31 Ocak 2025 Cuma

MÜTEKERRİR ALBAYLAR CUNTASI TEŞEBBÜSÜ YAHUT İSMET ÖZEL NİÇİN YANNİS RİTSOS OLAMAZ?

Yannis Ritsos (1909-1990)'un Yinelemeler kitabında yer alan "Yenilgiden Sonra" (Umarsız Penelope ve Başka Şiirler, Çev. Cevat Çapan, İş Bankası Kültür Yay., ist. 2022, s.119) adlı şiirini okudum. Şöyle başlıyor: 

Atinalıların Aegos Irmaklarındaki bozgunundan sonra ve 
        kesin yenilgimizden 
biraz sonra -ne tartışma özgürlüğü kaldı, ne Perikles'in
        şanı, ne sanatları geliştirme, 
ne beden eğitimi yapma, ne de bilgelerimizin toplanma
       olanağı. Şimdi, yoğun bir sessizlik
...
ve sınırsız bir hüzün sarmış pazar yerini ve daha cezalarını 
        çekmemiş Otuz Zorba."

Şiir böyle devam edip gidiyor. Ritsos'un 1968-69 yılları arasında yazdığı şiirleri arasında yer alan "Yenilgiden Sonra" Yunanistan'da 1967'de bir darbeyle iktidara gelen Albaylar Cuntasına (1967-1974) karşı bir itirazı yükleniyor. 

Neydi Albaylar Cuntası, ne yapmıştı, hatırlayalım isterseniz!

ABD bloğuna yakınlaştığı 1960'larda Yunanistan'da sol muhalefet önemli bir gelişme göstermiştir. Bu durum merkez solun 1963'te iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat bu süreç iç siyasi çatışmaların ve krizlerin artmasına yol açmış, nihayet Yunanistan ordusu içindeki "anti-kommünist" güçleri harekete geçirmiştir. Siyasi ve sosyal gerginliğin ortasında ülke 28 Mayıs 1967 seçimlerine giderken, solun ezici bir şekilde iktidara geleceği kaygısıyla, 21 Nisan 1967'de Albay Georgios Papadopoulos Albay Nikolaos Makarezos ve Kıdemli Albay Stylianos Pattakos öncülüğünde bir grup asker, yaptıkları askeri darbeyle Yunanistan'da yönetimi ele geçirirler. Ayrıntıya girmiş olacağız ama bizdeki darbelerde de benzeri şekillenmenin ortaya çıkıp çıkmadığını farkedebilmek için Cunta hükümetinin köşe başlarını tutanların sıfatlarını bir silsileyle analım: Başbakan:Yargıtay Başsavcısı Konstantinos Kollias, İçişleri ve Kamu Düzeni Bakanı: Kıdemli Albay Stylianos Pattakos, Dışişleri Bakanı: Panagiotis Pipinelis, Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı: General Grigorios Spandidakis, Koordinasyon Bakanı: Albay Nikolaos Makarezos, Genelkurmay Başkanı: General Odisseus Angelis, Devlet Bakanı: Albay Georgiso Papadopoulos...

İktidara hazırlanan sol muhalefete karşı girişilen Albaylar Cuntası'nın yaslandığı ideolojik temellere göz atmakta da fayda var. Bu temelleri Cunta lideri Papadopoulos'un duygu ve düşünceleriyle somutlaştırmak mümkün: Yunanlılar dünyanın en köklü uygarlığının varisleridir. Yunan ulusu Tanrının lütfunu hak eden bir ulustur. Darbe "Ulusal Rönesans" oluşturacaktır. Bunun oluşması için şu beş temel hedef gerçekleştirilecektir: Ekonomik gelişim, eğitimin yeniden düzenlenmesi, huzurlu bir toplum yapısının sağlanması, sağlıklı bir siyasi hayat için gerekli koşulların oluşturulması ve modern, üretken, esnek, hizmete yönelik bir bürokrasi sisteminin oluşturulması...

