29 Nisan 2021 Perşembe

GAZEL

yazdım gittim yaprağa yazı yaprak deşilsin
ya o yaprak deşilsin ya da yazı deşilsin

akıtır kalem kanın seller akıtır gibi
dahi seller deşilsin kalem kanın deşilsin

ruh üflensin eşyaya yani essin son rüzgâr
vardır sûrun da sonu gelsin o da deşilsin

kılıçlarla kınlarla baltalarla la la la
kılıçlar kınlar baltalar hepsi hepsi deşilsin

vazgeçtim deşilmesin kamaştı hem de dişim
söylediydim söylerim  deşilmesin deşilsin

2001

21 Nisan 2021 Çarşamba

BATTANİYECİLER

dayamış günahlarını yani sırtlarını
nokta camii duvarına
çorum’dan yolculuk
ve ankara satın alan
battaniyeciler...

üç dolmuş battaniye ve
üç dolmuş aile
dert sarısı  yüzler...

ötede azgın
ve soğuk 
k’ankara...

Kırıkkale, 2001



20 Nisan 2021 Salı

WONDERLAND

Kuzeyden bakınca dinozor ormanı Ardında boylu boyunca saray Uzanmış tepeye rüzgârdan korkar - Şiir söylüyoruz ha bunda ne var?

Harika diyorum şu dönme dolap Bir imge oluyor ipince ürkek Feryadımı rüzgâra edip emanet... - Terk et o diyarı bayım ve terk et! Ankara, 20 Nisan 2021




18 Nisan 2021 Pazar

EJDER DEMİR’İN “GERÇEK” ŞİİRİ

Ziyaretine gittim 

bir dostumun

On yıldır tutsak

tek kişilik hücresinde

 

Konuştuk oradan buradan

Ayrılık zamanı gelip çattı:

“Yatıya da beklerim” dedi

“ev müsait”

Utandım

 

Gülümsedi:

“Aslında ikimiz de içerdeyiz

senin anahtarın var benim yok

hem ne işe yarar ki anahtar

açacak kapın yoksa”

Sustu ve gitti

 

Diyeceksin ki

bu nasıl şiir

hani nerede imge, simge, ironi…

 

Gerçek işte

sadece gerçek

Üstteki “Gerçek” (Bireylikler dergisi, S. 97 [Mart-Nisan 2021], s. 17.) adlı şiirini değerlendireceğimiz Ejder Demir, Artvin, 1964 doğumlu bir şair. Gazi Üniversitesinde Sınıf Öğretmenliği, Anadolu Üniversitesinde Sosyoloji okumuş. Bu alanlardaki birikimlerinin yanı sıra, tiyatro eğitmenliği ile ilgili yetkinlikleri de var. Fakat kendisini kamuoyunda daha çok şairliği ile takdim ediyor. Nitekim onun şiirlerini pek çok süreli yayında (Örneğin Varlık, Sincan İstasyonu, Patika, Kum, Koridor, İnsancıl, Hayal, Evrensel Kültür, Eliz Edebiyat, Deliler Teknesi, Çağdaş Türk Dili, Bireylikler, Akatalpa, Yasakmeyve, vb.)  okuma fırsatı bulabildiğimiz gibi, yayımladığı iki şiir kitabıyla da edebiyat dünyasında hatırı sayılır bir iz ve etki oluşturabilmiştir. Bunlardan Köze Sustum Ağıtımı ile aldığı Adnan Yücel Şiir Ödülü üçüncülüğü ve Acil Durum Çağrısı ile kazandığı Enver Gökçe Şiir Ödülü onun başarısını perçinleyen kıstaslar olarak dile getirilebilir.

Tümüyle bizden kaynaklanıyor olmalı; “Gerçek” şiirini fark edene kadar Ejder Demir’in yazdıklarına ciddi bir eğilimimiz olmamıştı. Fakat bu şiiri okuyup da dönemine göre yazılanlardan ayırt edilebilir yönleri olduğunu tespit edince, şairin kitaplarının peşine düştüm. Sahaflar yardımıyla kısa sürede temin edip Köze Sustum Ağıtımı ve Acil Durum Çağrısı’nı okuyup inceledim.

Şunu gördüm: Ejder Demir, bir temsil kabiliyeti giyinip kuşanmış şairler silsilesinden. Onu – gelişigüzel ve atlayarak sayalım- Nef’i, Namık Kemal, Mehmet Âkif, Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, -daha yakınlara gelelim- Metin Önal Mengüşoğlu, Ataol Behramoğlu, Murtaza Vural, Babür Pınar gibi şiirsel akrabalıkları (Pospelov’un ifadesiyle söyleyelim: “siyasal-moral ağırlıkları”) olan bir çizgiye dâhil edebiliriz. Ejder Demir’in, o çizgide kendine özgü bir yere konumlanıp demirleyeceği umulur.

