27 Şubat 2025 Perşembe

ENDRE ADY’NİN “BİR GÜNÜMÜZ YALVACININ İLENCİ” ŞİİRİ

Macar şiirinin Âkif'i diyebileceğimiz Endre Ady (1877-1919)'in Kan ve Altın ( Adam Yay., İst., 1992, 51 s.) kitabını Tahsin Saraç çevirisinden okudum.

Endre Ady 20. Yüzyıl Macar şiirinin en büyük şairleri arasında kabul ediliyor. Hayatıyla ilgili bazı kesitler aktaralım: Bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelmiş, hukuk öğrenimi görmüş, gazetecilik yapmış. Canlı bir kültür hayatının yaşandığı Magyvàrad şehri onun kişiliği ve şairliğinde oldukça etkili olmuş. Bununla birlikte hayatında büyük çalkantılar oluşturan, şiirlerinde Leda adıyla anılan aşkının peşi sıra gittiği “güzel çılgınlıkların kutsal şehri” Paris’te Beaudelaire ve Verlaine’in şiirleriyle tanışması sanatına olumlu katkılar sunar.

Bir süre Leda için yazdığı lirik şiirlerden sonra sanat algısında köklü bir değişiklik yapar, kalemini “ulusal bilincin uyandırılması” amacıyla kullanır. 1906’da Macaristan’a dönen şair aynı yıl Uj Versek (Yeni Şiirler) kitabını yayımlar. “Gözüpek yenilikleriyle fırtınalar koparan bu kitap gerici-tutucu eleştirmenlerin saldırısına” uğrar. Devamında yayımlanan Ver as Arany (Kan ve Ateş) Holnap (Yarın) gibi kitaplarıyla da atılımlarını sürdürür. 1908’de Nyugat (Batı) dergisi bünyesine giren Ady, bu dergide merkezî bir konuma gelir. 10 yıl süren bu dönem boyunca toplumsal çalkantıları tema edinen şair,  yeni kitaplarını da yayımlamaya devam eder: İlyas’ın Arabasında, Sevilmek İsterdim, Tüm Gizlerin Şiirlerinden, Kaçan Yaşam, Kendi Sevimiz, Beni Kim Gördü bu kitaplar arasındadır.

1910’dan sonra Macaristan iç işlerinde yaşanan bunalımlar şairi yeni ufuklara taşır. Bir süredir bayraktarlığını yaptığı burjuvaziden umudunu keser. Köylülerin gericiliği de ortadadır. “Bakışlarını işçilerin savaşımına yönel”tir şair. Bu tutumu onun yeni düşmanlar kazanmasına neden olur. Gelen tepkilere “Size Bir Çeyiz Sandığı Gönderiyorum” şiiriyle yanıt verir.

Demokratik devrimi savunan ve işçi haklarına ilgi duyan” şair Birinci Dünya Savaşı’nın başlayacağı dönemden itibaren köşesine çekilir. 1918’de A Hallottak Èlén (Ölülerin Başında) kitabını yayımlayan şair Dünya Savaşının yıkımları karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır. 1918’deki Macar Ekim devrimi sırasında hastalıktan yatağından kalkamayan şair 1919’un başlarında vefat eder.

Endre Ady’nin şiiri “alışılmamış benzetmeler, yeni anlatımlar, diri duygu ve imgelerle” örülü bir şiirdir. İnsanlığın yıkım ve mutsuzluk nedenlerine karşı savaş açmış, haksızlıklara karşı olmuştur. Özgürlük ve barış yanlısıdır. “İnsana utanç değil onur veren kavramlardan yanadır.”

Okuduğum Kan ve Altın kitabında da bu saydıklarımıza dair ipuçlarına rastlanır:

Acılı ve kargışlanmış bir halktır Macar halkı

Devrimler içinde yaşadı

Gömütlerine tükürdüğüm alçaklar bize hep

Çare diye sundular ürküyü ve savaşı.” (s. 12)

 

Evet siz yüce beyler, söyleyin ne olacak

Nerelere kaçacak alçak ordunuz, nereye

O soygun kalenizden; kapıyı kapadığınızda

Büyük bir gürültüyle? (s. 16)

 

Hayaletler her zaman dolaşıp durur burda

Gömüt kokusu ve sis doldurur içerleri

Loşlukta gölge ruhlar fısıldaşıp dururlar

Ve bir de kargışlanmış ordu iniltileri.” (s. 19)

 

Düşteymiş gibi gördüm, iğrençlikler arasından

Hangi yıkımın Macarlar üstüne çöktüğünü

Ah, kimi kez nasıl da güçsüz kalıyor Tanrı.” (s. 31)

Ve yeniden yaşarken şunu haykırıyorum:

Bunca insansızlıkkta insanım ben yine de!” (s. 32)

 

Gelelim "Bir Günümüz Yalvacının İlenci" (s. 29) şiirine...

"Ülke kıyımlarla dolup taşıyor ve kent zorbalıklarla. Kurtuluş aranıyor ama bulunamıyor. Yıkım üstüne yıkım.” (Ezechiel, 7) Eski Ahit’teki bu betimleme, şiirin başına atıf olarak yerleştirilmiş. Böylece, asırlar, mekânlar ve kültürler arası bir aktarım yapılarak yaşanan “kıyımlar”, “zorbalıklar” ve “yıkımlar”a temas edilmiş olur. Yalvaç (Peygamber) bütün bunların derdiyle feryat etmektedir şiirde. İçinde bulunduğu ve temsil ettiği toplumun başına gelen bunca felaket, feryadını ilenç (beddua) cümleleriyle sentezlemektedir.

Metin, her bireri beşer dizeden oluşan dört bentten oluşuyor. “Bütün aşağılananlardan daha aşağılanmış ben” dizesiyle başlayan ilk beşlikte “Yalvacın, öfkeden yedi kat göğe çıkan” sonu gelmez beddualarına temas edilir.

Şiirin ikinci bendi üzerinde kelam etmeye daha fazla imkân sunuyor:

Cehennem ortasında bulduk birden kendimizi

Korkutmacalara ve kırbaçlamalara

Karşılık verecek öfkemiz kalmamış gibi,

Tanrım, ölüm melekleri hiçbir

Geçmişi böylesine silip süpürmemiştir.”

Burada başa gelen belaların, yaşanan kıyım, zorbalık ve yıkımların “cehennemî” bir nitelik taşıdığı, ölüm melekleri maziye ait değerleri tümüyle yok etmiş, üstüne üstlük böylesi silinip süpürülmelere maruz kalan toplumun olan biteni kanıksadığı, karşı bir tepki gösterecek öfkesinin bile kalmadığı belirtilir.

