28 Ağustos 2019 Çarşamba

KARA/NFİL

Van-Erciş yolunda taş ocağı
Allah'ın sanatı insanın sanatı
Elma bahçesi var orada bir kulübe var
İçinde senin sesin var çatısında bir yazı
İmdatı medetleyen karanfil yazı
seni zikrediyorum ah ne kara
nfil
kokuyor dünya ah ne kokuyor
çıkıyorum ey rabbim düşüyorum aşağı

25 Ağustos 2010

ÂKİF'İ PARÇALAMAK?!.

Parça ve bölümlere ayırmak, tasnif etmek, gruplandırmak, şemayla izah etmek, maddeleştirmek, ana hatlarını belirlemek… Bunlar, mevcut egemen eğitim mekanizmasının vazgeçemeyeceği hatalı usûller arasında sayılabilir: Daraltıcı, parçalayıcı,  kısıtlayıcı vb. yönleriyle ilk bakışta öğrenmeyi kolaylaştırıcıymış zannedilen bu şablonlar, sonuçta “düzene uygun kafalar” yaratmaktan öteye geçemiyor. Dar algılar, ufuksuzluklar, tek tip bakışlar, önyargılar…
Oysa, medenî eğitim dizgesi bilgiye “bütün” olarak bakmayı elzem bulmaktadır. Çok yönlü, etraflı, çaplı, farklı…
Kaçınılmaz olarak ilkinin ipine yapışmışların tahakkümüyle inliyor bilgi, ‘ekin’, safsata ortamları. Dikkat edelim: Bilim, kültür, sanat âlemleri değil!
Sözü uzatmayalım, henüz gündemi soğumamışken, Mehmet Âkif’le bağlantılı olarak benzeri yaklaşımlar sergileyen bazı olumsuz vakalara temas edelim…
İlki, bir ahmaklık vesikası. Sözüm ona siyasî bir aktörü (TBMM Başkanı) bahane edip Âkif üzerinden millete yönelik saldırılarda bulunacaklar. Cumhuriyet Gazetesi benzerini hep yapıyor. Fakat Âkif’i, dahası bir şiirini aynı maksatla haber konusu yapmalarına ne buyurursunuz? Külliyen akıl mazurluğu! 
Adı geçen gazetenin 28 Aralık 2006 tarihli nüshasındaki haber başlığı şöyle: “Fesli, sarıklı ‘sosyal’ şiir”. Bu şiir Âkif’in “Said Paşa İmamı” imiş ve Sayın Meclis Başkanı bu şiiri gençlere tavsiye etmiş. Haberi tezgâhlayıp basanlar, şiirden birkaç bölüm aktarmayı ihmal etmemişler. Fakat çap meselesi değil sadece, kasıt var işin içinde; festen sarıktan başka bir nesne görememişler…
Oysa bu şiir birkaç bakımdan önemli: O dönem sosyal manzarasını yansıtması, halk ile devlet adamlarının iç içe oluşu, yöneticilerin dürüstlüğü, toplum için yardımlaşma, verilen sözü yerine getirme…
Bunları kısaca metin üzerinden gösterelim: Şirin ilk bendi “Sultan Yalısı” (Saray) ve çevresinin tasviri olarak okunabilir. Âkif’in tasvirleri elbette güçlüdür ve ele alınan mekân bütün şaşaasıyla görünür kılınır. Bu arada halk “saflar” halinde saraya gelmektedir. İkinci bentte halkın niteliği gözler önüne serilir. Malum gazetenin haberi buradan ıkındırılmış: “Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:/ Fes, arâkiyye, sarık, yama, bürümcük, yaşmak,/ Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî, Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…”
“Devlet kapısı”nın herkese açık olduğu ve devlet adamlarıyla halkın iç içe yaşadığı tabloların aktarıldığı bölümler geride bırakılıp mevlide başlanılacağı sırada, “Üsküdar’dan gelecek” olan mevlîd-hanın törende bulunmadığı anlaşılır. Buna rağmen “İlâhî inşâd” başlatılır: “Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;/ Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler./ O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,/ Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz/…”
Mevlid’in bitmek üzere olduğu vakitlerde Üsküdar’dan gelmesi beklenen mevlîd-hanın bir köhne kayıkla Saray’a ulaştığı ve Vâlide Sultan’ın azarlamasıyla karşılaştığı anlatılır. Tabii, mazereti vardır: Yoluna “Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm”, “Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh/ İki dünyâda aziz eylesin Allah da seni” diyen bir çaresiz kadının çıkmıştır. “Hâtunun sözleri divâneye döndürdü beni; Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân”. Dikkat edilirse, bu bölümde Âkif, toplum için yardımlaşmayı, muhtaçlara iyilikte bulunmayı örneklendiriyor. Aynı zamanda, verilen bir sözü, ne olursa olsun yerine getirmek gerektiği de bir mevlid-hanın fiilleriyle ortaya konuluyor. İki müminin, mevlîd-han ile Vâlide Sultan’ın güzel ahlâklarının anlatımı şu beyitle biter: “- Hoca! Der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!/Yeniden mevlid otursun bize, da’va da biter.”
Âkif’in 1931 yılında Hilvan’da yazdığı bu şiir, kaynak haberdekinin aksine, sadece gençlere değil, bütün insanlığa ders olarak okutturulacak niteliktedir. Durum bundan ibaretken, sapıtmak, saptırmak hangi amaca hizmet eder? Kötü niyet!
Benzeri nitelikte olmasa da, Âkif ve eserleri hakkında yapılan çarpıtmalar sıkça çıkıyor karşımıza. Bunların sonuncusu Dücane Cündioğlu’ndan geldi. Önce 22 Aralık günü Ankara’daki “70 Yıl Sonra Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni”nde, ardından 30 Aralık 2006 nüshalı Yeni Şafak’taki köşesinde…
Cündioğlu hem sempozyum bildirisinde, hem de gazete yazısında aynı anafikir etrafında dönüp duruyor. Âkif’in gerçek şiirleri “Hicran, Secde, Gece gibi gözlerden gizlenmeyi başarmış” şiirlerdir. Bir de, “resim arkası kıt’alar”ı varmış, Cündioğlu’nun “meftun olduğu”…
Yazısına “Asım’ın nesliymiş!” başlığını atma cesareti gösteren yazar, aklınca Âkif’i parçalara ayıracak. Oysa Âkif’in ne hayatı ne de âsârı parçalara bölünebilir. Tamamı yek vücuttur. Dolayısıyla, Cündioğlu’nun yazısında oluşturulmak istenildiği gibi, şiirlerini sosyal şiirler, bireyci şiirler şeklinde ayırmamız mümkün değildir. Aynı şekilde hayatını da dönemlere ayıramayız. O Osmanlı döneminde de aynı Âkif’tir, TC’nin kuruluş aşamasında ve hatta sürgünde de… Şu halde, onun Hilvan’da yazmak zorunda kaldığı Gece (5 Ocak 1925), Hicran (10 Ocak 1925) ve Secde (15 Ocak 1925) şiirlerini, en azından içinde bulunduğu sosyal çerçevenin dışına nasıl çıkarabiliriz? Üstelik bu şiirlerdeki genel havayı (Cündioğlu’nun ifade ettiği) “toplumsal vaazlar veren şiirleri”nden nasıl ayrı tutabiliriz? Meselâ, Safahat’ta arka arkaya sıralanan bu şiirlerle bunların hemen önünde yer alan Vahdet (Hilvan, 12 Ocak 1924)’i birbirinden nasıl ayrı tutabiliriz?
Yoksa Cündioğlu’nun bir bildiği mi var? Âkif’i yanlış yorumladığı ortada. Fakat bundan bir kasıt mı ummakta? Sözgelimi şu mısraları çıkmaz sokaklara mı rehber saymakta? Gece’den: “Diyorlar, hep senin şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı…/İlâhî, onların bir ân için olmazsa ârâmı;/Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, senden ayrılmış?/Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sînenden ayrılmış!” Hicran’dan: “İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:/Ne âfâkında tek kandil, ne mihrâbında seccâde;/ Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.” Secde’den: “Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş!/ Bugün rindânı gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş.”
Bu mısraları Cündioğlu’na uyup “ferd Âkif” şiiri sayarsak abesle iştigale ortaklık etmiş oluruz. Böyle bir ortaklığa imza atmaktansa, büyük şairin bütün âsârını “ferd Âkif”e ait görmek arzusundayız. “Ferd Âkif”in başka şiirlerinden de birkaç örnek sunup noktalayalım. Berlin Hatıraları’ndan: Muazzam ordumuzun en muazzam evlâdı,/ Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.//Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-kirâm!/ sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;/ dönersiniz ebediyen söner gider Tevhîd/ Harîm-i Hak yıkılır savletiyle evhâmın.” Âsım’dan: “Ben de târih okudum; âlemi az çok bilirim./’Şuarâ’ dendi mi, birdenbire oynar sinirim./ (…) Edebiyâta edebsizliği onlar soktu;/Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:/Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;/ Muttasıl şimdi ‘hakîkat’ kusuyor Sıdkı Dayı!”
Âkif için kitaplar yazmış olan Cündioğlu, yazısını “Aramayı sürdüreceğiz. Sürdürmek zorundayız; Akif için değil, kendimiz için.” paragrafıyla bitirmiş. İyi olur. Belki doğruya ulaşma imkânını yakalar…