Bu arada, bahsettiğim “temsil kabiliyeti giyinmiş” söz öbeği altında topladığımız şairlerin özelliklerini galiba en iyi vurgulayanların başında Hugo von Hofmannsthal’in “Şair ve Zamanımız” başlıklı yazısındaki bazı cümleleri anlatıyor olsa gerek: “Şair vardır (…) göz kulak kesilir (…) Şair gözcüdür (… ) o, herkesle ayrı ayrı olduğu gibi, kitle ile de acı duyar; her şeyin ayrı ayrı oluşundan, her şeyin birbirine bağlanışından acı duyar (…) eşyanın durumundan, onların ilham ettiği fikirlerden acı duyar. (…) Şair, görür ve duyar. Şair, hiçbir şeyi bırakamaz. Hiçbir varlığa, hiçbir şeye, hiçbir hayalete, insan kafasının hiçbir buluşuna gözlerini yumamaz. Onun göz kapakları yok gibidir. (…) Şair yaratır. Sessiz acılar, bahtsız alınyazılar, uzun zaman ruhunda yatabilir ve onu samimiyetle doldurabilir (…) Şair, yaşar, hem de durup dinlenmeden, bir dalgıcın denizin dibindeki gibi ölçülemiyen bir havanın tazyiki içinde yaşar. (…) O, kendisinden hiçbir şey uzaklaştırmaz. (…) O, binlerce mil uzaklıkta olsa bile, her sarsıntı ile titreyen bir sismografa benzer (…).” Bu ifadeler bağlamında, Ejder Demir’in şiirlerine göz atarsak, söylenenlerle şiirsel tutumu arasında bir uyum olduğunu kolaylıkla fark ederiz.

Sözgelimi, onun ilk kitabı olan Köze Sustum Ağıtımı’ndan seçtiğimiz şu anahtar ifadelere bir bakalım: “dokunsam kalemim kanar”, “sağalmaz yara bavulumda”, “yaramda pas tutan…”, “bir sürgünüm”, “sıcacık bir mermiydi zaman”, “bir tetik düşmesi kadar uzağım hayata”, “oysa sıska bir kavak ağacı/can çekişiyor içimde/dudağımda karanfil kanaması”, “her çelenge bir tabut iliştiriyor bay başkan”, “barikat diyorlar/ilk sen parmak kaldırıyorsun/panzerin önünde”, “devlet, paletli elleriyle okşardı yüzümü”, “çok ezdiniz generalim/çok ama çok ezdiniz”, “suçunu gizliyor cübbesinin altına yargıç”…

Benzer kullanımlar Acil Durum Çağrısı’nda da baskın bir şekilde kendilerini hissettiriyor: “f tipi sınıflar”, “öğretmen gardiyan”, “sargı bezleri”, “resmî, sivil yalanlar”, “mendilimde kan”, “yara bere”, “celladın altın dişi”, “tabutun koynu”, “koynunda kara tabutlar”, “kim(in) cebine akıyor ülkemizin ırmakları”… bunlardan bazıları. Bu kitapta, yakın dönemin sosyal ve siyasal olaylarının mağdur ve maktul kahramanlarına yapılan göndermelerin bulunduğunu da belirtelim.

Ejder Demir’in şiiri hakkında az çok bir fikir belirmiş olmalı zihnimizde. Bu belirme eşliğinde, “Gerçek” şiirini okumaya başlayabiliriz. Beş birimden oluşuyor “Gerçek”. İlk üç birimde bir yaşanmışlığı öykülüyor şair. Özne, birinci tekil anlatıcı olarak şair. Uzun zamandır tek kişilik bir hücrede tutsak olan bir arkadaşı var. Onu ziyaret etmiştir. Bu ziyaret ve orada konuşulanlar, yalın bir dille anlatılıyor. Şiir diline öykülemenin yanı sıra, günlük dilin sadeliği de giydirilmiş. İki dost arasında yaşanan ziyaret sürecindeki diyaloglar da aynı sadelikten besleniyor:

Ziyaretine gittim

bir dostumun

On yıldır tutsak

tek kişilik hücresinde

 

Sadelik var, evet ama bunun anlamsal karşılığı sadelik değil. Durağanlık belki. Zamanı ve mekânı yansıtmanın başka yolu olmayabilir. Zamanın akışsızlığını, mekânın fıtrata, insan doğasına uygunsuzluğu ancak böyle vurgulanabilir. Üstelik bu oldukça ironik bir şekilde ve konuşma cümleleriyle yansıtılıyor: “ ‘Yatıya da beklerim’ dedi/ ‘Ev müsait’

Bu diyalogda etkin kişi şair özneden ziyade, ziyaretine gittiği mahkûm arkadaşı. Onun ikinci cümlesi felsefî bir derinlik de içeriyor, ironinin yanı sıra:

Aslında ikimiz de içerdeyiz

senin anahtarın var benim yok

hem ne işe yarar ki anahtar

açacak kapın yoksa

Tabii ki öyle. Kapısı olmayan bir “içeri”de anahtar neye yarayacak? Dolayısıyla kapısı olup da anahtarı olmayan daha tercih edilir konumdadır. Şiirde de öyledir zaten. Değil mi ki “tek kişilik hücre”dedir!

