik mahkumiyeti çıkıyor karşımıza.

Şiirin üçüncü bendi kültürel unsurlara yaptığı atıflarla dikkat çekmektedir. “Hamam böceği” ile Kafka ve Dönüşüm romanına; “Karadeniz” ve “gemiler” ile “Karadeniz’de gemilerin batması” deyimine; “Hileli terazi” ve “kumaştan çalan terzi” ile günümüz bazı şair ve yazarlarının eserlerine telmihler yapılmaktadır. Fakat bunlar doğrudan doğruya değil, dolaylı ilişkilendirmeler, hatta tahrifatlar yoluyla icra edilmektedir. Zira hamam böceği ile birlikte her şey tersine dönmüştür, çırpınmaktadır. Sanki bir yıkım dip yapmaktadır. “İrfan”ın mirastan yemesi, “masum Anadolu”nun camlarının (Canlarının mı yoksa?) kendi “haylaz çocukları” tarafından taşlanması, söz konusu yıkımı afişe etmektedir. Şu dize ise mevcut dibe dönük hâl ve gidişi sürmanşete çıkarmaktadır: “Yerli ve milli yalnızlık yükselişe geçiyor.”

Son bentteki “limbik sistem” bu şiirin bence en önemli dil unsurudur, dahası özeti, ‘bilgi notu’dur: “Çökmüş bir limbik sistemle…” Bu biyolojik (anatomik) kavramı kullanarak şairin büyük bir başarı gösterdiğini belirterek, şiire kazandırdığı zenginliği açıklamaya çalışalım. Şöyle ki, limbik sistem, kafatasında, beyne komşu bir sistem olup insanın duygu sistemini kontrol eden bir yapıdır. Hafıza için hayati bir öneme sahiptir. Hormon bezlerinin merkezidir. Sinir sistemi buradan yönetilmektedir. Vücutta kütle ve hacimce çok az yer kaplayan limbik sistem, denilebilir ki bir organizma için en hayati sistemdir. Gelin görün ki bizim limbik sistemimizin vasfı, “çökmüş”tür.

Çökmüş bir limbik sistemin yönetiminde ancak debelenir organizma. Şair işte bunu ifşa ediyor. Çökmüşlük, tükenmişlik, iflas halini zafer olarak alkışlayan bir ‘avam’îlik. Kendinde olamamanın göstergesi “biz bize yeteriz”cilik… Dolayısıyla tüm göstergeler “yitik bir ülke”yi yansıtmaktadır. Bunca iş işten geçmişlik ve sayrılık manzarası karşısında “geçmiş olsun” demekten başka çare kalmıyor.

“Geçmiş Olsun” şiirinin zayıf halkaları yok mu?  Var elbette. Sözgelimi doldurma sözler, dizeler? İki dize üzerinde gösterelim: “Sosyal bilgiler, sosyal medya, sosyal mesafe” ve “Tüm parametreler, paradigmalar, paradokslar içinde”. Bu dizelerdeki sıralamalar yığma, doldurma sayılabilir. Fakat bunlar günün manzarasını aşikâr kılmak için kullanılmış değil mi? Üstelik bir tekrir sanatı da icra edilmiyor mu? Şu halde, bize zayıf halka gibi gelen bu kullanımlar, şiirde başka bir işlevi gerçekleştiriyor. Bu da başka açıdan bir ustalığa denk düşüyor.

Toparlayalım: “Geçmiş Olsun” bir Türkiye betimlemesi yapıyor. Her bakımdan hâle ve vakte sinen bir soysuzlaşmanın sosyolojisine dair tespitlerde bulunuyor. Şiirin imkânlarıyla, bunu başarıyor…

Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi, S. 504 [Ocak 2021], s. 54-56'da yayımlanmıştır

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız





MEHMET AKİF'İN OLUMSUZ "REJİM" TUTUMLARIYLA MÜCADELESİ

Bir beslenme “yönetimi” olarak “rejim (yapmak)”, “diyet” anlamında kullanılan bir ifadedir. Dengeli beslenme, sağlıklı beslenme gibi anahtar kavramlarla birlikte kullanılır. Özellikle zayıflamak maksadıyla yapılır. Farklı yöntemleri olmakla birlikte, zayıflamaya dönük olanları birtakım yiyecekleri yemekten vazgeçme şeklinde tezahür eder. 

Ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama, bu bağlamda Mehmet Akif’in rejim yapmak diye bir kaygısı olamazdı, çünkü onun gıda tüketimini bolca yapma imkânı, yaşadığı sosyo-ekonomik ortamlar gereği ve şahsi tercihleri icabı yoktu. Yeme içme hususunda yapacağı tek rejim, helal haram nokta-i nazarına dayanabilirdi. Bu bağlamda şu olay ve devamındaki açıklama mükemmel bir örnektir:

Umumi seferberlik zamanıdır. Akif, Sebilürreşad yazıhanesinde evden getirdiği kuru fasulyeyi bir arkadaşıyla birlikte yemektedir.  Bu sırada İçişleri Bakanlığından bir görevli çıkagelir: Âkif’e, Bakan’ın selam söylediğini,  yazılarında pek fazla ileri gitmemesini rica ettiğini bildirir. Akif söz konusu küstah iletiyi işittikten sonra pürhiddet cevap verir: “Bakanına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam!”

Akif’in bu hiddetli cevabı, bu türden emir, tavsiye, telkin ve tesirlere ne kadar kapalı olduğunu, haksızlarla uyuşmayan, doğruları ise sonuna kadar savunan bir şahsiyet abidesi olduğunu göstermekteydi.

Evet, böylesi durumlarda Akif, bırakın rejim yapmayı, yemeden içmeden bile kesilebilirdi. Nitekim Ertuğrul Düzdağ, bu olayın cereyan ettiği savaş günlerinde, rejimin başında bulunan İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, Büyükada’da ziyafetler düzenlemekte olduğunu, dahası buraya hücumbotla dondurma servisi yaptırdıklarını kaydeder.

Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet Âkif, hiçbir şekilde maddî çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; böyle olanlardan ise nefret etmiştir. Dahası, toplumsal hak ve hukuk mücadelelerinde ekâbirle korkusuz bir şekilde savaşmış, görüş ve düşüncelerini her ortam ve şartta ifade etmiştir. Şimdi bunları örneklendirelim.


 Âkif, “Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd/Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!” (Yıkıldın, gittin ama ey kirli zorbalık devri,/Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir hatıra!”) diye başladığı “İstibdâd” (Sıkıyönetim) şiirinde söz konusu dönemin temsil makamına (II. Abdülhamid’e) ve paydaş sorumlularına tariz oklarını gönderir. Kendisine ithaf edilen bu şiirin yazılış serüvenini Mithat Cemal şöyle anlatır: “İstibdat’ta bir gece, beş dakikada siyasî adam oldum, evimde Mekteb-i Hukuk notlarını beyaza çekerken politika suçlusu olarak basıldım.” En yakın arkadaşları haksız yere tevkif edilen Akif, bu zulümleri yapan muktedirleri bakın nasıl yerle bir ediyor:

“Otuz üç yıl devâm etsin, başından gitmesin nekbet…

Bu bir ibrettir amma olmıyaydık böyle biz ibret!”

(Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin felaket…

Bu bir ibrettir ama olmayaydık biz böyle ibret!)

 

“Ne âli kavm idik; hayfâ ki sen geldin sefil ettin;

Bütün ümmid-i istikbâli artık müstahil ettin;

Rezil olduk.. Sen ey kâbus-ı hûnî, sen rezil ettin!”

(Ne yüce millettik; yazık ki sen geldin sefil ettin;

Geleceğe dair bütün umutlarımızı artık imkansız ettin;

Rezil olduk… Sen ey kanlı kâbus, sen rezil ettin!)

 

“Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,

‘Bu bir cânî!’ dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse

Müvekkel eyleyip câsusu her vicdâna, her hisse,

Düşürdün milletin eh kahraman evlâdını ye’se…

Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e”

(Her kimin temiz alnında haysiyet ve onur belirtisi gördünse,

‘Bu bir câni!’ dedin sürdün, ya mahkûm ettin hapse.

Vekil ettin casusu her vicdana, her duyguya,

Düşürdün milletin en kahraman evladını ümitsizliğe…

Ne lanetlisin ki rahmetler okuttun şeytanın ruhuna!)

 

Âkif, “Asım” şiirinin bir yerinde, Yıldız Sarayı’na çıkan kahramanına, dönemin sultanıyla ilgili olarak şu sözleri söyletir:

“Çoktan beridir vardı benim bir derdim:

Gideyim, zâlimi ikaaz edeyim, isterdim.

O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mânî ne?

Giderim ben, diyerek, vardım onun câmi’ine.

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,

Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid.

Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;

O silâhşörler, o al fesli herifler sayısız.

Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:

Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!

Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.

Gördüğün maskaralık gitti de artık zoruma,

Dedim ki: ‘bunca zamandır nedir bu gözlenmek?

Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.

Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören; ne eden;

Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.

Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;

Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.

Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..

Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak,

Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle kimi,

Serdiler her tarafından delinen pöstekimi”

(İkâz: Uyarma; Mânî: Engel; Tebzîr: İsraf etmek; Maskara: Rezil, soytarı; Canavarlar: Benzetme yoluyla; saray muhafızları; Pösteki: Deri.)

Görüldüğü üzere, Asım’ın bu bölümünde Akif, kahramanı Hoca Mandal’ı saraya göndermiştir. Aslen Of’lu olan ve İstanbul’da yaşamış olan Hoca Mandal, açık sözlü, bildiğini söylemekten çekinmeyen bir mizaca sahiptir.  Saraya gitmekteki amacı, orada İslam’a aykırı bir şekilde cereyan eden hayata müdahil olmaktır. Nitekim Abdülhamid’in huzuruna çıkmış, “Neden kadınlar gibi kafesler arkasında saklanıyorsun? Bir kusurun mu var ki gizleniyorsun?” diyebilmiştir. Gerçi ikaz ve tenkidinin sonunda yine sarayın canavarları tarafından tard edilmiş, pöstekisi yere serilmiş, dahası Erzurum’a sürgün edilmiştir. Akif, muktedir güç odağının yaptığı bu zulme seyirci kalmamış, gençlere ithaf ettiği şiirine alarak tarihe kayıt düşmüştür.

Âkif, Gölgeler’de yer alan “Fir’avun ile Yüz Yüze” şiirinde bir firavun mumyası üzerinden, sağlığında adaletten ve hakikatten sapmış bir hükümdarı eleştirir. Bilindiği gibi, firavunlar, antik Mısır’da hükümdarlara verilen isimdir. Güneş tanrısı olan Ra’nın oğlu ve yeryüzündeki gölgesi sayılırlar. Ölene dek tahtta kalan bu muktedirler, öldüklerinde özel eşyalarıyla mumyalanıp bir lahite konulmaktaydı. Akif, bu uzun şiirinde, açılan bir lahitte gördüğü firavun mumyasına karşı hitap eder. Tabii ki bu hitabın hedefinde, yaşayan eşdeğerdeki muktedirler de vardır:

“Bu Firavun ki, civarından ürküyordu beşer;

Bu Firavun ki, saraylar, sütunlar, âbideler,

Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;

Bu Firavun ki eğilmişse boynu bir hakka,

O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;

Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi âkıbetin?

Bunun mu uğruna milyonla ruhu inlettin?

Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer yer,

Sulandı çünkü şu vâdi beşer kanıyle, beşer!

Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak,

İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,

Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?

Ne hânumânları yıktın yıkılmadan şuraya?

Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?

 

Bileydim, ey koca Mısır’ın ilâh-ı üryânı!

Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,

Bekâın için mi hakikat? Merâmın oysa, heder:

Evet, bütün beşerin hakkıdır bekaa emeli;

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!”

(Âfâk: Ufuklar; Bekâ: Ebedîlik; Hânumân: Ev, bark; Âşiyan: Ev, yuva; İlâh-ı üryan: Çıplak tanrı; Velvele: Gürültü, şamata; Heder: Boş yere harcanma, heba olma.)