26 Ağustos 2019 Pazartesi

HAZIRLIK MAÇI

Namustur denilmiştir; söz, tutulmalıdır. Hele ki çocuklara verilen baba sözlerine daha bir hassasiyet gösterilmelidir.
Böyle bir giriş boşuna değil. Ali, takımının şehrimize maç yapmaya geleceğini öğrenir öğrenmez babasından “söz” aldı. Maç bir Temmuz günü akşamında oynanacaktı ve o gün gelip çatmıştı. El ele stadyumun yolu tutuldu, misafir takım tribününden iki bilet alındı, eve dönülüp maç saati beklenmeye başlandı.
Baba, oğlunun takımından mı olmalıydı? Evet, böylesi durumlarda tatsızlık çıkmamalı. Ortak heyecan duyulmalı. Hatta maç saati yaklaştıkça kaynaşmalı, pekişmeli…
Sanki pikniğe gidiyoruz. Erzak torbası hazırlıkları: Ekmek, katık, su.
Hayır, savaşa gidiyoruz! Poşetin en altına Ali’nin maç izlerken giyeceği forma yerleştiriliyor. Çünkü şehirde rakip takımın formasıyla gezmek hepten tehlikeli. Poşetin altındaki forma orada dursun, sırtındakine bakarsanız, Ali İnterli!
Ali’ye, formanın, üniformanın tehlikelerinden söz etmeli mi?
Korku ve heyecan ile stada varıldı. Ali, misafirler tribününe girince üstündeki İnter formasını çıkarıp poşettekini giydi; tuttuğu takımınkini…
*
Hazırlık maçıydı oynanan,  bir bakıma şenlik maçıydı…
Fakat bu hikaye böyle süremezdi. En azından “seyirci” denilen kitle için, kızışmalıydı ortalık.
Çekilen “oley”ler, atılan konfetiler, yakılan meşaleler…
Seyirciler arası restleşme, Ömer ile Mondi’nin karşılıklı birer dakika arayla yedikleri gollerin ardından başladı.
Gol sırasına göre, her iki kitle, çılgına döndü elbet. Ve gariptir, bu çılgınlık nöbetlerinde, yine her iki kitle, “Ayağa kalkmayan Fenerli olsun!” diye bağırdı. Bunlarda şaşılacak bir şey yoktu. Sonuçta, “Fenerli” olmamak için ayağa kalkılacaktı. Nasıl oluyorsa?
Oluyordu işte. Görünürde her iki takımın “Fener”den hoşlanmadığı ortadaydı. Üstelik bu insanların stada genellikle kurt dökmek, rahatlamak, evet, “bir tatlı huzur alma”k için geldikleri biliyordu.
İstendik ruh hâline nasıl avdet edilecekse, öyle davranmalıydı seyirci dediğin. Yani ki mübah olmayan hiç bir şey yoktu ona. Mesela, maçın sakin seyrettiği zamanlarda güncel dış politik sloganlar filan atılabilirdi. Öyle oldu: Bir grup taraftar günün gereğine uyup “Kahrolsun İsrail” filan diye bağırdı. Hatta rakip takım seyircileri de iştirak etti buna. Stad inledi. “Terör” ve “katliam”a duyulan “öfke” fena halde dindi!
Nedense sadece maçlarda, hazırlık veya şenlik maçlarında değil, hayatın pek çok alanında da böyle oluyordu; bir şekilde “gerilmiş” insanlar bir yerlerde “hazır olup” toplanıyor, “tek” ağızdan bağırıp çığırıyor, sonuçta “rahatlıyorlar”dı.
Maç bitmiş, kitleler için gevşeme gerçekleşmişti. Fakat onları böyle bırakmak doğru muydu? Boş bırakmak olmaz, yeni strasler yedirilmelidir onlara. Mesela şöyle: Ev sahibi takımın seyircileri hızla stad dışına gönderilmeli, hatta evlerine sokulmalıydı. Misafir takımınkiler ise bir süre arenanın kendilerine ayrılan kısmında “muhafaza” edilmeliydi. Sabahın ilk saatlerinden beri şehrin bu bölgesine konuşlanmış kolluk görevlileri bütün gün gösterdikleri başarıyı, maç sonunda da gösterdi: Misafirlerini bir devre daha “tutulmalı”ydılar orada.
Ali’nin misafir takımdan olduğunu biliyorsunuz. Şu halde o da orada alıkonuldu. Maç sırasında giydiği formayı çıkarıp tekrar İnter’e transfer olsa da, “30” Martins kılığına girse de, bu, para etmedi.
Şöyle ki, “itidal”in, yani forma-l, üniforma-l “zihniyet”in şartları böyleydi! Ali ise bunu anlayacak “keyfiyet”te olamazdı. Sonuçta çocuktu.
Peki, bu “keyfiyet”sizliğin “kitle”leri “yayma”sına ne demeli?