Şiirin bu bölümünü okurken ister istemez Turgut Uyar’ın “Bir Süreğen İlkbahar” şiirini hatırlıyoruz. Ama sadece hatırlıyoruz. Çünkü tematik bir uyum var aralarında. Bir de adalet, hak, hukuk sorununun Türkiye’de ciddi bir devamlılık içinde var olageldiğini net bir şekilde gösteriyor iki şiir: Turgut Uyar’ın şiirinin bir bölümünü okuyalım:

“…

Arif’i mi sordunuz, dışardadır, almanya’da çalışır

Seçkin’i mi sordunuz, içerdedir, türkiye’de

 

Mevlut’u mu sordunuz, içerdedir, türkiye’de

okunur uzun bir gün olarak ağustosta, içerde 

Yusuf’u sorduysanız, rize’den, o dışardadır, almanya’da

gelecektir tabancasıyla

karısı buradadır, türkiye’de çocuklarıyla

 

Murat’ı sorarsanız, içerdedir, türkiye’de

her allahın günü beşe bölerek uykusuzluğunu

“gülün narkını” hesaplıyor durmadan

 

Tekrar “Gerçek” şiirine dönelim. Son iki birimine. Bu iki birimde anlatıcı şair özne artık tek başınadır. Öyküleme bitmiştir. Kendi kendisine mi konuşmaktadır yahut okura mı sormaktadır bilinmez, sanki bir muhasebenin peşindedir. Belki de arkadaşının davetine uyamadığından ötürü yaşadığı makul “utanma” duygusunun ruhsal ortamından bu şekilde kurtulabilecektir. Poetik bir kaygıya girişir gibidir. Fakat mesele poetik kaygı değildir.

Diyeceksin ki

bu nasıl şiir

hani nerede imge, simge, ironi…”

 

Oysa şiir, bir bütün olarak hepsini içeriyor. Fakat şairin daha net ve çarpıcı bir yanıtı vardır: “Gerçek işte/sadece gerçek”. Bu “gerçek”, şiirin gerçeği değil Türkiye’de; her bakımdan ‘hak’tan uzaklaşmış sosyal adaletin…

 

KAYNAKÇA

Ejder Demir, “Gerçek”, Bireylikler dergisi, S. 97 [Mart-Nisan 2021], s. 17.

Ejder Demir, Acil Durum Çağrısı, Hayal Yay., İst., 2016.

Ejder Demir, Köze Sustum Ağıtımı, Kurgu Kültür Merkezi Yay., Ank., 2012.

Gennadiy N. Pospelov, Edebiyat Bilimi I, (Çev. Yılmaz Onay), Bilim ve Sanat Yay., Ank., 1984.

http://sukrukirkagac.blogspot.com/2017/01/ejder-demir.html

https://www.mehmethekim.com/category/sairler-ve-siirler/ejder-demir-siirleri/

https://www.youtube.com/channel/UC2_YKGk-J44-FM2w_vOxLxA

Hugo Von Hofmannsthal, Seçme Yazılar, (Çev. Melâhat Özgü), MEB Yay., İst., 1950, s. 113-118.

Turgut Uyar, Büyük Saat, YKY., İst., 2002. 

(Not: Bu yazı matbu olarak ve ilk kez İktibas Dergisi, S. 508 [Nisan 2021], s. 61-64'te yayımlanmıştır.)

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

16 Nisan 2021 Cuma

ŞİİRDEN GÜNLER-6

İNCİRALTI, 6 NİSAN 1984, SEYYİT NEZİR'İN "DAĞLARI ÖYLECENE"Sİ...

Şili Duyarlığı (1976), Israrla (1977), Bütün Yarınlarda (1978) gibi şiir kitapları olan Seyyid Nezir’in Dağları Öylecene (Yazko Yay., İst., 1981, 59 s.)’sini okuyorum 4 Nisan’dan bu yana.

İlk adımlarını Buca’da attığım üç günlük yolculuğuma “Zorunlu Bir Açıklama” şiiri ile başladım. Uzun bir metin. Şiiri okur okumaz başına şu notu iliştirdim: “Poetik”. Her ne kadar “Bu şiir…” diye bir giriş yapılarak şiirsel tutumun karşılığı bu metne ait kılınsa da, özellikle kitapta bulunduğu yeri dikkate alarak kapsamını genelleştirebiliriz. Fakat şiir sadece “poetik” unsurlarla örülü değil. Bu unsurlar metne serpiştirilmiş. İşte bu bahiste beni zorlayan dizeler:

“Bu şiir aşkın üstesinden de gelir

Onurlu, haklı” (s. 7)

 

“Acıya ve umuda uluorta işmar

İçten, sımsıcak dokunuşlar var.” (s. 8)

 

“Gül değil bayım, elin hemen yakana gidiyor takmaya

Kül.

Şiirin her oktavı onların sesindedir” (s. 9-10)

 

“… şu sıra ozanlara

Yüreğinden fülütüne sözcüklerin soluğunu

Üflemesi salık verilir özgürce

Aşkın ipek ezgisini fısıldasınlar diye.” (s. 12)

 

“O narin gövdesini, kuğu boynunu

Karda incecik sızlayan

Bir zeytin dalına dayamıyorsa

Şiir bile boşluktadır

Anlamı kargacık burgacıktır” (s. 13)

 

“Silâh sesleri.

Yine yaktı ağıdını kan.

