29 Aralık 2021 Çarşamba

ŞANLI ŞARKI NEYİN SARKISI?

Cevat Akkanat'ın dinamik bir kalemi olduğunu bilenler bilir.

Son yıllarda bu dinamik kalemden bir hayli söz doğdu. Farklı ortamlarda okurlarıyla da buluştu bunlar. Fakat eksik olan bir şey vardı, kitaplaşmaları...

Üç beş aydır Akkanat eylemini bu yöne döndürdü. Kitaplarını ardı ardına yayımladı. Bunlardan birisi de Şanlı Şarkı. 

Şanlı Şarkı'da Akkanat'ın son üç beş yıl içinde yazdığı şiirlerden bir seçme yapılıyor. Bilinen bir şey ama hatırlatalım, başka pek çok şaire göre Akkanat, şiiriyle yaşadığı çağın ruhunu buluşturuyor. İmgelerini, sembollerini, söz sanatlarını çağın sosyal atmosferiyle kuruyor, deyim yerindeyse bireyin ruhunu ihmal etmeden, toplumsal bir sondaj yapıyor. Böylece, bireyin ve şairin olmazsa olmaz sorumluluğunu hakkıyla yerine getiriyor. Şanlı Şarkı'daki şiirleri bu kayıtlar çerçevesinde okumak okurun işini kolaylaştıracaktır. 

Sözü daha fazla uzatmanın anlamı yok. Kitabın arka kapağına neler yazmış şair Hüseyin Kaya, okuyalım: 

"Sesi kısılmayan ve imge bulmakta zorlanmayan, tekrara düşmeyen buluşlarla örülü renkli bir şiir Cevat Akkanat’ın okuruna sunduğu. Güncel olaylardan popülerlik çukuruna düşmeden besleniyor onun dizeleri. Görmezden gelinen yahut korkudan üzeri kapatılan acıları bireysel bir çığlığa dönüştüren şair; maruz kaldığı, şahidi olduğu olumsuzlukları da şiirine taşımayı başarıyor. Akkanat şiiriyle bireyselden toplumsala, toplumsaldan evrensele uzanan sıkıntıları tarihe düşerken bir taraftan da şiiri kendisi için bir müsekkin olarak kullanıyor. Akkanat’ın şiir yürüyüşünün hiçbir döneminde vazgeçemediği hiciv, müstehzi tavır ve epik söyleyiş Şanlı Şarkı’da da kitabın isminden başlayarak başat unsurlar olarak kendini hissettiriyor ancak o; sözü slogan söyleyişlere, bayağılığa düşürmeden yapıyor bunu.

Şiirin ne olduğunu, olması gerektiğini sorgulayan, denemekten kaçınmayan şair, sanat serüveninin her döneminde şiirine yenilik taşımaya, bunu yaparken de önceki sesini inkâr etmemeye özen gösteriyor. Ahenkten, buluşlardan, yeni söyleyişlerden, uyaklardan heceden ve hatta aruzdan kaçınmayan Akkanat, imge zenginliğini de içeriğe yaslayınca çağdaş sehlimümteni sayılabilecek şiirlere çıkıyor yolu. Şanlı Şarkı, şairin önceki şiirlerinde biraz uzak kalmayı tercih ettiği bireyselliği ve içliliği de bünyesinde barındırması yönüyle önemli bir kitap şairin dünya yolculuğunda."

Şanlı Şarkı'ya ritim tutmak isteyen okur, işte senin linkin: Tıklayınız!


KARA OYUN NASIL OYUN?

İlk baskısı 1997'de Kırağı Yayınları tarafından yapılan Kara Oyun, Cevat Akkanat'ın yazılan olmasa da yayımlanan ilk kitabıydı. 

"Evrensel Şiir" başlıklı bir poetika; kitaba adını veren, alegorik, teatral ve manzum uzun bir metin ve onu takip eden iki şiirden oluşan Kara Oyun'u bulup okumak ancak sahaflar marifetiyle mümkündü. 

KDY Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık etiketiyle sunulan kitap şu cümlelerle takdim edilmiş: 

Kötülük kurgucularının zulme, katliama, kaosa, küfre ve benzeri her türlü eylemine karşılık şiir, şairin bilinçli ve diri belleğinin, göynümüş gönül dağının, yaralı bağrının, özgürlük arzusunu kışkırtan keskin zekâsının dinamik ve etkin sözcüsüdür.

Bu eylemlilik halinde şairin benliği ve belleği ana rahmi, şiirsel eylemi ise muhatabını bertaraf edecek muharrik gücüdür.

Bu anlamda Kara Oyun ciddi bir sahnedir. Esere adını veren metin başta olmak üzere bu sahnede karşıtların teatral cengi gösterime girer.

Cevat Akkanat’ın poetik bir ön metinle de beslediği Kara Oyun, okurunu okudukça boyutlandıracak tepkisel bir kurmaca.

Kitabı temin etmek isteyen okurlarımız için işte link: Tıklayınız!



8 Kasım 2021 Pazartesi

AYIN ŞİİRİ: MEHDİ BARBAROS'UN "BARBAR KARGIŞLAR" ŞİİRİ

            Rabbim onları affetme

Çünkü ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar

 

Mahşer günü ortalığa düşüp

Bankamatik arayasın

 

Tahrif ettiğin bütün istatistikler

Forbes listesindeki servetin

Ateşinin nisap miktarı olsun

 

İnandığın İsviçreli bilim adamlarına

Öbür dünyada komşu olasın

 

Burnundan gelene kadar nşb içirilesin

Etlerin yaralar dökene kadar gdo’lu yedirilesin

Sağlığımızı hiçe sayarak kazandığın milyonları

İlaç deyu kuruş kuruş yutasın

 

Halklarını hiç ettiğin toprakları

Kıydığın mazlumların cümle âhını

Sıratı geçerken sırtında külçeler olarak bulasın

 

Niyetlerin üzerinde tatbik edilsin

Gardiyanlar hücrene her dem demokrasi getirsin

Ceza infaz görüntülerin tıklanma rekorları kırsın.

 

Senin adına seviniyorum

Çünkü adil yargılanacaksın

Sen de sevinmelisin bence.

 

Mehdi Barbaros’un çağın olumsuz alâmet-i farikalarını işaret ederek yaptığı esaslı bir ilenci, bedduası “Barbar Kargışlar”. Şiirin sunduğu imkânlardan yararlanarak belirli bir buğu içine konuşlandırdığı hedef tahtasını (korkuluk mu yoksa?)  söz oklarıyla makul bir şekilde hırpalıyor.

Asıl adı Mehmet Nebi Bostancı (Adıyaman, 1973) olan şair, şiirlerini Mehdi Barbaros fikir yazılarını ise Mehmet Kaşifoğlu müstearıyla imzalıyor. Onun söz konusu metinlerine genellikle Barbar dergisinde rastlıyoruz. Nitekim yayımlanmış tek kitabı Şiirikatürler adlı kitabındaki metinlerini de daha önce Barbar dergisinde yayımladığını biliyoruz.

İkisi ikili, dördü üçlü ve birisi dörtlü olmak üzere toplam sekiz birimden oluşan “Barbar Kargışlar”, Hz. Muhammed’in kendisine saldırıp taş atan bir kabileye dair “Ya Rabbî, onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı.” şeklindeki rahmet ve merhamet yüklü duasının (Bu duanın bir başka versiyonu Hz. İsa’ya izafe edilir.) tam zıddı bir ifadenin iktibasıyla başlıyor: “Rabbim onları affetme/Çünkü ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar.” Gerçi bazı kaynaklarda ifade Rus kökenli Fransız filozof Vladimir Jankelevitch’e atfedilse de onun Hz. Muhammed veya Hz. İsa’dan beslendiğini düşünebiliriz. Bizi ilgilendiren husus, söz konusu iktibasın ele aldığımız şiirin ileri sürdüğü öğretiyle örtüşmesi, dahası şiire temel teşkil edecek bir anahtar olmasıdır.

Bununla birlikte şairin peygamber sözünü değil de tam aksi yönde olanı tercih etmesi, bu şiir bağlamında makul. Çünkü şiirin devamında da görüleceği üzere “ne yaptığını çok iyi biliyor” olmakla birlikte her türlü ihanete bulaşan karaktersiz bir “tip”in yapıp etmeleri üzerinde duruluyor. Onun bu tercihleri kınanıyor. Kınanmakla kalınmıyor, kargışlanıp lanetleniyor.