Zalimlerin sonunun nereye çıkacağını böylece dile getiren Akif, “Hüsâm Efendi Hoca” şiirinde ise âlim ile erkân-ı saray arasında olması gereken ilişkiyi anlatır. Bu şiir, söz konusu bağlamı içinde makul bir örnek olmak bakımından önemli bir metindir. Şöyle ki, mesnevîhân Hüsam Efendi, ömrü boyunca saraya gitmeyi bırakın, civarına dahi gitmemişken, şöhreti nasıl olduysa Sultan Abdulmecid tarafından duyulur. Bir gün Beşiktaş taraflarında gezerken, saray erkânı sultanın da arzusuyla onu huzura götürmek isterler: “Takım takım yola çıkmış hemen silahşorlar./ Hüsâm Efendi henüz Dolmabahçe’lerde iken; Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer geriden.” Kendisine “Dönün, derler, seni saraya götürelim.” Hünkârın adamlarına Hüsâm Efendinin verdiği cevap manidardır: “Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun/Henüz sonundan uzakken, tükendi gitti ömür/tutup da bir geri döndüm mü, yandığım gündür!” Velhasıl, sarayın silâhşorlarını eli boş gönderir Hüsâm Efendi Hoca.

Sonuca gelelim. Âkif, nasıl yeme içme bakımından “rejim yapmak” keyfiyetinden uzak bir konumda durma bilincinde idiyse, aynı şekilde, yaşadığı devirlerin siyasî rejimleri karşısında da aynı mesafeyi koyma bilincine sahipti.  Çünkü o, İdeolojik olarak İslâmcı bir şahsiyet olmayı tercih ettiği kadar, ahlâkî olarak da “asr-ı saadet” dönemindeki bir Müslüman gibi sade ve temiz yaşamayı tercih etmişti.

Bütün bu tercihler iledir ki Akif, hayatı boyunca eğilmedi. Ne devr-i istibdatta ne Meşrutiyet döneminde ne de yaşadığı süre boyunca Cumhuriyet çağında…  Açlığa, mahrumiyete, mazlumluğa düştü, fakat kimseye eyvallah etmedi. Böylesi bir tercihten ötürü, Akif, hiçbir zaman hayıflanmadı. Kendisini takip edecek nesillere iyi bir gelenek bıraktı. Gözü arkada kalmasın. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

(Bu yazı ilk kez Sebilürreşad Dergisi'nin Aralık 2020 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.)



19 Kasım 2020 Perşembe

HUKUKSUZLUĞUN GÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA KÜRŞAT BUMİN'İ AN(IMSA)MAK

Kürşat Bumin'i vefatının (13 Kasım 2018) yıldönümünde önemli eseri Hukuksuzluğun Günlüğü'nü merkeze alarak yâd edeceğiz. Yakında, burada. 





16 Kasım 2020 Pazartesi

NASILSINIZ?

42

“bâkî kalan güzel işler” denilince koşup gelenlere…

siyah, beyaz, sarı, kızıl ve bir kalp atışının biteviye esişi şeklinde…

dönüşüne tarihin, yeniden eski içeriğine, aşkın bünyesine…

akıl ve gönül, ölçü ve hız, denge ve heyecan, inanç ve eda, ama her şey, ama hepsi, birlikte durarak, birleşip vurarak…

… şanlı bir yıkıntıyı yere serdiler.

o halde şairane bir söz çıkıp orta alana der:

bu, bir borcun gecikmiş ifasıdır.

bu, farklı bir “eylül” yazısıdır:

“…”

“gerçekten

onlar

rablerine

inanmış

gençlerdi.

Likâ Edebiyat, S. 42 (1 Ekim 2003), s. 1.

12 Kasım 2020 Perşembe

NUR FÜR DEUTSCHLAND

"Sadece Almanya İçin"
damızlık boğa tedavül etti
Sanki sizi Hitler eğitti
Eğitip gitti 

Hele köpeği Blondi
rolü size etiketti

Zira köpeklik
ruhunuza görelikti...

Ank., 13 Kasım 2020



ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-4

Ey pâdişâh-ı âlem düşman mısın zekâya?
Erbâb-ı iktidarı gördün mü saldırırsın;
Asrında kaldı millet üstadsız, kitabsız,
Havf eylerim yakında Kur'an'ı kaldırırsın.