İşte buna ancak şiir dayanır.” (s. 16)

 

“Aşkın şiiri çok tuttuğu

Ekmekten de çok tuttuğu

Şiirin ilk bilgisidir” (s. 17)


Şairin “poetik” tutumuyla ilgili yaklaşımları sonraki şiirlerde de sürer. Bunu net bir şekilde “Şiirim Açılır” başlıklı şiirde gösterebiliriz:

“Ve ben, şimdilik

Sadece şiirde,

Ancak onda terlerim

Ancak mısralarla ellenir yüreğim.

Ve kadını, çocukları

Emeğin nasırını

Mısralarla anarım,

(…)

Bahar!

Ağaçların sancısı beynime vuruyor

Ama şiir

Mızrap vuruşlarıyle kederin

Şiir

Ben bu şiire boşuna yorulurum.” (s. 24-25)

 

Seyyit Nezir, yerel olanla dünyasal olanı harmanlıyor şiirlerinde; aynı anda lirizmle örülmüş bir toplumsallık da kendisini hissettiriyor. “Sancıyor Sözlerim”den aktaralım:

“Bu dağlar

Bilmelisin, istiklâl madalyalı göğsünde

Kaçak silâh yarası taşır en çok,

Ve benim, cılız bir çocuklukta

Domates sandıkları

Ekmek küfeleriyle kavrulan sırtım

Andıkça çiziler akıtarak yüzüme

Ağlarsa bundan ağlar

Filistin’de, Biafra’da, Derik’te

Tomurcuklanan kalbim!” (s. 20)

Bu arada toplumsal olanın merkezine şair özne kendisini yerleştiriyor, bir sorumluluk bilinciyle:

“İşte sevgilim, adı geçen her şey

Yenen ve yenilen

Her deney

Öfkeye ve sevdaya borçlu gövdemi

Benden alır

Hayatın çeliklerine bağlar acımadan.” (s. 21)

 

“Dağları Öylecene”deki tematik yerellik dile de yansır. “Fate teyze”, “Apom”, “pıçak”, “kıvır kıvır”, “ziyan zebil”, “küşüm”, “he kurban”, “hey gidi”, “Candaş”, “hele bi”, “mağra”, … bu kullanımlardan bir kısmıdır. Bu noktada, şairin geleneksel bazı dil kullanımlarını dönüştürür. Sözgelimi “Mühür gözlüm” kullanımını onun şiirinde “Mühür sözlüm” olarak görürüz.

Şair, yer yer kimi şairlere doğrudan veya dolaylı atıflar yapar. Mesela “Eşkıya Tebdil” şiirinde bizi Cemal Süreya’ya ve “Mola” şiirine gönderir:

“Eşkıya sır olup gitti.

Postal izi düşmedik mağra kalmadı.

Otobüsler döneniyor dağlarda

Kartalların yerine.”  (s. 41)

 

Hatırlanacağı üzere Cemal Süreya şöyle demişti:

“– Kartallar dolanıyor generalim

– Kartallar dolanır da dolanmaz da

Kaç tane vurmuştum Mütarekede

Ama düşman demeye dilim varmıyor

Zaten böyle durumlarda ve aşkta

Taşınacak silah değildir gurur”

 

Seyyid Nezir bazı şairlere de ad vererek bağlanıyor. Mayakovski bunlardan biri:

“Ekmeği, toprağı ve teri

Bunca severken

Bunca çiçekliyken insanlara her yanım

Nasıl da Mayakovski’ye

Hayret

Nasıl da özeniyor canım!” (s. 25)

 

El alınan bir diğer şair Pir Sultan’dır:

“Pir Sultan ki yorulmadı

Tenime en sıcak şiir

Bedeni kandı ya doğaya

Soluğu dirilir.” (s. 43)

 

Dağları Öylecene, ilk bölüme isim verilmemiş olsa da iki bölümden oluşan bir kitap. “Ezelî” başlıklı ikinci bölüm, ilkine göre hayli kısa metinlerden oluşuyor. Kısalığı tasavvur ettirebilmek için şöyle diyelim: Bir sayfaya iki metin sığacak oranda. Bunlar küçük olayların, ilginç anekdotların, aforizmal hallerin, nesnelerin ve kişilerin çarpıcı bir şekilde dikkatlere sunulmasından ibarettir diyebiliriz. “Savcı, Çocuk ve Acı” şiirini buraya almak istiyorum:

“Sırtı, dağın yuvarlanmış bir kayasında,

            kaval çalıyordu çocuk

Kavalı silme keder, dinleyenin boğazında

            zehir yumruk

Keşfe gidiyordu savcı at sırtında

            hep ölüm ezgileri, dedi, hep yürek dağlayıcı

-Gönül bizde nasıl şen olur savcı

            katığım dert, ekmeğim acı.” (s. 54)

 

Kitapta üzerine mim koyduğum yerler oldu. Çokça beğendiğim. Bir seçme yapayım onlardan:

“Ses

Sevdanın mendiline dantel örüyordu

İçlendikçe dağlara.” (s. 15)

 

“Şiir iğreti duruyor sana

Al şu tabancayla oyna” (s. 16)

 

“Dicle’yi kurutmuş

Fırat’ı yutmuş öfken.” (s. 31)

 

“Sözlerinin merhemini sürdüm parmağıma” (s. 40)

 

“Bilincim abdest alır

İşçilerin huyundan.” (s. 42)

 

“Sen gel bu dağları vurulmamış kabul et” (s. 47)

 

“Kuran sayfalarınca mübârek bir hışırtıyla

hışırdar ellerinde ova” (s. 56)

13 Nisan 2021 Salı

POLİS ŞAİRLER ANTOLOJİSİ!

