31 Ekim 2022 Pazartesi

AYIN ŞİİRİ: ABDURRAHMAN KARAKAŞ’IN “RUHBAN” ŞİİRİ

Dini de aldılar Allah’ın elinden

Küçük küçük tanrılar uydurdular

Burunlarının Kafdağı kemerlerinden

Yerel kanallarda ulusal kibirlerle

Ufala ufala beyazımsı bir nokta oldular

Ökçesine bastığım unvanlarıyla

Anlamadılar anlamadılar anlamadılar

Ulu Nebi’nin büyüklüğünü

Koskoca hocaefendiler

Koca koca kuytularında

Karıncalanmış bitimsiz sanrıların

Nöbetlerinde

Tanrıları adına coştular

Coştular ve uyuştular

 

Kızları sultan

Oğulları veliaht

Bölüştükçe kibri

Fetvalar analarının babalarının

Çağlayan gönüllerinden

El oğlu ne bilir

Uluların dilinden

 

Bir Nokta dergisi, Eylül 2022, s.


Abdurrahman Karakaş (Urfa, 1973) ilahiyatçı ve eğitimci bir şair. Düşünsel özgürlüğe ve estetik serbestiye eğilim gösterme olasılığının az olduğu bir alanın uzmanı ve bir mesleğin mensubu olsa da o, şiirlerinde yansıttığı düşünsel ve estetik tutumları itibariyle kalıpları zorlayıp kırmış bir kimliğe sahip. Bunu şimdiye kadarki edebî verimleri üzerinden, sözgelimi tek şiir kitabı Zor Sessizlik’te görebileceğimiz gibi, bu yazımız bağlamında ele alacağımız “Ruhban” şiiri üzerinden de görebiliriz.

Önceliği kitabına veriyoruz: “Gücünü gerçeklikten alan imge” diye nitelendiriyor Mehmet Kurtoğlu şairin Zor Sessizlik kitabındaki düşünsel tutumunu ve imge anlayışını sentezlerken. Gerçi Kurtoğlu, şairin bu imge anlayışının kapalılığa yol açtığına, şiirinin okuyucuda fazla karşılık bulmadığına dair hükümler verse de, bu hükümlerin kendisine mahsus bir göreceliğe tekabül ettiğini söyleyeceğiz biz.  Şu halde bize düşen, Karakaş’ın özgün imgelerine yönelmek ve bunların tekabül ettiği gerçekliğe temas etmektir. Görülecektir ki “Ruhban” için vereceğimiz hükümleri destekleyecek veriler Zor Sessizlik’te de yer almaktadır. Sözgelimi kitabın ilk şiiri olan ve poetik kaygılar da taşıyan “Şairin Dili”nde Karakaş “saralı” kalp ile “kekeme” dili aynîleştirerek “kalem”de somut bir bütünlük oluşturmuştur. Bu kalem, şairin “söyleyemediklerini/ ve söyleyemeyeceklerini” durmadan yazmaktadır: “Saralı bir şairin titrek kalbi/yani titrek kalemi/aşırı sıcakların etkisiyle olsa gerek/kağıdı yakarak yazıyor/Kekeme diline benzese de/aksi gibi/durmadan yazıyor/söyleyemediklerini/ve söyleyemeyeceklerini/yazdığından/kalem şairin dili/o yüzden kalbiyle titriyor” (s. 9)

Bu metindeki “aşırı sıcakların etkisiyle olsa gerek” dizesi görünüşte sıradan bir günlük ifade gibi görünse de esasta bir metaforu yüklendiği, sözgelimi her tür harici olumsuz etkiye tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Şair bu olumsuz etkileri başka şiirlerinde somut olarak verecektir. Sözgelimi “Eski Şehir” şiirinde “ilkin kitaplarımı yaktılar/müzelerimi yıktılar/ama hatırlıyorum/dedemin masallarını/nenemin bağdat sükutunu/armut kubbeli sarayları/mescitleri/dicle'yi fırat'ı/çölü” (s. 11); “Bağdat Sancısı” şiirinde ise “ey şimdiki erzel/ateş yutar bu coğrafya/su kusar//kandan çiçekler/dağıtır soysuz şımarıklığı/ahir zaman şiirini yazar/bir dağ başında tomurcuk lale” (s. 20) dizeleriyle yansıtmaktadır. (İkincisindeki “ey şimdiki erzel” yani “reziller” seslenişine dikkat ediniz!)

