7 Mart 2025 Cuma

HUGH MacDİARMİD’İN “ELEKTRİKLİ SANDALYEYE GİDERKEN” ŞİİRİ

Hugh MacDiarmid (1892-1978)'in "Elektrikli Sandalyeye Giderken" başlığıyla tercüme edilmiş bir şiiri var. Cevat Çapan'ın hazırladığı Çağdaş İngiliz Şiiri Antolojisi’ndeki (2. Bas., Adam Yay., İst., 2000, s. 100) şiir, tema ve konusu itibariyle yazıldığı dönemi ve coğrafyayı aşıp evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Yirminci yüzyıl İskoç rönesansının öncü şairlerinden birisi olarak tanıtılmış kitaptaki kısa biyografisinde MacDiarmid. Ayrıca Robert Burns'den sonra İskoçya'nın yetiştirdiği en büyük şair olduğu kanaati vurgulanmış. 

Asıl adı Christopher Murray Grieve olan MacDiarmid, yaşadığı dönem İskoçya'sında sanat dünyasına hâkim olan bağnazlıklardan ötürü pek çok sanatçı gibi müstear kullanmaya mecbur kalmış.

Antolojide üç şiiri var şairin. Bu metinlerde gördüğüm, yaşadığı çağın toplumsal künyesini lirizm ile sentezleyen şiirler yazıyor şair. Bu yoldaki tespitler, bahsettiğim biyografik metinde de yapılmış: “Lirizmin yanı sıra acımasız yergiciliği, ince alaycılığı ve düşünür yanıyla da özgün bir sanatçı olan MacDiarmid halkının sorunlarını büyük bir coşkuyla dile getirmekle kalmamış, dünyanın bütün ezilen toplumlarıyla özdeşlik kurarak gerçek bir demokrat olmayı başarmıştır.”

"Elektrikli Sandalyeye Giderken" şiiri üstteki tespitleri doğruluyor. 15 dizelik bir bent halinde okura sunulan bu metin kendi içinde üç anlam halkasına ayrılıyor. Bunlardan birisi ilk dört dizeden oluşan ve zamanla mekânın doğal, sosyolojik ve psikolojik görünümleriyle ilgili tespitlerin yapıldığı bölümdür. Anlatıcı, her bakımdan rahat, huzur ve keyfiyete doymuşluk yaşayanlara dair izlenimler sunuyor:

"Burada, her şeyin insanın aklında ve kalbinde

Sevginin, hayatın ve bunların dışındakilerin

Eşsiz bir güzellikle dipdiri boy attığı

Bu parlak güneş ışınları altında."

Şiirin ikinci anlam halkası beşinci dizeden başlayıp son üç dizeye kadar süren kısımdır:

"Kendim kadar günahsız insanları düşünüyorum gene

Parmaklıklar arasında soğuk ve haksız bir dehlize tıkılmış,

Pantolonları elektrotlar için yırtılmış

Ve saçları başlarına geçirilecek o külah için kesik,

Bunu hiç umursamayan kadınlar ve erkekler yüzünden,

Saygılı, saygıdeğer ve kendilerine göre Hristiyan insanlar,

Burada, güneşin oynaşan ışınları altında

Bahçelerindeki çiçeklerle aylakça oyalanan".

Okuduğunuz üzere bu halkanın son iki dizesi hariç duygusal atmosfer değişiyor. Değişmeyen şey, anlatıcı öznesinin bakışlarını kendisi dışındakilere yöneltmeye devam etmesi. Peki yeni atmosferde görünürlük kazananlar neler? Bir tarafta kendisi gibi günahsız olan insanlar, demir parmaklıklarla çevrili soğuk dehlizlere tıkılmış olanlar, onlardan elektrikli sandalyede infaz edileceklerin yırtık yaka paçaları, elektrik vermeye müsait hale getirmek için saçları kazınmış başlar… Öte yandan bütün bu mağdurlar manzarasının varlığına aldırış etmeyen kadınlı erkekli kitleler, bununla birlikte kendilerini saygın dindar sayan insanlar, bahçelerinde çiçeklerle vakit geçirenler… Bütün bu somut görünüm unsurları, “Burada, güneşin oynaşan ışınları altında” dizesiyle ilk olay halkasındaki atmosfere bağlanır.

İçeriğini kısaca çerçevelediğimiz bu ikinci kısmı üzerine biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. Dikkat edilirse buradaki şahıs kadrosunu iki kategoride değerlendirebiliriz. İlki, cezai müeyyideye, elektrikli sandalyeyle infaza tabi tutulacak olanlar; ikincisi bunların harap olmuş hallerine aldırış etmeyen ve dahası dindar olan kitleler.

Anlatıcı öznenin anlatım tutumuna bakarsak, ilk kategoridekiler adaletle yüzleşmişler fakat adalet onlar için hakkaniyetle sonuçlanmamış. Bir mağduriyet hissiyle karşı karşıya bırakıyor anlatıcı bizi. Tecelli edenin adalet olmadığı zannına odaklıyor. Böylece, can alıcı mağdurluk öyküleri ile baş başa kalıyoruz.