Şiir, şair ve polis sözcüklerini bir araya getirmek imkânsız gibi görülebilir. Fakat bırakın bunu, üç sözcüğü birlikte kucaklayan antolojiler bir hazırlanmış.

Bunlardan birisi, “Polis Akademisi Şiir Antolojisi” veya diğer adıyla “Ak Kalemler”. Cemil Doğutaş ile Behsat Ekici’nin hazırladıkları, Polis Akademisi Başkanlığı’nın 1999’da yayımladığı bu kitabı görmek ve okumak hususunda gecikmiş bulunuyoruz.

Bununla birlikte, telafi eder mi bilmem, Emniyet Genel Müdürlüğü Eğitim Daire Başkanlığı’nca 2001’de yayımlanan bir antoloji var elimde: Polis Şairler Antolojisi.

“Türk Polis Teşkilatının 156. Kuruluş Yıldönümü Anısına” ithafen yayımlanmış bu antoloji.

Kitap, yayımlayan kurumun yapısına uygun bir şekilde, sıkı bir denetim sürecine bağlı olarak hazırlanmış bir izlenim bırakıyor ilk bakışta, ilk sayfalarda. Emniyet müdürü, amiri, başkomiser, komiser yardımcısı, polis memuru gibi üyeleri bulunan Denetleme Kurulu, Seçici Kurul gibi kurulların süzgecinden geçen şiirler antolojiye girebilmiş. Kurul üyeleri arasında edebiyat dünyasından aşina olduğumuz isimler yok değil: Nedim Uçar, Sırrı Er gibi…

Emniyet mensubu 71 isme ait 207 metin yer alıyor 214 sayfalık antolojide. Aralarında bir manzum metni olanlar olduğu gibi, birkaç metni bulunanlar da var.

Antolojiye “Vali/Emniyet Genel Müdürü” Doç. Dr. Turan Genç bir “Önsöz” yazmış. “Ulu önder Mustafa Kemal”e atıfla, emniyet mensuplarının “sanata olan tutkuları”nın dikkate alındığı belirtiliyor burada. Müteakiben, “1. Sınıf Emniyet Müdürü/Daire Başkanı” Dr. Fevzi Erdoğan, “Takdim”le sesleniyor okurlara. Şiirin toplumun ortak duyarlılık ve vicdanına seslenen niteliğine gönderme yapan Erdoğan, geniş bir kapsam alanına hitap eden tanım cümleleri kuruyor: İnsan-doğa ilişkisini düzene koymak, olay ve olguları güzel bir şekilde gündeme getirmek, toplumun sözcüsü olmak, istenilen değerlerin öncülüğü, yeniliklerin savunuculuğu. Şöyle bitiyor tanım cümleleri: “Şiir çoğu zaman kalpten akan bir gözyaşı damlası, bazen de gözlerden gelen bir tebessümdür.” Takdimde, antolojideki polislerin, “önce insan sonra da polis olarak duygularını ve düşüncelerini” yansıttıklarına özellikle vurgu yapılıyor.

Antolojideki metinleri, emniyet mensupluğu ve şairliğinin yanı sıra senaristliği ile de nam yapan Mehmet Gökkaya’nın şiirleriyle okumaya başlıyoruz. Bunlar, vaktiyle sanat musikisi formunda bestelenmiş “Kalbe Dolan O İlk bakış” (Unutulmaz) ve “Yine Yakmış Yar Mektubun Ucunu” şiirleri.

Antolojide Türkiye, Anadolu, vatan, millet, devlet, bayrak, toprak, tarih, Atatürk, polislik, istihbarat, kahramanlık, disiplin, şehitlik, gazilik, inanç, itikat, ahlak, çevre, hayat, deprem,  anne sevgisi, öğretmenlik,  ağaç, huzur, nöbet, sokak çocukları, terör, deprem gibi epik yahut didaktik nitelikte konu ve temalar yer aldığı gibi, aşk, gurbet, vuslat, ayrılık, hasret, hastalık, ölüm, korku, hayal, yaşama sevinci, şahsi duyuş ve düşünüş,… gibi bireyin duygu dünyasına hitap eden şiirler de yer alıyor.  

Pek çoğu halk şiiri formunun ağır bastığı metinler var antolojide. Şiirin geldiği modern eşikten habersiz manzumeler birbirini takip ediyor. Özellikle teknik açıdan böyle…

Peki, bizi bir şekilde kendisine çeken, bize gel gel eden hiçbir unsur yok mu şiir adına, antolojide? Ne demek, elbette var.