Bir sonraki bentte ise yitirilenlerin ve yitirileceklerin haddi ve hesabının olmadığı belirtir şair. Üstte belirttiği tepkisizlik haline farklı bir boyut getirir bu arada: “Tüm eylemlerimiz donmuş birer düş, bumbuz/Ve de tüm düşlerimiz artık donmuş bir eylem”.

Gelelim son beşliğe. Şair insana olan güvenini yitirdiğini söylüyor önce. Gözünde insanın “hayvandan daha iğrenç” bir konuma geldiğini belirtiyor. Bu hâl karşısında “yalvaçlar bile kem küm et”mektedir. Öyleyse beddua hak edilmiştir. Net ve sert bir şekilde:

Cehennemin cehennemini, boşluğun boşluğunu

Ver bize yüce Tanrı, ver bizlere sen bunu.”

Şimdi isterseniz mutsuzluğa, acıya, kargışa, iğrençliklere, aşağılamalara, insansızlıklara, zorbalıklara, kıyıma, yıkıma… dair atıflar taşıyan yukarıdaki dizelerin bugünkü yerelimizde hangi cehennemî hallere denk geldiğine dair birkaç veri sunalım: 

Resmi açıklamalara göre bugüne kadar Türkiye’de salgından ölenlerin sayısı 95.954. (9 Mart 2022)

2021 Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde (Rule of Law Index) Türkiye 139 ülke arasında 117'inci sırada…

Avrupa Konseyi 2020 Ceza İstatistikleri'ne göre Avrupa cezaevlerinde nüfusa oranla en fazla tutuklu ve mahkûm Türkiye’de... Türkiye’yi Rusya ve Gürcistan takip ediyor.

KHK’larla görevinden ihraç edilen kişi sayısı 125 bin 678… (4 Mart 2022)

Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) Şubat 2022’de yıllık yüzde 54,44 oranında arttı. (3 Mart 2022)

24 Şubat 2025 Pazartesi

GANİ BARAN YAZDI: "NASILSINIZ?"

Cevat Akkanat’ın “meydan okuyanlara” ithaf ettiği “Nasılsınız?” şiir kitabını incelemeye çalışacağım. 46 şiirden oluşan kitabın içerisinden bazı bölümler alarak yorumlamaya çalışacağım.

“bir deprem mi yakıp yıktı mamur evlerimizi / ya kentlerimizin yerle bir oluşuna ne sebep?”  (Nasılsınız 1)

Bu dizeler, doğal afetlerin, özellikle depremlerin, insanların hayatını ve yaşam alanlarını nasıl etkileyebileceğini ve bu felaketlerin nedenleri hakkında düşünmeye teşvik ediyor. Akkanat, bu felaketlerin yalnızca doğal nedenlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını ve belki de insan faaliyetlerinin sonucu olabileceğini sorguluyor.

Şairin bu dizesi, insanların doğayla nasıl etkileşime girdiği ve doğanın da insanları nasıl etkileyebileceği konusunda derin bir düşüncenin ifadesidir. Akkanat’ın bu dizeleri, insanların doğal çevreleriyle olan ilişkilerinde daha dikkatli olmaları gerektiği ve doğal felaketlerin nedenlerini anlamak için daha fazla çalışma yapmaları gerektiği mesajını iletiyor.

“muhabbetinize saygı ha /  aşkınıza onay / Serin seslerinize alkışlar mı sunacaklardı / ve barış ağaçları mı munisliğinize, yazık! / vah, yenilen zeytin dalınıza, havada kalan elinize, çıtkırıldım halinize, vah!”  (Nasılsınız 4)

Bu dizeler, şairin toplumsal konulara dair eleştirel bir bakış açısını yansıtıyor. Şair, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve toplumda genel olarak ne kadar yüzeysel olduklarını sorguluyor.

Şairin "Muhabbetinize saygı ha / Aşkınıza onay" ifadeleri, insanların ilişkilerinde duygu söylemlerini sıkça kullanmalarına ve bunun altında yatan samimiyetsizliğe dikkat çekiyor. Şair, bunun yerine insanların duygusal bağlarına gerçek anlamda saygı göstermeleri ve onları ciddiye almaları gerektiğini savunuyor.

Dizeler, aynı zamanda doğanın da toplumun yüzeyselliği ve samimiyetsizliği tarafından nasıl zarar gördüğüne de işaret ediyor. "Serin seslerinize alkışlar mı sunacaklardı / ve barış ağaçları mı munisliğinize, yazık!" ifadeleri, doğanın insanların duyarsızlığından nasıl etkilendiğini ve bunun sonuçlarının ne kadar üzücü olduğunu anlatıyor. Ayrıca şairin acı dolu bir haykırışını da yansıtıyor diyebilirim. "vah, yenilen zeytin dalınıza, havada kalan elinize, çıtkırıldım halinize, vah!" ifadeleri, insanların doğayla olan ilişkilerinde ne kadar yıkıcı olduklarını ve bu yıkıcılığın kendilerine de nasıl zarar verdiğini ifade ediyor.

“sulak topraklar gibi, bol verimli hayatlar yaşayan eylem adamları / erdemli bir an olsun unutmayan eylem adamları.” (Nasılsınız 7)

Bu dizeler, aktif ve etkili insanların hayatlarının ne kadar verimli olabileceğini ve erdemi unutmamalarının ne kadar önemli olduğunu anlatıyor.

 

Erdemli Olmanın Önemi

Şairin "sulak topraklar gibi, bol verimli hayatlar yaşayan eylem adamları" ifadesi, aktif ve etkili insanların hayatlarının ne kadar dolu ve bereketli olabileceğine dikkat çekiyor. Akkanat, bu insanların hayatlarında sürekli bir faaliyet ve ilerleme olduğunu vurguluyor ve bu sayede insanlığın ilerlemesine katkı sağladıklarını belirtiyor.

Dizeler, aynı zamanda erdemli olmanın da ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor. "erdemli bir an olsun unutmayan eylem adamları" ifadesi, insanların hayatlarında sürekli olarak erdemli davranmaları gerektiğini vurguluyor. Akkanat, bu insanların her zaman doğru ve dürüst davranarak örnek olmaları gerektiğini savunuyor. Bu dizeler, aynı zamanda insanların hayatlarında aktif olmanın ve topluma fayda sağlamanın yanı sıra, dürüst ve erdemli bir yaşam sürmenin de önemini vurguluyor. Bu sayede insanların hem kendilerine hem de topluma katkı sağlayabileceklerini ifade ediyor.