Şairin “net” anahtar kelime ve kavramlar kullansa da kargış oklarını gönderdiği “tip”i somutlaştırmadığını görüyoruz. Her ne kadar ikinci tekil şahsa dair ithamlarda bulunsa da şairin muhatabı şudur dememiz mümkün değil. Doğrusu da bu. Okuduğumuz metnin bir şiir olduğunu unutmayalım. Ayrıca bu tarz içerik ve söylemlere sahip şiirlere imza atan herhangi bir şairin muhayyel bir muhataba hitap etmesi her bakımdan sağlıklı bir tercihtir. Aynı şekilde okurun da bir şiir bağlamında ve görece bir negatif “tip” üzerinden toplumsal okumalar yapması zenginlikler doğurur.

Peki, Mehdi Barbaros sorumluluğu kötüye kullanma noktasında bulunanla ilgili hangi göstergeleri gündemine alıyor? Bunlar metnin her bir birimine yayılarak sırasıyla gündeme getirilmiş. Şimdi bunlar üzerinde sırasıyla müzakere edelim:

İkinci birimdeki “bankamatik”, üçüncü birimdeki “tahrif” edilen “istatistikler”, “forbes listesindeki servet” gibi ifadeler ekonomi ile ilgili veri ve göstergelere tekabül eder. “Bankamatik arayasın” kargışı bu cihazın yokluğuna, bulunmamasına değil, olsa olsa gelir dağılımındaki adaletsizliğe, dolayısıyla bundan olumsuz etkilenen ve parasal sıkıntılar yaşayan düşük gelirli insanlarla ilgilidir. Bu ilenç sözü, ancak onların dilinden sarf edilmiş olabilir. Gelelim “istatistikler”in tahrifine. Bu eylem kuşkusuz sadece ekonomik alanı kapsamaz. Güç mekanizması hemen her alandaki sayılara istediği gibi yön verebilir. Nitekim bunun kimi örneklerine farklı disiplinlerde zaman zaman tesadüf etmiyor değiliz. Fakat insanlara en çok dokunanı ekonomik tahrifatlardır. Şiirin üçüncü biriminde bu yanıltma girişimi “Forbes listesindeki servet” ifadesiyle birleşince, ister istemez veriyi ekonomiyle ilişkilendiriyoruz. Bilindiği üzere bir Amerikan iş dünyası dergisi olan ve genellikle finans, yatırım, pazarlama gibi alanlarda yayınlar yapan Forbes, hazırladığı listelerle dünya çapında etkili olan bir yayındır. Bu listelerden birisi de her yıl yayımlanan “Dünyanın En Zenginleri” (The World's Billionaires) listesidir. Demek ki şiirde hedefe yerleştirilen “tip”in bu listedeki serveti hayli yüksektir. Ne kadar olduğunu bilmediğimiz ve makul yollarla elde edilmediğini zannettiğimiz bu meblağı şair “Ateşinin nisap miktarı olsun” bedduasıyla ilahî adalete havale etmektedir.

Bir sonraki birim bir ikilik: “İnandığın İsviçreli bilim adamlarına/Öbür dünyada komşu olasın”. Burada egemenlerin büyük değer atfettiği, dünya bilim sektörünü eline geçirmiş görüntüsü sunan, o sektörü yönlendiren ve fakat yaptıkları tahrifatlar sebebiyle kimi kesimlerde tepkiyle karşılanan görece sanal “İsviçreli bilim adamları”na temas edilir. Tabii ilence tâbi tutulanın kötülüğü bağlamında. Sadece bu bağlamda değil, şiirin bir sonraki biriminde zikredilen “nşb”, “gdo” gibi maddelerle ve ilaç sektöründeki vurgunlarla da ilişkisi olmalı bu bilim adamlarının…

Şiirin beşinci biriminde dile getirilen “nşb” (Nişasta Bazlı Tatlandırıcı, mısır şekeri) ve “gdo” (Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizma) konuları uzun zamandır Türkiye’nin gündemde. Dahası yapılan hukuki düzenlemeler tarımsal üretim sistemi, gıda sektörü, sağlık ve ekonomik dengeler bağlamlarında bu zararlı maddeler lehine yapılıyor. Doğal olarak, bu maddelerin üreticileri dışında, olan bitenden memnun olan yok. Siyasal muktedirler de lehine tavır aldıkları bu sağlıksız maddeler gibi tepkilere maruz kalmakta. Şair bu tepkilerin tercümanıdır.

Halklarını hiç ettiğin toprakları

Kıydığın mazlumların cümle âhını

Sıratı geçerken sırtında külçeler olarak bulasın

Metnin altıncı birimi olana üstteki üçlük ile hukukî ve adli meselelere geçiliyor. Birimin ilk dizesi “âh”ların muhatabı “tip”in zulüm sahibi bir kimlik taşıdığını, bu anlamda zalimane siyasetler uygulayarak nice mazlumu yerinden yurdundan,  evinden barkından ettiğini yansıtır. Dahası “halklarını” sözcüğünden, söz konusu “tip”in bu fiillerini bir toplumu oluşturan farklılıklara tahammül edemeyerek onlara yönelik olarak gerçekleştirdiğini görürüz. Burada “mazlumların cümle âhı”nın “sıratı geçerken” zalim “tip”in sırtında ağırlık oluşturması ilenci dikkat çeker.

Şair bir sonraki birimde söz konusu itici muktedir “tip”i derdest edilmiş bir halde ceza infaz kurumu ortamında gösterir. Artık güçlüyken yaptıklarının hesabını verme zamanı gelmiştir. Vaktiyle hangi niyetlerle hareket ettiyse onlara maruz kalması kısasını talep eder şair. Buradaki “Gardiyanlar hücrene her dem demokrasi getirsin” dizesi ironik bir telmih olmalıdır. Öyle ya, şimdi mahkûm olan zalim, kendi muktedirlik zamanlarında “demokrasi” ve “adalet”in sözde timsali idi! Birimin son dizesi çağın farklı bir alamet-i farikası üzerinden yapılan bir bedduadır:

Ceza infaz görüntülerin tıklanma rekorları kırsın.”

Şiirin son birimi yukarıdan beri sıralanan kargışlardan rücu anlamı taşır niteliktedir. Bunca bedduadan sonra makul bir noktaya gelinmiş olması, hareket noktasının intikam duygusu olmadığı, adaletin ve vicdanın merkeze yerleştirildiği hususunu yansıtır. Çünkü zulümleriyle bir dönem kan kusturan “tip” “adil yargılanacak”tır. Bunun haberi verilir kendisine. Sürecin adalet üzere yürütülecek olmasına sevinen şair, zanlı eski muktedir zalimin de sevinmesi gerektiğini belirtir.

Mehdi Barbaros’un bu şiirinde günlük dil ile şiir dili makul bir şekilde sentezleniyor. Özellikle günlük dilin imkânlarını temayla başarılı bir şekilde örtüştürüyor şair. Yer yer müracaat ettiği klişeler okuru rahatsız etmiyor. Bunda bir etken de metnin “kargış”lara yaslanması olabilir. Çünkü dilin bu içerikte kullanımı için zamanla klişeler oluşmuştur. Dolayısıyla kıstasları belli bir içerik ve bu içeriği sunumunda söz konusu dil unsurlarını kullanmaktan başka çare yoktur. Bu anlamda “Ateşinin nisap miktarı olsun”, “Öbür dünyada komşu olasın”, “Burnundan gelene kadar nşb içirilesin”, “… tıklanma rekorları kırsın  gibi cümle düzeyinde klişelerin yanı sıra, “İlaç deyu”, “hiç ettiğin”, “tatbik edilsin” “her dem  gibi dilin günlük kullanımına mahsus ifadeler de metinde yer almaktadır.

Şairin “Barbar Kargışlar” şiirinde olduğu gibi, sosyal içerikli temalara eğilimli bir sanat anlayışı içinde olduğunu dergilerde yer alan diğer metinlerinden ve Mehmet Kaşifoğlu müstearıyla yayımlanan Şiirikatürler kitabından anlayabiliriz. Buradan hareketle, dili kullanımdaki tasarrufunun da burada ana hatlarını belirtmeye çalıştığımız bir nitelikte olduğunu belirtmeliyiz.