(İlk kez 3 Ağustos 2006 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

MÖSYÖ PLASTİK KAPLAMA

Bir müteşair tipidir. Yani ki şiir sanatından kendini müstafi kılmıştır. Çalışma yollarından en çok tercih ettiği intihalciliktir.  Mamulâtında rast gelinen yabancı malı fiyaka unsurları yakasına yapışmasın diye, söze bir takım ayak oyunları –süs unsurları!- çekmiştir, o kadar…
Hikâye:
Emevîler döneminin usta hicviyecisi şair Cerîr halife Velid’in huzuruna girmiş. O sırada halifenin yanında devrin meşhur şairlerinden Adiyy bin Rikâ’nın bulunduğunu görmüş. Velid, “Bu adamı tanıyor musun?” diye sormuş Cerîr’e. “Hayır, tanımıyorum” cevabını verince Cerîr, “Sizi tanıştırayım, bu İbn er-Rikâ’dır” demiş halife. Bunun üzerine Cerîr: “Rikâ, yani ‘elbisenin en kötü (yamalı)’ olanı…” diye karşılık vermiş.”
Hisse:
Bu hikâyede heccav Cerîr’in kurbanı olmuş şair Rikâ; bu belli. Bu yüzden onun adına, kendisinden asırlarca sonra, üzülmüyor değiliz. Fakat bu üzüntümüz, adının karıştığı işbu hikâyeyi burada kullanmamıza engel olmamalı, değil mi? Evet, velhasıl diyelim ve sözü şuraya bağlayalım:
Yazımızın ilk paragrafında şahsiyetsizliğini ortaya serdiğimiz tip müteşairin ortaya koydukları, intihaller marifetiyle yamalı bir elbise gibidir. Fakat o yeteneksizin çok bildiği tek şey, buna asıl mesleği desek de yeridir, gözbağcılıktır. Bu mesleği sayesinde, bir süreliğine de olsa kendisini gözde makamlara iyi fiyatlarla pazarlayabildiğinden, yüksek mevkilerde ad yapar, yer tutar. Başkentin gözbebeğidir. Devlet arabasının ön tekeri gibidir.
Tabii, aslında kamuya gol atmaktadır. Kamuoyunu yanıltmaktadır. Gündemi muhafazakâr yapı (devlet) adına ve çirkin tabiatı (sanatı) yordamıyla meşgul etmektedir. “Yavuz hırsız!” lafı tam da böyleleri için söylenmiştir.
Yavuz hırsız, iyi müntahil! Onun sanatındaki sırrın bir başka özelliği, plastikliktir. “Plastik” adıyla anılan sanat dalları sanırım bir gün yakasına yapışacaktır. Zira bu arsız tip,  intihal ederken, plastik icra yollarını sonuna kadar tatbik etmektedir. Ortaya çıkardığı metnin heyecansız bir söz yığınından ibaret olması bu yüzdendir.
Şiir sanatından ziyade, gerek statik otoritenin ön tekerine oturmuşluğu gerekse dolambaçlı ayak oyunlarını iyi oynamışlığı ile bir tür reislik hüviyeti kazanmıştır Mösyömüz! Bu hüviyete çete reisliği dense yeri midir?
Sırat-ı müstakim üzere kime sorduysam öyledir, çete denilmelidir dediler. Çetecilik vasıflarını da bir bir saydılar: Anasının gözüdür, zengin muhitlerden iş tutar, hemen her köşe başından ahbaplar edinir, yayın ve matbuat âlemlerini iyi koklar, hangi muzır neşriyat ortamından pay alacaksa oraya yanaşır, sağ gösterip sol yahut sol gösterip sağ vurabilir, ahlâkına uygun yeniyetmeler üretiminde pek mahirdir, vesaire…
Sıra işbu yeni yetmelerin vasfını çizmeye geldi: Canlı ve afacan tosuncuktur bunlar.  Plastik ustası Mösyölerinin yolu izinden bata bata giderler. Küfre meyyalliklerinden dem vurulmaktadır.
Aşağıdaki hikâye onları, bu ikisini anlatır gibidir:
Kıssa:
Memleketin birinde kör ve yetim olanlarla dul kadınlara devlet yardımı yapılmaktaymış. Bu işle görevlendirilen daireye oğluyla birlikte bir adam müracaat eder. Görevli, “Kör ve yetim olmadığınıza göre, geriye sadece dul kadınlar kalıyor, ancak sizi onların listesine nasıl yazabilirim?” diye sorar. Adam, “Beni körler listesine kaydet!” diye teklifte bulunur. Görevli, “Bu mümkün, zira Allah, ‘Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalp gözleri kör olur’ (Hac/46) buyurmaktadır.” der ve adamın kaydını yapar. Adam daha sonra, “Oğlumu da yetimler listesine kaydeder misin?” diye arz edince, görevli, “Tabii ki, zira senin babası olduğun kişi zaten yetim hükmündedir!” deyip oğlunu da yetimler hanesine kaydeder.
Hisse:
Plastik kaplama ustası Mösyö müteşairin şiir ve ahlak sanatlarındaki yeteneksizliği (körlüğü) ile babalığını yaptığı tosuncukların aynı alanlardaki çapsızlıkları (yetimlikleri) bu çerçeve ile sabitlenmiş olsun…