“soylu sabrımıza ne edebilirsiniz? / ki karadır kanlı dişleriniz, ısırsanız: çakallığınıza diyeceğimiz; doğrudur, yok!? / biliyoruz kin ve nefret duygularımızı, boşuna değil elbet...” (Nasılsınız 11)

Dizeleri incelediğimizde, bir sözleşme ya da anlaşmaya dayanan bir güven ilişkisinde olan iki taraf arasındaki güvensizliği ve korkuyu ifade ediyor gibi görünse de Akkanat, "soylu sabrımıza ne edebilirsiniz?" diyerek, karşısındaki güçlü otoritelere karşı direniş gösteren insanların sabrını sorguluyor ve bu sabrın ne kadar dayanıklı olduğunu vurguluyor. Daha sonra, şair, karşısındaki otoritelerin tehlikeli ve şiddet dolu olduğunu ima ederek "ki karadır kanlı dişleriniz, ısırsanız: çakallığınıza diyeceğimiz; doğrudur, yok!?" diye sorguluyor. Bu ifade, güçlünün güçsüze zarar verme potansiyeline dikkat çekiyor ve bu durumda güçsüzün ne yapabileceği konusunda endişelerini dile getiriyor.

Dizeler, insanların güçlü otoritelere karşı duydukları kin ve nefret duygularını ifade ediyor. "biliyoruz kin ve nefret duygularımızı, boşuna değil elbet..." ifadesi, insanların karşılarındaki otoritelerin kötü niyetli olduklarını ve kendi çıkarları için insanların haklarını çiğnediklerini düşündüklerini gösteriyor. Bu dize, güçsüzlerin güçlü otoritelere karşı direnişlerinin ne kadar zorlu ve fedakârlık gerektiren bir mücadele olduğunu vurguluyor ve insanların bu mücadelede ne kadar kararlı olduklarını ifade ediyor.

“kanayan bir bilinçtir, yönelmiş büyümeye yol alır / bu yol üzre yaşanan ve yaşanacak olan sancılar, olumsuz yaşantılar kütlesi neden geri döndürsün sizi.” (Nasılsınız 19)

Bu dizeler, bir kişinin kendi içindeki sorunları ve acıları fark ettiği ve onlarla yüzleşmek için cesaret topladığı zaman büyüme yolunda ilerleyebileceğini söylüyor. Yani, kişi sorunlarını kabul edip üstesinden gelmek için çalıştıkça, olgunlaşacak ve kendini geliştirecektir. Akkanat, aynı zamanda, bu dizelerde kişinin sadece olumlu deneyimlerle büyüyemeyeceğini de vurguluyor. Kişi, zorlu deneyimler ve acılar yaşayarak da büyüyebilir. Bu deneyimlerin kişinin içindeki bir "bilinci" kanattığını ve onu yönelttiğini ifade ediyor. Bu dizeler ayrıca, bir kişinin zorlu yollarla karşılaşsa bile pes etmemesi gerektiğini vurguluyor. Kişi, büyümeye ve gelişmeye devam etmek için zorlukların üstesinden gelmeye çalışmalıdır. Genel olarak, bu dizelerde Akkanat, bir kişinin büyüme sürecindeki zorlukları kabul etmesi ve onlarla mücadele etmesi gerektiğini vurgulayan bir mesaj veriyor olabilir.

“gök kapanmasın; hem yağmur, hem güneş; kabul, biliriz bunu; açılmasın / herkes ağlasın; yarışalım nisanla; yenecek bizi; yensin varsın.” (Nasılsınız 34)

 

Karanlık Dönemlerde Umutlu Olmak…

Bu dizeler, doğanın döngüsünü ve yaşamın iniş çıkışlarını vurguluyor gibi geliyor bana. Akkanat tarafından,  yağmur ve güneş, doğanın birbirini tamamlayan iki unsuru olarak sunuluyor. Her iki unsurdan oluşan bu doğal çevre koşullarına katlanmalıyız ve kabul etmeliyiz. "Gök kapanmasın" ifadesi, belki de bir çeşit istek ya da dua olarak görülebilir. Kişi, yaşamındaki karanlık dönemlerde bile umutlu kalmalı ve hayatın devam edeceğine inanmalıdır. "Herkes ağlasın" ifadesi, belki de zorlukların üstesinden gelmenin en iyi yolu olarak görülebilir. Kendimiz ve diğerleri için üzüntü, hayal kırıklığı veya kayıplar yaşamak normaldir ve bu duyguları paylaşarak birbirimizle bağlantı kurabiliriz.

"Yarışalım nisanla" ifadesi, baharın gelmesi ve yeni bir başlangıcın müjdesi olarak yorumlanabilir. Yarışmak, belki de hayatın zorluklarına karşı mücadele etmek için bir motivasyon kaynağı olarak kullanılabilir. "Yenecek bizi; yensin varsın" ifadesi, hayatta her zaman başarısızlıkların ve kayıpların olacağını kabul etmekle ilgilidir. Ancak bu yenilgiler bizi durdurmamalı veya yolumuzdan saptırmamalı. Her zaman daha iyiye doğru ilerlemeliyiz ve yaşamın mücadelesini vermeye devam etmeliyiz. Bu dizeler doğanın döngüsünü ve hayatın iniş çıkışlarını kabul etmeye, zorluklarla başa çıkmaya ve hayatta ilerlemeye dair bir mesaj veriyor.

Şairler şiirlerinde kendilerine özgü bir duygudan beslenirler. Bu kitapta Cevat Akkanat, kendine has üslubuyla 46 adet "Nasılsınız" şiiri yazmış. Ben bir okuyucu olarak, bazı dizeleri seçip yorumlamaya çalıştım. Ancak şairin aynı dizelerde farklı anlamlar ve duygular barındırabileceğini unutmamalıyız, özellikle de bu şair Cevat Akkanat ise. Dizelerin çağrıştırdığı çok farklı anlamlar olabilir.

İyi bir şiir okuyucusu olarak, şairin yazdığı dizeleri yalnızca kendi anlam dünyamızla sınırlamamalıyız. Şiirin tamamını, şairin hayat hikâyesi ve toplumsal bağlamı ile birlikte ele alarak anlamlandırmaya çalışmalıyız. Bu bize şairin niyetini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

Son olarak, her okuyucunun şiirle ilgili farklı yorumları olabilir ve bu da şiirin güzelliği ve zenginliğiyle ilgilidir. Önemli olan, şiirin bizde uyandırdığı hissiyatı anlamaya çalışmak ve bu hissiyatı dilimize aktarmaktır.