 

KAYNAKLAR: 

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2015/12/Genetigi_Degistirilmis_Gidalar_Stratejik_Boyutlari.pdf

https://katalog.idp.org.tr/yazarlar/61710/mehmet-kasifoglu

https://katalog.idp.org.tr/yazarlar/61733/mehdi-barbaros

https://www.sekeris.org.tr/multimedia/33/sekerisnbs.pdf

Mehdi Barbaros, “Barbar Kargışlar”, Barbar Dergisi, S. 45 [Ekim 2021], s. 3.

Mehmet Kaşifoğlu, Şiirikatürler, Barbar Kitap Yay., İst., 2018.

Not: Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi S. 515 [Kasım 2021], s. 59-61'de yayımlanmıştır

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

24 Ekim 2021 Pazar

ŞAİRİN SON BAHARISTANI

Ömrünü Allah'a teslim eden bir şairimiz, son günlerini, hatta son yıllarını, deyim yerindeyse müthiş bir çocuklaşma keyfi içinde doya doya yaşadı. 

Doyum faslıyla geçen ömrün bu son demleri tahminim odur ki muhtereme bir hanımefendinin ikramıydı şaire. Üstad, reise-i evvelinin vefatından sonra kendisini teslim ettiği kollara, sanki sadece bedenini emanet etmemiş, bu ölümlü çürüyüş nesnesiyle birlikte, uzun yıllardan beri biriktire geldiği şairane duyuş ve düşünüşlerini, hayallerini ve düşlerini, tecrübelerle sabitlediği görklü bir geçmişi ve evet, kendi ahir zamanının alameti farikası olan yeniden çocuklaşma eğilimlerini teslim etmişti. 

Bu bir emanet ediş değil, sanki iman edişti. İki kişilik sahneydi dünya onlara. Kimi zaman dağ başlarında, kimileyin deniz kıyılarında. Seksen yüz yıllık bir kocayıştan sonra, bin yıllık ömre müşteri oluş söz konusuydu sanki. Zahire ehlinin bekâ  endişesi ne kadar gülünç kalıyordu bu sahne karşısında.

Tetiğe basıp, "Şair" diyordu müennes ses; "Ne diyorsun hayat hakkında?" Tetik dediğin deklanşör, başlıyordu kaydetmeye. Üç beş yaşlarına yeni ermiş yaşlı şair, rüzgârını da alıp denizle birlikte arkasına, bir kaç dakikalık med ve cezir oluşturuyordu ekranda. Şiiri soruyordu o ses, insanı soruyordu, mutluluğu, kederi, hasreti, memleketi...

Lodos gibiydi kimisinde, kimisinde meltem. Aşk u şevk ile yanıtlıyordu soruları. Sanki yeni bir inşa ve ihya fırsatı bulmuş da, bu fırsatı dolu dolu kullanmak istiyordu. Yeniden çocuktu, yeniden delikanlı oluyordu, yeniden hoyratlık yapıyordu, yeniden tecrübe kazanıyordu, yeniden olgunluk yaşıyordu

Geçtiğimiz günlerde onu Allah'a uğurladık. Şiirin "Beyaz Kartalı" idi, gökyüzünün "Dolunay"ı. 

Üveyiklerin çocukluk arkadaşıydı, gökçe günlerin gizli çocuğu. 

Ölmeden önce öldü. Gizlin çocuk kendi ahir vaktine mühür vurdu.

///

Şair öldü. Çocuk da.

Şairler böyle ölür, çocukluk çağlarında...

Peki, krallar, komutanlar, başkanlar, firavunlar, hamanlar, sultanlar, sadrazamlar, hakanlar, kağanlar? 

Çocuklukları olur mu onların tekrar, sonbaharlarında?

Olmaz tabii ki. 

Sokaklara bile çıkamazlar...

22 Ekim 2021 Cuma

GÜZ KLÂSİĞİ OKURLA YENİDEN BULUŞTU

Güz Klâsiği kitabıyla, sararan bir mehtabı gölgeliyor Cevat Akkanat. Yüreğimizi burkan bir hüzünle iç içe geçiyoruz. Bu serüven, şairle birlikte okuru da alıp götürüyor götüreceği yere. Okurun iç dünyası ile dış dünyası arasında köprü kuran bir karanfil destesi. Dahası, geçmiş ve gelecek arasındaki bir uzaya konuşlanmış tampon bir bölgeye götürüp koyuyor müşterisini. Orada her bir okur kendi filminin başrolünü oynayabilir.

Diğer yandan, şairin kendisiyle olan sosyal mesafesini imliyor Güz Klâsiği. Kurduğu ter ü taze oyun ve imgelerle, şiirsel söyleyişine nakşettiği edalardaki safiyetiyle, iç evrenlere ferahlık veren duygusal değerleri ve anlamsal genişlemelere kapı aralayan geleneksel bağlamlarıyla…

Somutlaştırmak mümkün olmasa da, deneyelim:
“şiir lüzumsuzdur su verin bize
bırakın sözü tenimize aşk serin”

Osman AKTAŞ


15 Ekim 2021 Cuma

AYIN ŞİİRİ: AYŞE ALTINTAŞ’IN “TAM KAPANMADAN ÖNCE” ŞİİRİ

             yıldızları kısıtlanmış bir ülkede

ölümsüzlük için kitap karıştıran çocuklar

rahmet gibi toprak döken gökyüzüne

gücenmeden yaşayan vadedilmiş günlerde

 

yatağın sıcaklığını ve çiçeklerini silkeleyerek çarşafların

hiç düşünmeden ayağa kalkan

gecenin esmerliğini kovalayıp keskin taşlarla

bayraklarını deli bir kanla dalgalandıranlardan

 

üzülerek geçiyoruz diğer storiye

ekran görüntüsü alarak utancımızdan

yabancılaşmamak için vahyin has öğrencilerine

eski terkipleri diziyoruz pencere önüne

 

milli düşlerimizi ve meydan harplerini

sandıkta unutulan kutsal emanetleri

plaj çantasına atıp tüm soğuk günleri

yola koyuluyoruz tam kapanmadan önce

 

ekmeği çamura bulanmış çocukların

yüzü suyu hürmetine

eli boş döndürme rabbim evimize


Birden çok şahdamarı olan bir şiir “Tam Kapanmadan Önce”. Yedi İklim’in Ağustos 2021 sayısısın 58. Sayfasında yer bulmuş kendisine.

Ayşe Altıntaş, sosyoloji okumuş, edebiyat okuyor. 1978 Mersin doğumlu. Ev hanımı. Dört çocuk annesi. Şair ve yazar.

Şimdiye kadar Yedi İklim, Şiar, Ketebe Piyan, Mahfel, Telmih, İkrar, Zarif, Dilhâne gibi dergilerde görünüyor. Bir ara Cinas adlı fanzin dergiyi çıkarmışlar arkadaşlarıyla. Bir ara Milat gazetesinde yazıları yayımlanmış. Milat’taki serüveninin kısa sürdüğü görülüyor. Altı yazı. Mart ilâ Haziran arasında altı yazı. Yazımızda dikkate alacağımız materyal bırakmış ama geriye…

Henüz kitabı yok. Okuduğum şiirlerine göre söylüyorum, çevresindeki yayıncılar haksızlık yapıyor Ayşe Altıntaş’a. Kitabını yayımlamayarak tabii ki…

Doğrusu “Tam Kapanmadan Önce” şiirini okuyana ve o anda işbu yazıma konu yapmaya karar verene kadar dikkat etmediğimi fark ettim Ayşe Altıntaş ismine. Fakat açığımı hızla kapatmanın yolunu bir şekilde bulmaya çalıştım. Özellikle yazımın çatısını çattıktan sonra, şairin yukarıdaki dergilerden, daha çok göründüğü Yedi İklim’deki şiirlerini, arşivimden bulup okudum, inceledim. Şahdamarı fazlalığı diğer şiirlerinde de tezahür ediyordu, yanılmamıştım.