Yeniden: 

Ey dünya padişahı düşman mısın zekaya?
Şahsiyetli kimi görsen
                          saldırır canına okursun;
Üstadsız, kitapsız kaldık çağında senin,
Böyle giderse korkarım Kur'an'ı kaldırırsın.

İzmir, 1984



8 Kasım 2020 Pazar

DONNA CLARA NİYE SADECE ÖPÜLMEDİ?

Heinrich Heine (1797-1856), Alman edebiyatında adı Goethe ve Schiller'le birlikte anılan büyük bir şair. Bir Musevî tüccarının oğlu olarak dünyaya gelen Heine, bankacılık, manifaturacılık gibi işlerde bir süre çalıştıktan sonra hukuk tahsili yapar. Bu arada Arndt, Schlegel gibi devrinin önde gelen tarihçi, felsefeci ve şairlerinin derslerini takip eder. 1825'te hukuk diplomasını almakla birlikte, mesleğini icra etmesine yetmez. Bunun için bir şart vardır: Din değiştirmeli, Hıristiyan olmalıdır. Çok sevdiği mesleğini yapabilmek için gereğini yapar, Protestan olur. 

Heine'ın Musevî bir soydan gelmesi, ona farklı sebeplerle muarız olanların en önemli saldırı noktası olmuştur. Bununla birlikte ona yapılan hücumlara, Demir Şansölye olarak şöhret yapan Bismarck bile karşı koymuştur: "Heine'nin bir şair olduğunu, isminin ancak Goethe'nin yanı sıra anılabileceğini, şiirinin katıksız Alman şiiri olduğunu, bu beyler nasıl unutabilirler?" der Bismarck. 

Almanya'da rahat nefes alamamaktan olsa gerek, önce İngiltere ve İtalya'ya yolculuklar yapan Heine, 1831'de Paris'e gider. Bundan sonra Almanya'ya bir kez, 1843'te bir ziyaret için uğrar. Bu arada, Almanya'da olan bitenleri tenkit eder; "Deutschland. Ein Wintermärchen" (Almanya. Bir Kış Masalı) kitabını yazar. Zira artık eserleri kimi otoriteler tarafından Alman edebiyatından reddedilmiştir. 

Kitaplarına Nazistler tarafından tepki gösterilse, dahası kitapları yakılsa da, Heine'ın eserleri Alman edebiyatının ölümsüzleri arasındaki yerini almıştır. Onun şiirleri, sadece edebî dille değil, başta müzik olmak üzere farklı sanatsal yaratılar olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış, pek çok dile çevrilmiştir.

Bu girişten sonra, Donna Clara'ya gelelim. Evet, Donna Clara bir şiir kahramanı ve aynı zamanda adını o kahramandan alan şiir. Bu metin, Haine'ın "Şarkılar Kitabı"nda (Çev. Behçet Necatigil, Adam Yay., İst., 1982, s. 251-255)  yer alan bu şiir, onun biyografisiyle doğrudan ilişkili bir metin olarak dikkat çekmektedir. Bu satırdan sonra, hem şiir hem de kahraman olarak Donna Clara'ya, şairin biyografisi eşliğinde göz atacağız. Başlayalım:

22 dörtlükten oluşan bu tahkiyeli şiir, çok boyutlu göndermelere sahip. Elit sosyal çevre kişilerinin can sıkıntılarına, saplantılarına, dar dünya görüşlerine, fena kaçamaklarına dair tespitler yapılabilir pekâlâ. Şiirin ekran yüzünde cirit atan bu hususlar arasında, derinliksiz bir aşk macerası konuşlanmıştır. Fakat metnin en can alıcı meselesi, Donna Clara'nın "yerli ve millî" bir reflekse yaslanan kavmiyetçiliğidir: Arada bir saldırır Yahudilere!