İkinci kategoridekilere ise gamsızlar güruhu demek sanki daha doğru olacak. Başkalarının acılarına göz ve kulak kesilmeyen, bırakın göz kulak kesilmeyi, tam tersine onların acı ve sızılarına körük çekip nefes üfleyen tipler. Güya dindarlıklarına da halel getirmeyen kara bir kamu…

Hugh MacDiarmid’in kendi zamanı ve coğrafyası bağlamında yaptığı bu sosyolojik ve psikolojik aktarımları oradan alıp bizim bugünkü kendi yerelimize transfer etmemiz sanırım mümkün. Hem de birebir diyebileceğimiz bir örtüşme halinde…

Hayır, tabii ki bugün, bu ülkede doğrudan doğruya ölüme gönderen adli infazlar yok. Olsaydı da bunların elektrikli sandalye, giyotin, taşlama gibi alet ve usullerle gerçekleşmesi ihtimali bir hayli zayıf olurdu. Fakat cezai müeyyide olarak idamın olmaması başka trajik öldürme seanslarının olmadığı anlamına gelmiyor. Bunların neler olduğunu bu şiirin ikinci anlam halkasında anlatılan gamsız kitleler dışında kalanlar tahminim bilir. O gamsızlar arasında yer alan dindar kitleler de belki bilirler ama bilmezlikten gelip üç maymunluk yaparlar. 

Nedir o bir kısmımızın bilip bir kısmımızın bilmezlikten geldiği alternatif yaşatmayıp öldüren müeyyideler?

Yazılmayan iddianameler, uzun (aylarca, yıllarca) süren göz altıları, yaşlı veya hasta tutsakların cezaevlerindeki ölümleri, bir şekilde tamamlanan yargılama süreci sonunda takipsizlik, beraat veya HAGB alanların işlerinden atılmaları, vs…

Adaletin sorunlu halleriyle ilgili birkaç veriyi zikrettikten sonra “Elektrikli Sandalyeye Giderken”in üçüncü ve son anlamsal halkası üzerinde durabiliriz. Bu halka finaldeki üç dizeden oluşmaktadır:

Ve birden aklımın hiç ermediğini anlıyorum

Yaratılmış her şeyin o büyük arkadaşlığına

Ve hayatın yalnızca sevgiyle yaratılan bütünlüğüne.”

Bu dizelerde şair bütün kabullerinin yıkıldığını, ezberlerinin tamamen bozulduğunu, oladurmakta olanları anlamlandırmakta zorluklar çektiğini belirtir gibidir. Bu muğlaklık içinde yaratılmışların büyük birliğine, sevginin hayattaki olmazsa olmazlığına atıf yapar…

1 Mart 2025 Cumartesi

NAZİZME GÖZ KIRPANLARA LANET!

Manhattan’daki ünlü 3 W barı (The 3 Ws, Letters, Arts and Sciences Bar) ilginç bir veda partisine ev sahipliği yapacaktır. Olağanüstü bir hayat yaşayan Leonard Wilde’ın ilginç bir tasarısı söz konusudur. Ölmeden önce son bir kez daha dostlarıyla buluşup onlarla mutlu bir şekilde, şenlik ve esenlik ile ayrılmayı düşünmüştür.

Adı Türkçe olarak her ne kadar “3 W, Edebiyat, Sanatlar ve Bilimler Barı” diye ifade edilse de, İngilizce “Kimiz? Burada ne arıyoruz? Nereye gidiyoruz?” soru cümlelerinden yani “Who, what, where”den mülhemdir. Anlatının ana mekânı olan ve roman boyunca da genellikle sanatçı, edebiyatçı, felsefeci ve bilim adamlarının cismen veya ismen içinde cirit atacağı 3 W barının sahibi Hugo Usher’dir.

Usher, ilkeli bir kişidir ve bazı kişilerin kendi mekânına girmesini istememektedir. Bu tercihini yaparken kimi estetik ve politik nedenleri dikkate almıştır. Bu bağlamda özellikle bara girmelerini yasakladığı dört kişi vardır. Bunların isimlerini barın en üst galerisindeki bir panoya kaydetmiştir. Söz konusu kişiler hemen hepsi pek meşhur olan Salvador Dali, Jean Paul Sartre, André Breton ve Maurice Merleau-Ponty’dir.

Peki, Usher’in bu meşhur kahramanların bara girmelerini yasaklamasında hangi gerekçeler vardır? Michel Rio’nun1995’te yazdığı Manhattan Son Durak (Özgür Yay., İst., 1996, özgün adıyla: Manhattan Nerminus) adlı romanından özetleyelim: İlki, yani Salvador Dali “Tüccar ressam ve faşizm sempatizanı”dır. Sartre, yani ikincisi üslupsuz ve dikkatsiz bir yazar olmanın yanı sıra, negatif bağlanma konusunda zaaf göstermiştir. Breton’a gelince, o, nazizmin bir edebiyat hareketi olduğu zannı oluşturmuştu kendisinde. Dördüncü yazar ise, nazizme karşı bir direniş örgütüne girmesi teklif edildiğinde, “Ne yazık ki hiç vaktim yok, çünkü tezimi bitiriyorum.” yanıtını vermiş, böylece açığa düşmüştü.