“Tam Kapanmadan Önce”ye gelelim. Şahdamarlarından bahsettik. Ayrıntılara girebiliriz. Adını pas geçmeden tabii ki. Mel’un salgın döneminin, bu dönemi suiistimal ederek yönetenlerin, hayal ve hakikatleriyle evrene sığmayacak denli geniş bir atmosfere yayılan hayatı evlere sığdırmaya ahdeden insansızlığı ve insafsızlığı “Tam Kapanma”dan başka hangi adlandırma karşılayabilirdi? F tipi hapishanede müebbet cezaya mahkûm edilmiş bir kader mahkûmu haline getirilen insanın hâli, “Tam Kapanma” dışında başka hangi yaftayla adlandırılabilirdi? Ev denilen dört duvarların “müthiş ilerleme” örneği hastane veya hapishaneye dönüşmesi… Bir örneğine Foucault’nun “Delilik ve Uygarlık” gibi metinlerinde rastlanabilirdi belki. O metinden yola çıkarak, Roy Boyne’nin “Aklın Öteki Yüzü”nde ayrıntılı bir şekilde ele aldığı “Genel Hastane” hapishaneleri… Sanki “Kapatma Çağı” yeniden başlıyordu. Kitaptan birkaç cümle aktarıyorum:

O dönem sayıları binleri bulan cüzzamlıların toplumdan dışlanmaları için son derece kapsamlı bir takım tedbirler alınmaktaydı.” (s. 16)

“(Fransa’da ‘Genel Hastane”lerin kurulduğu-C.A) 1656 fermanı, ‘işkence direkleri, dağlama demirleri, hapishane ve zindanlar’dan söz etmekte ve Genel Hastane’nin idarecilerinin gerekli gördükleri uygulamalar için temyiz yolunun tamamen kapalı olduğunu açıkça belirtmektedir.” (s. 20)

Bu hastaneleri hapishanelerden ayırmak son derece güçtü.” (s. 21)

Fransızlar “Genel Hastane”ye “Hôtel-Dieu” (Kelimesi kelimesine tercümeyle “Tanrının Oteli” diyebilir miyiz? Terim anlamı ise “Şehir Hastanesi”. Övünelim mi, şimdilerde Avrupa’nın en büyüğü Ankara’da?!.) demişler. Orada tecrit ettikleri sözde hastalara (delilere, yoksullara, aylaklara, sefihlere, suçlulara!) “hacamat, müshil ve bazı durumlarda yakı ve banyo gibi o günün alışılageldik tedavi yöntemleri” uygulamışlar.

İngiltere’de düşkünlerevi, Almanya’da ıslahevleri (“Zuchthausern”) formlarıyla belirginleşen “Kapatma Çağı” Fransa’da 150 yıllık bir süre sonunda 19. Yüzyıl başlarında “siyasi ve iktisadi bir başarısızlık” örneği olarak ve geride “akla hayale sığmayan şiddet eylemleri ve cinnet halleriyle ilgili yeni imgeler” bırakarak sona erer. 

“Tam Kapanmadan Önce”yi okurken, ister istemez Foucault’nun dile getirdiklerine, Roy Boyne’nin yorumlarına takıldı aklım.

Tam da burada, “Tam Kapanma” ifadesini güncelin pençesinden kurtaracak mükemmel bir tevriye örneği olarak da okuma şansımız var. Bu ifadeyi kişisel veya toplumsal bir “ölüm”le eşanlamlı şekilde ölümsüz yapan bir etken de bu ikili okuma/anlama değil mi? Kuşkusuz, ölümü “Tam Kapanma” olarak algılayan bir medeniyet coğrafyasında yaşamıyoruz. Fakat geldiğimiz noktada oluşturulan ortamın, o medeniyet algısına yönelik tahrifata giriştiği de muhakkak.  

Dört dörtlük ve bir üçlükten, toplam 15 dizeden oluşan “Tam Kapanmadan Önce”de bize el eden unsurların arasında, metnin içerik ve estetik değerler bakımından zenginliği yer almaktadır. Bu bağlamda, sözgelimi daha şiirin ilk dizesi olan “yıldızları kısıtlanmış bir ülkede” hayli çarpıcıdır. Buradaki “kısıtlanmış”lığı “Tam Kapanma”nın dönemsel karşılıklarıyla, yani yasaklar, engeller, cezalar, mahkûm etmeler vs. ile birlikte okuyabiliriz. Okumayabiliriz de! Fakat kısıtlanan “yıldızlar” olunca yorum zora talip oluyor. Nitekim “ölümsüzlük” (“dirilik” de denilebilir mi?) kitabını tedris etmek için gayret gösteren “çocuklar”ın karşılaşacağı manzara da arz ile gök arasındaki bir tenakuzda eriyip gidiyor: “rahmet gibi toprak döken gökyüzü”. Bu kanaatimce korkunç bir manzaradır. Bu manzaradan sonra, bütün “vadedilmiş”liklere rağmen “gücenmeden yaşa”yabilmek mümkün görünmüyor bana: Gökyüzünün döktüğü toprağı “ölü” diye okumak niye mübalağa olsun? Âkif’in “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtmede yer…” dizesinin daha yumuşak hâli diyorum buna ben. Bir de sebepler farklı olabilir, o kadar!

Şiirin ilk dörtlüğüne egemen olan ruh, ikinci dörtlüğün son dizesindeki “bayraklarını deli bir kanla dalgalandıran” imajında da karşımıza çıkıyor. Dahası, kırımların, ölümlerin taze baharlardan mürekkep olduğu da bir vakıa olarak ortaya konuluyor. “Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu” (Ece Ayhan,  “Meçhul Öğrenci Anıtı”) sürgit nihayet!

Bu arada ilk dörtlükte karşımıza çıkan “yıldız”, “çocuk”, “rahmet” (“yağmur”), “gökyüzü” gibi göstergeler Ayşe Altıntaş’ın Yedi İklim’in farklı sayılarından inceleyebildiğimiz başka şiirlerinde de sıkça kullanılıyor. Kuşkusuz farklı anlamlar yahut semboller ifade ederek:

Ne çok yıldıza bürünmüştün” (Elvermedi Yüreğim”, Eylül 2019, s. 59)

 eski bir şarkıyı mırıldanır oysa yıldızlar” (“Geçmiş Zaman Nöbetleri”, Şubat 2020, s. 54; Bu şiir Yusuf Bahadır Çevirgen imzasıyla yayımlanmış, derginin bir sonraki sayısında Ayşe Altıntaş adına gerekli tashih yapılmıştır.)

açık unutulmuş bir kaç yıldız kalıyor geriye” (“Gizli Göç”, Ağustos 2020, s. 60)

Yalnız bir serçe uzansın pencereden içeri/Bir de yağmur avuçlarımızı ıslatan” (“Hükmünü Yitiren Bahar”, Eylül 2019, s. 59)

Ilık yağmurlar boşalır gözlerinden” (“Yükü Olmayan Hamal”, Mart 2020,s. 39)

 Göğün hüznünü tutsun kuşlar” (“Umut Güzellemesi”, Kasım 2019, s. 57)

Bir mısra aradım gökyüzünde” (“Elvermedi Yüreğim”, Eylül 2019, s. 59)

Gökyüzünü ak kuşlar kulaçlıyor” (Yükü Olmayan Hamal”, Mart 2020, s. 39)

çocukluğunda kaybolan o pembe entarin/açılmaya hazır leylak gibi/kendini su kenarında beklersin” (“Geçmiş Zaman Nöbetleri”, Şubat 2020, s. 54)

Göz kırparak yani ana hatlarını sorgulayarak şiire baktığımızda her dörtlüğün ilk dizesi belirgin bir baskınlığı yüklenmiş görünüyor. Bununla birlikte bütün ilk dizelerin en dikkat çekeni ikinci dörtlüğe ait. Mısra-ı berceste desek yeridir “yatağın sıcaklığını ve çiçeklerini silkeleyerek çarşafların” dizesine. Söz bitmiyor, anlam devam ederek cümleye ve sıradanlığa evriliyor ama bize burası yeter: “Yatağın sıcaklığı”nın ve çarşafların “çiçekleri”nin silkelenmesi iyinin üstünde ve yeni imgeler.