23 Şubat 2025 Pazar

FARZ İLE SÜNNET POLEMİĞİNDE “YAŞASIN CUMHURİYET”

Yayımlandıktan iki yıl sonra, 4 Nisan 1984’te almış, 25 Nisan’da da okuyup bitirmişim Rengâhenk’ini Can Yücel’in. 1982’de Yazko’nun tezgâhından çıkmış, hangi ayda olduğu kaydı yok. Ara yıllarda çeşitli sebeplerle kim bilir kaç kez elimden geçti, zira kapağından ayrılmış sayfaları dağılır bir vaziyette şimdi kitap. Kırk yıl sonra tekrar bütünlüklü bir okuma için elimde, çantamda, masamda, gözlerimin önünde. Kırk yıl önce iki gün içinde okuyup üflediğim Rengâhenk’i şimdi daha ciddi bir okumaya mı tabi tutuyorum? Olabilir, fakat o ilk okumamda da dize aralarını hayli çiziktirmiş, kalem işi süslemeler yapmış, derkenâr kayıtları düşmüşüm. Şimdiki okumam biraz da o ilkinin üzerine bina oluyor.

Malumun ilamı, Can Yücel’in şiirleri ş’den şeddeye ironilerle bezelidir. İroni dediğiniz onun şiirinde sadece ironi değildir, bunu da bilirsiniz. Hicve büründürür onu şair, sözü en titiz şekilde yoğurarak haddi aşar, haddeden geçirir, gulüv mertebesinde konuşlandırır. O malzemeye maruz kalanın vay haline.

Doğrusu şu son okumam daha çok bunların tespiti, çetelesi ve yorumu üzerine. Başarabilir miyim bilmem, fakat beni üzerinde iki çift laf söylemeye hemen mecbur eden parçalarla sık sık karşılaşmıyor muyum, çaresiz kalmamak mümkün değil. Şu satırlar bu na-çarlıktan besleniyor. Beni buna zorlayan ise bir şiir, “Yaşasın Cumhuriyet” başlıklı metin.

Rengâhenk’in 36. Sayfasında yer alan bu metin, bakın, altında yazılış tarihi olan tek şiir. 2 Kasım 1980’de kaleme almış Can Yücel “Yaşasın Cumhuriyet”i. 12 Eylül’den 50 gün sonra. Darbeden sonra rejimin idrak ettiği ilk “Cumhuriyet Bayramı”ndan üç gün sonra.

Önyargılı veya kaba bakış sahibi okurlar –böylelerine okur denir mi o da ayrı bir bahis- bu metnin başlığı ile karşılaştıklarında kolaylıkla aldanabilirler ve bir “önemli gün ve haftalar” manzumesiyle göz göze geldiklerini zannedebilirler. Buna ve bağlandıkları dünya ahret ideolojilerine bağlı olarak ya ciddi bir okuma seansına tabi olurlar ya da şiirin bulunduğu sayfayı atlayıp geçerler. Oysa sadece bu şiir için değil, hemen her bir edebî metin, ciddi okurun elinde teşrih masasına yatırılıp didik didik edilecek denli nev-i şahsına münhasır hassasiyetler içerir. Şimdi isterseniz “Yaşasın Cumhuriyet”i okuyalım ve bize bir takım söz söyleme imkânları sunup sunmadığına göz atalım:

 

Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu’da

Televizyonda gösterdiler geçen gün,

Gelenek edinmiş köy halkı,

Ben kendimi bildim bileli bu böyledir

Diyor muhtar:

29 Ekim’de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını…

Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi

Kirvesi tutmuş kolundan

Yatırdılar bir kamp yatağına,

Ardından sünnet olacak zat boy gösterdi

Elinde bıçağıyla,

Çocuk kaldırdı başını, bağırdı

Yaşasın Cumhuriyet diye

Bunun üzerine de ekran karardı

 

Korkarım, bu, sade Gölköylülerin değil, ûmûmuzun

Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de

Düştüğü bir tarihsel yanılgı

Çünki sünnet değil, farzdır cumhuriyet

 

Manzum öykü mahiyetindeki metin bu kadar. Sonraki baskılarda düzeltildi mi, inceleme imkânım olmadı, “Ardından sünnet olacak zat boy gösterdi” dizesinde bir tashih var: “olacak” yerine “edecek”…

Metnin ayrıntılarına bakalım şimdi de: Şair, Gelibolu’nun Gölköy adlı yerleşim birimindeki bir gelenekten bahsediyor. Muhtarın ifadesinden öğrendiğimize göre, uzun yıllara yayılmış bir gelenek: Her yıl 29 Ekim’i toplu sünnet bayramına dönüştürmek. Bu sünnet bayramını kamuoyuyla paylaşmak TRT için de bulunmaz bir mevzu olduğundan, tutup Gölköy’e kadar gitmişler ve olan biteni haberlerde halka takdim etmişler. Can Yücel, ülkenin tek televizyon kanalının kamerasından izlediklerini aktarıyor. Aktarırken kimi söz birliklerine anlamsal müdahaleler yapmayı ihmal etmiyor ama. Yoksa kupkuru bir görüntü ve o görüntüyü açıklayan bir söz yığını kimin işine yarayacak?

Kuşkusuz, bir okur olarak eldeki metni biz de kendi birikimlerimiz niteliğinde bir okumayla okuyoruz. Özellikle şairin öznel tutumuyla kendi öznel yaklaşımımızı bir yerde çakıştırmaya çalışıyoruz. Gayret edelim:

Birkaç cümle önce de belirttiğim gibi, ben şairin bazı söz birimlerine farklı kasıtlar yüklediği inancındayım. Metnin 12 Eylül darbesinden hemen sonra yazılması, bunun kitaptaki diğer şiirlere nazaran bir tarihle vurgulanması, “Cumhuriyet”i konu edinmesi, toplu bir sünnet merasiminin yapılması, sünnet yapacak zatın elinde bıçakla gelivermesi, sünnet çocuğunun kolundan tutularak kamp yatağına yatırılması, “Yaşasın Cumhuriyet” sloganından sonra ekranın kararması, fail olarak sadece Gölköylüleri değil “ûmûmuzu” işaret etmesi, yapılan veya bundan çıkan anlamın “bir tarihsel yanılgı” olarak gösterilmesi…  Bütün bunları, resmiyeti temsil eden TRT ne kadar bir şenlik havasında kitlelere takdim ederse etsin, bir 12 Eylül muhalif ve mazlumu olan şair Can Yücel’in darbe karşıtı duruşuna bağlı olarak böyle okuyabiliriz.

Bu saydıklarımızdan bazılarına dair kimi açıklamalar da yapabiliriz üstelik. Sözgelimi toplu sünnet etkinliğini toplumun tamamına yapılan darbe şeklinde niye algılamayalım? Akabinde elinde bıçakla ortama geliveren sünnetçiyi darbe generali ve paydaşları olarak niçin görmeyelim? Sünnet çocuğunun kolunu tutan kirveyi de –geleneklere uymasa da- darbecilerle işbirliği yapanlar olarak görmemiz mümkün değil mi? Bütün bu zorbalıklar karşısında çocuğun çığlığı bir direniş iken ekranın kararması bir yandan bu direnişi örtmek diğer yandan da darbe sonunda bütün bir toplum hayatının karartılması anlamına gelmez mi?

Bütün bunlar şiiri benim kendinden menkul bir güdümle okuduğuma delil olsun. İyi de, şairin “Korkarım” diye başladığı dört dizelik son bölümde olan bitenin sadece “Gölköylüleri” değil bütün bir toplumu ilgilendirdiğini söylemesi, mevcut tarih algısının bir yanılgıya tekabül ettiğini belirtmesi ve en niyahet sözü “Çünki sünnet değil, farzdır cumhuriyet” diye bağlaması ne olacak?

Biliyorum, özellikle bu son dize pek çoklarını sığ bir bakışa zorlayabilir ve onların Can Yücel’i basit bir “Cumhuriyetçi” olarak görüp muhayyel “ötekiler” karşısında konuşlandırmalarına yol açabilir. Oysa Can Yücel, “sünnet”i şiirde de “Gelenek edinmiş köy halkı” dizesinde işaret ettiği “gelenek” ile eş değerde tutmakta ve Türkiye’de bizzat Cumhuriyet rejimi tarafından gelenekselleştirilen darbeci mantık ve fiiller yerine kullanmaktadır. Bu doğrultuda, rejimin sahiden Cumhuriyet olmasını talep etmektedir. “… farzdır Cumhuriyet” hükmü buna delalettir.

Hasılı şair dönem itibariyle itirazî düşüncelerini ancak böyle dile getirebilirdi. Haddizatında ülkeyi tümüyle kendi içine kapatıp her bir farklılığa değişik zulüm süreçleri uygulanan bir vasatsızlığa karşı tavrını sergiliyordu şair ve her bir özgürlük haline silahlarıyla, yasalarıyla ve keyfiyetleriyle itiraz eden darbecilere karşı “İtiraza itirazım var” diyordu.

Sonuç olarak, Can Yücel güncel olan ile tarihsel olanı ele almış, evrensel bir platform içinde yoğurmuştur. Üstelik kara mizahı da ihmal etmemiştir.

Oysa şiirde bunu başarmak pek de kolay değildir. Ancak usta şairlerin elinden çıkar bu tarz işler.

Can Yücel’in ve benzeri hassasiyete sahip şairlerin işini şiir ve Türkiye bağlamlarında kolaylaştıran bir durumdan da bahsedebiliriz tabii ki: Siyasî, askerî ve iktisadî egemen aktörlerin “Cumhuriyet”i sık sık “sünnet”e tabii tutmaya yeltenmeleri…

Bakalım kim kazanacak; sünnet mi farz mı?!.


21 Şubat 2025 Cuma

VİETNAM ŞİİRİNDE TÜRKİYE HARİTASI

A. Kadir ile Afşar Timuçin’in birlikte hazırladıkları şiir antolojilerine denk gelmişsinizdir. Vietnam Şiiri (1973) Filistin Şiiri (1974), Portekiz Sömürgeleri Şiiri (1975) gibi…

Bunlardan Vietnam Şiiri  (Hilal Matbaacılık, İst., 1973, 123 s.)’ni, yayımlanışından yaklaşık elli yıl sonra, yenilerde elime aldım.

Kitap A. Kadir’in “Kanlı Şiir” başlıklı çarpıcı şiiriyle başlıyor. Zalimleri, işgalcileri, halkların haklarını gasp eden zorbaları tel’in ediyor şair. Onları hesaba çekiyor: “Nasıl sileceksiniz siz bu kanı,/ey üsttekiler, üsttekiler,/insan öyle sarılmış ki toprağına,/öldür gitmez.” (s. 9)

Afşar Timuçin’in kaleme aldığı “Vietnam ve Şiiri” başlıklı metinse bir yandan Vietnam hakkında ayrıntılı bilgi verirken diğer yandan bu ülkenin şiirine dair bir fikir oluşturmaya çalışıyor.

1859’da Çinhindi’nde başlayan Fransız işgalinden sonra meydana gelen gelişmeleri merkeze alarak anlatıyor Vietnam’ı Afşar Timuçin. 1927’de Hanoi’de kurulan Milliyetçi Parti Fransızların Vietnam’dan kovulmasına yönelik ayaklanmaları hızlandırır. Ardından 1930’da Hong Kong’ta kurulan Çinhindi Sosyalist Partisi direniş hareketlerini sürdürür. Antolojide şiirlerini okuyacağımız Ho Şi Minh’in 1941’de kurduğu bağımsızlık cephesi, daha esaslı bir direnişe yönelir. 1946’da devleti kuran Minh, Fransızlarla savaşır ve süreci 1954 Cenevre Konferansı’na taşır. Ülke bu konferansta Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünür. Doğal kaynaklar Kuzey’e kalırken Güney Vietnam Amerikan yardımlarıyla ayakta kalabilecek oranda kaynaksız bir ülke oldu. Bu dengesizlik 1963’te ABD’nin Güney lehine Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başlamasına kadar sürer. Kitabın hazırlandığı 1973’e gelinceye kadar (10 yıl) ABD Kuzey Vietnam’ı bombalamıştır.

Vietnam edebiyatına dair bilgiler de sunan Timuçin, bu edebiyatı “Çin diliyle”, “Çin-Vietnam diliyle” ve “Vietnam diliyle” oluşturulanlar olmak üzere üç kategoride ele alır. Bu edebiyat asıl gelişimini 1932’den sonra göstermiştir. Çünkü bu tarihte Nguyen Tuong Tam ve Nhat-Linh öncülüğünde Tu-Luc Van-Doan edebiyat grubu kurulmuştur. Amaçı ulusal bir edebiyat oluşturmak olan bu grup başarılı olur. Bu çerçevede Vietnam şiiri de “kanıyla, canıyla direnmiş insanların şiiri” olmuştur: “Vietnam şairleri direnişi uzaktan seyretmiş kişiler değiller. Onlar direnişin şöylece kıyısından tutmuş gösterişçiler hiç değiller. Hemen bütün çağdaş Vietnam şairleri, halkın içinde doğrudan doğruya direnişe katılmış, onlarla duygulanmış onlarla umutlanmış kişilerdir. (…) Vietnam şiirinde, (…) süslemeciliğin izleri yoktur. Bu şiir yalın şiirdir, duru, bildik, anlaşılır, anlam dolu şiirdir.” (s. 15)

Antolojideki teorik bilgi “Vietnam ve Şiiri” başlığıyla sınırlı değil. Usta iki derleyici, sonlardaki birkaçı hariç, kitaba şiirini aldıkları şairlerle ilgili ayrıntılı biyografiler hazırlamışlar. Böylece, giriş metnindeki malumat daha bir pekişmiş oluyor. Ayrıca şiirlerinden örnekler okuduğumuz şairleri daha iyi tanımış oluyoruz.

Şimdi antolojinin ilk şairi de olan kurucu devlet başkanı Ho Şi Minh’ten başlayarak ayrıntılara girelim: Minh, daha lisedeyken “Vietnam’ı kurtarmak isteyen aydınlar hareketine” katılır. “Denizaşırı Ülkelerin Emekçileri” adlı örgüte üye olur. “Vietnam Devrimci Gençlik Örgütü”nü kurar. Fransız polisi peşine takılır. Çin’de faşizme karşı bir isyanı yönetirken tutuklanıp hapse atılır. İkinci Dünya Savaşında Japonlara ve sömürgeciliğe karşı koymak için “Vietnam Ulusal Cephesi”ni kurar. Ulusal ayaklanmayı yönetir ve Vietnam Demokratik Cumhuriyeti hükümetini kurarak devlet başkanı seçilir. Fransa ve Amerika’yla onurlu masa başı mücadeleler yapar. Hapishanede kaldığı dönemde şiirler yazan Ho Şi Minh, bunları Mahpushane Şiirleri adıyla kitaplaştırır. İşte bunlardan birisi, “Birinci Sayfa”: “Hiç tutkun değildim şiire,/ama içerde daha iyi bir iş yoktu yapacak./Nasıl geçirecektim o uzun günleri./kafamı nasıl dinleyecektim.//Oturdum şiirler söyledim,/özgürlüğü düşüne bekleye.” (s. 22) Şu da “Tukvin Caddesinde Tutuklandım” şiiri: “Bir gün Tukvin caddesinde benim/bir belâ geldi başıma, ama ne belâ/Sanki yolumdan alıkonacak ne vardı?//Alnı açı, namuslu bir adamdım,/casus dediler, boyladık zindanı.” (s. 24) “Siyang Mahpushanesinde Bir Bebek” adlı şiirinde ise şöyle diyor: “Duysun duymayan:/Benim babam asker kaçağı,/dedi, insanlara kurşun atmam!//Ben de altı aylık bir bebeğim, hapiste;/aldılar zindana kodular anamı,//Duysun duymayan!” (s. 37)

Mizahi şiirleriyle tanınan, asıl adı Ho Trong Hieu olan Tu Mo, şiirle birlikte tiyatro metinleri de yazar. Direniş Şiirleri ve Savaşçı Kalem gibi kitapların şairi. Bu adlandırmalardan da belli olacağı üzere, Vietnam direniş ve devrimine hayli katkıları olmuştur. Realist çizgileri şiiri üzerinden görelim. “Aylıkları Yükseltmek Gerek”ten: “Sanırlar ki işçilerin/parası var bi dolu,/gelir melir, kazanç mazanç,/işler yürür tıkır mıkır./Bu adamlar aç ve çıplak,/dilenciden gel de ayır!// (…) Çoluk çocuk bir göz oda./Göbeğinde yoksulluğun./hükümet görür bunu,/arttıracak, sağ olsun,/aylıkları maylıkları./Yaşadılar bizimkiler!//( …) Arttırdılar yoksulluğu,/giderleri, vergileri,/fiyatları arttırdılar,/Alacağını alsın halk:/Ne güne temiz hava,/ne güne kuru ekmek!// …” (s. 44-45)

Şair ve savaşçı kadın.” şeklinde tanıtılan Van Dai’nin şiirleri de direnişle birlikte anılır. “Rastlayış” adlı şiirinde bunu görmek mümkün: “Yorgunluklar anımsanır, direnişin ilk günlerinden./Yurt çağrısına uyup yola düşmeler anımsanır,/bir araya gelir miyiz diye düşünmeden bir gün evcek,/İlk günleri anımsanır direnişin,/hiç kimsenin ne gün döneceğini bilmediği” (s. 48) “Kırda İlkyaz” şiirinde ise emekçi bir tarım işçisinin gündelik dünyası yansır: “Köye dönerim, pirinç torbası sırtımda./Yeşeren mısır tarlalarından geçiyor/mis gibi yol. Kayısı ağaçları bembeyaz./İskelenin yanında patlıcanlar mosmor./Işıldayan samanlar ince siste sapsarı./…” (s. 50)

Şöhretini devrimden önce elde eden Hang Phuong’un Ürün adlı kitabı dikkatleri üzerine çekmiştir. “Kırmızı Paraşüt Parçası” şiirinde Vietnam’ın acılı tarihinden izler taşır: “Hong Ha’cığım, kızım benim/tuttun gittin köy yolunu/güneş altında eve doğru./Bir tütersin ki burnumda,/görürüm seni hep dans ederken,/hep fır dönerken görürüm seni,/nenene dikmiş duurken görürüm/o iri gözlerini./Çok uzağa gitti baban,/hizmet etmeye halkına,/üç aylık kadardın sen o zaman./(…) Ayrı kodu birbirimizden düşman bizi/Kurabiye yolluyorum burdan sana,/bir paket de şekerleme./Sevindin mi, güzel kızım?/Paraşüt parçaları bir de,/işte kırmızı kırmızı,/Amerikalılardan./Düşürdük uçağı,/evine giderken bir er/bıraktı bunları bize./ (…)” (s. 54-55)

Şiirlerini gizli basılan yayın organlarında yayımlayabilen, düşünce ve siyasi aktivitelerinden ötürü tutuklanan Le Duc Tho (Asıl adı Phan Khai); sömürgecilerin hapishanelerinde yatan, sürgün cezalarına maruz kalan Xuan Thuy; şiirlerinde özgürlük mücadelelerini ve halkın heyecanlarını dile getiren Xuan Dieu; sömürgecilere karşı gizli örgütsel çalışmalar yapan Huy Can; tutuklamalara maruz kalan, sürgünden sürgüne giden, ülkesinden kaçan, başını getirene para ödülleri verilecek olan, kuşağının en büyük şairi unvanını taşıyan To Huu; ve diğerleri: The Lu, Luu Trong Lu, Nguyen Van Troi, Che Lan Vien,  Te Hanh, Thanh Hai, Tuu Bon, Le Tan Loi, Le Van Thao, Ngoc Son

1973 öncesi Vietnam şiiri örneklerinin bulunduğu Vietnam Şiiri antolojisini okurken şunu gördüm: Şairlerin ve halkların hayatları nasıl da örtüşüyor Türkiye ile! Şairler, kadınlar, erkekler, çocuklar, bebekler… Her birerinin mazlumiyetleri, yoksullukları, tutuklanmaları, hapishanelere tıkılmaları, sürgünlere gönderilmeleri…

Fakat iki ülke arasında bir fark var: Vietnam’da bunlar sömürgeci işgalciler tarafından uygulanıyor…

14 Şubat 2025 Cuma

ERDİNÇ OZAN YAZDI: "CEVAT AKKANAT"

Hakkımda yazılan ilk yazı. Erdinç OZAN, 1980'lerde Trabzon Karadeniz Gazetesinde, Kültür Sanat Edebiyat sayfasını hazırlıyordu. Orada "Genç Sanatçılar" başlığı altında sanat hayatının başında olup da belli bir performans gösteren gençlerle ilgili incelemeler kaleme alıyordu. Serinin 7. sanatçısı olarak beni yazmıştı Erdinç Ozan. Kuşkusuz bu yazı 20 yaşında genç bir şair olarak bana büyük güç verdi. Yüreklendirdi. Gelecekle ilgili tasarılarımı daha bir nitelikli kurgulamamı sağladı. Bundandır ki on yıllarca korudum, sakladım.

Zaman içinde elimdeki işbu nüshaya kimi fiziki müdahaleler yapmış gibi görünsem de yazının orijinali matbu olarak kayıtlarda yer alıyor. Şimdi ise bu platformda:

CEVAT AKKANAT

Karesi Kanatlısı takma adıyla da şiirler yazan Cevat Akkanat 1964 yılında Balıkesir'e bağlı Dursunbey ilçesi Işıklar köyünde doğdu. İlk öğrenimini köyünde, orta öğrenimini Bandırma ve Balıkesir'deki çeşitli okullarda okudu. Balıkesir Ticaret Lisesini bitirdikten sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okumaya başladı. Halen aynı okulda öğrenimini sürdürmeye çalışmaktadır. Sanatsal çalışmalarında toplumcu gerçekçi estetiği kendisi için ir araç olarak seçtiğini bildiren Akkanat, şiir, eleştiri, anlatı türlerinde ürünler vermektedir. İzmir'de çıkan ve yayın yaşamı üç sayı süren "Bireşim" adlı derginin sorumluları arasında bulunan genç arkadaşımız şimdiye değin, Somut, Cumhuriyet gibi gazetelerde, Oluşum, Yamaç, Bireşim, Karadeniz, amatör Sanat, Yeni Çağrı gibi dergilerde çalışmalarını okuyucuya iletebilmiştir. Akkanat'ın son çalışmaları arasında bir roman denemesi ve İkinci Abdülhamit'in diktacı tutumunu yergileriyle ele alan şair Eşref'in şiirlerini yeni bir biçimle söyleme çalışmaları da bulunmaktadır.

Akkanat'ın çalışmalarında toplumcu gerçekçilik ağırlık taşıyor. Kendisi de toplumcu gerçekçilikten yola çıktığını açıkça belirtiyor ozanımız. Belli oranda simgesel anlatımı tercih ediyor. Şiirlerinde estetik bir doku göze çarpıyor. Sanatçının Yeni Çağrı'da "Bütün Canlar Affedilmiştir" adlı güzel bir şiirini okudum. Akkanat, bu şiirinde sermayenin egemenliğini, dargelirlinin (Deyim yerindeyse, ortadirekin) yıkılmışlığını sermaye karşısındaki acımsı halini çarpıcı biçimde, simgesel yaklaşımlarla anlatıyor.

    Saman duvarlar arasında     çelik bileklerle iç içe     yıkıntı bir yerde     -Can pazarı     -Canlar satılık...

Bütün bir ülkedir yıkıntı bir yer denilen. Bu yerin fabrikalarnı, bürolarıdır canpazarı. Sermaye satınalmıştır bükülmez çelik bileğiyle bu yerlerde çalışanı. Canlar satılıktır. Bir dilim ekmek için emeğini ortaya koymuştur canlar. Para, sermaye kavramlarını açıkca kullanmaz ozan. "Çelik bilekler" demeyi uygun görür.

    Yıkılsın saman duvarı     çelikbilek kırılsın     yıkıntı yakılsın     -Emir demiri keser-     Canlara can salınsın...

diyecektir ozan. Ve şiirin sonunda kendisi de şiire girecek, canları satın alacak holdingin alnını karışlayıp bütün canları bağışlayacaktır.

    Hakamlerim dağları deler benim     Bütün canlar affedilmiştir...     Satın alacak holdingin alnını karışlarım     Bütün canlar affedilmiştir...

Akkanat'a ozan olarak geniş ufuklar sağlayacak bir şiirdir bu. Ferek öz gerekse biçim ve estetik açısından kusursuz sayılabilecek bir şiir. 'Hükümlerim dağları deler benim' mısrasındaki 'benim' sözcüğünü gereksiz gördüm yalnızca. Ozan bu şiiri kullanmayabilirdi de.

Cevat Akkanat kendi özgünlüğüyle şiirinin dokusunu örebiliyor, simgesel anlatımı başarabiliyor.

    Şu gönlüm var ya şu gönlüm     çarşaf gökyüzlerini saymaz     örülmüş ölümlerimizi taşımaz     şu gönlüm var ya şu gönlüm     suluboya kargalar çaldı onu                     (Yol Türküleri adlı şiirden)

Akkanat, günümüz Türk şiirini yakından izliiyor ve inceliyor. Çalışmaları hakkında yaptığım araştırma bu kanıya varmama neden oldu. Sanırım Enver Gökçe'den hayli etkilenmiş. Senlerle adlı şiirinde bunun izlerine rastlıyoruz.

    SENLERLE

    Yaldızlanan     Yaşamımız     Dölümüze

    Dölümüz         Kıvamında dövülen     Demir     Utkulara

    Bağıl bağıl     Çoğul çoğul

    Direnç

    Direnç     Gitmek     Yarına     Senlerle

    Senlerle.

Akkanat'ın dili kullanma konusunda fazlaca eksiğine rastlamadım. Ancak, kendisine şunları söylemeden yazıyı bitirmek istemiyorum. Ozan kullandığı dili simgesel ölçüde iyi hem de çok iyi bilmek zorundadır. Ana diline sıfatlarıyla, zamirleriyle, eylemleriyle egemen olamayan kişinin iyi şiir yazamayacağı ortadadır. Öyleyse şiiri başarmanın bir yolu da dilbilimci olmaktan geçer. Diplomalı dililimci olmaktan sözetmiyorum elbet. Simgesel anlatımı başarabilmek için anadili araştırmak gerektiğini kastediyorum. Tüm özellikleriyle sile sahip olmak eğer dilbilimci olmayı gerektiriyorsa öyle olmak gerek. Dile egemen olmanın ardından anlatım gelir. anlatımsa kişisel özellik taşır. Yani her sanatçının anlatımı başkadır. Bir sanatçının anlatımı bir başkasını çağrıştırıyorsa başarısızlık söz konusu olur. Sanatçı anlatımını kişiselleştirdiğindeyse şiirinde belli bir biçim ortaya çıkar.