Buyurun size duygu değerimizin katsayısını artıran birkaç dize. Kimisi klişe de olsa, samimiyetle sentez yapmış şairane titreşimler:

‘Kelepçeyi kalbime vurdum” (s. 20, Ali Ak)

“Bugün duygularıma kördüğüm atacağım” (s. 25, Ali Özkan)

“Kadehler dolusu ‘sen’ içmişim, neyleyim” (s. 50, Cem Arslanbaş)

“Dağlar Gülhani’yi dağlar mısınız

Dağlayıp yolunu bağlar mısınız?” (s. 69, Gürünlü Aşık Gülhani)

Şairanelik kimi zaman somut yaşantı parçalarıyla birleşir, hakiki hayat hikâyeleri oluşturur. O zaman, güvenliği sağlanan meydanlar veya nöbet tutulan mekanlar ikinci şahsın özelinde duygusal bir coşku coğrafyasına dönüşür:

“Ben seni hiç görmedim.

Görmeye çalıştım seni,

Sisli bir Ankara akşamında,

Kızılay meydanındaki mitingde.

Sonra Taksimde, Gül hanede…” (s. 55, Dursun Başgut)

“Seni kafamdan atmak isterdim de

Yine seni düşüneceğim kaç nöbette” (s. 151, Öner Doğan)

Gündelik dilin, geleneksel unsurlarla ve mizahî bir edayla iç içe geçip dilden döküldüğü de olur. Bu arada devamında her ne kadar ikaz, had bildirme ifadesi taşıyan bir dize eklense de, “karakol” gibi cidden soğuk bir kelimeye “şeffaf” sıfatı eklenmesi mütebessim kılar okuru:

“Şeffaf karakolun kırılmaz camı

Emniyet olmasa görürsün şamı” (s. 81, Hasan Karakaya)

Sanatın ustaca kol gezdiği dizeler de var elbette “Polis Şairler Antolojisi”nde. Sözgelimi şu dörtlüğün ilk dizesinde rüzgarı kirpikte konaklatan ustalık bunlardandır:

“Dağ rüzgarı kirpiğine konarken,

Güneş rengi saçlarına ör beni.

Hasret seli gözlerinde donarken,

Kışı gelmez iklimlere sür beni.” (s. 134, Nedim Uçar)

Peki, şuradaki ses oyununa ne diyeceksiniz, sizce de yeni bir şey değil mi?

“…

Bizi yoğurtçu uzaktan

Elini kulağına bir atar

Köşeyi ne zaman dönmüş

Bizim mahallede yoğuuuuuurt

Aşağı mahallede çuuuuuu satar” (s. 188, Vadi Çiçekli)

Nedim Uçar gibi, şiirin gelişim çizgilerinden haberdar olan, ulusal ve uluslararası pek çok şiirsel etkileşimde yer almış bir şair elbette bir değer katıyor antolojiye. Edebiyat çevrelerinin adına aşina olduğu, yazdıklarıyla kendisinden söz ettiren Vadi Çiçekli de aynı şekilde…

Madem şöhretlilerden bahsediyoruz, Uğur Gür gibi, “100 civarında şiiri” bestelenen, bunlardan “80’i TRT Repertuarında” bulunan bir ismi de anmadan geçmeyelim. İşte Hicaz makamında bestelenen bir şarkısının ilk dörtlüğü:

“Bana gel, sevgilim ol, kalbime gir diyemem

Yeniden sever miyim, bunu ben de bilmem

Mâziyi bir çırpıda istesem de silemem

Benim yorgun gönlümde, eski bir sevda yatar” (s. 184, Uğur Gür)

Bu isimlere günümüz Sivas halk ozanlarından olan Gürünlü Âşık Gülhani (Mehmet Kargı)’yi de ekleyebiliriz. Antolojideki “Zaman” adlı tek şiirinde Âşık Veysel sesi ve geleneğini temsil edermiş gibi bir havaya büründüğünü görürüz:

“Kara şair çöker tavan

Arı gider kalır kovan

Kimi yağlı kimi yavan

Kulu kıvrandıran zaman”  (s. 67)

Şairin “zaman”a yönelik duyuş ve düşünüşü bu şekilde noktalanırken, biz de yazımızı zamanımızda “şiir-şair-polis” ilişkisinin ne boyutta olduğu hususunu soralım: Evet, hangi boyutlardadır bugün bu ilişki? 20 yıl önce yapılmış bir antolojiden yola çıkarak bir varsayımda bulunamayacağımıza göre, hangi kıstaslara, hangi kaynaklara bakalım?

Bu bahiste makul kıstaslar, muteber kaynaklar var mıdır?

Yahut hassasiyetler?

11 Nisan 2021 Pazar

ABDURRAHMAN ADIYAN YAZDI: "TÜRKÜLER SEVDA AĞACINDA..."

O Ağaç Senin Yüzün!

Cevat Akkanat’ın bir şiir kitabı: “Sen Bir Sevda Ağacısın Türküler Büyütür Yüzün”. Abdurrahman Adıyan okudu ve değerlendirdi…

Şairin toplumsal yanı, bu eserinde de apaçık göze çarpıyor. “Mahzun Çoban Şiiri” için yaşamışlığın izdüşümleri desem yerindedir. “Yararız karnını soğanların da / kaşıklar yaparız yoğurtlara” bu mısralar bir çoban hayatını imgeler, çobanın araç ve gereçlerinin doğallığına vurgu yapar. 