“Tam Kapanmadan Önce”nin bir bütün olarak dikkatleri üzerine çekeni ise üçüncüsü:

üzülerek geçiyoruz diğer storiye

ekran görüntüsü alarak utancımızdan

yabancılaşmamak için vahyin has öğrencilerine

eski terkipleri diziyoruz pencere önüne

Burada, telaffuz da edildiği üzere, bir “stori” geçişi hissedebiliriz. Üstelik şair kullandığı kelimeyle bilinçli bir karmaşayı kurgulayarak yapıyor bu geçişi. “Stori”ye birinci derecede bildik tanıdık “hikâye, öykü” karşılığı veriyor olamaz sizce de değil mi? Belki “masal, efsane, destan, rivayet” diyebiliriz. Ama ben işin içinde daha çok “tarih”le ilişkilendirilmiş “yalan, maval, martaval” olduğunu, bundan ötürü de utancımızın ekran görüntüsüyle vesikalanmaktan kurtulamadığımızı söyleyebiliriz. Dörtlüğün üçüncü satırı bir şiir için bir hayli düz anlamlı. Fakat bir ihtiyacı karşılıyor. Çünkü “stori” taklası “vahyin has öğrencileri”ne rağmen atılıyor. Utanç onlara yapılan hainliklerden ötürü. Yabancılaşmamak ise başka bir “stori”. Kadim değerler (“eski terkipler”) pencere önüne dizilsin, yeter! Bu sahtekârlığın “ölümsüzlük için kitap karıştıran çocuklar”a rağmen yapıldığını da hatırlatalım…

Şiirin son dörtlüğü maval ve martavalların mahiyetine, niteliklerine, hangi boyutlarda gerçekleştiğine dair izlenimler sunuyor. Yeni Türkiyeler icat edemeyince, Paul Connerton’un “Toplumlar Nasıl Anımsar”ında kodlarını deşifre ettiği kitleleri afyonlamanın B Plânı gelsin: “Tören patolojisi”. Bayramlar seyranlar icat edilsin yahut eskilerinin tozları silkelensin, yeniden pazarlansın, kahramanlıklar cilalansın, efsaneler efsunlansın, din dili kirletilsin. “Pasyo Oyunu”ndan “Kan ile Vaftiz” törenine, “Işıklar Yortusu”ndan “Albaylar Darbesi”ne kadar, resmî biçim verilmiş törenler, şölenler, şunlar bunlar… Ayşe Altıntaş’ın, bir yazısında da işaret ettiği “ulusalcı/ırkçı bir bakış açısı” plaj çantasına girmeyegörsün:

milli düşlerimizi ve meydan harplerini

sandıkta unutulan kutsal emanetleri

plaj çantasına atıp tüm soğuk günleri

yola koyuluyoruz tam kapanmadan önce

 

Şiirin son birimi bir üçlük. Bu birimin ilk dizesi, ilk dörtlüğün “ölümsüzlük için kitap karıştıran çocuklar” şeklindeki ikinci dizesine bağlanıyor. Hatırlanacağı üzere ölümsüzlük (yahut dirilik) kitabını tedris için cehdeden bu çocuklar, malum “stori” abrakadabralıklarına maruz kalınca, vadedilmişlikler şöyle dursun, emeklerinin, ekmeklerinin sancısını yaşar olmuşlardır. Şiir, bu tahassüs ile ve geleneksel şiirde pek çok örneğini gördüğümüz üzere, samimi bir dua cümlesiyle sona eriyor:

ekmeği çamura bulanmış çocukların

yüzü suyu hürmetine

eli boş döndürme rabbim evimize

 

Anlam katli yaptık mı bilmem fakat “Tam Kapanmadan Önce”yi ben buraya düştüğüm kayıtlar dâhilinde okudum, okumaya çalıştım. Bu cümleyi, şiir sanatının çok anlamlılığına dair klişeyi tekrarlamak için kurmuyorum. Bundan öte, şair Ayşe Altıntaş’ın ciddi anlamda kendisine mahsus bir imge / şiir dili kurma potansiyeli taşıdığını, bunlara nüfuz etmenin de hayli sancılı bir uğraş olduğunu vurgulamak istiyorum.

Bitirirken, Ayşe Altıntaş’ın ele aldığımız bu şiiriyle birlikte okunmasını tavsiye edebileceğim başka bir şiiri olduğunu belirteyim: “Hükmünü Yitiren Bahar”. Aynı derginin 354. Sayısında (Eylül 2019, s. 59) yayımlanan ve “Tam Kapanmadan Önce”yle duyuş ve düşünüş akrabalığı yapan bu şiirin ikinci ve dördüncü bentlerini paylaşmak istiyorum:

Şimdi her şey hırsla yükseliyor

Kan değerlerimiz yeşil bazlı

Güvercin gündemi tansiyonumuz

Ateşten kalkıp ateşe oturuyoruz şimdi

Hak için yandığımız söylentisi

Yeşil yükselişler adına

Yanıyor ve sönüyoruz

Evlerimize atılan bombalarla

 

Belki karanlığın kendisi bir işaret

O konuşuyor yıldızlar adına

Göstermelik parlatan odur güneşi

Titretirken yürek tellerini

Büyük ateş için topluyordur mahşeri

 

KAYNAKLAR: 

Ayşe Altıntaş, “Tam Kapanmadan Önce”, Yedi İklim Dergisi, S. 377 [Ağustos 2021], s. 58. (Yedi İklim’den yaptığımız diğer alıntıların kaynaklarını yazının içinde vermeyi tercih ettik.)  

https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/uyandirilmasi-gereken-ummet-bilinci7594/

https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/yasamak-3367/

Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, (Çev: Alâeddin Şenel), Ayrıntı Yay., İst., 1999.

Roy Boyne, Aklın Öteki Yüzü (Foucault ve Derrida), (Çev: İsmail Yılmaz), BilgeSu Yay., 2. Bas., İst., 2016.

Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi, S. 513 (Eylül 2021), s. 57-60'da yayımlanmıştır. Okumak için tıklayınız.

13 Ekim 2021 Çarşamba

ISSIZLIK MARŞI: "NİHİLİST ANLATILAR" 35 YIL SONRA KİTAPLAŞTI

 


uykuya geçince mutluluğa da geçecek. sonra uyanacak ve mutsuzluğa avdet edecek. böyle.

gecenin bir vakti bu habis muhasebeye bodoslama yapmışken, oradan, içimden bir ses, bir telefon sesi, tamam oğlum, seni de göreceğiz diyor, geleceğiz diyor. oradan, içimden bir sevinç ürperiyor sonra, nedensiz. 

bakıyorum, elimde tel, pense, demir parçacıkları, bir aşkı bağlıyor, birleştiriyor ve boğuyorum. ölümden yana değil bu boğum. dirimden yana olmasını ise temenni ediyorum.

mutluluk ile mutsuzluk arasındaki geçişkenlik umut ve umutsuzluk arasında da olabilir. sevinç, keder, gözyaşı, pırlanta, toz yığını, küf, pas, asfalt, beton, demir... hayatı düşünüyorum. ve ayakta kalmayı, kalabilmeyi. 

beş parasızlığı, üç kuruşsuzluğu, seni düşünüyorum.”

Issızlık Marşı 1985-1987 yıllarında yazılmış ve matbu olarak ilk kez okurla buluşan ‘nihilist anlatılar’dan oluşuyor.

Kitabı temin etmek için tıklayınız


KORKU ISLIĞI'NIN İKİNCİ BASKISI YAYIMLANDI

 


Şiirin poetikası üzerine de çalışmaları olan Cevat Akkanat, Korku Islığı’nda nasıl da dile getirmekte o delişmen sevdalar gibi onurun ve direnişin şiirini; damarlarda zonklayan o serazad gençliği...

Ümit Aktaş


Korku Islığı, zaman, mekân kaygısı taşıyan genç bir yüreğin isyan dolu haykırışı... İdealist bir yaklaşımla yaşamayı düstur edinen 80'li yılların gençliğinin, yıllar sonra hâlâ var olduğunu görmek isteyenler, haksız yere verilen emirlere itaat etmeyi sevmeyenler, doğrunun karşısında eğilmeyenler ve zulmün karşısında susmayanlar için mısra aralarında çok giz var. Keşfe hazırsanız Korku Islığı sizleri bekliyor.