Usher, bara kabul etmediği bu dörtlüyle ilgili şu nihai hükmü vermiştir: “Alçaklara karşı duyduğum derin sempati, bu kişilerin kendilerine büyük düşünür havası verdilerinde bende uyandırdıkları tiksinti kadar büyük: tabii ürettikleri düşünce özellikle alçaklığa övgüyü içeriyorsa, ona bir şey diyeceğim yok.”

Nazistlere Kesin Yasak…

Usher’in tercihine döneceğiz, fakat bundan önce kitabını okuduğumuz yazar hakkında kısa bir bilgi sunalım: Roman, tiyatro, masal, öykü ve eleştirel denemeler yazan Michel Rio, Mélancolie Nord (1982), Le Perchoir du Perroquet (1983) Archipel (1987), Merlin (1989), Yanlış Adım (1991), Belirsizlik (1993) gibi romanlarıyla, “sınıflandırılamaz” bir türün temsilcisi kabul edilmiştir. Bu nevi şahsına münhasırlık yazarın Aykut Derman tarafından Türkçeye tercüme edilen Manhattan Son Durak romanında da gerek yapı gerekse içerik bakımından kendisini göstermektedir. Fakat biz eserin bu yönleriyle ele almayacağız. Dahası, eseri herhangi bir şekilde, bir bütün olarak masaya yatırıp farklı çıkarımlarda bulunmayacağız. İşimiz daha çok 3 W barı ve maliki olan Usher üzerinden birkaç kelam edebilmeye endeksli…

Anlatıcı bir yerde “seçkinler morgu” diye eğretilemiş 3 W’yi. “Gerçekten de burası New York’un kültür yaşamının en seçkin lokallerinden biriydi.” Madem öyle, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, romanda bu bara yolu düşen veya bu mekanla birlikte bir şekilde adı anılan seçkinlere dair bir liste sunalım: Paul Manship, Lee Lawrie, Pablo Picasso, Lothar Baumgarten, Alain  Marcon, Mallarmé, Chn Cage, Archie Shepp, Ornette Coleman, Luis de Pablo, Karlheinz Stockhausen, Martha Graham, Goethe, Minelli, John Ford, Fritz Lang, Kurosawa, Roman Jakobson, Noam Chomsky, Paul Anthony Samuelson, Richard Feynman, Scipio Africanus, Duke Ellington, Victor Hugo, Gautier, Alexandra Hamilton, Alan Stewart, Mary-Olivia Milton Ambrose, Roger Rabbit, Edgar Allan Poe, Stephen Jay Gould, Balzac, Plaubert, Gloria O’War, Terry Jones, Monty Python, Mankiewicz, Monteverdi, Purceell, Bach, Rameau, Mozart, Bartok, Schönberg, Bolden, Bessie Smith, Ellington, Lewis, Hopkins, Charlie Parker, Mary-Lou Williams, Davis, Caltrane, Shepp, Coleman, Diogenes, Büyük İskender, Bernhard Rieman, Stoa, Socrates, Ruskin, Einstein, Heisenberg, Dirac, Chandrasekhar, Muhammed Ali, Aristo, Herakleitos, Kant, Hegel, Newton, Einstein, Schrödinger, Hawking, Prigogine, Descartes, Spinoza, Malebranche, Dreyfus, Eccles, Winograd, Husserl, Changeux, Anaksagoras, Alkmeon, Hippokrates, Demokritos, Platon, La mettrie, Diderot, D’Alembert, Baron D’Holbach, Monod, Weinberg, Brandon Carter, Voltaire, Panloss, John Wheeler, Everett, Newton, Laplace, Dyson, Heidegger…

Heykeltraştan müzisyene, biyologdan fizikçiye, edebiyatçıdan felsefeciye pek çok alana ait bu kadro eşliğinde 80 sayfalık romanda pek çok “ağır” konu, kuşkusuz Leonard Wilde’ın ve Hugo Usher’in ilgi, tercih ve yönlendirmeleri doğrultusunda, gündeme gelir, konuşulur, müzakere edilir.

Bu arada, bunca geniş bir kadro, bir şekilde 3 W’ye girebilirken, Dali, Sartre, Breton ve Ponty’nin yasaklı olması garip ve şaşırtıcı değil. Faşizme, nazizme bir şekilde göz kırpmaları söz konusuydu zira…

Konu romanın başka sayfalarında da farklı bağlamlar eşliğinde gündeme gelir. Şurada olduğu gibi: “Kararlı biçimde modern kafalı olduğu anlaşılan biri, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ından söz edecek oldu, ne var ki Usher ona, kendi yurtluğunda Nazilerin ve onlarla ilişkisi olanların et ve kemik olarak ve de ruh olarak bulunmasının yasakladığını kesin biçimde bildirdi.” (s. 66)

Ben bu Usher’i tuttum. Doğrusunu yapmış. İnsanlara kan kusturan bir ideolojiyle zerre kadar teması olan yapılar, yerel veya genel, ulusal veya evrensel, mahkûm edilmeli…