“Kayıkçı” şiirinde “Ağır zamanlar biçilmiş kaderime” (s. 24), “Acı Soluk”ta “Altını çizmeli hayatın" (s. 32), “Sıtmalı Gece”de “Karmakarışık homurtular” (s. 35) gibi dizelerle olumsuz toplumsal etkenlere dair göndermeler yapan Abdurrahman Karakaş, “Çocuklar Ve...” adlı şiirinde ise “Ruhban” şiirinin habercisidir sanki. Fakat bu kez farklı bir seçkinler (bürokrat) kesimini hedefe yerleştirmiştir:

şehrin yöneticisi de aya bakıyor

yere de bakması gerektiğini düşünmeden

üstelik düş de kuramıyor

etrafında siyah elbiseli kurum müdürleri

katarakt

bir tören için dikilip

sonra unutuldukları belli

hastane kapısındaki çam ağaçları gibiler

bunların çamlardan farkı

önleri ilikli ve muntazam oluşları” (s. 45)

Abdurrahman Karakaş “Vakit ki Kar Boran” şiirinde de poetik tercihlerine dair ipuçları verir: “Benim kelimelerim mermi gibidir/değdi mi kalbinize/siz bilmezsiniz/Benim şiirlerim gemiler gibidir/yararak geçerler denizi/ bozarlar ölümüne nice façaları” (s. 66)…

Şimdi “Ruhban” şiiri bağlamındaki tespitlerimize geçebiliriz. Buraya kadar yazdıklarımızdan, bu şiiri niçin gündemimize aldığımız anlaşılmış olmalıdır. Peki, daha net söyleyelim:  Şiirde yargılanan zihniyet unsurları tabii ki bizi bu metne yöneltiyor. Ayrıca şairin düşünce ve duygularını kısa bir metin içinde net ve öz bir şekilde bildirmesi, günlük dilin didaktik yüzü ile şiir dilinin imgeye yaslanan yönünü bir arada kullanması önemli…

 Tam da bu noktada şunu söyleyelim: Bu şiirin dil ve imge anlayışı Kurtoğlu’nun Zor Sessizlik kitabındaki şiirler için yaptığı tespitlerle örtüşmemektedir. Şair bu metninde genel olarak şiir dilinin uzağına daha doğrusu gündelik dilin kucağına düşen bir dili tercih etmiş. Fakat birkaç yerde başvurduğu imgesel söyleyiş, metni şiirleştirmeye yetiyor. Diğer söz birimlerini bir tarafa bırakalım; işte metni estetik bir bireşim haline getiren dizeler: 

“Burunlarının Kafdağı kemerlerinden”

“Ökçesine bastığım unvanlarıyla”

“Karıncalanmış bitimsiz sanrıların/Nöbetlerinde”

Bu cidden özgün imgesel dizeler dışında kalan söz dizilerini anlam itibariyle müzakere etmenin bir gereği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tamamı gayet sarih bir şekilde yaşayadurduğumuz din kültürü ahlak bilgisi (din sosyolojisi) vasatına parmak basıyor. Bu seviyesiz vasatın müsebbibi olan siyasi aktörler, din seçkinleri, cemaat liderleri, tek tornadan çıkma imam hatipler, muhafazakâr ve mistik kitleler bir şekilde hedefe yerleştiriliyor. Bir kısmı sahtelikleri, bir kısmı ihanetleri, bir kısmı bilmezlikleri (echellikleri) ile sefih bir tablo şeklinde görselleştiriliyor.