Sergül Vural

 

Cevat Akkanat'ın, gençlik dönemine ait şiirlerini "Korku Islığı" adı altında kitaplaştırma fikri, şairin yazın hayatındaki serüvenini tanımamız açısından oldukça iyi bir izlek olsa gerek. 40 şiirden, 64 sayfadan oluşan bu kitap, 1982-87 yılları arasında yazılmış. 12 Eylül’e göndermeler içeren delifişek şiirlerle dolu bu kitap, korkusuzdur… Toplumsal şiirler, tanıklıklar, aşklar, uçarılıklar dizisidir, âdeta.

Abdurrahman Adıyan

1987’de tamamlanmış bir kitabın şunca yıl sonra yayınlanacak olması keyfe keder bir durum gibi görünebilir. Oysa yirmili yaşlarını süren şair için bu macera, siyasal bir ivmenin neticesi olmakla birlikte, rant kapısı olarak kullanılmamış bir kimliğin yıllar sonra taşıdığı anlamı bütünlemesi bakımından da önemli ayrıntılara haizdir.

Reşit Güngör Kalkan

Kitabı temin edebilmek için, tıklayınız.

30 Ağustos 2021 Pazartesi

KAAN EMİNOĞLU YAZDI: "HÜZN Ü AŞK"

Cevat Akkanat 'tan Şeyh Galip'in Hüsn ü Aşk'ına nazire bir kitap, Hüzn ü Aşk. Kitabın ilk baskısı elli adetle sınırlı olduğu için ikinci baskısı da yapılmış. Ne de iyi edilmiş. Elli baskı bulunabilirliği yok denecek kadar azaltan bir sayı.

Benim "Başlıkla Vur Şiirle Öldür" adlı bir yazı vardı. Kitap ve şiir isimlerine ne kadar önem verdiğimi bu yazıyı okuyanlar iyi bilirler. Bir şiirin ya da kitabın isminin o eserin vitrini olduğunu düşünürüm. O yüzden rastgele verilmiş isimler beni eserden uzaklaştırır. Bu bakımdan Cevat Akkanat'ın kitabına bir yakınlık hissettim.

Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü olan Hüzn ü Aşk'ta aşka dair şiirler var. Akkanat'ın lirik içsel serüveni de diyebiliriz bu bölüme.

İkinci bölüm Müstesna Dünya ise metafizik yoğunluğu imleyen şiirlerden oluşuyor.

Üçüncü bölüm Düşen Tarih ise siyasi şiirler olarak adlandırabileceğim şiirlerden oluşuyor. Şairin 1999-2000-2001 yılları arasındaki politik süreci nasıl değerlendirdiğini görebiliyoruz bu bölümde.

Nazireler bu bölümde de kendini var etmeden durmuyor.

Eee biz tanıttık artık okuma sırası sizde...

Tadımlık birkaç dize sunalım:

Aşk o kağıda benzetir

Su üstünde kayık gibi


Deprem mi demeli yoksa

Yıkıntılar şöleni mi

...


(İktibas Dergisi, S. 512 [Ağustos 2021], s. 61)

Kitabı temin etmek isteyenler, tıklayınız!



25 Ağustos 2021 Çarşamba

AYIN ŞİİRİ: AYNUR DİLBER’İN “DENİZLERE GİDELİM” ŞİİRİ

dünya küçük sevgilim, denizlere gidelim

buruşmuş kalbi günlerin denizlere gidelim

ateşe verelim adalet provalarını, karartılmış delilleri, insanlık tarihini

ellerini ver bana, durma, denizlere gidelim

 

dünya sağır güzelim, denizlere gidelim

kambur bir dili konuşuyor halk, denizlere gidelim

içinden geçelim anksiyetenin, cinnetin, kundaklanmış gerçeğin

ver bana ellerini, haydi, denizlere gidelim

 

dünya bize ağyar narçiçeğim, denizlere gidelim

ceplerimizde sancıyan kuş sesleri, yanımızı boş bırakmayan usanç,

                        denizlere gidelim

hadron çarpıştırıcısı ve çarpan alnımıza en katı hâli maddenin

bu imaj, çürüten şaşaa, kahırdan taşan öfke bu

ellerini ver bana, hemen, denizlere gidelim

 

o hayâl değmemiş saf sulara inelim

görmedi mi o insan, biz onu bir nutfeden yarattık

yeniden, inan, denizlere gidelim

 

Aynur Dilber, Trabzon, 1987 doğumlu öykücü ve şair. İki öykü kitabı var: Az Hüzünlü Bir Yer (İz Yay., 2018) ve Geceleyin Bir Mümkün (Muhit Kitap, 2021). İtibar, Muhit ve Hece dergilerinde yayımlanmış şiirleri var. Bunlar henüz kitaplaşmadı.

Dilber, KTÜ Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Mektepli bir kalem yani. Bununla birlikte, son yılların popüler kurumlarından olan yazarlık atölyeleriyle yolu kesişmiş. Dahası, atölyedeki hocası (Güray Süngü?) yazdığı şiiri beğenmemiş, öyküye yönlendirmiş. Üstelik şiir yazamayacağına da inandırılmış. (İzdiham dergisinden Yunus Meşe’ye verdiği bir mülakatta şöyle demiyor mu: “Yazabilseydim şiir de yazmak isterdim.”) Fakat o, iki öykü kitabı oluşturacak kadar öykü kaleme almış olsa da şiirden vazgeçmemiş. Bunu, en başta Youtube’daki “Edebiyat Burada” programında şiirle ilgisinin sürüp sürmediğine dair sorulan bir soruyu yanıtlarken (4.55. saniye) yansıttığı heyecandan anlayabiliyoruz; Sakarya’da liseli gençlerle yaptığı söyleşideki yanıtından da! Bunlardan başka, Hece Öykü dergisine verdiği yanıt şiir yazma gerekçelerini de içeriyor. “… Hocamız öykü yazın dedi, yazdım. Sonra şiir de yazdım. Sanki bir zorunluluk gibiydi. Yani mizacımın gereği. O yoğun hislerden kurtulmak için. Çünkü hislerim aşırı yoğun ve çok uçlarda, aşırı değişken. Beni çok yıpratıyorlar bir yandan var ederlerken. Bu yüzden mizacım şiire çok yatkın geliyor bana. (…) Sanki şiir yazmak çok zormuş, ilahi bir şeymiş gibi addediliyor. Niye zor olsun?” (s. 103)

Dergilerde yayımlanan şiirlerini okuduğumuzda, itirazının hakkını verdiğini görüyoruz Dilber’in. Gerçekten de dergi arşivimde bulup okuduğum şiirleri, kumaşı has bir şairin habercisiydiler. İtibar’ın 82. Sayısındaki “İki Dağ Arasında” (s. 85), 80. Sayısındaki “Hep Güzeldir” (s. 65); Muhit’in 4. Sayısındaki “Üzgün Bir Kurşun” (Arka kapakta), 8. Sayısındaki “Defterim Açık Kalsın” (s. 66-67), 11. Sayısındaki “Zeval Güneşi” (s. 99), 13. Sayısındaki “Küskün Beyaz” (s. 11) şiirleri, bulundukları dergi nüshalarında nevi şahsına münhasır özellikleriyle öne çıkarılmayı, dahası kitaplaşmayı hak eder nitelikte metinlerdi. Bu noktada daha güçlü bir delil sunalım da atölye hocası, Aynur Dilber’i şiirden alıkoyamamış olduğunu net bir şekilde görsün: “Ayın Şiiri” seçilebilecek nitelikte bir şiir kaleme almış olması! Şimdi “Denizlere Gidelim” şiiri üzerinde yapacağımız mesaiye geçebiliriz.

“Denizlere Gidelim” 16 dize ve dört bentten oluşuyor. Başlık olarak da kullanılan “denizlere gidelim” ifadesinin her bendin birinci, ikinci ve sonuncu dizelerde tekrarlandığı fark edilmiş olmalıdır. Üç dizeden oluşan son bendin ilk dizesinde “denizlere inelim” yerine “saf sulara inelim” denilmiş ki, bunun anlam itibariyle diğerinden bir farkı yok. Hatta “denizler”in saflığına delalet etmesi bakımından makul bir tercih. Bu ifade ve başlık hariç “denizlere gidelim” istek cümlesi şiirde tam on kez tekrarlanıyor. Sayma gafletinde bulunmasak hiç hissetmeyeceğiz. Yani okuyanda tenafür uyandırmıyor bu tekerrür...