Baştan başlayalım: 

"Dolanıyor bahçede akşam vakti
Belediye başkanının kızı.
Davul boru sesleri
Şatodan gelen yankı:"

Resmiyet ortamının danslarını, sahte aşklarını artık dayanılmaz bulan Donna Clara, daha öncesinde gördüğü bir şövalyeyi tekrar görebilmek umuduyla pencereye gelir: 

"İnce, uzun, yiğit duruyordu,
Solgun, soylu yüzünde gözleri,
İki ışık pınarı - 
Sanki Georgen'e benziyordu."

Böyle söylenirken, burnunun dibinde biter "meçhul şövalye" ve onunla birlikte, ay ışığı altında gezintiye çıkarlar. Utangaç aşıklar artık ince fısıltılar eşliğinde ânı yaşamaktadırlar. Fakat bir ara, sevgilisine yüzünün niçin kızardığını soran şövalye, şu yanıtı alır: 

"Sivrisinekler soktu, sevgilim;
Öyle nefret ederim ki
Yaz ayları onlardan;
Yahudi çeteleri sanki."

Bu son dize, Donna Clara'nın ilk milli tacizidir. Şövalye pek kulak asmaz görünür: "Bırak sinekleri, Yahudileri" der, memnun, işine devam eder. Arada kıskançlık cümleleri de kurmaktan geri kalmaz: "Kalbinde başkası var mı?" diye sorar. Aşığının kollarında Donna Clara, şöyle yanıtlar soruyu: 

"Sen seni seviyorum, sevgilim,
And içerim İsa'ya;
O İsa'yı ki Yahudiler
Öldürdüler alçakça."

Genç şövalye bu kez de "Bırak İsa'yı, Yahudileri!" diye teskin makamını seçerek sevgilisini memnun etme keyfiyetine devam eder. Bir taraftan da, ellerinin kollarının misafirine, ettiği yeminlerin sahici olup olmadığına dair sorular sorar. Donna Clara:

"Bende hiç yalan yok, sevgilim,
Nasıl ki bağğrımda tek damla kan
Yoksa ne pis Yahudiler,
Ne de zencilerden." 

Buyrun, Yahudilerin yanına zencileri de eklemiştir Başkan'ın kızı. Ama aşığı yine oralı olmaz, "Bırak zencileri, Yahudileri!" deyip geçer, onu "Mersin dallarından bir çardak" altına götürür:

"Yumuşacık bir sevda ağıyla
Sardı onu gizlice;
Kısa konuşmalar, uzun öpüşmeler,
Kaynaştı kalpler iç içe."

Bülbül şakımaları, ateşböceklerinin ışıltılı dansı, sessizliğin gizli sesi, mersin ağaçlarının fısıltısı eşliğinde geçip giden uzun bir süreden sonra, Belediye Başkanı'nın şatosundan gelen davul zurna gürültüleri, Clara'yı uyandırır. Şövalyenin kollarından sıyrılıp ona veda etmeye hazırlanırken, sormadan edemez:

"Dinle sevgilim, beni çağırıyorlar
Fakat ayrılmadan önce,
Bunca zaman sakladığın
O güzel adını söyle!"

Haine, bütün kurguyu bu müthiş final için saklamıştır. Aldı genç şövalye, söyler bakalım ne söyler:

"Ben, Sennora, sevgiliniz,
O herkesin övdüğü
Saragossalı ünlü hukukçu
Yahudinin oğlu."

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Heinrich Heine'ın biyografisiyle birlikte okunabilecek bir şiir Donna Clara şiiri. Yaşadığı ülkenin egemen kavmiyetine mensup olmadığı için dışlanan, ötekileştirilen, fikrî bir linçe maruz kalan Haine, böylesi tutum ve uygulayım sahiplerine edebî bir fiskeyle darbe indirmiştir. Bu darbe sembolik bir darbedir fakat maruz kalanlar açısından utanç vericidir. İnsafsızlık, izansızlık, insansızlık anıtı olan benzerleri de aynı utançtan paylarını almalıdır: Elbette dönemden ve ülkeden (Almanya) soyutlayıp zaman ve mekan bağlamında evrenselleştirerek, bu tiksinçliğe el veren her kim ve ne varsa... 

Aksi halde, Donna Clara'nın düştüğü vaziyetten kurtulmaları mümkün olmayacak...