Şairin bir yerde lanetle sunduğu bu tablo üzerinde fazla söz söylemenin lüzumu yok. Dolayısıyla sözü uzatmayacağız. Fakat Abdurrahman Karakaş’ın “Ruhban”dan önce kaleme aldığı ve yayımladığı başka şiirlerde de benzeri hallere dair tespitlerde bulunduğunu, şiir diliyle bunları yargıladığını belirtelim. Sözgelimi “Çöz Ellerimden Kelimeleri”nde “Yeni yeni tanrılar edindi insanlar/yükseldi yükseldi sesleri/afili giysiler giydiler/rol gereği kostümlerdi /aslında hepsi ve aslında/sahipsiz enikler gibi/çırılçıplaktılar” diyerek sapkınlığa düşenleri görünür kılmaktadır. “Tanrılarınızı Yiyin” şiirinde ise Tanrılarını doğuruyor kadınlar/ve erkekler tanrılarını (…) Öğütlüyor çöl/kızgın kumlara üfleyen rüzgar/öğütlüyor/tanrılarınızı yiyin/tanrılarınızı yiyin/onlar sizi yemeden/siz onları yiyin” dizeleriyle putlarını imal edip ihtiyaç halinde tedavüle sevk edenleri tahfif ediyor.  “Emir Ulu Yerden” şiirinde ise kendisine kutsallık izafe eden sözde uluların kirli dillerine dair tespitler yapıyor: “Emir ulu yerden/Emir ulu yerden/Borazan ağızlı konuşmacılar/Kutsal metin vehmiyle/Kemiriyorlar kelimeleri/Anamızın dilinden yağmalanmış/Kandil kandil kelimeleri”…

Şimdi “Ruhban” şiirini bir kez daha okuyabilirsiniz…


KAYNAKÇA:

Abdurrahman Karakaş, “Çöz Ellerimden Kelimeleri”, Bir Nokta Dergisi, S. 221 (Haziran 2020), s. 7.

Abdurrahman Karakaş, “Emir Ulu Yerden”, Bir Nokta Dergisi, S. 237 (Ekim 2021), s. 33.

Abdurrahman Karakaş, “Ruhban” Bir Nokta Dergisi, S. 248 (Eylül, 2022), s. 19.

Abdurrahman Karakaş, “Tanrılarınızı Yiyin”, Bir Nokta Dergisi, S.222 (Temmuz 2020), s.24.

Abdurrahman Karakaş, Zor Sessizlik, Bir Nokta Kitaplığı, İst., 2011.

Mehmet Kurtoğlu,  “Zor Sessizlik”, Bir Nokta Dergisi, S. 134 (Mart 2013), s. 21.

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız. 

14 Ekim 2022 Cuma

BEDRAN YOLDAŞ YAZDI: POST AH'IN ŞİİRDEN OKLARI...

       Post Ah, son dönemde peş peşe yayımladığı şiir kitapları ile şaşırtıcı bir performans sergileyen Cevat Akkanat’ın 2017-2021 yıllarında yazdığı şiirlerden seçerek oluşturduğu bir kitap…

Başka kitapları da var aynı dönemi kapsayan: Hâsılı MemleketteŞanlı ŞarkıGülümse Kulübü ve Kabuk… Post AhKabuk’tan önce, Kasım 2021’de Şanlı Şarkı ve Gülümse Kulübü ile aynı ayda yayımlanmış. Post Ah’ı diğerlerinden ayıran temel fark; bütün şiirlerin hece ölçüsü ile yazılmış olması.

Şair adını andığımız bu beş kitabında mevcut sosyal durumlardan şikâyetlerini, onlara yönelik eleştirilerini, sitemlerini ve ihtarlarını dile getiriyor. Bu minvalde, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe, değersizleştirilen değerlere velhasıl tüm olumsuzluklara karşı yüksek sesle; serzenişini, ihtarını ve kabullenemeyişini dile getirmekten geri durmuyor.

Geriye dönüp baktığımızda kralların, padişahların soytarıları, dalkavukları olurdu. Ve bunlar için kadro tahsis edilmişti. Kralları, yöneticileri eğlendirmek, yağ çekmek, dalkavukluk yapmak onların asli görevleriydi. Sanki şöyle bir mesaj taşıyordu bu kadro ihdası: “Kimsenin dalkavukluk, soytarılık yaparak yönetime yanaşmasına gerek yok. Bu işi yapan ve meslekleri bu iş olan kimseler var. Bırakın onlar işini yapsınlar.”