“Denizlere Gidelim”i okuyup “Ayın Şiiri” olarak belirledikten sonra girdiğimiz bilgi birikimi edinme sürecinin daha başlarında, “deniz” motifinin Aynur Dilber’in sıkça kullandığı muharrik unsur olduğunu fark etmek, işimizi kolaylaştırdı. Öykülerinde anlatıcı veya diğer itibari kahramanların “deniz”le olan muaşakası, söyleşi ve mülakatlarda yazarın muhataplarının işlerini de kolaylaştırıyordu. Peşini takip edecek derinliğe dalmamakla birlikte “deniz”le ilgili sorulara sıkça müracaat ediyordu Dilber’e soru soran arkadaşlar. Böylece, bir yandan eser ile müessir arasındaki irtibatı ortaya çıkaracak birikim oluşurken, diğer taraftan hem yazarın biyografik gerçekliği, hem de oluşturduğu itibarî âlemin bağlamları açısından “denize” (denizlere) yönelişlerin gerekçeleri ortaya seriliyordu. Bunlarla ilgili derinliğe dalış ise bize kalıyordu.

Madem öyle, bu hususta öykülerinden başlayarak bazı tespitler yapalım: Az Hüzünlü Bir Yer kitabının ilk öyküsü “Üç Tek”te “deniz”e birkaç kez atıf yapılır. (s. 16, 18, 21)  Bunlarda bir miktar metaforik unsur bulunsa da, “deniz”in bildiğimiz gündelik anlamıyla kullanıldığı ortada. Şu cümlede olduğu gibi: “Denizin işi hiç belli olmaz. Seni balığın peşine takar, istediği yere götürür.” (s. 18) “Aynısı” adlı öyküde ise “Gözüm deniz manzaralı tabloya gidiyor. Yalnızca bir kayık ve pürüzsüz bir mavi. Sanki kâinat şimdi yaratılmış ve bir yaprağın bile kıpırdamadığı sakin bir yer.” (s. 41) cümleleri eşliğinde bir “deniz” manzarası görünür kılınır. Bu betimlemeyi yapan hayatla yeni karşı karşıya gelmiştir sanki. Kâinatın yeni yaratılması zannından bunu anlıyoruz. “Mutsuz Aile Çocukları”nda geçimsiz ebeveynlerden bahsedilirken “Hiç nefret etmedim onlardan ama affedemedim de! Bağrışırlarken deniz kenarındaki o kocaman kayalara benzerlerdi. O kayaların üzerine çıkıp, o yükseklikten denizi seyretmeye çok küçükken başladım. Biraz daha büyüyünce de o kayaların üzerinden denize atlamayı öğrendim.” (s. 47) cümleleri “deniz”e olan yönelime delalet eder. “İsim Defterleri”nin anlatıcısı ise bu yönelimi “Kızdığım zamanlarda başka isimlerim oluyordu, beni anlamadıklarında başka isimler. Ya da denizi seyredeceksem başka, yeni bir isim alıyordum, o duruma, o duyguya uygun isimler yazdım defterlerime.” (s. 59)

Aynur Dilber, Youtube’da “Edebiyat Burada” programında Serkan Türk’ün sorularını yanıtlarken “deniz” motifine iki kez gönderme yapar. Bir yerde (11.00-11.05. saniyeler) “Deniz gerçekten benim kendimi annemin karanında hissettiğim bir yer.” derken, bir başka yerde (11.34-12.05) bu yöndeki hissiyatını tekrarlar. Dilber’in başka mülakatlarda da benzeri ifadeleri kullandığı vakidir.  Sözgelimi bir mülakatta, tercih ettiği “Bir zaman dilimi?” sorusuna “Annemin karnındayken” diye karşılık verir. İlk kitabı yayımlandıktan sonra Merve Koçak Kurt’a verdiği yanıtta da “Deniz” ve “anne karnı” göndermeleri vardır: “Lise yıllarında denize daldığımda annemin karnında olduğumu hissederdim. Annemin karnı böyle olmalıydı. Sanırım güvenli, huzurlu hissettiğim için böyle bir benzetmeye gitmiştim.” Burada “Yazmak sanırım denizin altına dalmak gibi.” ifadesini de kullanan yazar, bir başka yerde Burak Çetik’in sorusu üzerine “Denizi annemin karnı olarak hissetmenin bir nedeni sanırım dünyayla ilişkisinin kesik olması. Anne karnı dünyadan öncesi demek. Suyun içinde de insan ayrı bir âleme geçiyor. Dünyanın sesi yok orada. İnsan eli değmemiş oraya. Suyun, varoluşumuzun kaynağını denizde, esrarengiz bir şekilde sanki bütün duyulardan ayrı bir duyuyla deneyimliyorum. Henüz kirlenmemiş, daha dalından elma koparılmamış o ilk mesut ana uzanır gibi.” ifadelerini kullanır.  Geceleyin Bir Mümkün kitabındaki “Bir Hanımefendi’nin Mağarası” öyküsünde ise deniz, ‘uğultusu’, ‘tuzlu ve yosunlu kokusu’, ‘büyülü karanlığı’, ‘gizemli şarkısı’ ile kendisini gösterir. (s. 32, 33, 35)

Bütün bunlardan sonra, her halükârda Ahmet Haşim’in Göl Saatleri kitabının “Mukaddime”si ile örtüşen bir noktanın işaret edildiği görülecektir:

Seyr eyledim eşkâl-i hayâtı

Ben havz-ı hayâlin sularında.

Bir aks-i mülevvendir onunçün

Arzın bana ahcâr ü nebâtı.”


“Denizlere Gidelim”in final dizelerini buraya çıkaralım. Özellikle de italiklenerek verilen Kur’an’dan yapılmış iktibas sanatına dikkat edelim. Bu arada Ahmet Haşim’in “havz-ı hayâlin suları” ile Aynur Dilber’in “hayâl değmemiş saf sular” ifadesinin birbirine aykırı ifadeler olmadığını, dahası aynı anlama denk düştüğünü belirtelim.

“o hayâl değmemiş saf sulara inelim

görmedi mi o insan, biz onu bir nutfeden yarattık

yeniden, inan, denizlere gidelim”

 

Peki, Aynur Dilber’i ve hatta muhayyel kahramanlarını “denizler” bağlamında (“denizlere gid”erek) bazen kaçışa ve sığınışa, bazen ise (Eyüp Tekin’in bir sorusunda muhatap kıldığı üzere “Yeryüzüne dayanabilmek, özgürlüğe kaçmak” için) mücadele ve direnişe sevk eden negatif nedenler ve etkenler nelerdir? İşte bunlarla ilgili tespitlerimizi “Denizlere Gidelim” şiirinden yapacağız. Ama öncesinde başka müracaat kaynaklarımız da olacak. Bu ikincilerden başlayalım:

Hassas bir kalbi olduğu muhakkak Dilber’in. Üzülüyor, hüzünleniyor, acı çekiyor, bu kesin. Hece Öykü’de Dürdane İsra Çınar’a söylediği gibi, “Bizi kendimizin ve ötekinin varlığına en çok yaklaştıran şey hüzünlerimiz, acılarımız oluyor.” Şunu da ekliyor üstelik: “Bu kadar zulmün, sefaletin yaşandığı dünyada ben hayatı az hüzünlü yaşasam çok mu mesela?” (s. 100) Gerçi burada çağın saldırısına maruz kalınış, mutsuzluğa mahkûm ediliş sebepleri her biri üçer kez tekrarlanan “binalar”, “arabalar” ve “iş” (s. 102) olarak zikredilse de, “mutsuzuz” dedirten başka şeyler de vardır Aynur Dilber’in ifadeleri arasında. Mesela, Geceleyin Bir Mümkün’deki “Bir Hanımefendi’nin Mağarası” öyküsünde yer alan “Size geçmiş olayları, insanların o büyük saçma sapan kıyımlarını, devam eden güç ve para savaşlarını, zengin yoksul arasındaki uçurumun olabilecek en üst seviyeye geldiğini, daha nicesini anlatmıyor muyum? (…) Hepiniz nankörsünüz işte!” (s. 41) şeklindeki cümleler bireysel, yerel ve evrensel ölçekte pek çok mutsuzluğun sebebine delalet etmez mi? Keza “Limon Küfü” öyküsündeki “Bir adım daha atsalar kurtulacaklar bu dikenli tel örgülerden, bombalardan, cehennemden.” (s. 70) cümlesi de yeryüzündeki bir kısım zulmü göstermiyor mu?