(İlk kez 10 Aralık 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)


ŞEHRİ VE KENDİMİ GEZERİM

Bilmediğim, içine ilk kez girdiğim bir şehri, tek başıma gezerim. Meğerki bir grupla, toplulukla yola çıkmış olayım, değişmez yalnız başınalığım. Koparım gruptan, ayrılırım yalnızlığıma.
Sürüden ayrılanı kurt kaparmış, aldırmam bu lafa. Dahası, üstüne üstüne giderim korkunun, dalarım şehrin içine…
Şehrin yabancısı için, şehir her bir yanıyla tam bir kördüğüm gibidir. Fakat samimi yabancı, bu kördüğümü her bir adım atışta çözer, aydınlatır. Şehir aydınlandıkça, yaban kişi, yine yaban kişidir, fakat artık şehir o çehreye aşina olmaya başlamıştır.
Şehri tek başına gezmeyi tercih edişim, bu aşinalığı hızlandırma çabasından kaynaklanır.
Şehir ve o şehrin yerlisi, benim kendilerinden hissettiğim tedirginliğin farkındadırlar. Aynen, onların benden duydukları endişeden benim farkında oluşum gibi. Yalnızlığım bu tür tedirginlik ve endişelerin dozajını artıracaktır ihtimal, fakat aynı zamanda tanışma sürecini hızlandıracak ve bizi birbirimizle kısa zamanda kaynaştıracaktır. Öyleyse, tek başınalığa ve yola devam…
Şehri gezmeye belli bir noktadan mı başlarım? Eğer otobüs terminaline, tren garına, deniz yahut hava limanına indiysem, evet, şehir oralardan başlar. Oralardaki rengi, kokuyu, hava durumunu hissetmeye çalışırım. İnsanların yüzüne, o yüzlerdeki ruhî ayrıntılara dair bakışlara dalarım. Şehre girdiğim bu mekânların duvarlarını, kapılarını, pencerelerini, iç ve dış maddi uzuvlarını inceler, oralara sinmiş başka hayatların izlerini takip etmeye çabalarım. Bu süreç vakte göre uzun yahut kısadır. Şehre gecenin geç vakitlerinde girdiysem, sabahın salât vaktine kadar sürer o mekânla ilgili sondaj çalışmalarım. Gündüz gözüyle şehre girdiğim “istasyonlar” ise, beni fazla oyalamaz. Bu yüzden, onlarla ilgili ilk izlenimlerim genellikle yüzeysel kalır ve onlara doğru yapacağım ikinci bir seferi temenni ederim.
Şehrin ibadetgâhları benim olmazsa olmaz mekânlarım arasındadır. İstisnasız oralar, sadece ibadet için değil, hayatî bütün ihtiyaçlarım için ana durak mevkiindedir. Bu derece önemli olduklarına göre, önce şehrin bulunduğum yerine en yakın camiini keşfederim. Burada yapacağım bir ibadet molası, benim ürkekliğimi ehlileştirecektir. Sonrasında şehrin en merkezî yahut tarihî camiini bulur, tanımaya çalışırım. Şehirde bulunduğum süre içinde, genellikle bu merkezî camii, benim ana mekânlarımdan birisi olur. Orada şehrin yerlileriyle oturur muhabbet ederim. Yorulduğum zamanlar gelir dinlenirim. Kimisinde kısa süreli de olsa, uyuduğum dahi olmuştur. Pek çoğu, ciddi okumalarıma, hatta yazı yazma çalışmalarıma şahittir.
Yabancısı olduğum şehirde, beni bekleyen en büyük serüven o şehrin yabancılarını aramaktır. Gözümü bir türlü alamam bu işten. Bu şehre göç etmiş, çeşitli zaruretler sonucu burada bir süre yaşamaya mecbur kalmış olanları mutlaka bulurum. Onlarla edeceğim birkaç tekellüm, sanki onların muhtemel cerihalarına ilaç olacaktır. Olur mu bilemem, fakat benim kendimi sağalttığım doğrudur…
Şehrin ana caddelerini elbette gezerim, fakat bunlardan önce, ara sokaklarda, çıkmazlardadır aklım fikrim. İnsanların boyasız, cilasız ömür sürdükleri bu hakikî hayat sahneleri, bana şehrin insanını en kolay anlatacak alanlardır. Oralarda göreceğim küçük yaşantı parçaları, pek çok büyük teoriden daha önemlidir benim nazarımda.
Bunun gibi, şehrin esnafı, eşrafından önce gelir benim için. Zira esnaf, eşrafın ayinesidir. Esnaf memnunsa şehrinden, eşraf iyidir. Esnaf karalar bağlamışsa, eşrafa lanetler olsun!..
Bu arada, esnafın memnuniyetini, dolayısıyla eşrafın haletini tespit için, elbette bir takım ilişkiler içine girerim. Çarşıları, pazarları gezerim, alışverişler yaparım, sohbetlere girişirim…
Şehrin çarşıları, pazarları… Eğer gittiğim şehir bir Anadolu şehriyse, o şehre ait ziraat, nebatat, hayvanat, zenaat, varsa sanayi pazarlarına giderim. Tahıl pazarları, peynir pazarları, zahire pazarları, bitpazarları… Eğer bir sınır şehrindeysem, kaçakçılık pazarına uğrarım. Kesem müsaitse bu pazarların hemen hepsinden bir şeyler almaya gayret ederim.
Beni kendisine çeken bir başka şey, şehrin maddi ve manevi kültür ve sanat değerleridir. Bir defa, kendisinde misafir bulunduğum şehirde çıkan günlük gazeteleri tespit eder, birer örnek alır, okur, incelerim. Mahalli şairleri sorar soruşturur, varsa eserlerini temin etmeye çalışırım. Âşıkların saz çaldığı kahvehaneleri tespit eder, takvim müsaitse onların telli sazları ve yanık sesleri eşliğinde kederlenir ve çayımı yudumlarım. Kitapçılara düşer yolum. Taşra kitapçılarına bayılırım. Merkez şehirlerde bulamayacağım imkânlar sunar bu kitapçılar bana. Hele ki bunlardan birisi gözlerden ırağa düşmüş bir sahaf olmasın, cilt cilt kitaplar alırım, üstelik makul fiyata.
Hayatına girmiş olduğum yeni şehrin başka kültür unsurları da vardır. Çok bilinen tarihi eserleri, bu eserlerdeki teşrifat, tezyinat… Bunları çıplak gözle görüp inceler, ardından daha derinlerde hayat bulan unsurlara çeviririm gözümü. Hanlara, konaklara, eski evlere, çeşmelere, yatırlara… Çeşitli yapılardaki kapılara, pencerelere… Onlardaki küçük taş yahut oymalara, nakışlara…
Ve daha başka şeylere bakarım: Şehrin illegal ilanlarına, reklam unsurlarına, duyurularına takılır kalırım. Bir dükkânın vitrin camına, bir elektrik direğine, gelişigüzel bir duvara iliştirilmiş amatör bildirilere asılır kalır gözüm…
Bilmediğim, içine ilk kez girdiğim, böylece kendisinde kendimi var kılmaya çalıştığım şehir, gezmekle, yaşanmakla biter mi? Bitmez. Aslında onun bünyesi ile benimki arasında yaşanacak pek çok şey vardır. Bu yüzden bitmez. Bir sonraki seyahate bırakılır yaşanacakların bir kısmı. Bir sonraki, bir sonraki… 
“Fakat ne olursa olsun, insan, şehrin gözünün içine baktığında değişmeyen tek şeyi görür, kendi içindekini…”
 (Zonguldak - Kozlu, Aziziye Camii, 30 Ağustos 2010)

İlk kez 2 Eylül 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.

23 Ağustos 2019 Cuma

TERS TOKAT

Hayat sana çarpacak
Sokakları rahat bırak
Hazrolu rahatlat
Çocukları evine topla
Kadın eli değsin ruhuna
Allah'ın nefesi
Yoksa çarpacak
Çırılçıplak sana
Tokat.

23 Mart 2018

13 Ağustos 2019 Salı

MUSİKAR

Sesinin yankısı peşindeydim
Terkettim kendimi bu yüzden
Yüzdüm derimden benliğimi de
Musikar oldum iniltiden...

Ankara, 6 Ağustos 2019

BOZKIRDA SESİN

Otları gövertti bozkırda sesin
Yeşerdi söğütler öz boyu senle
Sesin bir bulutu alıp getirdi
Dağları sensin şimdi ülkenin...

Ankara, 7 Ağustos 2019

ŞEVKİN BAHÇESİNDE...

Şevkin bahçesinde hüsran gülleri
Bahçeye dikeni çekmiş tosbağa
Dikenli tellere gerilmiş diller
Hüsn-i zan ekmiştim oysa toprağa

Ankara, 7 Ağustos 2019

11 Ağustos 2019 Pazar

ADALET SARAYI BETON BARİYERİNDE OTURAN KIZA ŞİİR

Bir elinde cigara
Dudağın duman

Bir intihar biçimi
İftihar diyorlar ona

Güvenenin aklı yok
Dalıp gitme hülyaya

Neler sadır olacak
Otur otur boyuna

Oysa İnşirah var
İyi geliyor her ura

Adalet uyar da raha
Uğrar belki saraya

Betona uğramaz ama
Bariyere kuş konmaz

Silah kokar duvarlar
Korku saklar duvarlar

Devletin kibir dağı
Güvenlik çağı hamağı

Bin tomar safsata
Bin dosya var iddia

Bariyerin ardı dar
Dar'ın ağacı nara

Oturursun da oraya
Fırt çekersin dünyaya

Yüzünde ben beyaz
Sırtında adliye kara

Sarayın önü bariyer
Bariyerde sen barbar

Sen otur ben bakayım
Sana şiir yazayım

Seni öveyim amma
Beton kalbe ne deyim...

Ankara, 8 Agustos 2019

8 Ağustos 2019 Perşembe

Hİ!

Senin yamacın vıdı vıdı
Köpeklerin hele elleri sopalı
Dedim ki görünce bunları
Geçilmez semtinin evreninden
Yayan yapıldak
Karamsar kaygılı

Şu tepenin öte eteğinde
Kamu âleme kör yabancı
Eli ayağı eski fiyakalarına dolaşmış
Reddeden billur çağı
Bırakmış sahih sınavı 
Bir kumpassın artık

Bu yüzden aşk olmuyor.

Ankara, 8. 8. 2019

6 Ağustos 2019 Salı

AHMET KEKEÇ: "EDEBİYATTA KAMUSALI DEĞİL BİREYSELİ TERCİH ETTİM."

2012 Güz mevsiminden başlayarak Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ adına İbrahim Paşa Kültür Merkezinde bir dizi program gerçekleştirdik. İlk yıl ayda iki olan program sayımız sonraki yıllarda ayda dört, hatta bazı aylar beş oldu. Metin Önal Mengüşoğlu ile gerçekleştirdiğimiz programlardan birisi Edebiyat Akşamları’ydı ve ilk kez 31 Ekim 2012 tarihinde Ahmet Kekeç ile yapıldı. Aşağıda bu oturumun yazılı dökümünün bir kısmını okuyacaksınız. (Konuşmanın video kaydını şuraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. C. A)