Zaman içinde iktidar ve güç insanların dikkatini celp etmiş ve nefsani hamasetler mevcut yönetim, güç ve makama karşı bağlılıklarını dile getiren bir zümre oluşmuş ve olağanlaşmış. Bu durum aynı zamanda iktidar ve güç sahiplerinin nefsini okşamış. “Senden daha büyük daha azametlisi yok.” sözleri her şeyin önüne geçmiş. Ve yozlaşma da oradan başlamıştır.

Adalet ile hükmetmek, liyakat ve değerler böylece yozlaşmış, tarih sürecinde mahalli deyimle “tırşıkçı” /dalkavuklar peyda olmuş, mevcut iktidar etrafında seğirmeye başlamışlar. Mevcut iktidar etrafında fır dönüp her türlü taklayı atmayı meşru görmüşlerdir. Bugün “trol” olarak ifade edilen bu “tırşıkçı” takımı kendi çıkarlarını her şeyin ve değerin üzerinde görmekte. Liyakat, adalet hak getire bunların kitabında.  Ne yazık ki iktidardaki güçler de bu dalkavuklardan, atılan taklalardan, dizilen methiyeler ve güzel sözlerden tüm toplumun o şekilde düşündüğünü bilerek veya bilmeyerek kendilerinin yaptığı her şeyin güzel, kendilerinin de dokunulmaz ve vazgeçilmez olduğunu düşünürler.

Bu durumdan rahatsız olur şair… Şiirden oklar atar… Şairin attığı oklar hedefteki sinelere saplanır mı bilinmez? Bildiğimiz, şairin yapacağını yapmış olarak karşımıza çıkıyor olması.

Akkanat, Post Ah’ı “İnsan Mikrofonu” ve “Post Ah” başlıklı iki bölüme ayırmış ve 48 şiire yer vermiş. Şimdi dilerseniz Post Ah’tan bazı bölümlere göz atalım:

 

Yusuf’un kuyusu kıssasına sen

Vaktiyle girip çıkmıştın hani

Kalmamış kalbinde hiçbir sızısı

Sanırım vicdanın iblisin eli” (s.10)

 

Hakikat şu Müslim hasta

Ankara’da yas ayazı” (s.11)

 

Çevrendeki adamların

Her bireri tüfek sanki

Dillerine verip mermi

Olmuşlar hep yaman yanki” (s.13)

 

Ordu senin kurgu senin

Tankı halka çevirmişsin

Zulüm ile can almışsın

Memleketin kara hini.” (s.14)

 

Filistin arakan mangalda küldür

Görmezler zulmü gözlerinin önünde” (s.15)

 

Yiyince zılgıtı sen

Dersin rabbin sopası” (s.19)

 

Havuz şairlerini alalım mı ciddiye” (s. 28)

 

Kalbimde Ankara yaralı yama

Ölüydü ankara kankara şimdi.”(s. 52)

 

Şimdi bütün nefrettim

Zulmünle etti nikah” (s. 53)

 

Yazımızı kitabın arka kapağında yer alan:  “Post Ah’ın hedefinde olmadan okuru olmak her bakımdan bahtiyarlıktır.” Cümlesi ile bitirelim.

 

Post Ah, Cevat Akkanat, KDY, İst. 2021, 64 s.


13 Ekim 2022 Perşembe

BİR THOMAS BERNHARD KONTRPİYESİ

Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda Thomas Bernhard metinlerinin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar. 

Okurlarının Thomas Bernhard’ın metinlerine takılıp kalmaması mümkün mü? Onlardan birisiyim son zamanlarda. Wittgenstein’in Yeğeni, Beton, Ucuza Yiyenler derken şimdilerde Ses Taklitçisi’ni (Çev: Sezer Duru, YKY, İst., 2020) okuyorum. Türkçeye de çevrilen ve okuma listemize girebilecek nitelikte bir düzineden fazla kitabını da yüksek ihtimaldir ki zamanla elimize alacağız: Neden, Mahzen, Nefes, Soğuk, Çocuk, Odun Kesmek, Bitik Adam, Eski Ustalar, Yok Etme, Yürümek, Düzelti, Goethe Öleyazıyor, Ungenach, Kireç Ocağı, Sarsıntı… 

Avusturyalı bir ailenin çocuğu olarak 1931’de Hollanda’nın Heerlen şehrinde dünyaya gelen Bernhard, yatılı okullar, bakkal çıraklığı, akciğer hastalığı gibi farklı badirelerle yaşanan bir eğitim öğretim çağı yaşar. Bir süre müzik ve oyunculuk öğrenimi görür. Sonrasında serbest yazarlık ile söz keser. 1989’da Gmunden’de (Yukarı Avusturya) dünyasını değiştirir.

