Popülist
yaklaşımları kitlelerin gözünü boyayarak günü kurtarma etkinliği olarak
görmemek mümkün mü? Keşke böyle olsaydı. Öyle ya, Prof. Jean-Werner Müller’in
“Popülizm Nedir” adlı kitabında, popülistlerin, deyim yerindeyse despotik
tutumlarından bahseder. Müller’e göre, popülistler halkın yegâne temsilcisi
olarak kendilerini görürler. Çoğulculuğun karşısında olurlar, dolayısıyla
demokrasiyi ihlal ederler. Milli irade söylemini kullanırlar, fakat halk
iradesinin çağrışımlarına katlanamazlar. Devleti yönetmekten ziyade baskıcı
tutumlarla yönetimsel ilişkileri kendi lehlerinde kullanırlar. Anayasal
kurumlarla çatışırlar. Devleti ve siyaseti halktan uzaklaştırırlar…
Benzeri
tespitlere Matthijs Rooduijn’in “Popülizmi Ölçmek” adlı araştırmasında da
rastlayabilirsiniz. İsteyen bulup inceleyebilir…
Popüler
yaklaşım ve uygulamalar, son yılların resmî süreçlerinde uygulanır oldu.
Hatırlar mısınız bilmem, bir yıl kadar oldu, “Altı Aylık Eylem Planları”ndan
bahsediliyor, Bakanlıklar üzerinden tüm üst düzey kamu kurumlarının altı aylık
faaliyetlerinin takvime bağlanması talep ediliyordu.
Akıbeti
ne oldu, hatırlamıyoruz! Doğrusu, bir ziyaret süresi içinde işbu sürece
tanıklık yapma bahtsızlığı yaşamıştım. Adını vermek istemediğim bir kamu
kurumunda, münasip eylem maddeleri icat etme talaşı vardı. Buradan bir şey
çıkmayacağı, daha en başından belliydi. Ne yazacaklarını, ne yapacaklarını
bilmeyen yüksek kamu erkânı vardı karşımda. Sözü kesip, vodvile yüz vermeyeyim…
24
Haziran süreci sonrasında da benzeri bir eylem planı ihdas edildi. Bu kez süre
yaklaşık iki ay daha kısılmış, “100 Günlük İcraat Program”, bütün bir devlet
mekanizmasının organlarını kapsayacak şekilde, neon ışınlarla örülü bir takdim
eşliğinde, kamuoyuyla paylaşılmıştı.
“Süreç”
sürüyor. “100. Gün” yaklaşıyor. Bakalım 10 Kasım’ın arifesinde hangi janjanlı
son bekliyor bizi. Göreceğiz…
Kuşkusuz
bekleyip görmek, bir tercih. Amma velakin, “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan
bellidir.” sözünün de bizden sadakat beklediğini unutmayıp, kimi öngörülerde
bulunmak mümkün. Bunu belki bütün sahalarda değil, seçeceğimiz bir alanda
gerçekleştirebiliriz. Mesela, işbu mevkutenin bu ayki özel dosyasını teşkil
eden eğitimde…
Milli
Eğitim Bakanlığı’nın “100 Günlük İcraat Programı”, Cumhurbaşkanlığı tarafından
programın ilanını müteakip, 1 Ağustos 2018 tarihinde yürürlüğe girdi. Süreç
Eylül, Ekim, Kasım aylarının ilk haftaları içinde, belirlenen bir komisyon
tarafından izlenip değerlendirilecek ve raporlarla takip edilecekti. Eylül ve
Ekim raporlamaları bitmiş olmalı. Umulur ki Milli Eğitim Bakanlığı Strateji
dairesine iyi sonuçlar intikal etmiştir.
MEB’in
100 Günlük “Eylem/Projeleri” arasında neler var, bir adım da buradan atalım:
Hepi topu 12 maddelik bir program. İçeriğinde yer alan maddeleri saymaya
çalışalım: Okullarda tam gün eğitim oranını artırmak, ülkemizin stratejik
kurumlarında çalıştırılmak için yurtdışına 500 öğrenci göndermek, öğretmenlerin
mesleki liyakatlerini güçlendirmek, profesyonel eğitim yöneticiliği sistemine
geçmek, okulöncesinden başlayarak öğrencileri tanıyıcı e-portfolyo sistemini
kurmak, Bakanlığın mevzuat ve insan kaynaklarını içeren ‘büyük veri’ sistemi
kurmak, her bir eğitim kurumunu değerlendirmeye yönelik izleme sistemi oluşturmak,
mesleki eğitim ile endüstri ilişkisini yeniden yapılandırmak, ölçme ve
değerlendirme sisteminin yeniden yapılandırılması, öğrencilere disiplinler
arası algoritmik düşünme becerisi kazandıracak kodlama, robotik vb. derslerin
müfredata yerleştirilmesi, 700 okulun “Kent Güvenlik Yönetimi Sistemi”ne
(MOBESE) entegre edilerek daha düzenli hale getirilmesi, öğrencilerin yabancı
dili aktif bir şekilde kullanmasını sağlayan bir öğretim modeline geçilmesi…
Bu
vaatlerin hepsini tek tek gözden geçirmek, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği
hakkında kanaatte bulunmak, işbu yazı bağlamında pratik görünmüyor. Bunun
yerine, birkaç maddeyi ele alıp, tahkikat yapmak daha makul bir tercih olacak.
Öyle yapalım…
MEB
100 Günlük İcraat Programının iki no’lu projesine bakalım mesela: 700 okulun
MOBESE’ye entegre edilmesine… Okullarda güvenlik kamerası alt yapı sisteminin
oluşturulması ve bunun adı geçen büyük sistemle ilişkilendirilmesinin yanı sıra,
öğrenci servis araçlarının da güvenlik kaydına tabii tutulmasını kapsıyor bu
proje. İlk bakışta hayli olumlu tepkiler alıyor bu eylem. Fakat, bu maddenin eğitim
öğretimden ziyade, birinci derecede güven sorunu ile ilgili olduğunu belirtmek
gerekiyor. Üstelik, işbu maddenin, 100 Günlük süreçle başlamadığını,
evveliyatının da olduğunu, dahası OHAL ortamında geliştirilip ortaya
konulduğunu hatırlıyoruz. Basından takip edebildiğimiz kadarıyla, bir önceki Milli
Eğitim Bakanı döneminde, 2018 başlarında, okullarda güvenlik önlemlerinin
alınmasına dair ilk girişimler yapılmıştı. Bakanlığın girişimi basında her ne
kadar “uyuşturucu kullanımı ve bağımlılık ile mücadele”yle ilişkilendirildiyse
de, dayanaklar arasında iş sağlığı ve güvenliği, yangından korunma, sabotajlar,
acil durumlar, vb. gibi olası riskler de dikkate alınmış olmalıydı. Fakat bütün
bunları önlemek için, MEB’in daha önceki yıllarda çıkarmış olduğu talimatlar,
yönetmelikler, emirnameler, yönerge ve genelgeler mevcut değil miydi? Ayrıca,
çocuklarımızı doğrudan eğitim yoluyla zararlı hallerden niçin koruyamıyorduk?
Her neyse, sonuçta 12 Eylül 2018 tarihinde icraatın ikinci aşamasına geçildi ve
projenin asıl sahibi görünümünde olan İçişleri Bakanlığı ile protokol
imzalandı. “Güvenli Okul Güvenli Gelecek” adıyla takdim edilen projenin bir
diğer paydaşı ise Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı idi. Şimdi sıra
700 okulun bütün kör noktalarıyla birlikte kamerayla donatılması ve MOBESE’yle
kenetlenmesine gelmişti. Popülist yaklaşımların vasati verilerini içeren işbu
eylem planının sonuçları hep birlikte göreceğiz.
Bir
başka madde olarak karşımıza çıkan “öğretmenlerin liyakatinin
güçlendirilmesi”ne bakalım. Mesleğin nitelikleri, özlük hakları, kariyer
süreçleri… Bunlar iyileştirilecek inşallah. Bir de Öğretmenlik Meslek Yasası
çalışmalarından bahsediliyor. Dahası, 100 günü az biraz aşıyor ama olsun, “Tüm
öğretmenlerin eğitim düzeyi üç yıl içinde yüksek lisans seviyesine”
çıkarılacakmış. Gene de iyi niyetle izlenmesi gereken bir madde diyelim. Lakin
kendi içinde çelişkiler taşıdığı da ortada. Ayrıca, nitelik, özlük hakkı,
kariyer üçgeninin iyileştirilmesi bir tarafa, öğretmen alımlarında yaşanan
sancı ve sorunlar feryat sınırlarına gelip dayanmışken…
Gelelim
öğrencilere yabancı dili aktif olarak kullandıracak bir öğretim modeli bahsine.
Hemen soralım, yeni bir model için, hangi uzmanlarla nasıl bir işbirliği
yapıldı? Akademik camiadan kimlere danışıldı. Dilbilim uzmanları, yabancı dil
mütehassısları, eğitim bilimciler, rehberlik uzmanları… Bunlardan hangi oranda
yararlanıldı. Bizzat sahadaki paydaşlardan, İngilizce öğretmenlerinden, öğrencilerden
bilgi alındı mı? Yoksa günü kurtarmaya dönük bir uygulama ile gözler mi
boyanacak? Öğrencilerin okuma, yazma ve dinleme becerilerini geliştirecek bir
model, 100 gün içinde uygulanabilir bir şey midir? Bu madde ile ilgili
yapılacak birkaç eylem daha var listede. Keşke içlerinden birisi icra
edilebilse…
Milli
Eğitim Bakanlığının 100 Günlük İcraat Programında dile kolay, kulağa hoş gelen
maddeler de var: Öğrencileri tanımaya dönük portfolyo sistemi. Bu sistemin
içini dolduran eylemler arasında yer alan “İlkokulların yarım gün ders yarım
gün bilim sanat spor merkezlerine dönüştürülmesi… Keşke gerçekleşse de,
öğrenciler gri renkli ortamların sunduğu can sıkıntılarından kurtulabilseler…
Pek
çok Bakan gibi, Milli Eğitim Bakanı da şu günlerde 100 Günlük İcraat
Programının akıbetini Yüz Yıllık Yalnızlık kıvamında bekliyor. Dağ fare mi
doğuracak, fare kedi peşine mi düşecek…
Ankara,
5 Ekim 2018
Bu yazı Oktay Rifat Üçüncü imzasıyla Sebilürreşad dergisinin Ekim 2018 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder