Bir beslenme “yönetimi” olarak “rejim (yapmak)”, “diyet” anlamında kullanılan bir ifadedir. Dengeli beslenme, sağlıklı beslenme gibi anahtar kavramlarla birlikte kullanılır. Özellikle zayıflamak maksadıyla yapılır. Farklı yöntemleri olmakla birlikte, zayıflamaya dönük olanları birtakım yiyecekleri yemekten vazgeçme şeklinde tezahür eder.
Ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama, bu bağlamda Mehmet Akif’in rejim yapmak diye bir kaygısı olamazdı, çünkü onun gıda tüketimini bolca yapma imkânı, yaşadığı sosyo-ekonomik ortamlar gereği ve şahsi tercihleri icabı yoktu. Yeme içme hususunda yapacağı tek rejim, helal haram nokta-i nazarına dayanabilirdi. Bu bağlamda şu olay ve devamındaki açıklama mükemmel bir örnektir:
Umumi seferberlik zamanıdır. Akif,
Sebilürreşad yazıhanesinde evden getirdiği kuru fasulyeyi bir arkadaşıyla
birlikte yemektedir. Bu sırada İçişleri
Bakanlığından bir görevli çıkagelir: Âkif’e, Bakan’ın selam söylediğini, yazılarında pek fazla ileri gitmemesini rica
ettiğini bildirir. Akif söz konusu küstah iletiyi işittikten sonra pürhiddet
cevap verir: “Bakanına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe
bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden
korkmam!”
Akif’in bu hiddetli cevabı, bu türden emir,
tavsiye, telkin ve tesirlere ne kadar kapalı olduğunu, haksızlarla uyuşmayan, doğruları
ise sonuna kadar savunan bir şahsiyet abidesi olduğunu göstermekteydi.
Evet, böylesi durumlarda Akif, bırakın rejim yapmayı, yemeden içmeden bile kesilebilirdi. Nitekim Ertuğrul Düzdağ, bu olayın cereyan ettiği savaş günlerinde, rejimin başında bulunan İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, Büyükada’da ziyafetler düzenlemekte olduğunu, dahası buraya hücumbotla dondurma servisi yaptırdıklarını kaydeder.
Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet
Âkif, hiçbir şekilde maddî çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; böyle
olanlardan ise nefret etmiştir. Dahası, toplumsal hak ve hukuk mücadelelerinde ekâbirle
korkusuz bir şekilde savaşmış, görüş ve düşüncelerini her ortam ve şartta ifade
etmiştir. Şimdi bunları örneklendirelim.
Âkif,
“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd/Bıraktın milletin kalbinde
çıkmaz bir mülevves yâd!” (Yıkıldın,
gittin ama ey kirli zorbalık devri,/Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir
hatıra!”) diye başladığı “İstibdâd” (Sıkıyönetim) şiirinde söz konusu
dönemin temsil makamına (II. Abdülhamid’e) ve paydaş sorumlularına tariz
oklarını gönderir. Kendisine ithaf edilen bu şiirin yazılış serüvenini Mithat
Cemal şöyle anlatır: “İstibdat’ta bir
gece, beş dakikada siyasî adam oldum, evimde Mekteb-i Hukuk notlarını beyaza
çekerken politika suçlusu olarak basıldım.” En yakın arkadaşları haksız
yere tevkif edilen Akif, bu zulümleri yapan muktedirleri bakın nasıl yerle bir
ediyor:
“Otuz üç yıl devâm etsin, başından
gitmesin nekbet…
Bu bir ibrettir amma olmıyaydık böyle biz
ibret!”
(Otuz
üç yıl devam etsin, başından gitmesin felaket…
Bu
bir ibrettir ama olmayaydık biz böyle ibret!)
“Ne âli kavm idik; hayfâ ki sen geldin
sefil ettin;
Bütün ümmid-i istikbâli artık müstahil
ettin;
Rezil olduk.. Sen ey kâbus-ı hûnî, sen
rezil ettin!”
(Ne
yüce millettik; yazık ki sen geldin sefil ettin;
Geleceğe
dair bütün umutlarımızı artık imkansız ettin;
Rezil
olduk… Sen ey kanlı kâbus, sen rezil ettin!)
“Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde
gördünse,
‘Bu bir cânî!’ dedin sürdün, ya mahkûm
eyledin hapse
Müvekkel eyleyip câsusu her vicdâna, her
hisse,
Düşürdün milletin eh kahraman evlâdını
ye’se…
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i
İblis’e”
(Her
kimin temiz alnında haysiyet ve onur belirtisi gördünse,
‘Bu
bir câni!’ dedin sürdün, ya mahkûm ettin hapse.
Vekil
ettin casusu her vicdana, her duyguya,
Düşürdün
milletin en kahraman evladını ümitsizliğe…
Ne
lanetlisin ki rahmetler okuttun şeytanın ruhuna!)
Âkif, “Asım” şiirinin bir yerinde, Yıldız
Sarayı’na çıkan kahramanına, dönemin sultanıyla ilgili olarak şu sözleri
söyletir:
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim:
Gideyim, zâlimi ikaaz edeyim, isterdim.
O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mânî ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun
câmi’ine.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı
Hamid,
Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış
Yıldız;
O silâhşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:
Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en
azı!
Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğün maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: ‘bunca zamandır nedir bu
gözlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören;
ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki:
Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki
saklansın.
Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..
Bir de baktım, canavarlar pusulardan
çıkarak,
Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle
kimi,
Serdiler her tarafından delinen pöstekimi”
(İkâz:
Uyarma; Mânî: Engel; Tebzîr: İsraf etmek; Maskara: Rezil, soytarı; Canavarlar:
Benzetme yoluyla; saray muhafızları; Pösteki: Deri.)
Görüldüğü üzere, Asım’ın bu bölümünde Akif,
kahramanı Hoca Mandal’ı saraya göndermiştir. Aslen Of’lu olan ve İstanbul’da
yaşamış olan Hoca Mandal, açık sözlü, bildiğini söylemekten çekinmeyen bir
mizaca sahiptir. Saraya gitmekteki
amacı, orada İslam’a aykırı bir şekilde cereyan eden hayata müdahil olmaktır.
Nitekim Abdülhamid’in huzuruna çıkmış, “Neden kadınlar gibi kafesler arkasında
saklanıyorsun? Bir kusurun mu var ki gizleniyorsun?” diyebilmiştir. Gerçi ikaz
ve tenkidinin sonunda yine sarayın canavarları tarafından tard edilmiş,
pöstekisi yere serilmiş, dahası Erzurum’a sürgün edilmiştir. Akif, muktedir güç
odağının yaptığı bu zulme seyirci kalmamış, gençlere ithaf ettiği şiirine
alarak tarihe kayıt düşmüştür.
Âkif, Gölgeler’de
yer alan “Fir’avun ile Yüz Yüze” şiirinde bir firavun mumyası üzerinden,
sağlığında adaletten ve hakikatten sapmış bir hükümdarı eleştirir. Bilindiği
gibi, firavunlar, antik Mısır’da hükümdarlara verilen isimdir. Güneş tanrısı
olan Ra’nın oğlu ve yeryüzündeki gölgesi sayılırlar. Ölene dek tahtta kalan bu
muktedirler, öldüklerinde özel eşyalarıyla mumyalanıp bir lahite konulmaktaydı.
Akif, bu uzun şiirinde, açılan bir lahitte gördüğü firavun mumyasına karşı
hitap eder. Tabii ki bu hitabın hedefinde, yaşayan eşdeğerdeki muktedirler de
vardır:
“Bu Firavun ki, civarından ürküyordu
beşer;
Bu Firavun ki, saraylar, sütunlar,
âbideler,
Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;
Bu Firavun ki eğilmişse boynu bir hakka,
O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;
…
Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi
âkıbetin?
Bunun mu uğruna milyonla ruhu inlettin?
…
Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer
yer,
Sulandı çünkü şu vâdi beşer kanıyle,
beşer!
…
Değer mi dağları tırnakla, dişle
oydurarak,
İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?
…
Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,
Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?
…
Ne hânumânları yıktın yıkılmadan şuraya?
Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?
Bileydim, ey koca Mısır’ın ilâh-ı üryânı!
Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,
Bekâın için mi hakikat? Merâmın oysa,
heder:
Evet, bütün beşerin hakkıdır bekaa emeli;
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten
istemeli!”
(Âfâk:
Ufuklar; Bekâ: Ebedîlik; Hânumân: Ev, bark; Âşiyan: Ev, yuva; İlâh-ı üryan:
Çıplak tanrı; Velvele: Gürültü, şamata; Heder: Boş yere harcanma, heba olma.)
Zalimlerin sonunun nereye çıkacağını
böylece dile getiren Akif, “Hüsâm Efendi Hoca” şiirinde ise âlim ile erkân-ı
saray arasında olması gereken ilişkiyi anlatır. Bu şiir, söz konusu bağlamı
içinde makul bir örnek olmak bakımından önemli bir metindir. Şöyle ki, mesnevîhân
Hüsam Efendi, ömrü boyunca saraya gitmeyi bırakın, civarına dahi gitmemişken,
şöhreti nasıl olduysa Sultan Abdulmecid tarafından duyulur. Bir gün Beşiktaş
taraflarında gezerken, saray erkânı sultanın da arzusuyla onu huzura götürmek
isterler: “Takım takım yola çıkmış hemen silahşorlar./ Hüsâm Efendi henüz
Dolmabahçe’lerde iken; Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer geriden.” Kendisine
“Dönün, derler, seni saraya götürelim.” Hünkârın adamlarına Hüsâm Efendinin
verdiği cevap manidardır: “Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun/Henüz
sonundan uzakken, tükendi gitti ömür/tutup da bir geri döndüm mü, yandığım
gündür!” Velhasıl, sarayın silâhşorlarını eli boş gönderir Hüsâm Efendi Hoca.
Sonuca gelelim. Âkif, nasıl yeme içme
bakımından “rejim yapmak” keyfiyetinden uzak bir konumda durma bilincinde idiyse,
aynı şekilde, yaşadığı devirlerin siyasî rejimleri karşısında da aynı mesafeyi
koyma bilincine sahipti. Çünkü o, İdeolojik
olarak İslâmcı bir şahsiyet olmayı tercih ettiği kadar, ahlâkî olarak da “asr-ı
saadet” dönemindeki bir Müslüman gibi sade ve temiz yaşamayı tercih etmişti.
Bütün bu tercihler iledir ki Akif,
hayatı boyunca eğilmedi. Ne devr-i istibdatta ne Meşrutiyet döneminde ne de yaşadığı
süre boyunca Cumhuriyet çağında… Açlığa,
mahrumiyete, mazlumluğa düştü, fakat kimseye eyvallah etmedi. Böylesi bir
tercihten ötürü, Akif, hiçbir zaman hayıflanmadı. Kendisini takip edecek
nesillere iyi bir gelenek bıraktı. Gözü arkada kalmasın. Ruhu şâd, mekânı
cennet olsun.
(Bu yazı ilk kez Sebilürreşad Dergisi'nin Aralık 2020 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder