Van-Erciş yolunda taş ocağı
Allah'ın sanatı insanın sanatı
Elma bahçesi var orada bir kulübe var
İçinde senin sesin var çatısında bir yazı
İmdatı medetleyen karanfil yazı
seni zikrediyorum ah ne kara
nfil
kokuyor dünya ah ne kokuyor
çıkıyorum ey rabbim düşüyorum aşağı
25 Ağustos 2010
28 Ağustos 2019 Çarşamba
ÂKİF'İ PARÇALAMAK?!.
Parça ve
bölümlere ayırmak, tasnif etmek, gruplandırmak, şemayla izah etmek,
maddeleştirmek, ana hatlarını belirlemek… Bunlar, mevcut egemen eğitim
mekanizmasının vazgeçemeyeceği hatalı usûller arasında sayılabilir: Daraltıcı,
parçalayıcı, kısıtlayıcı vb. yönleriyle
ilk bakışta öğrenmeyi kolaylaştırıcıymış zannedilen bu şablonlar, sonuçta
“düzene uygun kafalar” yaratmaktan öteye geçemiyor. Dar algılar, ufuksuzluklar,
tek tip bakışlar, önyargılar…
Oysa, medenî
eğitim dizgesi bilgiye “bütün” olarak bakmayı elzem bulmaktadır. Çok yönlü,
etraflı, çaplı, farklı…
Kaçınılmaz
olarak ilkinin ipine yapışmışların tahakkümüyle inliyor bilgi, ‘ekin’, safsata
ortamları. Dikkat edelim: Bilim, kültür, sanat âlemleri değil!
Sözü
uzatmayalım, henüz gündemi soğumamışken, Mehmet Âkif’le bağlantılı olarak
benzeri yaklaşımlar sergileyen bazı olumsuz vakalara temas edelim…
İlki, bir
ahmaklık vesikası. Sözüm ona siyasî bir aktörü (TBMM Başkanı) bahane edip Âkif
üzerinden millete yönelik saldırılarda bulunacaklar. Cumhuriyet Gazetesi
benzerini hep yapıyor. Fakat Âkif’i, dahası bir şiirini aynı maksatla haber
konusu yapmalarına ne buyurursunuz? Külliyen akıl mazurluğu!
Adı geçen
gazetenin 28 Aralık 2006 tarihli nüshasındaki haber başlığı şöyle: “Fesli,
sarıklı ‘sosyal’ şiir”. Bu şiir Âkif’in “Said Paşa İmamı” imiş ve Sayın Meclis
Başkanı bu şiiri gençlere tavsiye etmiş. Haberi tezgâhlayıp basanlar, şiirden
birkaç bölüm aktarmayı ihmal etmemişler. Fakat çap meselesi değil sadece, kasıt
var işin içinde; festen sarıktan başka bir nesne görememişler…
Oysa bu şiir
birkaç bakımdan önemli: O dönem sosyal manzarasını yansıtması, halk ile devlet
adamlarının iç içe oluşu, yöneticilerin dürüstlüğü, toplum için yardımlaşma,
verilen sözü yerine getirme…
Bunları
kısaca metin üzerinden gösterelim: Şirin ilk bendi “Sultan Yalısı” (Saray) ve
çevresinin tasviri olarak okunabilir. Âkif’in tasvirleri elbette güçlüdür ve
ele alınan mekân bütün şaşaasıyla görünür kılınır. Bu arada halk “saflar”
halinde saraya gelmektedir. İkinci bentte halkın niteliği gözler önüne serilir.
Malum gazetenin haberi buradan ıkındırılmış: “Renk renk açmış o başlar, biriken
mahşere bak:/ Fes, arâkiyye, sarık, yama, bürümcük, yaşmak,/ Taylasan, takke,
nazarlıklı hotoz, âbânî, Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…”
“Devlet kapısı”nın
herkese açık olduğu ve devlet adamlarıyla halkın iç içe yaşadığı tabloların
aktarıldığı bölümler geride bırakılıp mevlide başlanılacağı sırada,
“Üsküdar’dan gelecek” olan mevlîd-hanın törende bulunmadığı anlaşılır. Buna
rağmen “İlâhî inşâd” başlatılır: “Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;/
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler./ O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı
biraz,/ Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz/…”
Mevlid’in
bitmek üzere olduğu vakitlerde Üsküdar’dan gelmesi beklenen mevlîd-hanın bir
köhne kayıkla Saray’a ulaştığı ve Vâlide Sultan’ın azarlamasıyla karşılaştığı
anlatılır. Tabii, mazereti vardır: Yoluna “Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd
gömdüm”, “Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh/ İki dünyâda aziz eylesin
Allah da seni” diyen bir çaresiz kadının çıkmıştır. “Hâtunun sözleri divâneye
döndürdü beni; Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân”. Dikkat edilirse,
bu bölümde Âkif, toplum için yardımlaşmayı, muhtaçlara iyilikte bulunmayı
örneklendiriyor. Aynı zamanda, verilen bir sözü, ne olursa olsun yerine
getirmek gerektiği de bir mevlid-hanın fiilleriyle ortaya konuluyor. İki
müminin, mevlîd-han ile Vâlide Sultan’ın güzel ahlâklarının anlatımı şu beyitle
biter: “- Hoca! Der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!/Yeniden mevlid otursun
bize, da’va da biter.”
Âkif’in 1931
yılında Hilvan’da yazdığı bu şiir, kaynak haberdekinin aksine, sadece gençlere
değil, bütün insanlığa ders olarak okutturulacak niteliktedir. Durum bundan
ibaretken, sapıtmak, saptırmak hangi amaca hizmet eder? Kötü niyet!
Benzeri
nitelikte olmasa da, Âkif ve eserleri hakkında yapılan çarpıtmalar sıkça
çıkıyor karşımıza. Bunların sonuncusu Dücane Cündioğlu’ndan geldi. Önce 22
Aralık günü Ankara’daki “70 Yıl Sonra Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni”nde,
ardından 30 Aralık 2006 nüshalı Yeni Şafak’taki köşesinde…
Cündioğlu
hem sempozyum bildirisinde, hem de gazete yazısında aynı anafikir etrafında
dönüp duruyor. Âkif’in gerçek şiirleri “Hicran, Secde, Gece gibi gözlerden
gizlenmeyi başarmış” şiirlerdir. Bir de, “resim arkası kıt’alar”ı varmış,
Cündioğlu’nun “meftun olduğu”…
Yazısına
“Asım’ın nesliymiş!” başlığını atma cesareti gösteren yazar, aklınca Âkif’i
parçalara ayıracak. Oysa Âkif’in ne hayatı ne de âsârı parçalara bölünebilir.
Tamamı yek vücuttur. Dolayısıyla, Cündioğlu’nun yazısında oluşturulmak
istenildiği gibi, şiirlerini sosyal şiirler, bireyci şiirler şeklinde ayırmamız
mümkün değildir. Aynı şekilde hayatını da dönemlere ayıramayız. O Osmanlı
döneminde de aynı Âkif’tir, TC’nin kuruluş aşamasında ve hatta sürgünde de… Şu
halde, onun Hilvan’da yazmak zorunda kaldığı Gece (5 Ocak 1925), Hicran (10
Ocak 1925) ve Secde (15 Ocak 1925) şiirlerini, en azından içinde bulunduğu
sosyal çerçevenin dışına nasıl çıkarabiliriz? Üstelik bu şiirlerdeki genel
havayı (Cündioğlu’nun ifade ettiği) “toplumsal vaazlar veren şiirleri”nden
nasıl ayrı tutabiliriz? Meselâ, Safahat’ta arka arkaya sıralanan bu şiirlerle
bunların hemen önünde yer alan Vahdet (Hilvan, 12 Ocak 1924)’i birbirinden
nasıl ayrı tutabiliriz?
Yoksa
Cündioğlu’nun bir bildiği mi var? Âkif’i yanlış yorumladığı ortada. Fakat
bundan bir kasıt mı ummakta? Sözgelimi şu mısraları çıkmaz sokaklara mı rehber
saymakta? Gece’den: “Diyorlar, hep senin şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı…/İlâhî,
onların bir ân için olmazsa ârâmı;/Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, senden
ayrılmış?/Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sînenden ayrılmış!” Hicran’dan:
“İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:/Ne âfâkında tek kandil, ne
mihrâbında seccâde;/ Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.”
Secde’den: “Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş!/ Bugün rindânı
gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş.”
Bu mısraları
Cündioğlu’na uyup “ferd Âkif” şiiri sayarsak abesle iştigale ortaklık etmiş
oluruz. Böyle bir ortaklığa imza atmaktansa, büyük şairin bütün âsârını “ferd
Âkif”e ait görmek arzusundayız. “Ferd Âkif”in başka şiirlerinden de birkaç
örnek sunup noktalayalım. Berlin Hatıraları’ndan: Muazzam ordumuzun en muazzam
evlâdı,/ Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.//Hudâ rızâsı için ey
mücâhidîn-kirâm!/ sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;/ dönersiniz
ebediyen söner gider Tevhîd/ Harîm-i Hak yıkılır savletiyle evhâmın.” Âsım’dan:
“Ben de târih okudum; âlemi az çok bilirim./’Şuarâ’ dendi mi, birdenbire oynar
sinirim./ (…) Edebiyâta edebsizliği onlar soktu;/Yoksa, din perdesi altında bu
isyan yoktu:/Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;/ Muttasıl şimdi
‘hakîkat’ kusuyor Sıdkı Dayı!”
Âkif için
kitaplar yazmış olan Cündioğlu, yazısını “Aramayı sürdüreceğiz. Sürdürmek
zorundayız; Akif için değil, kendimiz için.” paragrafıyla bitirmiş. İyi olur.
Belki doğruya ulaşma imkânını yakalar…
26 Ağustos 2019 Pazartesi
HAZIRLIK MAÇI
Namustur denilmiştir; söz, tutulmalıdır. Hele ki çocuklara verilen baba sözlerine daha bir hassasiyet gösterilmelidir.
Böyle bir giriş boşuna değil. Ali, takımının şehrimize maç yapmaya geleceğini öğrenir öğrenmez babasından “söz” aldı. Maç bir Temmuz günü akşamında oynanacaktı ve o gün gelip çatmıştı. El ele stadyumun yolu tutuldu, misafir takım tribününden iki bilet alındı, eve dönülüp maç saati beklenmeye başlandı.
Baba,
oğlunun takımından mı olmalıydı? Evet, böylesi durumlarda tatsızlık çıkmamalı.
Ortak heyecan duyulmalı. Hatta maç saati yaklaştıkça kaynaşmalı, pekişmeli…
Sanki
pikniğe gidiyoruz. Erzak torbası hazırlıkları: Ekmek, katık, su.
Hayır,
savaşa gidiyoruz! Poşetin en altına Ali’nin maç izlerken giyeceği forma
yerleştiriliyor. Çünkü şehirde rakip takımın formasıyla gezmek hepten
tehlikeli. Poşetin altındaki forma orada dursun, sırtındakine bakarsanız, Ali
İnterli!
Ali’ye,
formanın, üniformanın tehlikelerinden söz etmeli mi?
Korku ve
heyecan ile stada varıldı. Ali, misafirler tribününe girince üstündeki İnter
formasını çıkarıp poşettekini giydi; tuttuğu takımınkini…
*
Hazırlık
maçıydı oynanan, bir bakıma şenlik
maçıydı…
Fakat bu
hikaye böyle süremezdi. En azından “seyirci” denilen kitle için, kızışmalıydı
ortalık.
Çekilen
“oley”ler, atılan konfetiler, yakılan meşaleler…
Seyirciler
arası restleşme, Ömer ile Mondi’nin karşılıklı birer dakika arayla yedikleri
gollerin ardından başladı.
Gol sırasına
göre, her iki kitle, çılgına döndü elbet. Ve gariptir, bu çılgınlık
nöbetlerinde, yine her iki kitle, “Ayağa kalkmayan Fenerli olsun!” diye
bağırdı. Bunlarda şaşılacak bir şey yoktu. Sonuçta, “Fenerli” olmamak için
ayağa kalkılacaktı. Nasıl oluyorsa?
Oluyordu
işte. Görünürde her iki takımın “Fener”den hoşlanmadığı ortadaydı. Üstelik bu
insanların stada genellikle kurt dökmek, rahatlamak, evet, “bir tatlı huzur
alma”k için geldikleri biliyordu.
İstendik ruh
hâline nasıl avdet edilecekse, öyle davranmalıydı seyirci dediğin. Yani ki
mübah olmayan hiç bir şey yoktu ona. Mesela, maçın sakin seyrettiği zamanlarda
güncel dış politik sloganlar filan atılabilirdi. Öyle oldu: Bir grup taraftar
günün gereğine uyup “Kahrolsun İsrail” filan diye bağırdı. Hatta rakip takım
seyircileri de iştirak etti buna. Stad inledi. “Terör” ve “katliam”a duyulan
“öfke” fena halde dindi!
Nedense
sadece maçlarda, hazırlık veya şenlik maçlarında değil, hayatın pek çok
alanında da böyle oluyordu; bir şekilde “gerilmiş” insanlar bir yerlerde “hazır
olup” toplanıyor, “tek” ağızdan bağırıp çığırıyor, sonuçta “rahatlıyorlar”dı.
Maç bitmiş,
kitleler için gevşeme gerçekleşmişti. Fakat onları böyle bırakmak doğru muydu?
Boş bırakmak olmaz, yeni strasler yedirilmelidir onlara. Mesela şöyle: Ev
sahibi takımın seyircileri hızla stad dışına gönderilmeli, hatta evlerine
sokulmalıydı. Misafir takımınkiler ise bir süre arenanın kendilerine ayrılan
kısmında “muhafaza” edilmeliydi. Sabahın ilk saatlerinden beri şehrin bu
bölgesine konuşlanmış kolluk görevlileri bütün gün gösterdikleri başarıyı, maç
sonunda da gösterdi: Misafirlerini bir devre daha “tutulmalı”ydılar orada.
Ali’nin
misafir takımdan olduğunu biliyorsunuz. Şu halde o da orada alıkonuldu. Maç
sırasında giydiği formayı çıkarıp tekrar İnter’e transfer olsa da, “30” Martins
kılığına girse de, bu, para etmedi.
Şöyle ki,
“itidal”in, yani forma-l, üniforma-l “zihniyet”in şartları böyleydi! Ali ise
bunu anlayacak “keyfiyet”te olamazdı. Sonuçta çocuktu.
Peki, bu
“keyfiyet”sizliğin “kitle”leri “yayma”sına ne demeli?
(İlk kez 3 Ağustos
2006 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
MÖSYÖ PLASTİK KAPLAMA
Bir müteşair
tipidir. Yani ki şiir sanatından kendini müstafi kılmıştır. Çalışma yollarından
en çok tercih ettiği intihalciliktir. Mamulâtında rast gelinen
yabancı malı fiyaka unsurları yakasına yapışmasın diye, söze bir takım ayak
oyunları –süs unsurları!- çekmiştir, o kadar…
Hikâye:
Emevîler
döneminin usta hicviyecisi şair Cerîr halife Velid’in huzuruna girmiş. O sırada
halifenin yanında devrin meşhur şairlerinden Adiyy bin Rikâ’nın bulunduğunu
görmüş. Velid, “Bu adamı tanıyor musun?” diye sormuş Cerîr’e. “Hayır,
tanımıyorum” cevabını verince Cerîr, “Sizi tanıştırayım, bu İbn er-Rikâ’dır”
demiş halife. Bunun üzerine Cerîr: “Rikâ, yani ‘elbisenin en kötü (yamalı)’ olanı…”
diye karşılık vermiş.”
Hisse:
Bu hikâyede
heccav Cerîr’in kurbanı olmuş şair Rikâ; bu belli. Bu yüzden onun adına,
kendisinden asırlarca sonra, üzülmüyor değiliz. Fakat bu üzüntümüz, adının
karıştığı işbu hikâyeyi burada kullanmamıza engel olmamalı, değil mi? Evet,
velhasıl diyelim ve sözü şuraya bağlayalım:
Yazımızın
ilk paragrafında şahsiyetsizliğini ortaya serdiğimiz tip müteşairin ortaya
koydukları, intihaller marifetiyle yamalı bir elbise gibidir. Fakat o
yeteneksizin çok bildiği tek şey, buna asıl mesleği desek de yeridir,
gözbağcılıktır. Bu mesleği sayesinde, bir süreliğine de olsa kendisini gözde
makamlara iyi fiyatlarla pazarlayabildiğinden, yüksek mevkilerde ad yapar, yer
tutar. Başkentin gözbebeğidir. Devlet arabasının ön tekeri gibidir.
Tabii,
aslında kamuya gol atmaktadır. Kamuoyunu yanıltmaktadır. Gündemi muhafazakâr
yapı (devlet) adına ve çirkin tabiatı (sanatı) yordamıyla meşgul etmektedir.
“Yavuz hırsız!” lafı tam da böyleleri için söylenmiştir.
Yavuz
hırsız, iyi müntahil! Onun sanatındaki sırrın bir başka özelliği,
plastikliktir. “Plastik” adıyla anılan sanat dalları sanırım bir gün yakasına
yapışacaktır. Zira bu arsız tip, intihal ederken, plastik icra
yollarını sonuna kadar tatbik etmektedir. Ortaya çıkardığı metnin heyecansız
bir söz yığınından ibaret olması bu yüzdendir.
Şiir
sanatından ziyade, gerek statik otoritenin ön tekerine oturmuşluğu gerekse
dolambaçlı ayak oyunlarını iyi oynamışlığı ile bir tür reislik hüviyeti
kazanmıştır Mösyömüz! Bu hüviyete çete reisliği dense yeri midir?
Sırat-ı
müstakim üzere kime sorduysam öyledir, çete denilmelidir dediler. Çetecilik
vasıflarını da bir bir saydılar: Anasının gözüdür, zengin muhitlerden iş tutar,
hemen her köşe başından ahbaplar edinir, yayın ve matbuat âlemlerini iyi
koklar, hangi muzır neşriyat ortamından pay alacaksa oraya yanaşır, sağ
gösterip sol yahut sol gösterip sağ vurabilir, ahlâkına uygun yeniyetmeler
üretiminde pek mahirdir, vesaire…
Sıra işbu
yeni yetmelerin vasfını çizmeye geldi: Canlı ve afacan tosuncuktur
bunlar. Plastik ustası Mösyölerinin yolu izinden bata bata giderler.
Küfre meyyalliklerinden dem vurulmaktadır.
Aşağıdaki
hikâye onları, bu ikisini anlatır gibidir:
Kıssa:
Memleketin
birinde kör ve yetim olanlarla dul kadınlara devlet yardımı yapılmaktaymış. Bu
işle görevlendirilen daireye oğluyla birlikte bir adam müracaat eder. Görevli,
“Kör ve yetim olmadığınıza göre, geriye sadece dul kadınlar kalıyor, ancak sizi
onların listesine nasıl yazabilirim?” diye sorar. Adam, “Beni körler listesine
kaydet!” diye teklifte bulunur. Görevli, “Bu mümkün, zira Allah, ‘Gerçekte
gözler değil, göğüslerdeki kalp gözleri kör olur’ (Hac/46) buyurmaktadır.” der
ve adamın kaydını yapar. Adam daha sonra, “Oğlumu da yetimler listesine
kaydeder misin?” diye arz edince, görevli, “Tabii ki, zira senin babası olduğun
kişi zaten yetim hükmündedir!” deyip oğlunu da yetimler hanesine kaydeder.
Hisse:
Plastik
kaplama ustası Mösyö müteşairin şiir ve ahlak sanatlarındaki yeteneksizliği
(körlüğü) ile babalığını yaptığı tosuncukların aynı alanlardaki çapsızlıkları
(yetimlikleri) bu çerçeve ile sabitlenmiş olsun…
(İlk kez 10
Aralık 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
ŞEHRİ VE KENDİMİ GEZERİM
Bilmediğim,
içine ilk kez girdiğim bir şehri, tek başıma gezerim. Meğerki bir grupla,
toplulukla yola çıkmış olayım, değişmez yalnız başınalığım. Koparım gruptan,
ayrılırım yalnızlığıma.
Sürüden
ayrılanı kurt kaparmış, aldırmam bu lafa. Dahası, üstüne üstüne giderim
korkunun, dalarım şehrin içine…
Şehrin
yabancısı için, şehir her bir yanıyla tam bir kördüğüm gibidir. Fakat samimi
yabancı, bu kördüğümü her bir adım atışta çözer, aydınlatır. Şehir
aydınlandıkça, yaban kişi, yine yaban kişidir, fakat artık şehir o çehreye
aşina olmaya başlamıştır.
Şehri tek
başına gezmeyi tercih edişim, bu aşinalığı hızlandırma çabasından kaynaklanır.
Şehir ve o
şehrin yerlisi, benim kendilerinden hissettiğim tedirginliğin farkındadırlar.
Aynen, onların benden duydukları endişeden benim farkında oluşum gibi.
Yalnızlığım bu tür tedirginlik ve endişelerin dozajını artıracaktır ihtimal,
fakat aynı zamanda tanışma sürecini hızlandıracak ve bizi birbirimizle kısa zamanda
kaynaştıracaktır. Öyleyse, tek başınalığa ve yola devam…
Şehri
gezmeye belli bir noktadan mı başlarım? Eğer otobüs terminaline, tren garına,
deniz yahut hava limanına indiysem, evet, şehir oralardan başlar. Oralardaki
rengi, kokuyu, hava durumunu hissetmeye çalışırım. İnsanların yüzüne, o
yüzlerdeki ruhî ayrıntılara dair bakışlara dalarım. Şehre girdiğim bu
mekânların duvarlarını, kapılarını, pencerelerini, iç ve dış maddi uzuvlarını
inceler, oralara sinmiş başka hayatların izlerini takip etmeye çabalarım. Bu
süreç vakte göre uzun yahut kısadır. Şehre gecenin geç vakitlerinde girdiysem,
sabahın salât vaktine kadar sürer o mekânla ilgili sondaj çalışmalarım. Gündüz
gözüyle şehre girdiğim “istasyonlar” ise, beni fazla oyalamaz. Bu yüzden,
onlarla ilgili ilk izlenimlerim genellikle yüzeysel kalır ve onlara doğru
yapacağım ikinci bir seferi temenni ederim.
Şehrin
ibadetgâhları benim olmazsa olmaz mekânlarım arasındadır. İstisnasız oralar,
sadece ibadet için değil, hayatî bütün ihtiyaçlarım için ana durak mevkiindedir.
Bu derece önemli olduklarına göre, önce şehrin bulunduğum yerine en yakın
camiini keşfederim. Burada yapacağım bir ibadet molası, benim ürkekliğimi
ehlileştirecektir. Sonrasında şehrin en merkezî yahut tarihî camiini bulur,
tanımaya çalışırım. Şehirde bulunduğum süre içinde, genellikle bu merkezî
camii, benim ana mekânlarımdan birisi olur. Orada şehrin yerlileriyle oturur
muhabbet ederim. Yorulduğum zamanlar gelir dinlenirim. Kimisinde kısa süreli de
olsa, uyuduğum dahi olmuştur. Pek çoğu, ciddi okumalarıma, hatta yazı yazma
çalışmalarıma şahittir.
Yabancısı
olduğum şehirde, beni bekleyen en büyük serüven o şehrin yabancılarını
aramaktır. Gözümü bir türlü alamam bu işten. Bu şehre göç etmiş, çeşitli
zaruretler sonucu burada bir süre yaşamaya mecbur kalmış olanları mutlaka
bulurum. Onlarla edeceğim birkaç tekellüm, sanki onların muhtemel cerihalarına
ilaç olacaktır. Olur mu bilemem, fakat benim kendimi sağalttığım doğrudur…
Şehrin ana
caddelerini elbette gezerim, fakat bunlardan önce, ara sokaklarda,
çıkmazlardadır aklım fikrim. İnsanların boyasız, cilasız ömür sürdükleri bu
hakikî hayat sahneleri, bana şehrin insanını en kolay anlatacak alanlardır.
Oralarda göreceğim küçük yaşantı parçaları, pek çok büyük teoriden daha
önemlidir benim nazarımda.
Bunun gibi,
şehrin esnafı, eşrafından önce gelir benim için. Zira esnaf, eşrafın
ayinesidir. Esnaf memnunsa şehrinden, eşraf iyidir. Esnaf karalar bağlamışsa,
eşrafa lanetler olsun!..
Bu arada,
esnafın memnuniyetini, dolayısıyla eşrafın haletini tespit için, elbette bir
takım ilişkiler içine girerim. Çarşıları, pazarları gezerim, alışverişler
yaparım, sohbetlere girişirim…
Şehrin
çarşıları, pazarları… Eğer gittiğim şehir bir Anadolu şehriyse, o şehre ait
ziraat, nebatat, hayvanat, zenaat, varsa sanayi pazarlarına giderim. Tahıl
pazarları, peynir pazarları, zahire pazarları, bitpazarları… Eğer bir sınır
şehrindeysem, kaçakçılık pazarına uğrarım. Kesem müsaitse bu pazarların hemen
hepsinden bir şeyler almaya gayret ederim.
Beni
kendisine çeken bir başka şey, şehrin maddi ve manevi kültür ve sanat
değerleridir. Bir defa, kendisinde misafir bulunduğum şehirde çıkan günlük
gazeteleri tespit eder, birer örnek alır, okur, incelerim. Mahalli şairleri
sorar soruşturur, varsa eserlerini temin etmeye çalışırım. Âşıkların saz
çaldığı kahvehaneleri tespit eder, takvim müsaitse onların telli sazları ve
yanık sesleri eşliğinde kederlenir ve çayımı yudumlarım. Kitapçılara düşer
yolum. Taşra kitapçılarına bayılırım. Merkez şehirlerde bulamayacağım imkânlar
sunar bu kitapçılar bana. Hele ki bunlardan birisi gözlerden ırağa düşmüş bir
sahaf olmasın, cilt cilt kitaplar alırım, üstelik makul fiyata.
Hayatına
girmiş olduğum yeni şehrin başka kültür unsurları da vardır. Çok bilinen tarihi
eserleri, bu eserlerdeki teşrifat, tezyinat… Bunları çıplak gözle görüp
inceler, ardından daha derinlerde hayat bulan unsurlara çeviririm gözümü.
Hanlara, konaklara, eski evlere, çeşmelere, yatırlara… Çeşitli yapılardaki
kapılara, pencerelere… Onlardaki küçük taş yahut oymalara, nakışlara…
Ve daha
başka şeylere bakarım: Şehrin illegal ilanlarına, reklam unsurlarına,
duyurularına takılır kalırım. Bir dükkânın vitrin camına, bir elektrik
direğine, gelişigüzel bir duvara iliştirilmiş amatör bildirilere asılır kalır
gözüm…
Bilmediğim,
içine ilk kez girdiğim, böylece kendisinde kendimi var kılmaya çalıştığım
şehir, gezmekle, yaşanmakla biter mi? Bitmez. Aslında onun bünyesi ile benimki
arasında yaşanacak pek çok şey vardır. Bu yüzden bitmez. Bir sonraki seyahate
bırakılır yaşanacakların bir kısmı. Bir sonraki, bir sonraki…
“Fakat ne
olursa olsun, insan, şehrin gözünün içine baktığında değişmeyen tek şeyi görür,
kendi içindekini…”
(Zonguldak - Kozlu, Aziziye Camii, 30 Ağustos
2010)
İlk kez 2 Eylül 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.
23 Ağustos 2019 Cuma
TERS TOKAT
Hayat sana çarpacak
Sokakları rahat bırak
Hazrolu rahatlat
Çocukları evine topla
Kadın eli değsin ruhuna
Allah'ın nefesi
Yoksa çarpacak
Çırılçıplak sana
Tokat.
23 Mart 2018
Sokakları rahat bırak
Hazrolu rahatlat
Çocukları evine topla
Kadın eli değsin ruhuna
Allah'ın nefesi
Yoksa çarpacak
Çırılçıplak sana
Tokat.
23 Mart 2018
13 Ağustos 2019 Salı
MUSİKAR
Sesinin yankısı peşindeydim
Terkettim kendimi bu yüzden
Yüzdüm derimden benliğimi de
Musikar oldum iniltiden...
Ankara, 6 Ağustos 2019
BOZKIRDA SESİN
Otları gövertti bozkırda sesin
Yeşerdi söğütler öz boyu senle
Sesin bir bulutu alıp getirdi
Dağları sensin şimdi ülkenin...
Ankara, 7 Ağustos 2019
ŞEVKİN BAHÇESİNDE...
Şevkin bahçesinde hüsran gülleri
Bahçeye dikeni çekmiş tosbağa
Dikenli tellere gerilmiş diller
Hüsn-i zan ekmiştim oysa toprağa
Ankara, 7 Ağustos 2019
11 Ağustos 2019 Pazar
ADALET SARAYI BETON BARİYERİNDE OTURAN KIZA ŞİİR
Bir elinde cigara
Dudağın duman
Bir intihar biçimi
İftihar diyorlar ona
Güvenenin aklı yok
Dalıp gitme hülyaya
Neler sadır olacak
Otur otur boyuna
Oysa İnşirah var
İyi geliyor her ura
Adalet uyar da raha
Uğrar belki saraya
Betona uğramaz ama
Bariyere kuş konmaz
Silah kokar duvarlar
Korku saklar duvarlar
Devletin kibir dağı
Güvenlik çağı hamağı
Bin tomar safsata
Bin dosya var iddia
Bariyerin ardı dar
Dar'ın ağacı nara
Oturursun da oraya
Fırt çekersin dünyaya
Yüzünde ben beyaz
Sırtında adliye kara
Sarayın önü bariyer
Bariyerde sen barbar
Sen otur ben bakayım
Sana şiir yazayım
Seni öveyim amma
Beton kalbe ne deyim...
Ankara, 8 Agustos 2019
Dudağın duman
Bir intihar biçimi
İftihar diyorlar ona
Güvenenin aklı yok
Dalıp gitme hülyaya
Neler sadır olacak
Otur otur boyuna
Oysa İnşirah var
İyi geliyor her ura
Adalet uyar da raha
Uğrar belki saraya
Betona uğramaz ama
Bariyere kuş konmaz
Silah kokar duvarlar
Korku saklar duvarlar
Devletin kibir dağı
Güvenlik çağı hamağı
Bin tomar safsata
Bin dosya var iddia
Bariyerin ardı dar
Dar'ın ağacı nara
Oturursun da oraya
Fırt çekersin dünyaya
Yüzünde ben beyaz
Sırtında adliye kara
Sarayın önü bariyer
Bariyerde sen barbar
Sen otur ben bakayım
Sana şiir yazayım
Seni öveyim amma
Beton kalbe ne deyim...
Ankara, 8 Agustos 2019
8 Ağustos 2019 Perşembe
Hİ!
Senin yamacın vıdı vıdı
Köpeklerin
hele elleri sopalı
Dedim ki görünce
bunları
Geçilmez semtinin
evreninden
Yayan
yapıldak
Karamsar
kaygılı
Şu tepenin
öte eteğinde
Kamu âleme
kör yabancı
Eli ayağı eski
fiyakalarına dolaşmış
Reddeden billur
çağı
Bırakmış sahih sınavı
Bir
kumpassın artık
Bu yüzden
aşk olmuyor.
Ankara, 8. 8. 2019
6 Ağustos 2019 Salı
AHMET KEKEÇ: "EDEBİYATTA KAMUSALI DEĞİL BİREYSELİ TERCİH ETTİM."
2012 Güz
mevsiminden başlayarak Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ adına İbrahim Paşa
Kültür Merkezinde bir dizi program gerçekleştirdik. İlk yıl ayda iki olan
program sayımız sonraki yıllarda ayda dört, hatta bazı aylar beş oldu. Metin
Önal Mengüşoğlu ile gerçekleştirdiğimiz programlardan birisi Edebiyat Akşamları’ydı ve ilk kez 31 Ekim 2012 tarihinde Ahmet Kekeç ile yapıldı. Aşağıda bu oturumun yazılı
dökümünün bir kısmını okuyacaksınız. (Konuşmanın video kaydını şuraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. C. A)
Metin Önal Mengüşoğlu:
İnşallah bu salonda her on beş günde
bir ay, ayın ikinci ve son Çarşambası akşamları, Cevat Akkanat ile Kültür AŞ
adına Edebiyat programları yapacağız.
Bugün aramızda hemşerim, eski dostum
Ahmet Kekeç’i misafir edeceğiz. Burada edebiyatı, düşünceyi, estetiği
konuşacağız. Ben kendi programımı kendim sunacağım. Cevat Akkanat ise her ay
dışarıdan bir misafir davet edecek ve burada edebiyatı, düşünceyi, sanatı
estetiği konuşacağız. İnşallah bu salonu değerlendireceğiz. Gecemizi
değerlendireceğiz.
Bize bu imkânı sağladıkları için, Bursa
Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’ye, Genel Müdürü Rıfat Bakan’a teşekkür
ediyorum. Kültür AŞ’nin bütün yetkililerine, bu salonun çalışanlarına teşekkür
ediyoruz.
Cevat Akkanat: Hepinizi
saygıyla selamlıyorum. 10 yıl önce Bursa’ya geldiğimde Edebiyat Akşamları
afişleriyle karşılaştım. O dönemde Bursa Büyükşehir Belediyesi Setbaşı Şehir
Kütüphanesi Üftade Kültür Merkezinde bu başlıkta programlar yapılıyordu. Fakat
getirilen edebiyatçılar ciddiyetten uzak muhabbetler yapıp gidiyorlardı. Daha
sonra bu programlar bitti. Ama ben yıllardır bekledim. Çok şükür 10-12 yıl sonra
bu programlar BŞB Kültür AŞ’nin katkılarıyla tekrar başlamış oluyor. Teşekkürü
bu şekilde ifade ettikten sonra programımızın soru cevap şeklinde tezahür
edeceğini belirtmek istiyor ve bizi kırmayarak davetimize uyan değerli Ahmet
Kekeç’i takdim etmek istiyorum.
Önce kısa bir biyografi:
Star gazetesi yazarı. Sırasıyla
Atatürk İlkokulu, Atatürk Ortaokulu, Atatürk Lisesini okudu. Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsü'nden atıldı. Aylık Dergi, Mavera ve Yöneliş dergilerinde hikâye,
deneme ve eleştiri yazıları yazarak yazı hayatına başladı. 1985'te ilk hikâye
kitabı olan "Son İyi Şeyler"i çıkardı. Bir kısmı gazete yazılarından
oluşan 10 kitabı bu dönemden sonra yayımlandı. Millî Gazete, Yeni Haber, Zaman,
Vahdet, İmza ve Akit gazetelerinde muhabir, editör ve köşe yazarı gibi görevler
üstlendi.
Yıllardır gazetecilik yapıyor.
Gazetelerde yazdığı yazılar MGV Gençlik Dergisi (1997) ve Türkiye Yazarlar
Birliği (1997) tarafından ödüllendirildi. Son yıllarda çalışmalarını roman
üzerine yoğunlaştıran Ahmet Kekeç, 2006 yılından beri Star gazetesinde köşe
yazarlığı yapmaktadır.
Bir dönem hakkında açılmış 30’a
yakın ceza ve tazminat davası ile boğuşmaktaydı.
Cine5'te Rasim Ozan Kütahyalı ve
Salih Tuna ile birlikte Memleket Meselesi adlı bir program sunmuştur. Cine5'te
"Derin Mevzu" adlı tartışma-sohbet programını hala sürdürüyor.
Eserleri: CİA ve 12 Eylül, İnek
Sosyalizmi, Atam Sen Kalk Ben Yatam, Yurtta Sus, Cihanda Sus, Maalesef Türkiye,
Son İyi Şeyler, Derin Roman, Kalanlar, Kanamalı Haydut, Yağmurdan Sonra…
Cevat Akkanat: Hoş
geldiniz Bursa’ya, Bursa’yı biliyorsunuz, size sorulacak sorulardan biri
Bursa’yı nasıl bulduğunuz olacak…
Ahmet Kekeç: Bursa yabancısı olduğum bir kent
değil. Esasında Türkiye’de yaşayan insanların yabancısı olmadığı bir kent.
Bursa tarihi konumu itibariyle de coğrafi konumu itibariyle de bir şekilde biliniyor.
Son zamanlarda da Bursaspor ile zaten gündemde. Bursa’ya ben çok geldim. Arkadaşlarla
kuliste konuşurken bir şey söylemiştim: İstanbul’u çok seviyorum, İstanbul’da
yaşıyorum ama İstanbul dışında yaşamak zorunda kalsam, herhalde yaşayacağım
kent Bursa olurdu. Bunu Bursalılara yaranmak için söylemiyorum, hakikaten,
cidden söylüyorum. Bursa’da oturduğunuz, yaşadığınız için bence şanslısınız, bunu
söylemek lazım. Bunun dışında hoşunuza gidecek neler var, onları da söyleyeyim!..
Cevat Akkanat: Sizi
yoracak sorularımız var…
Ahmet Kekeç: Şöyle söyleyeyim… Cevat Akkanat benim
eski arkadaşım. Beni davet ettiğinde de söyledim. Ben Edebiyat Akşamları için
kötü bir seçim olabilirim, çünkü eski bir edebiyatçıyım. Güncel şeyler
konuşulabilir ya da siyaset ve edebiyata ilişkin meselelere girebiliriz. Benim
tercihim her zaman edebiyat konuşmak olmuştur, bunu da antiparantez söylemiş
olayım… Fakat kötü bir seçim olduğumu da söyleyeyim...
Cevat Akkanat: Biz
size katılmadığımızı birazdan ispatlamış oluruz, şöyle başlayalım, çocukluk
çağlarınızdan, yetişme çağlarınızdan… Sıkıcı bir şeyler var mıydı hayatınızda?
Mesela 1976’da 15’li bir delikanlıyken, “Yıl 1976. Dikkat, fakir henüz
onbeşinin baharında, kendisine beş yıl sonra eşek sudan gelinceye kadar sopa
yedirecek olan o uzun okuma serüvenine başlamak üzere.” O çocukluk serüvenini,
okumaya ve ardından yazarlığa evrilme serüvenini anlatır mısınız?
Ahmet Kekeç: Şöyle söyleyeyim, Malatya bir taşra
kenti… Bursa ne kadar taşralı sayılır bilmiyorum. Fakat bizler küçük taşra
kentlerinde yaşadık. Taşralılığı bilen, tanıyan çok sayıda insan var. Bir defa
küçük kentlerin insanlarında bir duygu oluşur, bir yırtmak duygusu, oralardan
yırtmak. O sıkışmış psikoloji, oralardan kurtulma çabası, insanı ister istemez
bir takım arayışlara götürüyor, arayışlara yöneltiyor. Okumak serüveni bu
çerçevede görülebilir. Çünkü biz bilmediğimiz, tanımadığımız coğrafyaları ya da
olmak istediğimiz yerleri okuyarak, tanımaya, anlamaya çalışıyoruz. Tabii benim
çocukluğum biraz daha farklı geçti. 7-8 yaşına kadar yoğun hastalıkla geçen bir
çocukluk… Neredeyse geçirmediğim hastalık kalmamış. O derece… Hasta çocuk aile
içinde biraz farklı görülür. Ona özel muamele yapılır, diğer kardeşlerden ayrı
tutulur. Tabir-i caizse yalnızlaştırılır. Esasında o çocuğa yapılan iyilik
filan değildir. Hasta çocuğa gösterilen ihtimam onu yalnızlaştırdığı için bu
yalnız çocuk bir takım nevrozlar geliştirir ister istemez. O geliştirdiği nevrozlar
eğer üzerinde etkili olursa onu belki bir takım şeylere yöneltebilir, sanat
gibi, bir takım uğraşlar gibi. Sanırım benim okuma isteğimin altında böyle bir
şey var, o yalnızlığın verdiği şey. Tabii taşrada yaşıyorsunuz, bulunduğunuz
çevreyi bir şekilde aşmak istiyorsunuz. Böyle bir durumda sizi farklı alanlara
taşıyacak olan kitaplardır, kitapla olan maceram biraz böyle başladı.
Cevat Akkanat: Yazarlığı tercih ettiniz, öncesinde bir şairlik serüveni var bildiğim
kadarıyla. Mesela şu cümle size ait…
Ahmet Kekeç: Attila İlhan der ki “Her üç Türk’ten
dördü şairdir.”
Cevat Akkanat: Bende onu söyleyecektim, şu cümle size ait: “Ortalama her Türk vatandaşı
gibi benim de kendimi büyük şair saydığım yıllar olmuştur.” Gerçi bunu bir
siyasiye had bildirirken söylüyorsunuz. Öykülerinizin şiirsel olduğu da bilinen
bir gerçek. Bu yola, yazarlık yoluna giriş maceranızı anlatabilir misiniz?
Ahmet Kekeç: Eminim aramızda şiir yazmamış olan yoktur.
Var mı? Hayır, bırakmış da olsanız… Attila İlhan’ın dediği gibi, her üç Türkten
dördü şairdir. Dolayısıyla benim şiirle ilişkimi bu çerçevede görmek lazım.
Tamam şiir yazdım fakat şiir çok farklı bir şey çünkü aramızda çok iyi bir şair
var Metin Önal Mengüşoğlu, çok değerli bir şairdir. Şiir çok daha farklı bir
yoğunlaşmayı gerektiriyor. Ne bileyim, bizim gibi insanların şiir gibi daha
süzülmüş, damıtılmış bir uğraş içinde olması biraz zor. Yani benim şiirle
ilişkimi çok fazla ciddiye almamak lazım.
Cevat Akkanat: Bir dönem ciddiye aldığınızı
söyleyeceğim. Erdem Kışlak bir
tanıdığınız vardı galiba!
Ahmet Kekeç: Tamam o isimle birkaç şiir
yayımladım ama sonuçta bir ölçü değil onlar. Şair olsaydım, duyardım, ben
duyardım en azından, şairliğim tıkanmazdı…
Cevat Akkanat: Sahiplenmiyor musunuz?
Ahmet Kekeç: Yok, ben 20 yaşımda bir iki şiir
yazdım, o kadar yani…
Cevat Akkanat: Ama
sizin hikayelerinizde mesela Son İyi Şeyler’de bir şiirsellik görülüyor. Yani şiiri
aslında tür olarak bir tarafa bırakmış olabilirsiniz. Belli bir yerden sonra
fakat yazdığınız hikâyelerde, romanlarda mesela Yağmurdan Sonra’da şiirsellik
buluyor eleştirmenler…
Ahmet Kekeç: Şiirsellik bir şeydir… İşte bir
metinle karşılaştığımız zaman bu şiirsel falan dersiniz. Bir yazı için insanların
ne kadar gündemine gelir, bilmiyorum ama Paul Valery’nin bir sözü var der ki,
“Yazıyı öyle yazmalı ki yani bir metni öyle kurmalı ki yazılan şey
özetlenemesin, özetlenen şey ölmüştür” diye bir cümlesi var. Ben hikaye
yazarken veya öykü yazarken kendime bunu düstur edindim. Bir takım biçim
oyunları ya da farklı söylem ilişkileri üzerinde çalıştım, bu çerçevede
yazdığım öyküleri Son İyi Şeyler
başlığı altında kitaplaştırdım. Kitap 1985 yılında yayımlandı ve epey de ilgi
görmüştü fakat Türkiye’deki yayıncılık ne kadar sağlıklı işliyor, dağıtım ne
kadar sağlıklı işliyor hepinizin malumu. Maalesef kitabım dar bir çevrede ilgi
görmesine rağmen sağlıklı bir şekilde okuyucuya ulaşmadı. Yaklaşık 25-30 yıldır
öykü falan yazmıyorum.
Cevat Akkanat: Ben
hemen dinleyicilerimize şunu söylemek istiyorum, önce biraz edebiyat konuşup
güncel meselelere geleceğiz çünkü Ahmet Kekeç güncel konularda yazdığı
çalışmalarla biliniyor. CİA ve 12 Eylül gibi kitabı var mesela…
Ahmet Kekeç: Güncel dedin ama 30 sene geçmiş
arasından…
Cevat Akkanat: Evet… Yine günümüzde benzeri süreçler başımıza geldi. Ben Son İyi Şeyler üzerinde durmak istiyorum. Biraz önce dediğiniz dar çevrede kalmış
olsa da epey…
Ahmet Kekeç: Edebiyat böyledir zaten, edebiyatın
tabiatı dardır. Yani bir şiiri kaç kişi dinler, bu sadece ülkemize özgü bir şey
değildir. Mesela Fransa çok iyi şairler çıkarmış, çok önemli edebiyatçılar
çıkarmış, Fransa’da diyelim bir şiir dergisi en fazla 1000-2000 satar ya da bu
işler Türkiye de olduğu gibi Fransa da Amerika’da da ya da dünyanın başka
ülkelerinde de birkaç yüz ya da birkaç bin kişi arasında döner. Dolayısıyla
Türkiye de de böyle olması çok doğaldır.
Cevat Akkanat: Hakkınızı doğrusu teslim edenler var. Mesela bir araştırmacı şöyle diyor
sizin için: “Kekeç, Bir
Gecenin Öyküsü dışında öykü yayınlamasaydı, yine de ustalığı bu öykü sayesinde
teslim edilecekti.” diyor. Başka şeyler
de var. Mesela bir başkası, “Öyle bir formül yakaladı ki Rasim Özdenören,
Mustafa Kutlu ve Yaşar Kaplan’dan sonra ‘dördüncü kol’ olarak anıldı.” Hikayelerinizde şuuraltı tekniğine
vukufiyet, girift anlatımlar, öykü dilindeki muğlaklık, içsel anlatımlar, yoğun
bir anlatım ve soyutluk, kelime seçiminde titizlik… Böyle bir başarı var… Ayrıca popülizme
düşmediğiniz, hikayeyle nutuk
çekmediğiniz, ideolojik göndermeler yapmadığınız belirtiliyor. Kitaplarınızı
okuyan inceleyen yazarlar bunları tespit etmişler. Fakat siz 25-30 yıldır
hikaye yazmıyorsunuz. Bizim programı duyanlar özellikle şunu sormamızı
istiyorlar: Ahmet Kekeç asıl kurgularına geçecek, hikayeye tekrar dönüş yapacak
mı?