Yunan uygarlığını antik Yunan'dan başlatıp Bizans'a ulayan, oradan modern Yunanistan'a bağlayan Cunta'nın bir diğer üyesi Stylianos Pattakos bir tören konuşmasında, antik dönem Yunan krallarından Leonidas'a (MÖ 540-MÖ 480) ve "Üçüncü Helen Uygarlığı" tezini öne süren Yunanistan eski diktatör Başbakanı İoannis Metaksas (1871-1941)'a atıflar yapar:

"Yunanistan'ın genç insanları... Yunanistan'ı bağrınıza bastınız ve amentünüz Leonidas'ın 'Gel ve onları yakala'sından Konstantinos Palaiologas'ın 'Size şehri geri vereyeceğim' dediği zamandan Metaksas'ın 'Hayır'ına ve sonunda 21 Nisan 1967'nin 'Dur yoksa vururum'una kadar fedakarlık olmuştur. Bugünkü tören atalarımızın geleneklerinin pınarında yeniden vaftiz olmalıdır; yunanlıların güneşin altındaki en şanlı ve en iyi ırktan geldiklerine olan ulusal inancımızın ifadesidir."

Öte yandan Papapopoulos'un nutuklarında sürekli olarak kullanılan "Büyük Yunanistan" söylemi Megali İdea ülküsünün (Kurtarılmayı bekleyen Yunanlıların kurtarılması ve başkenti İstanbul olan büyük Yunan devletinin kurulması hedefi) tekrar işlevselleştirildiğini göstermektedir.

Darbeyle birlikte Yunanistan'da sıkıyönetim ilan edilmiş, dış dünyayla irtibat kesilmiştir. Silahlı Kuvvetler Radyosu'ndan okunan bildiriyle sokağa çıkmak yasaklanmış, borsalar kapatılmış, telefonlar kesilmiş, okullar tatil edilmiş, gazetelerin yayımı durdurulmuş, değerli maden alım satımı yasaklanmıştır. Konuşma ve basın hürriyeti, konut dokunulmazlığı, toplantı ve siyasi eylem hakları alanlarında kısıtlamalar yapılmıştır. Zanlıları toplu bir şekilde yargılamaya yönelik olarak özel mahkemeler kurulmuş, siyasi suçlarda işkence ve ölüm cezası yasalaştırılmıştır.

Açık havada beşten fazla kişinin bir arada bulunmasının, evde sağlık hizmeti almanın, herhangi bir elektronik alıcı veya vericinin kullanılmasının yasaklandığı bir vasatta siyasi partilerin kapatıldığını, liderlerinin tutuklandığını, sivil örgüt ve derneklerin kapatıldığını, medya kuruluşlarının Cunta denetimi altına girdiğini söylemeye gerek yoktur sanırım.

"Yunanistan dirildi", "Komünistler milletimizin hainleridir", "Sessizlik-Gelişme-Yeniden Doğma (Diriliş)", "Yunanistan Hristiyan Yunanlılara Aitir" gibi sloganlar eşliğinde, Yunan toplumunu kendi ifadeleriyle "alçıya" alan Albaylar Cuntası'nın genel yapıp etmelerini ve akıbetlerini, yazımız kaynakçasında da bir kısmını bulabileceğiniz literatürden okuyabilirsiniz. Bununla birlikte darbecilerin kültür, sanat, özellikle edebiyat alanında uyguladıkları zorbalıklara ve karşılaştıkları mukavemetlere temas etmekte fayda var.

Halkın dinleyeceği müziği veya okuyacağı kitabı belirlemeye kadar uç noktalara vardırılan kültürel zorbalıkları bir yana, Albaylar Cuntası aydınları ve sanatçıları sürgüne göndermek, hapse atmak gibi hukuksuzluklara da yoğun bir şekilde başvurmuştur. Bu ikisinden kurtulmak ise ancak ülke dışına kaçmakla mümkün olmuştur.

Yasaklı kitap listelerinin hazırlandığı bir darbe süreci vasatında sansür de bir silah olarak yazarlara karşı kullanılmıştır. Öyle ki yazarların yazdıklarını sansür mercilerine gönderip onay almadan yayımlamaları yasaktı. Bu konuda 1969'da yasa çıkarılmıştır. 1970'te çıkan bir yasaya göre de bir gazeteci veya yazarın darbecilere karşı yapacağı en küçük eleştirinin cezalandırılacağı karar altına alınmıştır. Bu yasada yer alan "Basılan her başlık ya da alt başlık arkasından gelen metnin içeriğini birebir yansıtmalıdır." hükmü ise sansür zulmünün hangi ayrıntılara kadar indiğini göstermesi bakımından önemlidir. Gelgelelim bu hüküm darbeye direnen Yunanlı yazarlar için ilham kaynağı olmuş ve On Sekiz Metin adlı ortak karşı duruş kitabının doğmasına yol açmıştır.

Diktatörlük rejimiyle uzlaşmaktansa onunla mücadeleyi seçen aydın, sanatçı ve yazarların bulduğu ilk tepki yolu sansür kurulundan onay alıp eser yayımlamaktansa "susma"yı yani eserlerini yayımlamamayı tercih etmeleridir. Diktatörlük karşıtı yazarların bu ortak tutumu yazar Titianna Gritsi Millieks'in ifadesiyle bir nevi susarak saldırmak anlamı taşıyordu. "Suskunluk" dönemini bitiren ise şair Yorgo Seferis olmuştur. Seferis, diktatörlüğün gerek Yunan toplumu gerekse tüm toplumlar için tehlikeli bir rejim olduğunu ifade eden konuşmasını bir banda kaydederek BBC'ye göndermiş; bu kayıt 28 Mart 1969'da BBC'de yayımlanmıştır.

Seferis'in konuşması Albaylar Cuntasının tepkisini çekmiş, şairin bir takım hakları elinden alınmıştır. Bununla birlikte onun bu çıkışı yeni cesur çıkışlara yol açmıştır. Sözgelimi aynı yıl içinde ressam Vlassis Kaniaris, darbecilerin "Yunanistan'ın alçıya alınması" söylemini hapishane ve sürgün ortamlarına yaptığı kafes ve tel örgü göndermeleriyle resmeder.

Albaylar Cuntasına itirazların bir başka adımı On Sekizlerin Deklarasyonu'dur. Seferis'in çıkışından etkilenen bir grup yazar ve aydın, ilk kez toplu bir şekilde dikitatörlüğe olan itirazlarını 23 Nisan 1969'da ses bandı doldurup yabancı ajanslara göndererek gerçekleştirirler. On Sekizler grubu bu tepkilerini On Sekiz Metin adlı kitabı yayımlayarak perçinlemişlerdir.

Gelelim Yannis Ritsos'un diktatörlüklerle olan imtihanına! Aslında onun sadece Albaylar Cuntası ile değil imtihanı. Siyasal görüşlerinden ötürü Metaksas döneminde Limmos, Agios Evstratios ve Makronisos adalarında sürgün hayatına maruz kalan şair Albaylar Cuntası döneminde ise tutuklanarak Giaros ve Leros adalarında sürgüne gönderilmiştir. Bu dönemde kitapları toplatılmış, şiirlerinden yapılan şarkılar ve plaklar yasaklanmıştır. Fakat Ritsos dik tutumundan vazgeçmemiştir. Onun Albaylar Cuntası iktidarı döneminde yayımladığı Tanagra Kadınları (1967), Aynadaki Duvar (1967-1968-1971), Yinelemeler (1968-1969), Parmaklıklar (1968-1969), Kapıcının Masası (1971), Yan Sokak (1971-1972), İsmene (1972), Kâğıt Şiirler (1973-1974) adlı şiir kitapları dinamizmini ve verimliliğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu arada Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı) adlı kitabı Cunta yönetimi tarafından Atina'da Zeus Tapınağında törenle yakılmıştır.

Bütün yaşadıklarına karşın Ritsos gelecekten daima umutlu bahsetmiştir. Bunu, yazımızın ilk satırlarında bir kısmını alıntıladığımız şiirinin devamında görebiliriz:

"Her şey (en özel işilerimiz bile) bizim yokluğumuzda         yapılıyor, en küçük bir başvurma, bir savunma, bir özür, -gösteriş için olsun- bir direniş olanağı tanınmadan. Kağıtlarımız ve kitaplarımız         yakıldı ve çöp tenekelerine atıldı yurdumuzun onuru. Eğer         tanıklığa çağrılabilseydi eski bir dostumuz, korkarak aynı belanın kendi başına         geleceğinden, kabul etmezdi böyle bir görevi -ne yapsın fukara? İşte bu yüzden         burada olmak daha iyi -belki de bakarak parmaklıklar arasından görünen denize,         kayalara ve otlara ya da bir buluta, hüzün ve menekşe yüklü bir buluta, yeni bir ilişki         kuracağız doğayla. Belki bir gün yeni bir Kimon çıkıp gelecek gizlice aynı kartalın kılavuzluğunda, kazıp çıkarmak için kargımızın demirden temrenini paslandığı yerden ve o paslı, çürümüş kargıyı taşımak için bir zafer ya da bir cenaze alayında çalgılar çelenklerle Atina'ya girerken."

İsmet Özel'e geliyoruz. Şunun için: Albaylar Cuntası araştırmalarına ve işbu yazımız bağlamında bizi Ritsos okumalarına yönelten, vaktiyle İsmet Özel'in İstiklal Marşı Derneği dergisinde yayımlanan ve fakat zaman içinde yayımdan kaldırılan "Ne Yapıldı da Yunanistan'ın Birdenbire Yarım Asır Gerisine Düşülebildi veya Devlet Darbesinden Şiirin Anladığı" diye orijinal bir başlığa sahip olan yazısıdır. Söz konusu yazıda İsmet Özel'in hangi anadüşünceye vurgu yaptığı başlığa yansımış, dolayısıyla oradan bir özet yapmayı lüzumlu görmüyorum. Kaldı ki adı geçen metni -ilk yayımlandığı kaynakta kırık bir link dışında bir şey bırakılmadıysa da- (Bu linki kaynakçaya aldım. Yazıyı okuyabileceğiniz başka bir linki de.) bir kaç tuş marifetiyle okuma şansına hâlâ sahipsiniz!

Benim bu noktada aydınlatma ihtiyacı hissettiğim husus "İsmet Özel Niçin Yannis Ritsos Olamaz?" sorusunu neden başlığa çıkarmış olduğumdur. Bunun yanıtı sadece İsmet Özel veya tilmizlerinin 21 Temmuz 2016'da yayımlanan ve kanaatimce o tarihten yaklaşık bir hafta önce gerçekleşen sosyolojik bir olaya sağlıklı bakışlar içeren yazıyı yayımdan kaldırmalarında yatmıyor. Dahası var, sonraki süreçlerde şairliğini veya yazarlığını geçmişten gelen bir birikimi olduğu halde, madem mütekerrir bir Albaylar Cuntası ihtimali söz konusu, niye Ritsos'vari bir tutumla toplumsallaştırmadı? 

Haklısınız, İsmet Özel nihayetinde bir "Türk". Hem de "Kalın Türk!" Kalın bir Türk'ten ince bir Yunanlı çıkarmak ne mümkün!

Not: İşbu yazı bağlamında aldığım ilk notlar için tıklayınız!

KAYNAKÇA:

1. Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir,"Modern Yunanistan'ın Karanlık Çağı: Albaylar Cuntası 1967-1974", ASOS JOURNAL Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 37 (Aralık 2016), s. 518-539.

2. Damla Demirözü, "On Sekiz Metin: Yunan Edebiyat Dünyasından Albaylar Cuntası'na (1967-1974) Karşı Yükselen Ses", Littera Edebiyat Yazıları (Haz. Cengiz Ertem), C. XIV, Ank., 2004, s. 177-183.

3.https://www.akasyam.com/amp/ne-yapildi-da-yunanistanin-birdenbire-yarim-asir-gerisine-dusulebildi-145373/ (Yazımızdaki son görsel işbu kaynaktan alınmıştır.)

4.https://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=1246&KID=59 (Kırık link.)

5. Yannis Ritsos, Umarsız Penelope ve Başka Şiirler, (Çev. Cevat Çapan), İş Bankası Kültür Yay., İst., 2002.

Bir kitap!


29 Ocak 2025 Çarşamba

ACI BAKANLIĞI'NDAKİ MUHAYYEL YENİ YUGOSLAV ŞİİR ANTOLOJİSİ AKTÜEL TÜRK ŞİİRİNİN NEYİNE TEKABÜL EDER?

Edebiyat öğretmeni Tanja Lucić bir hayal labaratuvarı tasarlayıp yersiz yurtsuzlaşmış öğrencilerini geçmişlerine, çocukluk çağlarındaki anılarına yönlendirmiştir. Anlatma sırası İgor'a gelince o sözü hemen Mikac'a teslim eder.  Arkadaşı Mikac'ın bir kitap hakkındaki yorumlarını paylaşır. Ona okusun diye verdiği Yeni Yugoslav Şiir Antolojisi'ni Mikac hallaç pamuğu gibi atmıştır.

Aşağıda Mikac'ın yorumlarına yer vereceğiz. Onun tespitlerine yoğunlaşıp bir takım sonuçlar çıkaracağız. Fakat oraya gelmeden önce üzerine büyüteç tuttuğumuz lokal satırlarının yer aldığı eser üzerinden yol alalım.

Acı Bakanlığı'ndan bahsediyorum. Hırvat yazar Dubravka Ugrešić (Kutina, Yugoslavya 1949-Amsterdam, Hollanda 2023) tarafından yazılmış romandan. Ünver Alibey tarafından Türkçeye çevrilen ve 2010'da Everest Yayınları tarafından yayımlanan eserden. 

Acı Bakanlığı biyografik bir roman. Yazarın biyografisi mi? Evet. Öyle ya, romanın itibari anlatıcısı gibi yazar Ugrešić de siyasal nedenlerle terketmiş ülkesini. 1993'te, Yugoslav'ya dağılım sürecindeyken. Öncesinde dil ve edebiyat eğitimi almış, sözünü emanet ettiği anlatıcı kahraman Tanja Lucić gibi. Her ikisi de Hollanda'ya demir atmış, mülteci olarak. Hayatlarını orada hocalık yaparak kazanıyorlar. Hem yazar Dubrovka hem de anlatıcı kahraman Tanja.

Peki sadece Ugrešić'in biyografisini mi yüklenmiş Acı Bakanlığı? Tabii ki hayır! Dağılan ülkenin her bir parçasından kopup gelen halkların da biyografisi. Ortak ülkelerindeki iç savaş ve kaos ortamından kaçıp canlarını kurtaran Hırvat, Sırp, Boşnak, Makedon, Sloven, Karadağlı, Kosovalı yersiz yurtsuzların, gençlerin, öğrencilerin ortak kaderleri perde perde akıp gidiyor eserde. Meliha, Johanneke, Laki, Mario, Boban, Zole, Darko, Ana, Ante, İgor, Nevena, Selim, Uros Prof. Tanja Lucić'in öğrenci "yoldaş"ları arasındadır. Amsterdam gurbetinde bir okulda kurdukları "koloni" ile kendilerine Yugonostalji tedavisi uygulamakta ve "artık var olmayan bir hayata hayat üfle"mek için didinip durmaktadırlar...

Bu romanı okurken, her nerede olursa olsun, ana vatanından koparılmış insanlık hallerini düşünmeden edemiyorsunuz. İster ülkesinden kopup farklı ülkelere sığınmaya çalışan Aylan bebekgiller; isterse Ege'de boğulmayı göze alacak kadar kendilerine hayat hakkı tanınmayan "giderlerse gitsinler"giller... Öz yurdundaki herhangi bir insani olumsuzluktan kurtulmak için yola çıkıp da yollarda ölmeden başka bir ülkeye iltica edebilenler... Onların o yeni ülkedeki hayatta kalma mücadeleleri... 

Sözü Acı Bakanlığı'nın genel havasından alıp şu şiir antolojisi meselesine getirelim. İgor'un arkadaşı Mikac, "Zagreb 1966" basımlı Yeni Yugoslav Şiir Antolojisi ile  ilgili ne gibi tespitlerde bulunmuştu?

Bir romanda adı geçtiği için "muhayyel" sıfatıyla andığımız antoloji, basım tarihi dikkate alınırsa ikinci Yugoslav devlet başkanı olan Josip Broz Tito döneminde (1953-1080) yayımlanmış. Antolojide yer alan şairlerin seçimi ve şiirlerin derlenip toparlanmasında bu tarihsel dönemin ruhunun belirleyici olması yüksek olasılık.

Mikac'ın ilk tespitine göre antolojide Sırp, Hırvat, Makedon, Sloven şairler yer alırken, Boşnak ve Karadağlılar yoktu. Elli altısı Sırp, altmış ikisi Hırvat, kırkı Sloven, on altısı Makedon toplam 173 şair. Bu şairlerin sadece altısı kadındı ve bunlardan birisi de erkek takma adı kullanmıştı. 

Tematik açıdan da kimi tespitleri var Mikac'ın: "Şiirlerin yaklaşık yüzde ellisi ana ya da anavatan hakkında." Bu şiirleri "ağlak zırlak şeyler" olarak görüyor ve okumaktan imtina edilecek nitelikte buluyor: "Okunacak gibi değil, kusarsınız." Antolojideki şiirlerin yüzde onu ise korku hikayeleri ile ilgilidir; "mezarlar ve türbeler"... Bu bahiste şu hükkü veriyor Mikac: "... bizim şairlerimiz her taşın altında düşman arayan bir grup gulyabaniden başka bir şey değilmiş galiba." 

"Megaloman ya da ben-ben-ben şiirleri" yazanların oranı da yüzde ondur. Mikac bu şiirleri "Adamların yıldızlarla, evrenle falan birebir sohbet ettiği türden şeyler" diye niteler ve bir sonraki kategoriye geçer: "Sıradaki kategori: Doğanın güzelliklerinden bahseden yüzde yirmi". Mevsimlerden, yağmurdan, benzeri "zırvalardan" söz eden şiirler... Bu kategorideki şairleri şu cümlelerle sarakaya alır: "Bizim ucubeler çiçeklere hayvanlardan daha çok meraklıymışlar. Evet, bir buzağı hakkında bir şiire rastlamadım değil, ama sonuna dek başka bir şey hakkında olduğunu sandım. Önce bir çıtırdan bahsediyor sandım (...) şiirin ortalarında gübreden bahseden bir dizeyle karşılaştım... Neyse biz yine bitkilere dönelim. Her türden ağaç hakkında şiir yazmış bunlar: Gürgen, söğüt, meşe, çam. O kadar korku şiirinden sonra bizimkilerin çiçeklerden hoşlandığını görmek beni şaşırttı: Müge, şakayık, gül, leylak. Korku ve bahçıvanlığın birlikte anılabileceğini bilmezdim hiç." 

Mikac toplamda yüzde doksana ulaştığını farkedince antolojideki şairleri "cinsellik" izleği üzerinden sorgular, sonuca şaşırır: "Bizimkiler sekse zerre kadar önem vermiyormuş. Öyle hesap makinesi falan da gerekmedi bunu anlamak için. İnanın, bir kadın hakkınca ancak ölüp gömüldüğünde şiir yazmışlar. Sanki şiir yazmak için hatunun ölmesini sabırsızlıkla bekliyorlarmış gibi geliyor bana."

Roman kahramanı Mikac Yeni Yugoslav Şiiir Antolojisi ile ilgili aldığı notları şu hüküm cümleleriyle tamamlar: "Bizim şairler bir grup ucubeymiş. Sadece antolojide olanlardan da bahsetmiyorum. Son iki yüzyılda içlerinden bir tane akıllı adam çıkmamış. Sırp, Hırvat, Sloven, Makedon -hiç fark etmez. Hepsi bunakmış. Bunu anlamak için hesap makinesine gerek yok."

Acı Bakanlığı'nın 71-74. sayfalarını okurken kendimi bir an Mikac hissettim. Türkiye'nin Mikac'ı! Çünkü onun bu tespit ve hükümleri üç aşağı beş yukarı son yıllar Türkiye şiir antolojileri için de geçerliydi. Sözgelimi antolojilere öyle hemen herkes alınmazdı. Antoloji hazırlayıcıları ya bir takım ön yargı mekanizmalarını harekete geçirir, sözgelimi ideolojik bağnazlıklarına prim verirler ya da ahbap çavuş ilişkisine rüşvet verir, sözgelimi ekipçilik, çetecilik gibi metaforlara yaslanırlardı. Dolayısıyla azınlıkta kalan, ötekileştirilen, ezilen toplum kesimlerinden çıkan şairler, hele bir de statükonun şiirine karşı dik duracak dinamik bir dili yüklendilerse bu antolojilere alınmazdı. 

Mikac'ın "ağlak zırlak şeyler" olarak tavsif ettiği yüzde ellilik ana, vatan, millet, devlet izlekli şiirler Türkiye'deki şiir antolojilerinde de benzeri oranı tutturur. Hele bazı dönemlerde bu oran üste de geçer. Zira şairlerimizin anacılık damarı güçlü, memleketçilik gubarmaları keskindir.

Gelelim megolamanlık imtihanlarına Türkiye'nin şairlerine. Burada yüzde onluk oranı ikiye, üçe katlar "bizimkiler" eminim. Murdar bir egoizm dili sarkar dizelerinden zira. Hatta ikinci şahsı da kendilerine yaklaştırırlar. Öteki yani üçüncü şahsı ise nadiren görürsünüz şiirlerinde. Doğal olarak onların şiirlerinde insandan çok çiçek, böcek, kuş, ağaç, gölge, güneş, ay, yıldız, vs. gibi şeyler avare avare dolaşır.

Yeni Yugoslav Şiir Antolojisi'ndeki şairlerle Vasatî Türkiye Şiir Antolojisi'ni dolduran şairlerin birebir müttefik olmadığı tek husus şiirlerindeki cinsellik oranıdır. Bu oran Türkiye'deki şairlerin metinlerinde hayli yüksektir diye biliyorum. "Bunu anlamak için hesap makinesine gerek yok." 

Hasılı kelam "müşfik diktatör" Tito döneminde oluşturulan Yeni Yugoslav Şiir Antolojisi ile Türkiye'nin başlangıçtan bugüne tek çizgi halinde devam eden statükosunda (isterseniz biraz güncelleştirelim, "Yeni Türkiye" yahut "Türkiye Yüzyılı" vasatlarında) oluşturulan yerli ve ulusal şiir antolojisi nitelikçe birbirlerinden farklı değil. 

Her ikisinde de insana değin sorunların muhtemelen bilerek dışarıda bırakılması aralarındaki benzerlik ilişkisini pekiştirir. 

Hele ki Türkiye şairlerinin otorite tarafından dayatılan devasa sorunlar karşısında devekuşu refleksi sergilemeleri teşbihte hatadan münezzehtir.

Yeni kitap!

Edinmek için tıklayınız!



KERBEROS'U TAŞLAMAK YAYIMLANDI

Cevat Akkanat'ın 2020-2024 yılları arasında yazdığı şiir yorumlarından oluşan Kerberos'u Taşlamak adlı eleştirel kitabı KDY tarafından yayımlandı. Yirmiye yakın şiirin çözümlendiği kitabın "Takdim"inden bir bölümü paylaşıyoruz.

2021’e girerken, üç beş yıldan beri süregelen müteneffir Türkiye sosyolojisinin Covid-19 salgını ile el ele verip hayatı çekilmez kıldığı bir ortamda rutin işlerimin arasına hangi etkinlikleri yerleştirir ve gittikçe karanlığa evrilen günleri nasıl ters yüz edip renklendirebilirim diye çareler ararken bildiğim bir işi farklı bir form halinde ve belirli bir takvime bağlayarak aktifleştirebilirim diye düşündüm. Buna göre, zaten pek çoğunu takip etmekte olduğum periyodik kültür, sanat ve edebiyat yayınlarını daha sıkı izleyip okuyacak ve her ay, beğendiğim şiirlerden birisini tahlil edip yorumlayacaktım. Böylece, bir yandan bahsi geçen sosyolojik ortamda kendi tinsel mukavetime pozitif katkı sunarken diğer yandan bizde pek yapılmayan bir işe, güncel şiir takip ve tahlil sürecime yapageldiğimden daha fazla bir ciddiyetle, nitelikli bir katkı sunacaktım. Bu arada bir süredir denemelerimi yayımladığım İktibas’a güncel ve fakat bir o kadar da akademik metinlerle müdahil olacak, bu derginin dini ve düşünsel ağırlıklı metinlerden oluşan bünyesine kültürel bir boyut ekleyecektim.

(...)

Bu arada kitabın adıyla ilgili birkaç cümlem olsun. Malum, Kerberos (Yunanca: Kérberos, Latince: Cerberus) Yunan mitolojisinde cehennem bekçiliği yapan üç başlık köpektir. Gerçi elli veya yüz başlı olduğuna dair rivayetler de vardır. “Kuyruğu bir yılan olan ve sırtında sayısız yılanbaşı bulunan, ısırıkları zehirli” bu cehennem zebanisi mitolojide beş kez alt edilebilmiş: Herakles tarafından yakalanarak; Orpheus, Hermes, Aineias ve Psykhe tarafından uyutularak…

Altıncı alt ediş bizim tarafımızdan gerçekleştiriliyor. Kerberos’u Taşlamak’taki metinler sosyolojimizi cehennemî bir atmosferle karartan yerli ve ulusal üç başlı köpeği tuşlamaya yönelik edebî bir teşebbüs…

Eryaman, 20 Aralık 2024

Kerberos'u Taşlamak kitabını kütüphanenize kazandırmak için şu linki tıklayınız!