Metin Önal Mengüşoğlu:
İnşallah bu salonda her on beş günde bir ay, ayın ikinci ve son Çarşambası akşamları, Cevat Akkanat ile Kültür AŞ adına Edebiyat programları yapacağız.
Bugün aramızda hemşerim, eski dostum Ahmet Kekeç’i misafir edeceğiz. Burada edebiyatı, düşünceyi, estetiği konuşacağız. Ben kendi programımı kendim sunacağım. Cevat Akkanat ise her ay dışarıdan bir misafir davet edecek ve burada edebiyatı, düşünceyi, sanatı estetiği konuşacağız. İnşallah bu salonu değerlendireceğiz. Gecemizi değerlendireceğiz. 
Bize bu imkânı sağladıkları için, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’ye, Genel Müdürü Rıfat Bakan’a teşekkür ediyorum. Kültür AŞ’nin bütün yetkililerine, bu salonun çalışanlarına teşekkür ediyoruz.
Cevat Akkanat: Hepinizi saygıyla selamlıyorum. 10 yıl önce Bursa’ya geldiğimde Edebiyat Akşamları afişleriyle karşılaştım. O dönemde Bursa Büyükşehir Belediyesi Setbaşı Şehir Kütüphanesi Üftade Kültür Merkezinde bu başlıkta programlar yapılıyordu. Fakat getirilen edebiyatçılar ciddiyetten uzak muhabbetler yapıp gidiyorlardı. Daha sonra bu programlar bitti. Ama ben yıllardır bekledim. Çok şükür 10-12 yıl sonra bu programlar BŞB Kültür AŞ’nin katkılarıyla tekrar başlamış oluyor. Teşekkürü bu şekilde ifade ettikten sonra programımızın soru cevap şeklinde tezahür edeceğini belirtmek istiyor ve bizi kırmayarak davetimize uyan değerli Ahmet Kekeç’i takdim etmek istiyorum.
Önce kısa bir biyografi:
Star gazetesi yazarı. Sırasıyla Atatürk İlkokulu, Atatürk Ortaokulu, Atatürk Lisesini okudu. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nden atıldı. Aylık Dergi, Mavera ve Yöneliş dergilerinde hikâye, deneme ve eleştiri yazıları yazarak yazı hayatına başladı. 1985'te ilk hikâye kitabı olan "Son İyi Şeyler"i çıkardı. Bir kısmı gazete yazılarından oluşan 10 kitabı bu dönemden sonra yayımlandı. Millî Gazete, Yeni Haber, Zaman, Vahdet, İmza ve Akit gazetelerinde muhabir, editör ve köşe yazarı gibi görevler üstlendi.
Yıllardır gazetecilik yapıyor. Gazetelerde yazdığı yazılar MGV Gençlik Dergisi (1997) ve Türkiye Yazarlar Birliği (1997) tarafından ödüllendirildi. Son yıllarda çalışmalarını roman üzerine yoğunlaştıran Ahmet Kekeç, 2006 yılından beri Star gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.
Bir dönem hakkında açılmış 30’a yakın ceza ve tazminat davası ile boğuşmaktaydı.
Cine5'te Rasim Ozan Kütahyalı ve Salih Tuna ile birlikte Memleket Meselesi adlı bir program sunmuştur. Cine5'te "Derin Mevzu" adlı tartışma-sohbet programını hala sürdürüyor.
Eserleri: CİA ve 12 Eylül, İnek Sosyalizmi, Atam Sen Kalk Ben Yatam, Yurtta Sus, Cihanda Sus, Maalesef Türkiye, Son İyi Şeyler, Derin Roman, Kalanlar, Kanamalı Haydut, Yağmurdan Sonra…
Biz onun daha çok edebiyatçı yönünü önemsiyoruz. Doğrusu biraz bugün o yönleri üzerinde duracağız.