Ahmet Kekeç: O yazıları biliyorum, dediğim gibi
o kitap dar bir çevrede ilgi gördü ve o kitabı önemli hale getiren şuydu, biraz
şuydu. Bize büyüklerimiz, yazar ağabeylerimiz sürekli şunu öğütlerdi yazdığın
şeyin bir mesajı olsun, insanlara bir şey anlatsın, tebliğ yapsın, belki insanları
ana sınıfına yöneltsin falan gibi absürt sayılacak şeyler. Bende onlara
tepkisel olarak şunu söylerdim, bir edebiyat eserinin mesajı kendisidir. Eğer
onu doğru yaparsanız, doğru bir şekilde ortaya koyarsanız sizin kuracağınız, oluşturacağınız
dil aynı zamanda mesaja odaklananların dili olur. Eğer sizin bir siyasetiniz
varsa ya da dünya görüşünüz varsa onu karşılaştırırken en büyük güçlük o dünya
görüşünün, o siyasi birikimin dilinin olmamasıdır… Onun dilini oluşturan insanlar
da şairlerdir, öykücülerdir ya da sanatçılardır. Dolaysısıyla o kitap ya da o öykülerde
dilin metni hedef alması, bir yazarlık tutumunun benimsediğine örnektir. Biraz
bireyi anlatmaya çalıştım, çünkü bizim edebiyatımızda birey çok da fazla
görülen unsur değildir. Hep böyle kamusallıklara bağlandığımız için bireyi
anlatma çabasına çok fazla rastlanmaz bizim edebiyatımızda. Bireyi hedef alan,
direkt bireyden hareket eden öykülerdi onlar, dediğim gibi biraz ilgi gördü.
Sağolsunlar takdir edenlerin yazılarına muhatap oldu. Ben 8-10 civarında öykü yazdım,
yani iki kitap oluşturacak kadar. İşte bir kitap çıktı, belki ikinci bir kitap
daha çıkacak demektir. Ben öyküde yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünüyorum.
Bundan sonra yazacağım şeyler bunların tekrarı olacaktır. Dolayısıyla belki edebiyatın başka alanlarıyla
ilgilenmek lazım. Mesela roman çalışıyorum, gazeteciyim ama romanla
ilgileniyorum, belki bir romanla tekrar ortaya çıkmak gerekebilir.
Cevat Akkanat: Geçmişte
yazdığınız romanları biz biliyoruz tabii… Bu anlamda Orhan Büyük isminden bahsedebiliriz.
Ahmet Kekeç: Ya o şöyle oldu, ben bir ara
işsizdim 1990 ya da 1991… Bir arkadaşımız yayınevi kuruyor, basacak kitap
bulamıyor. Dedim ki ben sana bir roman yazayım, oturdum 10 günde roman bir yazdım.
Biraz ayıp oluyor ama… O kitabı o arkadaş bastı ama ben unuttum, aldım telifimi
gittim.
Cevat Akkanat: Sahip
çıkmadınız!
Ahmet Kekeç: Şöyle… Sene 91… Üstelik yazıldığı
yer olarak da Bursa vardır, 1991-Bursa, sanki o yazar Bursalı’ymış gibi, ben
olduğum anlaşılmasın diye. Aradan 20 yıl falan geçti, o kitabı tesadüfen bir
yerde gördüm, ne yazmışım diye baktım. Baktım fena da olmamış, iyiymiş aslında,
şimdi yayınevinden teklif aldım, o kitabı basmak istediklerini söylediler. Olur
dedim ama bir gözden geçirmek gerekir, öyle bir şey var. Ayrıca gene müstear
isimlerden yazılan bir takım şeyler var bende. Mesela İstanbul da bir yayınevi
vardı, biz de parasız, işsiz insanlar olduğumuz için, gençliğimiz böyle geçtiği
için bendeki kırk farklı isimle bir sürü şey yazmışımdır. Denilebilirse bu
piyasada en çok yazı yazan adam benimdir Bugün sadece kendi imzamla yazdığım
yazılar bilinir… Mesela bir yayınevine bana iki sayfalık bir öykü getirmişti. Şunu
demişti, bunu biraz şişirebilir misin? Nasıl yani, biraz genişlet falan, olur
genişleteyim, ne kadar olsun, 80 sayfa olsun. Böyle bir şeydi yani… Paraya
ihtiyacımız var, öğrenciyiz, ya da ev geçindiriyoruz, çaresiziz, böyle bir şey
yaptım ben, 80 sayfalık bir şey yaptım. O yaptığım şeyi yıllar sonra gördüm, Şehit
Bin Türkidar adıyla yayımlamış adam. Yani bu tür şeyleri yaptık, çok
yaptık. Bir sürü imzam var benim. Bir kısmını ben de unuttum. Kırk civarında
imzam vardır. Çok hatırlamıyorum, çünkü yazarak hayatımızı kazanmak
zorunluluğumuz olduğu için bu tür şeyler yapıyorduk.
5 Ağustos 2019 Pazartesi
LİRİKLER-2
VI.
ırmakları soğuruyorsun yeşil ile kızıl'ı
senin için akıttım iki gözüm iki ırmak
7 Şubat 2016
VII.
ah’lama istasyonundan geçtim gizemli
trenine binip senin yokuşları aştım
sen ne iyi makinisttin
7 Şubat 2016
VIII.
Lirik bir at diye tasarladım sesini senin
Yelesini kırlara ovalara dağlara vuran
Alternatif tababet olsun estirdiğin rûzigâr
Nasıl zorlanıyor bak şimdi sükutu dinle
Je t'aime derken Je t'aime Lara Fabian
13 Şubat 2016
IX.
İki yüzün olayım senin utangaç ve gizemlin
Çılgının olayım avucunun ağacında zerdalin
Dişlerinde altın rengi bir ceset gibi durayım
Şehrinin giriş kapısında neyin olayım zır delin
13 Şubat 2016
X.
Yüzümün kızardığını gör yakala sersemliğimi
Gözlerin hançerdi zira taarruz eden kalbime
Paramparça bir haritayı andırıyor benliğim bak
Piyadeyim emrinde savunmasız bir emir eri.
15 Şubat 2016
XI.
Ateşli silahlar kanunu diyorsun
Bıçaklar ve can alıcı aletler sınavı
Ölümüne olmalı bu ve uygulamalı
Gözlerinden geçiriyorsun yangınını
Devletten pekiyi veriyorsun amma
Tabiattan ikmal notu yazıyorsun
Ateşli silahlar kanunu diyorsun
25 Şubat 2016
XII.
Senin için 'açmaz dersi' hocası diyorlar
Ellerin kanlıymış siyahların katlinden
Tutsağın olmuşum birden şah iken ben de
Şimdi bir gedayım mat renkli faciayım
Affının limanında can veren bir fedayım
25 Şubat 2016
2 Ağustos 2019 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)