Öykülerinde metnin bir yerine konuşlandırılan bu türden uyarıcılar dergilerden takip edebildiğimiz şiirlerinde genele yayılmış olarak ve elbette makul bir tasannu kaygısı içinde verilir. “Bütün arkadaşları ölen asker/Sağ mı döner yurduna” dizeleriyle başlayan “Zeval Güneşi” veya “Neden her şiiri üzgün bir kurşun yoklar” dizesinin başı çektiği “Üzgün Bir Kurşun” belirttiğim bakış açısıyla okunabilir.

Aynur Dilber’in bu konulardaki görüşleri bir söyleşisinde daha net ortaya çıkar. Eyüp Tekin’in “Politik düşünceniz bu ülkeye neler söylüyor?” sorusunu, “Haksızlık yapma. Doğru söyle, kibirlenme” şeklinde karşılar. Böylece haksızlığın, yalanın, kibrin doğuracağı zulümleri reddeder. Bu düşüncelerini paylaştığı mülakatta, sanatın ve sanatçının hak ve hakikatten ayrı düşmüş yapılara karşı olan muhalif duruşunu şöyle dile getirir: “Sanat insanın iç dünyasıyla dış dünyaya biçim vermeye çalışması. Elbette muhalif bir yönü var. Bazen yazma saikimin dünyaya duyduğum öfke, uzlaşmazlık olduğunu düşünüyorum. (…) Ayrıca yazar (…) gerektiği yerde kendi sahip olduğu dünya görüşüne muhalif olamıyorsa o sanat pek muhalif değil tarafgir, kendi karanlıklarına kör, adaletten yoksun bir sanat olur. Camiyi yık ama adaleti yıkma.” Dahası, sözünün bu noktasında somut bir adaletsizlik örneğini dile getirir: “Rabia Naz vakasını hayretle izliyoruz. Camiler bir yandan dikilirken  bir yandan bir baba adım adım nasıl acıdan delirtilir seyrediyoruz. Seyrediyoruz maalesef.” Az Hüzünlü Bir Yer kitabındaki “Kelebek Takvimi” hikâyesindeki cezaevi ortamı ve adaletsizlik görünümlerine atıf yapılabilir mi burada, bilmiyorum. Fakat şuna kanaat getirmemek mümkün mü? “Bazen” hikâyesinin kahramanı “Adalet”in maruz olduğu akıbetle bir farkı kalmadı bu ülkede adaletin… Bakın, “Dünyanın Son Harikası” öyküsünde kahramanına söylettiği “Hayır, kör müsünüz, bu gerçek! Kan akıyor, gerçeğin ta kendisi bu!” (s. 26) cümlesini bu kez kendisi kullanıyor Aynur Dilber.

Metinler arası atıflar ve imgeler arası geçişler ile ilerlettiğimiz yazımızın bu noktasında “Denizlere Gidelim” şiirine göz atabiliriz:

Aynur Dilber’in, çeşitli kötü halleri olan “dünya”ya ve orada negatif pozisyonlar takınmış unsurlara karşı bir tepki şiiri yazdığını söyleyebilir. Yanına aldığı bir ikinci şahıs var, ona “sevgilim”, “güzelim”, “narçiçeğim” gibi aşk sözleriyle hitap ediyor. Bu hitapları şiirin ilk üç bendinin ilk dizelerinden okuyabiliriz:

dünya küçük sevgilim, denizlere gidelim

dünya sağır güzelim, denizlere gidelim

dünya bize ağyar narçiçeğim, denizlere gidelim

Doğrudan söylenmese de, dünyanın denîliğine, duyarsızlığına ve sevgisizliğine karşı denizin enginliği, kuşatıcılığı ve kucaklayışı… Dizelerle oluşturulan bu geometrik derinlik, dünya aleyhine karanlık bir tablo ortaya çıkarırken, denizler lehine bir berraklığa denk düşüyor.

Peki, dünyanın lanetli oluşunu katmerleştiren şeyler neler?  Sonraki dizelerde, bazen metaforik ifadelerle bazen de dilin göndergesel işlevi eşliğinde, bunların sayım dökümünü yapılıyor: Günlerin buruşmuş kalbi, ateşe verilesi adalet provaları, karartılmış deliller, bunlarla örülü insanlık tarihi; haktan uzak düşmüş bir dili konuşan halk; kaygı, korku, gerilim, sıkıntı, usanç ve cinnetler, böylece hakikatin kundaklanmışlığı, evrenin geleceğine konulan devasa deneysel dinamit…

ceplerimizde sancıyan kuş sesleri, yanımızı boş bırakmayan usanç,

                        denizlere gidelim

hadron çarpıştırıcısı ve çarpan alnımıza en katı hâli maddenin

bu imaj, çürüten şaşaa, kahırdan taşan öfke bu

 

Üstte işaret ettiğimiz geometrik hâl şiirin ilk üç bendinin son dizelerinde de kendisini gösterir. Bu dizelerdeki odak sözcüğün “ellerini” olduğunu ve en başta belirttiğimiz kaçış/sığınış veya mücadele/direnişin çoğul bir birliktelik içerdiğini belirtmeye gerek var mı?

ellerini ver bana, durma, denizlere gidelim

ver bana ellerini, haydi, denizlere gidelim

ellerini ver bana, hemen, denizlere gidelim

 

Sonuç olarak, yaptığı sanatın hakkını her bakımdan veren bir şair ve yazar Aynur Dilber. Edebiyat ortamlarında şairliğinin üstü sanki bir şekilde örtülü kalmış. Fakat o, yazdıklarıyla hem söz konusu örtüyü parçalıyor hem de yerel veya evrensel ölçeklerde insanlığa musallat olan her türlü kuşatmayı dağıtmaya teşebbüs ediyor. Bu teşebbüsün gittikçe içine kapanan bir coğrafyanın zihniyet haritasına rağmen icra edilmesi, yer yer “kaçış ve sığınış”a evrilse de, “Denizlere Gidelim”i ve şairini takdir ve takdim ettiriyor.

KAYNAKLAR: 

Aynur Dilber, “Denizlere Gidelim”, Muhit Dergisi, S. 19 [Temmuz 2021], s. 17.

Aynur Dilber, Az Hüzünlü Bir Yer, İz Yay., İst., 2018

Aynur Dilber, Geceleyin Bir Mümkün, Muhit Kitap, İst., 2021

Dürdane İsra Çınar (Konuşan), “Aynur Dilber ile Az Hüzünlü Bir Yer üzerine”, Hece Öykü Dergisi, S. 89 (Ekim 2018), s. 100-103. 

Dürdane İsra Çınar, “Az Hüzünlü Bir Yer’den Çok Hüzünlü Öyküler”, Hece Öykü Dergisi, S. 89 (Ekim 2018), s. 104-105. 

http://sapancagazetesi.com.tr/haber/11448/

http://www.bizdenbiri.com/2021/06/13/aynur-dilber-ile-soylesi/ (Burak Çetik)

https://homoscripter.blogspot.com/2019/11/2010-kusag-oyku-kanonu-sorusturmas-9.html (Eyüp Tekin)

https://www.gzt.com/post-oyku/oykude-genc-izler-aynur-dilber-3510044 (Yunus Meşe)

https://www.izdiham.com/genc-oykucu-aynur-dilber-ile-yunus-mese-roportaj-yapti/ (Yunus Meşe)

https://www.otekileringundemi.com/manset/aynur-dilber-yazmak-sanirim-denizin-altina-dalmak-gibi-h29343.html  (Merve Koçak Kurt)

https://www.youtube.com/watch?v=ZjqHlNmSwgk&t=787s (Serkan Türk, Edebiyat Burada, İlk Kitap, Bölüm 3, 2. Sezon

Bütün "AYIN ŞİİRİ" yazıları için tıklayınız.