19 Ocak 2025 Pazar

GÖLGE ŞAİR TASARILARI-7

28.

Son yıllarda sık sık Alexandrine Zola'nın âşıkane hitaplarına muhatap oluyormuşum hissine kapılıyorum. Tabii bu his beni otomatikman Emile Zola kılıyor. Bu trans haliyle bir miktar esriklik gelip kuşatıyor baştan ayağa evrenimi. 

Şunlara benzer şeyler söylüyor o anlarda bana yahut benim için Alexandrine'im: "Emile'im!" "Benim büyük adamım!" "İşte Emile... Evet beyler, yargılayacağınız adam işte. Onunla gurur duyuyorum!" "Emile'im, senin yanındayım!" "Gözlerimi Emile'im, senden ayırmak istemiyorum, koşulsuz aşkımı hissetmeni istiyorum." "Şimdi, hiç olmadığım kadar senin Madam Zola'nım!" "Bensiz yürütemeyeceğin bu kavgayı anlamak, desteklemek, senin yanında olmak için yanıp tutuşuyorum Emile'im!" 

Oysa toplumca örnekleriyle sık sık yüzgöz olsak da Dreyfus davasına benzer bir davaya müdahil olmamıştım. Cumhurbaşkanına hitaben "J'Accuse...!" ("Suçluyorum!") üslubunda bir metin yazmamıştım. Generallerin hazırladığı bir tiyatro sürecinde kalemini satmış basın silahşörlerinin ve onların güdümüne girmiş azgın kalabalıkların "Zola'ya ölüm!" taleplerine benzer süreçlere maruz kalmamıştım: İftiralar, ıslıklar, yuhalamalar, linç girişimleri...

Söz konusu trans ve akabindeki esriklik halimin uzun sürmesini isterdim genellikle. 

Sayrı bir zaman diliminde yahut bir ütopya ülkesinde de olsa kahramanlık kimin hoşuna gitmezdi? Hele bir şair için, sevgili eşinin gözünde... 

Dünya çiçek açardı benim için kısa bir zaman... (Poète Floraison)

Serinin evveliyatı için tıklayınız!



Topluluk Tarafından Doğrulandı simgesi
Topluluk Tarafından Doğrulandı simgesi

18 Ocak 2025 Cumartesi

GÖLGE ŞAİR TASARILARI-6

 27. 

Uzun zamanlar var ki günlerim adalet sarayının koridorları arasında mekik dokumakla geçiyor. Duruşma salonundan duruşma salonuna koşuşturup duran ayaklarımın çilesi... Duruşmalarda olup bitecekleri dert edinen kalbimin endişesi... Bütün bunlar bir tarafta yük iken bana, yerel ve ulusal hukuk literatürünün amansız hileleri... 

Tanıklıklarım bu türden handikaplarla örülüp gidiyor, bir sonraki güne intikal ediyor. Üst üste yığılan onlarca mağdurin trajedisinin benden başka bir okur yazarı çıktığı da yok üstelik. Çıkanlar ise tez zamanda sıvışmanın çaresini arayıp buluyor. Dahası bunlar sıvışıp giderken bana sanatsal bir takım suçlar isnat etmekten de geri kalmıyorlar. Olan bitenden yola çıkarak kurguladığım metinlerin içeriklerinde tekrara düşüyormuşum. Oysa koridorlarda olan bitenler bahsettiğim gibi hep aynı minval üzere. Artık eskisi gibi özgün imge bulamıyormuşum. Oysa bunca çıplak acı karşısında imgesel bir yaratıma yönelmek bana makul gelmiyor. 

Bununla birlikte koridorları içinde koşuşturup durduğum cinayet sarayında işlenenlerden tanıklıklar çıkarmayı da marifet olarak görmeliyim diyorum kendime. Reel dizeler çıkıyor kalemimden. Böylelikle belki de kendimi teskin ediyorum. (Dubrovka Maksimoviç)

18 Ocak 2025

Serinin evveliyatı için tıklayınız!