Ses Taklitçisi’nde Thomas Bernhard yaşantılardan, gözlemlerden, duyumlardan velhasıl daima yaşanmış olay ve durumlardan el alarak yazdığı küçük anlatıları bir araya getirmiş. Gelişigüzel, birkaç metnin giriş cümlelerinden iktibas edelim: 

“Oslo yakınlarında aşağı yukarı altmış yaşında bir adamla tanıştık.”

“Hiçbir zaman aynı işyerinde çalışmamış olan Salzburg’lu bir evli çift…”

“İnnsbruck’da bir tütün fabrikası ve Stams’ta eğlence evi diye anılan bir eve sahip olan amcamız, …”

“Bize komşu yaşlı bir kadın hayırseverlikte çok ileriye gitmişti.”

“Doğu Tirol’lü bir dağ rehberinin oyununa gelen birkaç İngiliz onunla birlikte Drei Zinnen’e çıkmış, …”

Böyle böyle başlayan ve kimisi iki üç satır, bir kısmı bir paragraf, pek azı bir sayfaya yaklaşan 100’den fazla metin var kitapta. Bunları “öykü” diye sunmuş yayınevi. Acaba bu metinleri moda bir deyimle küçürek öykü kategorisine dâhil edebilir miyiz? 

Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda bu metinlerin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar. 

“Mutluluk” (s. 99) başlıklı metin üzerinden görelim okurun kontrpiyede kalma ihtimalini:

“Ülkelerde iktidar olanlar iyice güçlü olduklarında ve iktidarlarının uzunca sürmesiyle yalnız tüm halkın zenginliğini değil, aynı zamanda ülkelerindeki düşünce zenginliğini de yok ettiklerinde, birçok ülkede hâlâ birçok insan birdenbire ve doğal olarak da sık sık iktidar sahiplerinin en hain biçimde öldürülmelerine ve anarşinin hüküm sürmesine şaşırıyormuş. Geçen hafta başbakanın öldürüldüğü, kendisinin kaçabildiği o devletten gelen bir profesör bana, mutluluktan söz edebiliriz, dedi. Ama profesör yeniden ülkesine döndüğünde, daha sınırda tutuklandı ve hapse atıldı, oysa bu arada öldürülenin ta karşıtı olan yeni bir başbakan başa geçmişti.”

Ses Taklitçisi’nden “Mutluluk” küçüreğini elbette bilinçli olarak seçtim. Niye’si yok bunun, çünkü dünüyle, bugünüyle Türkiye tarihinin neredeyse hemen her dönemiyle örtüşen vakıalardan bahsediliyor burada. Hatta kimi okur bir an galeyana gelip “Tam da bugünün Türkiye’sini, mevcut siyasî süreci anlatıyor.” diyebilir “Mutluluk” için.  Tabii galeyan dediğimin içinde “şimdi”ye yönelik bir miktar ön yargı ile “şimdi”nin uzun yıllardan sonra oluşturduğu çokça hüsran ve “mutsuzluk” da yer almaktadır. 