Cevat Akkanat: Hoş geldiniz Bursa’ya, Bursa’yı biliyorsunuz, size sorulacak sorulardan biri Bursa’yı nasıl bulduğunuz olacak…
Ahmet Kekeç: Bursa yabancısı olduğum bir kent değil. Esasında Türkiye’de yaşayan insanların yabancısı olmadığı bir kent. Bursa tarihi konumu itibariyle de coğrafi konumu itibariyle de bir şekilde biliniyor. Son zamanlarda da Bursaspor ile zaten gündemde. Bursa’ya ben çok geldim. Arkadaşlarla kuliste konuşurken bir şey söylemiştim: İstanbul’u çok seviyorum, İstanbul’da yaşıyorum ama İstanbul dışında yaşamak zorunda kalsam, herhalde yaşayacağım kent Bursa olurdu. Bunu Bursalılara yaranmak için söylemiyorum, hakikaten, cidden söylüyorum. Bursa’da oturduğunuz, yaşadığınız için bence şanslısınız, bunu söylemek lazım. Bunun dışında hoşunuza gidecek neler var, onları da söyleyeyim!..
Cevat Akkanat: Sizi yoracak sorularımız var…
Ahmet Kekeç: Şöyle söyleyeyim… Cevat Akkanat benim eski arkadaşım. Beni davet ettiğinde de söyledim. Ben Edebiyat Akşamları için kötü bir seçim olabilirim, çünkü eski bir edebiyatçıyım. Güncel şeyler konuşulabilir ya da siyaset ve edebiyata ilişkin meselelere girebiliriz. Benim tercihim her zaman edebiyat konuşmak olmuştur, bunu da antiparantez söylemiş olayım… Fakat kötü bir seçim olduğumu da söyleyeyim...
Cevat Akkanat: Biz size katılmadığımızı birazdan ispatlamış oluruz, şöyle başlayalım, çocukluk çağlarınızdan, yetişme çağlarınızdan… Sıkıcı bir şeyler var mıydı hayatınızda? Mesela 1976’da 15’li bir delikanlıyken, “Yıl 1976. Dikkat, fakir henüz onbeşinin baharında, kendisine beş yıl sonra eşek sudan gelinceye kadar sopa yedirecek olan o uzun okuma serüvenine başlamak üzere.” O çocukluk serüvenini, okumaya ve ardından yazarlığa evrilme serüvenini anlatır mısınız?
Ahmet Kekeç: Şöyle söyleyeyim, Malatya bir taşra kenti… Bursa ne kadar taşralı sayılır bilmiyorum. Fakat bizler küçük taşra kentlerinde yaşadık. Taşralılığı bilen, tanıyan çok sayıda insan var. Bir defa küçük kentlerin insanlarında bir duygu oluşur, bir yırtmak duygusu, oralardan yırtmak. O sıkışmış psikoloji, oralardan kurtulma çabası, insanı ister istemez bir takım arayışlara götürüyor, arayışlara yöneltiyor. Okumak serüveni bu çerçevede görülebilir. Çünkü biz bilmediğimiz, tanımadığımız coğrafyaları ya da olmak istediğimiz yerleri okuyarak, tanımaya, anlamaya çalışıyoruz. Tabii benim çocukluğum biraz daha farklı geçti. 7-8 yaşına kadar yoğun hastalıkla geçen bir çocukluk… Neredeyse geçirmediğim hastalık kalmamış. O derece… Hasta çocuk aile içinde biraz farklı görülür. Ona özel muamele yapılır, diğer kardeşlerden ayrı tutulur. Tabir-i caizse yalnızlaştırılır. Esasında o çocuğa yapılan iyilik filan değildir. Hasta çocuğa gösterilen ihtimam onu yalnızlaştırdığı için bu yalnız çocuk bir takım nevrozlar geliştirir ister istemez. O geliştirdiği nevrozlar eğer üzerinde etkili olursa onu belki bir takım şeylere yöneltebilir, sanat gibi, bir takım uğraşlar gibi. Sanırım benim okuma isteğimin altında böyle bir şey var, o yalnızlığın verdiği şey. Tabii taşrada yaşıyorsunuz, bulunduğunuz çevreyi bir şekilde aşmak istiyorsunuz. Böyle bir durumda sizi farklı alanlara taşıyacak olan kitaplardır, kitapla olan maceram biraz böyle başladı.
Cevat Akkanat: Yazarlığı tercih ettiniz, öncesinde bir şairlik serüveni var bildiğim kadarıyla. Mesela şu cümle size ait…
Ahmet Kekeç: Attila İlhan der ki “Her üç Türk’ten dördü şairdir.”
Cevat Akkanat: Bende onu söyleyecektim, şu cümle size ait: “Ortalama her Türk vatandaşı gibi benim de kendimi büyük şair saydığım yıllar olmuştur.” Gerçi bunu bir siyasiye had bildirirken söylüyorsunuz. Öykülerinizin şiirsel olduğu da bilinen bir gerçek. Bu yola, yazarlık yoluna giriş maceranızı anlatabilir misiniz?
Ahmet Kekeç: Eminim aramızda şiir yazmamış olan yoktur. Var mı? Hayır, bırakmış da olsanız… Attila İlhan’ın dediği gibi, her üç Türkten dördü şairdir. Dolayısıyla benim şiirle ilişkimi bu çerçevede görmek lazım. Tamam şiir yazdım fakat şiir çok farklı bir şey çünkü aramızda çok iyi bir şair var Metin Önal Mengüşoğlu, çok değerli bir şairdir. Şiir çok daha farklı bir yoğunlaşmayı gerektiriyor. Ne bileyim, bizim gibi insanların şiir gibi daha süzülmüş, damıtılmış bir uğraş içinde olması biraz zor. Yani benim şiirle ilişkimi çok fazla ciddiye almamak lazım.
Cevat Akkanat: Bir dönem ciddiye aldığınızı söyleyeceğim. Erdem Kışlak bir tanıdığınız vardı galiba!
Ahmet Kekeç: Tamam o isimle birkaç şiir yayımladım ama sonuçta bir ölçü değil onlar. Şair olsaydım, duyardım, ben duyardım en azından, şairliğim tıkanmazdı…
Cevat Akkanat: Sahiplenmiyor musunuz?
Ahmet Kekeç: Yok, ben 20 yaşımda bir iki şiir yazdım, o kadar yani…
Cevat Akkanat: Ama sizin hikayelerinizde mesela Son İyi Şeyler’de bir şiirsellik görülüyor. Yani şiiri aslında tür olarak bir tarafa bırakmış olabilirsiniz. Belli bir yerden sonra fakat yazdığınız hikâyelerde, romanlarda mesela Yağmurdan Sonra’da şiirsellik buluyor eleştirmenler…
Ahmet Kekeç: Şiirsellik bir şeydir… İşte bir metinle karşılaştığımız zaman bu şiirsel falan dersiniz. Bir yazı için insanların ne kadar gündemine gelir, bilmiyorum ama Paul Valery’nin bir sözü var der ki, “Yazıyı öyle yazmalı ki yani bir metni öyle kurmalı ki yazılan şey özetlenemesin, özetlenen şey ölmüştür” diye bir cümlesi var. Ben hikaye yazarken veya öykü yazarken kendime bunu düstur edindim. Bir takım biçim oyunları ya da farklı söylem ilişkileri üzerinde çalıştım, bu çerçevede yazdığım öyküleri Son İyi Şeyler başlığı altında kitaplaştırdım. Kitap 1985 yılında yayımlandı ve epey de ilgi görmüştü fakat Türkiye’deki yayıncılık ne kadar sağlıklı işliyor, dağıtım ne kadar sağlıklı işliyor hepinizin malumu. Maalesef kitabım dar bir çevrede ilgi görmesine rağmen sağlıklı bir şekilde okuyucuya ulaşmadı. Yaklaşık 25-30 yıldır öykü falan yazmıyorum.
Cevat Akkanat: Ben hemen dinleyicilerimize şunu söylemek istiyorum, önce biraz edebiyat konuşup güncel meselelere geleceğiz çünkü Ahmet Kekeç güncel konularda yazdığı çalışmalarla biliniyor. CİA ve 12 Eylül gibi kitabı var mesela…
Ahmet Kekeç: Güncel dedin ama 30 sene geçmiş arasından…
Cevat Akkanat: Evet… Yine günümüzde benzeri süreçler başımıza geldi. Ben Son İyi Şeyler üzerinde durmak istiyorum. Biraz önce dediğiniz dar çevrede kalmış olsa da epey…
Ahmet Kekeç: Edebiyat böyledir zaten, edebiyatın tabiatı dardır. Yani bir şiiri kaç kişi dinler, bu sadece ülkemize özgü bir şey değildir. Mesela Fransa çok iyi şairler çıkarmış, çok önemli edebiyatçılar çıkarmış, Fransa’da diyelim bir şiir dergisi en fazla 1000-2000 satar ya da bu işler Türkiye de olduğu gibi Fransa da Amerika’da da ya da dünyanın başka ülkelerinde de birkaç yüz ya da birkaç bin kişi arasında döner. Dolayısıyla Türkiye de de böyle olması çok doğaldır.
Cevat Akkanat: Hakkınızı doğrusu teslim edenler var. Mesela bir araştırmacı şöyle diyor sizin için: “Kekeç, Bir Gecenin Öyküsü dışında öykü yayınlamasaydı, yine de ustalığı bu öykü sayesinde teslim edilecekti.” diyor. Başka şeyler de var. Mesela bir başkası, “Öyle bir formül yakaladı ki Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu ve Yaşar Kaplan’dan sonra ‘dördüncü kol’ olarak anıldı.” Hikayelerinizde şuuraltı tekniğine vukufiyet, girift anlatımlar, öykü dilindeki muğlaklık, içsel anlatımlar, yoğun bir anlatım ve soyutluk, kelime seçiminde titizlik…  Böyle bir başarı var… Ayrıca popülizme düşmediğiniz,  hikayeyle nutuk çekmediğiniz, ideolojik göndermeler yapmadığınız belirtiliyor. Kitaplarınızı okuyan inceleyen yazarlar bunları tespit etmişler. Fakat siz 25-30 yıldır hikaye yazmıyorsunuz. Bizim programı duyanlar özellikle şunu sormamızı istiyorlar: Ahmet Kekeç asıl kurgularına geçecek, hikayeye tekrar dönüş yapacak mı?
Ahmet Kekeç: O yazıları biliyorum, dediğim gibi o kitap dar bir çevrede ilgi gördü ve o kitabı önemli hale getiren şuydu, biraz şuydu. Bize büyüklerimiz, yazar ağabeylerimiz sürekli şunu öğütlerdi yazdığın şeyin bir mesajı olsun, insanlara bir şey anlatsın, tebliğ yapsın, belki insanları ana sınıfına yöneltsin falan gibi absürt sayılacak şeyler. Bende onlara tepkisel olarak şunu söylerdim, bir edebiyat eserinin mesajı kendisidir. Eğer onu doğru yaparsanız, doğru bir şekilde ortaya koyarsanız sizin kuracağınız, oluşturacağınız dil aynı zamanda mesaja odaklananların dili olur. Eğer sizin bir siyasetiniz varsa ya da dünya görüşünüz varsa onu karşılaştırırken en büyük güçlük o dünya görüşünün, o siyasi birikimin dilinin olmamasıdır… Onun dilini oluşturan insanlar da şairlerdir, öykücülerdir ya da sanatçılardır. Dolaysısıyla o kitap ya da o öykülerde dilin metni hedef alması, bir yazarlık tutumunun benimsediğine örnektir. Biraz bireyi anlatmaya çalıştım, çünkü bizim edebiyatımızda birey çok da fazla görülen unsur değildir. Hep böyle kamusallıklara bağlandığımız için bireyi anlatma çabasına çok fazla rastlanmaz bizim edebiyatımızda. Bireyi hedef alan, direkt bireyden hareket eden öykülerdi onlar, dediğim gibi biraz ilgi gördü. Sağolsunlar takdir edenlerin yazılarına muhatap oldu. Ben 8-10 civarında öykü yazdım, yani iki kitap oluşturacak kadar. İşte bir kitap çıktı, belki ikinci bir kitap daha çıkacak demektir. Ben öyküde yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünüyorum. Bundan sonra yazacağım şeyler bunların tekrarı olacaktır.  Dolayısıyla belki edebiyatın başka alanlarıyla ilgilenmek lazım. Mesela roman çalışıyorum, gazeteciyim ama romanla ilgileniyorum, belki bir romanla tekrar ortaya çıkmak gerekebilir.
Cevat Akkanat: Geçmişte yazdığınız romanları biz biliyoruz tabii… Bu anlamda Orhan Büyük isminden bahsedebiliriz.
Ahmet Kekeç: Ya o şöyle oldu, ben bir ara işsizdim 1990 ya da 1991… Bir arkadaşımız yayınevi kuruyor, basacak kitap bulamıyor. Dedim ki ben sana bir roman yazayım, oturdum 10 günde roman bir yazdım. Biraz ayıp oluyor ama… O kitabı o arkadaş bastı ama ben unuttum, aldım telifimi gittim.
Cevat Akkanat: Sahip çıkmadınız!
Ahmet Kekeç: Şöyle… Sene 91… Üstelik yazıldığı yer olarak da Bursa vardır, 1991-Bursa, sanki o yazar Bursalı’ymış gibi, ben olduğum anlaşılmasın diye. Aradan 20 yıl falan geçti, o kitabı tesadüfen bir yerde gördüm, ne yazmışım diye baktım. Baktım fena da olmamış, iyiymiş aslında, şimdi yayınevinden teklif aldım, o kitabı basmak istediklerini söylediler. Olur dedim ama bir gözden geçirmek gerekir, öyle bir şey var. Ayrıca gene müstear isimlerden yazılan bir takım şeyler var bende. Mesela İstanbul da bir yayınevi vardı, biz de parasız, işsiz insanlar olduğumuz için, gençliğimiz böyle geçtiği için bendeki kırk farklı isimle bir sürü şey yazmışımdır. Denilebilirse bu piyasada en çok yazı yazan adam benimdir Bugün sadece kendi imzamla yazdığım yazılar bilinir… Mesela bir yayınevine bana iki sayfalık bir öykü getirmişti. Şunu demişti, bunu biraz şişirebilir misin? Nasıl yani, biraz genişlet falan, olur genişleteyim, ne kadar olsun, 80 sayfa olsun. Böyle bir şeydi yani… Paraya ihtiyacımız var, öğrenciyiz, ya da ev geçindiriyoruz, çaresiziz, böyle bir şey yaptım ben, 80 sayfalık bir şey yaptım. O yaptığım şeyi yıllar sonra gördüm,  Şehit Bin Türkidar adıyla yayımlamış adam. Yani bu tür şeyleri yaptık, çok yaptık. Bir sürü imzam var benim. Bir kısmını ben de unuttum. Kırk civarında imzam vardır. Çok hatırlamıyorum, çünkü yazarak hayatımızı kazanmak zorunluluğumuz olduğu için bu tür şeyler yapıyorduk.
(Devam edecek…)