Türkülerle irtibatlı... 

Şairin, türkülere olan merakı, bakın dizelerine nasıl yansımış. “Sünnet Şöleni Türküsü”nde, küçülmek, çocuklaşmak isteyen bir şair göreceksiniz. Çocukluğuna bir yolculuktur âdeta. “Haydi, çocuklar araba değil /at koşturalım biz” derken, birden büyür, büyür de beylik söz eder, “velhasıl delikanlıyız ve delikanlıdır çükümüz”der, sünnet çocuklarına üstü kapalı telmihte bulunur. Ama çok geçmeden mahalleden halkın içine karışır, büyümüştür şair çocuk, çocuk şair, der ki; “pencerelerden baksın /kapılara aksın halk denilen giz.” Şiire davet edilen “halk” çok kalmaz ara sokaklarda, bir yıl sonra şehrin meydanlarına yürür. “Halk Türküsü”yle gelirler, “çürük domates” ve “cılkı çıkmış yumurta”yla, “başkanları ayakların altına” alırlar. Fakat bu yeterli değil şaire, fazla değil iki yıl sonra “Vakit” şiirinde, “diriliş suyunda yıkanmış Allah atlarının /burca sancak olmalarının vakti”nin de gelip çattığını haber verecektir. “Yeniden Aşk” şiirinde, “sen bir sevda ağacısın /türküler büyütür yüzün” ki bu dizeler, kitabın ismi olmuştur. Sonra, “biri evine koşuyor dilinde türkü” diğeri “türkü söylüyor sevinç yüzlü.” Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Şairim /zifiri karanlıkta gelse şiirin hassı /ayak sesinden tanırım /Şairim /ne zaman bir köy türküsünü dinlesem /şairliğimden utanırım” demesi var ya! İşte öylesine türkülere hayranlığım. “Mendilimde gül oya gülmedim doya doya” sanırım bu türküyü hatırladınız, ama şair hiç de böyle söylemiyor. O “Mendilimde Kan Oyası” gülmedim doya doya diyor. “Gazel”de türkü olur mu, demeyin. Şair bu belli mi olur? Bakın oluyormuş işte, “bir ıssızlık türküsü bitmez bir dağ havası kalır” illâki “pazar çocukları”nın, “gönül tezgâhların”da…


Şairin “Kefen”i…

Cevat Akkanat, “Kefen”ini hazırlamış ama beyaz ve pamuktan yapılmış dikişsiz bir kefen değil bu! Ya nedir, diyeceksiniz. “Dağdan indirdim hüzün /Onunla kefenim düzün.” diyor, şiirin hepi topu bu kadar, siz de Necip Fazıl’ın nefesini hissettiniz mi ensenizde, benim gibi. İnsanın incelik ve zarafetine dikkatlerimizi çektiği,          Efendim” şiirinde, “kuvvetli pazıları /ve amansız bir aşkı” olan kişinin aynı zamanda “kırılgan bir kalbi vardır /tekerlekli sandalyesi olanın” dizeleriyle merhamete, nezakete ve hoşgörüye davetkâr bu dizelerine, hayran kalmamak elde değil. Sezai Karakoç’un, “kanadı kırık kuş merhamet ister” mısralarıyla yürek akrabalığını siz de fark ettiniz, değil mi?

Cevat Akkanat’ın bu üçüncü şiir kitabı, 24 şiirden oluşuyor, Taşraedebiyat Yayın’dan 2000’de çıkmıştı.

Not: Şairin “Korku Islığı” adlı yeni bir şiir kitabı çıktı. Kitap herhangi bir satış noktasında satışa sunulmadı, fakat yine de temin edebilirsiniz. Bunun için şaire müracaat etmeniz yeterlidir: cevatakkanat@gmail.com



10 Nisan 2021 Cumartesi

İKİLİK

Göğsünden havalandı diye göğercinler
Sensizlik vadilerinin Mecnun'u olduk

Bursa, 10 Nisan 2016


9 Nisan 2021 Cuma

SİYAH, FAKAT AYDINLIK...

Yayınlanmış eserleri, aldığı ödülleri ile rüştünü ispatlamış bir kalem erbabının son eserinden bahis açacağım: Batman’dan edebiyat âlemimize iştirak eden Behçet Yani (Behçet Gülenay)’nin Siyah Zamanlar’ından …

1979 doğumlu bir şair, yazar Behçet Yani. Siyah Zamanlar’dan önce Sana İstemediğin Güllerden Birini Gönderiyorum ve Aşk Düşük Yaptı isimli kitaplara imza atmış. Deneme, mektup ve masal sahalarında da eserler vermiş olması, onu çok yönlü bir kimlikle karşımıza çıkarıyor.

Farklı edebî türlerle edebiyat hayatını sürdürmekle birlikte, Behçet Yani şiiri merkeze almıştır. Bunun ispatı için başka örnekler sunmaya gerek yok; 1998’den bu yana çeşitli yarışmalarda aldığı ödüllerin şiirde yoğunlaşması tek başına yeter…

Fakat, Behçet Yani’nin marifetiyle ilgili olarak “illa ki daha somut verilerle beni ikna et” diyen okurumuz varsa, buyursun, Siyah Zamanlar’a geçiyorum.