Sadede gelip şöyle diyelim: “Mutluluk” metni hangi ülkeyi anlatıyor, muğlak. Fakat iktidar taraftarı yahut karşıtı, fark etmez, orada anlatılan profesörün benzerleri ile Türkiye sosyolojisi içinde sıkça karşılaştığımız oluyor. Kuşkusuz sorun onların tercihinde değil, sorun, sosyolojik sürece her daim bir despot abrakadabranın çöküvermesinde… 

Sözü daha bir somut söylemenin sırası geldi çattı. Bilenler bilir, yaptığım işler arasında editörlük de vardır. Bu ilgim gereği, yazılacak çizilecek konuların ve bunların üstesinden gelebilecek yazarların peşinde koşuşturup dururum. Gerek konu tespiti gerekse yazar takibi, hayli hassasiyetler gerektirir. Malum, zorlu bir uğraştır bu. Gelgelelim, işin zorluk derecesi günden güne daha da artmaktadır. İsterseniz son bir ay içinde yazılması için belirlediğim konuları ve bunları yazmaları için teklif götürdüğüm yazarlardan aldığım yanıtları şuraya sıralayayım:  

“Muhafazakâr Otorite Ulusalcı Söylem” temalı bir yazı çıkar mı kaleminden?

“Siyasette Travma Dilde Sapma” konulu bir metin yazabilir misin?

"Mehmet Âkif’in Şiirlerinde Siyasal İktidar Sorunu” temalı bir yazı yazabilir misiniz? 

“Sinemada Otoriteye İtiraz” çerçeveli bir yazı yazabilir misin?

“Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya Mektuplar’ında Otorite Eleştirisi” konulu bir yazı yazman mümkün mü? 

“Sezai Karakoç şiirinde otoriteye itiraz var mı? Hangi otoriteye? Bir makale çıkar mı? Onun metinlerinden hareketle bugüne dair bir şey söylenebilir mi?”

Şimdi de yazarlarımızdan aldığım yanıtların bir kısmını sunayım: 

“-Mevzu sıkıntılı. Yanlış anlamalara müsait.” 

“Yok dostum, havamda değilim. Konu da bana uygun değil zaten.”

“Beni mazur görün, konu çok cazip ve yazılması elzem ama benim asabımın kaldırmayacağı kadar zor bir dönem yaşıyoruz. Böyle bir yazıyı başlasam bile bitiremem. “ 

 “- Vaktim yok maalesef.”

Vermek istediğim yazı konuları yoluyla pek muhterem yazarlarımızı hayli zorladığımın farkındayım. Onların geri bildirimlerini de ciddi ve önemli buluyorum. Bernhard’ın “Mutluluk” kontrpiyesi ile birlikte düşününce, yazarlarımızın hem “şimdi”nin hem de geleceğin muktedirlerinin muhtemel tercihlerini kara kara düşünmelerini normal buluyorum. Sonuçta her halükârda “ipin ucu bir zalimin elinde”.

MEZAPOTOMYA'DA HÜZÜN

Mezopotamya’da Hüzün Abdülmelik Fırat ile yapılan uzun bir söyleşinin kitabı. Yıllar önce yapılan ve fakat çeşitli hassasiyetler ve imkânsızlıklar sonucu yayımlanamayan bir söyleşiden bahsediyoruz. 21 yıl önce oldukça zor şartlarda yapılmış söyleşi.

Yazar, şair ve aksiyon adamı Aydın Işık, 2002’nin başlarında, günler ve geceler boyu, büyük bir özveri ve sabır göstererek konuşturur Abdülmelik Fırat’ı Yalova’daki ikametgâhında. 

Kasetlere yapılan ses kayıtları, nice badirelerden sonra nihayet geçtiğimiz aylarda kitap olarak gün yüzüne çıkabilir. Beyan Yayınları’ndan Haziran 2022’de yayımlanan kitabın ilk okurları arasında yer almanın heyecanıyla eser hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz.

Mezopotamya’da Hüzün ile ilgili ilk bilgileri kitabın başına konulan ve eserin macerasını anlatan “21 Yıldır Yayınlanmayı Bekleyen Bir Röportaj” başlıklı metinden yararlanarak vereceğiz. 