(Konuşmanın video kaydını şuraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. C. A)




5 Ağustos 2019 Pazartesi

LİRİKLER-2

VI.
ırmakları soğuruyorsun yeşil ile kızıl'ı
senin için akıttım iki gözüm iki ırmak

7 Şubat 2016


VII.
ah’lama istasyonundan geçtim gizemli
trenine binip senin yokuşları aştım
sen ne iyi makinisttin

7 Şubat 2016


VIII.
Lirik bir at diye tasarladım sesini senin
Yelesini kırlara ovalara dağlara vuran
Alternatif tababet olsun estirdiğin rûzigâr
Nasıl zorlanıyor bak şimdi sükutu dinle
Je t'aime derken Je t'aime Lara Fabian

13 Şubat 2016

IX.
İki yüzün olayım senin utangaç ve gizemlin
Çılgının olayım avucunun ağacında zerdalin
Dişlerinde altın rengi bir ceset gibi durayım
Şehrinin giriş kapısında neyin olayım zır delin

13 Şubat 2016

X.
Yüzümün kızardığını gör yakala sersemliğimi
Gözlerin hançerdi zira taarruz eden kalbime
Paramparça bir haritayı andırıyor benliğim bak
Piyadeyim emrinde savunmasız bir emir eri.

15 Şubat 2016


XI.
Ateşli silahlar kanunu diyorsun
Bıçaklar ve can alıcı aletler sınavı
Ölümüne olmalı bu ve uygulamalı
Gözlerinden geçiriyorsun yangınını
Devletten pekiyi veriyorsun amma
Tabiattan ikmal notu yazıyorsun
Ateşli silahlar kanunu diyorsun

25 Şubat 2016


XII.
Senin için 'açmaz dersi' hocası diyorlar
Ellerin kanlıymış siyahların katlinden
Tutsağın olmuşum birden şah iken ben de
Şimdi bir gedayım mat renkli faciayım
Affının limanında can veren bir fedayım

25 Şubat 2016