Ağustos sonlarında bir Van seyahati eşliğinde başladığım Siyah Zamanlar’ı Eylül’ün ilk haftası sonunda Bursa’da okuyup tamamlamışım. Eseri Van’da okumaya başlayışım benim için önemliydi ve bu bilinçle kitabı seyahat çantama almıştım.  Çünkü, Behçet Yani’nin Siyah Zamanlar’da dile getirdiği pek çok dert, ülkenin bu coğrafyasına mahsustu. Bu coğrafyadan ilham alınarak oluşturulmuş metinleri algılama ve adlandırma faaliyetim, kim bilir, bu seyahat eşliğinde daha kolay olacaktı…

Doğrusu işbu yazı, söz konusu faaliyetimin bir dokümanı olacak.

Bakın, daha ilk şiirden aktaracağımız birkaç dize alevler arasından gelen bir çığlığı dillendiriyor: “Yakılan kitap külleriyle biledim yüreğimi”, “söküp atalım şu öfke renkli apoletleri kalbimizden”… (s. 8)

Yangın, her yeri sarmıştır. Fakat şair, kitabın adı da olan şiirde, itiraz eder buna: “Ucuz bir kavme sığınıyor kadınlarımız” der mesela. Ardından bir alternatif sunar: “İbrahim bilinciyle giydim esvaplarımı/acıkınca helvadan putunu yiyen kavimden değilim”… (s. 19)

Çocukluk çağlarına kastediliş aynı dertten ötürüdür: “… bir sokağımız mı kaldı bu şehirde/bir evimiz,/gökyüzünde uçurtmalarımız mı hani nerede/…” (s. 20) “gözlerimde erken büyümenin tankları çıkıyor yola/ey küstah dişleriyle çocukluğumun ölüsünden/beslenen cüzamlı ağızlar/…” (s. 23) “ortadoğu’nun bağrında babasız doğan çocuk benim”, (s. 24), “doğduğum mahallenin çocuklarıyla saklambaç oynadım/görünce zulmün paletlerini”… (s. 25), “güzel günlere inanan çocuklar yaralı bakıyor/gözlerin ıslak anne gözlerin ıslak” (s. 33)

Yasaklarla, tutsaklıklarla iç içe yaşanan hayatların hikâyesini anlatır şair: “en yasak dilde annem bana,/ninniler söylesin istiyorum” (s. 50), “sevgilimin gözlerinde yasaklı ülkenin acıları” (s. 52), “rehine bakışlı gelinlerin zılgıtı” (s. 65), “nöbete durmuş panzerlerden habersiz/kapının önüne çıkan kızıl çocuğun/havada dondu çığlığı” (s. 68)

Bu arada, şairin tanıklık yaptığı bütün kastedişler kutsala yabancı olanlardan gelmektedir. Kutsal, elbette vahyin dilini imlemektedir: “herkesin boynunda asılı bir balta/ibrahimi arıyorlar kırdığı putların hesabı için” (s. 21), “sığınacak bir medine’m yok benim/kavurucu küfürler içinde kimsesizim” (s. 75)

Bu olumsuzluklara rağmen, şair umut ışığı yüklenmiş, yüzünü güzellik, mutluluk dolu gelecek günlerin yâdına dönmüştür: “heey dostlar!/sevgiliye ulaşmış bir mektup gibi sevinin/karakolların yerinde çocuklar oynuyor/dünya güzellikler içinde/yaşamak bir başka güzel/gelin acıyalım savaşlardan söz edenlere/gelin acıyalım tahammülsüzlere/gelin kuşlara el sallayalım/…” (s. 61)

Şair kendinden emindir, en başta mensup olduğu köklü değerlere sonsuz bir güven beslemektedir: “ağlarsan ben üşürüm/gülersen vahyin indiği bir ev olurum, üşümem geçer” (s. 35), “söyleyin ebabiller taşlasın/titretsin yeryüzünü âmin deyişim” (s. 72), “ellerimin gücüyle taşlara uzanıyorum mümin çocuk/ebrehe’nin ordusuna karşı/ifsad edilmiş zeytin bahçelerimizde/çiçekler inadına açar/güneşi görmeden ölmeyeceğiz/sabahı görmeden” (s. 74)

Siyah Zamanlar’ın şairi kendine ait bir şiir dili kurmuş. Bununla birlikte yer yer başka şairlerin tecrübelerine ortak olduğunu görmüş olmamız, onun her daim ders başında olmasıyla açıklanabilir. Bu bağlamda, Behçet Yani’nin akrabalık ilişkisi kurduğu bazı şairleri zikredelim: Fuzulî, Şeyh Galib, Karacaoğlan, Sezai Karakoç, Orhan Veli, Nurullah Genç, İsmet Özel, Ahmed Arif, Nazım Hikmet…

Şöyle bitireceğim, Behçet Yani’yi ve Siyah Zamanlar’ı dikkate almak zorundasınız…

(Siyah Zamanlar, Ares Kitap, İst., 2010, 112 s.)

(Not: Bu yazı ilk kez 30 Eylül 2010'da Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)