28 Şubat postmodern darbe dönemi kapsamında değerlendirebileceğimiz 2000’li yılların hemen başları, aynen 1990’lı yıllarda olduğu gibi beyaz renkli Kartal otomobillerle insanların kaçırıldığı ve faili meçhullere kurban edildiği karanlık dönemlerdi. Aydın Işık ve arkadaşı Avukat Mehmet Ballı, bu dönemde haksız yere yargılanan ve hüküm giyen Müslümanlara farklı düzeylerde yardımlar yapmaktadır. Bu dönemde vuku bulan ve “Yarım Kalmış Bir Faili Meçhul” olarak kamuoyuna yansıyan “Ercüment Öztürk olayı”ndaki takipçilikleri, Işık ve Ballı ikilisinin Abdülmelik Fırat ile yollarının kesişmesini sağlar. Bu kesişme Türkiye’de insan hakları, özgürlükler ve zulüm üzerine yapılan bir sohbetten sonra, Mezopotamya’da Hüzün kitabının doğumuna yol açacak başka bir buluşmaya zemin hazırlar. 

Abdülmelik Fırat, bilindiği gibi Şeyh Said’in torunu olarak 1934’te dünyaya gelmiş, daha iki yaşındayken sürgünle tanışmıştır. 1957’de Demokrat Parti’den parlamentoya giren Fırat, 1960 darbesinden sonra Yassıada’da yargılanmış, 5 yıllık hapis cezasını Yassıada ve Kayseri cezaevlerinde tamamlamış bir siyasi kimliktir. 1991-1994 yılları arasında DYP’den tekrar meclise giren Fırat, daha sonra istifa ederek Hak ve Özgürlük Partisi’ni kurmuştur. 2009’da vefat eden Abdülmelik Fırat, Mezopotamya’da Hüzün’de Aydın Işık’ın sorularını büyük bir dikkat ve hassasiyet ile en ince ayrıntılara varıncaya kadar yanıtlar.

Fakat söyleşi süreci burada tamamlanmaz. Sırada 12 kasetlik ses kaydının çözümü vardır. Aylarca süren bu faaliyet son iki kasete gelinceye kadar sürer. 12 kasetten 10’u çözülmüş, kâğıda aktarılmıştır ama o günlerde Aydın Işık’a yönelik olarak gelişen bir baskın sonucunda kasetlere polis tarafından el konur. Velhasıl elimizdeki kitap, kurtarılan 10 kasetin çözümünden geriye kalan materyalden ibarettir. 

Peki, Mezopotamya’daki Hüzün’de Abdülmelik Fırat ne tür soruları yanıtlıyor? Diğer bir ifade ile kitabın içeriğini oluşturan hususlar neler? Bunları birkaç gruba ayırabiliriz. Başta Abdülmelik Fırat’ın dedesi Şeyh Said bağlamında ve o dönem İslamcılık ve Kürtçülük hareketleri; tasarımcıları ve paydaşlarıyla birlikte Türkiye rejiminin farklı yapı ve zihniyet gruplarına yönelik tutum ve yaptırımları; Abdülmelik Fırat’ın siyasî ve İslamî tutumları çerçevesinde Kürt hareketinin yönelimleri, durumu ve geleceği… Sorulardan seçmeler yaparak da ipuçları verip merakları giderebiliriz: Şeyh Said’in kimliği, yapmak istedikleri, başta Mustafa Kemal olmak üzere devrin muktedirlerinin ona ve temsil ettiği kitlelere karşı tutunduğu tavır ve uygulamalar, bunların mahiyeti, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı ve İslamcı kimlikleri, Kürt beyleri ve kanaat önderleri arasındaki ilişkiler, bölgedeki uluslararası politikalar, Kürt isyanları, Şeyh Said hareketi içinde yer alan etnik gruplar, sonraki dönemlerde bu harekete yönelik bakışlar, Abdülmelik Fırat’ın hayatına, dini ve siyasi duruşuna dair ayrıntılar… 

Bu ve bunlara benzer pek çok ayrıntıyı okuyabileceksiniz Mezopotamya’da Hüzün’de. Uzun yıllar önce yapılan ve aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ güncelliğini koruyan bir söyleşinin dökümünden oluşan bu eserin, sosyal tarihimizde kapalı kalmış nice bilinmeyene ışık tuttuğunu siz de fark edeceksiniz. Hatta ihtiva ettiği konular bağlamında yeni tartışmalar oluşturacağını, bazı konuları yeniden değerlendirmek için kamuoyunun gündemine getireceğini göreceksiniz. Bu kitabı okumayı ihmal etmeyin derim!