Akkanat'ın izlediğim çalışmalarında özgünlüğünü kurma yolunda olduğunu gördüm. Yeter ki yolun yarısında pes etmesin. Çalışmalarını sıklaştırır, yılmadan uğraş verirse özgün bir sanatçı olarak Türk şiirinde adı geçecektir.



7 Şubat 2025 Cuma

İTTİHAT VE TERAKKİ'DEN MUHAFAZAKAR "İSTİSNA HALİ"NİN "AYDINLIK" ÇAĞINA BİR İZDÜŞÜM ROMANI: MUSTAFA KAYLI'NIN FEYLESOF'U

Mustafa Kaylı, Edım-Final (Na Yay., İzmir, 2022)'den sonra ikinci romanı olan Feylesof (Sakin Kitap, İzmir, 2024)'u da yayımladı. "Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın Trajedisi" alt başlığı eserin biyografik bir roman olduğuna yönelik ilk delil. Fakat eser salt Rıza Tevfik'in kişisel biyografisine yönelmiyor, onunla birlikte bir dönemin sosyolojik süreçlerini de kapsam alanına alıyor. 

376 sayfalık bir toplamdan oluşuyor Feylesof. İlk dört sayfası yazarın biyografisi ve kitaba ait künye bilgilerine, son sayfası ise romanın yazılışı sürecinde "İstifade Edilen Kaynaklar"a ayrılmış. Bu son sayfada Bölükbaşı ve dönemini yansıtma özelliği gösteren on iki esere ait bibliyografya bilgileri yer almaktadır.

13x19 mm'lik ebatları olan romanın ön kapağında üç rengin baskınlığı söz konusu. Kitabın orta alanındaki dairesel sarı renk bölge üzerine Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın bir görseli yerleştirilmiş. Bu kompozisyon Feylesof'un biyogrik bir roman oluşunu gayet başarılı bir şekilde yansıtıyor. Bu arada romanın sırtı ve arka kapağı da ön kapak alt bölümdeki kırmızı rengin devamı niteliğinde tasarlanmıştır.

Şair ve Sosyoloji

Rıza Tevfik'in birisi bireysel diğeri sosyolojik birbirine koşut iki biyografiyi yüklendiğini belirtmiştik. Gelin bu tespitimizi romanın olay halkaları üzerinden sabitleyelim:

1. Eser, genç tıbbiyeli Rıza Tevfik'in bir cuma akşamı Sirkeci'de, "İstavri'nin Kahvehanesi"nde verdiği konferansla başlar. "Müstebit padişah" İkinci Abdulhamid'in Osmanlı-Rus savaşı sonrası meclisi süresiz olarak tatil ettiği bir dönemde gerçekleşen bu konferansta Feylesof "En mükemmel hükümet şekli hangisidir?" sorusu üzerinde durmaktadır. "İstavri'nin Kahvehanesi"ndeki dinleyiciler arasında Abdullah Cevdet, İshak Sükûti, Hüseyinzâde Bahaddin Şakir, Dr. Nazım gibi dönemin önde gelen isimlerinin yanı sıra, Ziya Faik adlı bir hafiye de vardır. 

2. Bir sonraki halkada "kraldan daha fazla kralcı" olan bu Ziya Faik'in, Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa tarafından, yanına jandarma ve polis ekibi de verilerek Rıza Tevfik'i  gözaltına almaya memur edildiğini görürüz. Davet edilse kendiliğinden gidebilecek olan Feylesof'un ikametine ekip gönderilmesi manidardır. Geceyi nezarethanede bir şiltenin üzerinde halisünasyonlu bir uykuyla geçiren Rıza Tevfik, ikinci gün de hangi gerekçeyle gözaltına alındığını bilmeden ve fakat sorgulanarak nezarethane misafiri olur. Nihayet üçüncü gün Zaptiye Nazırı'nca "sosyalist, yani iştirâk-i emvâl tarafarı ve materyalist yani felâsife-i maddiyûndan" olduğundan "hatta Darwin taraftar"lığından sorgulanır. Görülür ki, "Suç ve suçlu ihdas etmekte mahir olan" dönemin güvenlik birimleri ve muhbirler, Rıza Tevfik'i birbiriyle çelişen hususlarla zanlı haline getirmişlerdir. 

Nezarethanede geçen günlerin birinde, Rıza Tevfik'in kitaplarından bir kısmı da "muzır" bulunarak tevkif edilip alıkonur. Bu olayın anlatıldığı bölümden bir alıntı yapalım: "... Dikkat buyurunuz. Son sayfadaki resmi gördünüz mü? Mithat Paşa'nın bir karikatürü deyince adamlar birden telaşlandılar.
- Aman aman bırak o bizde kalsın.
Aslında Rıza Tevfik Bey bu hareketiyle sadakatini göstermek istemişti. Bir zamanların kudretli sadrazamı, şimdi bir vebalı gibiydi. Bir andna nasıl da suç unsuru oluvermişti. Siyaset böyledir işte. İstediğini istediği şekilde niteler." (s. 23) 

Bu olay halkası, Nâzım Paşa'nın Rıza Tevfik'e devlet görevi (!) teklif etmesi ve onun bu teklifi reddetmesiyle sona erer. Fakat Nâzım Paşa'nın gayretleriyle, adının "dinsiz" anlamında "Feylesof"a çıkmasına mani olamaz. 

3. Kendisine yapılanı içine sindiremeyen Rıza Tevfik, hakkında jurnal veren şahsı bulup öfkeyle intikamını aldıktan sonra suçlu olarak hapse düşer. Ve fakat orada da rahat durmaz, mahkumları örgütler, isyan çıkarır. Bu arada okuldan kaydı silinir. Araya giren baba dostları sayesinde Tıbbiye'den mezun olur. Ancak "tehlikeli" koduyla doktorluk yapabilecektir. Fakat o içinde bulunduğu durumdan memnun değildir. Bundan kurtulmanın yolu Jön Türklere katılmak amacıyla yurtdışına kaçmaktan geçmektedir. Teşebbüse geçer fakat hakkında verilen bir jurnalden ötürü yakayı ele verir. 

4. Karantina Dairesi'nde çalışırken Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye Azalığı üyeliğine seçilen Rıza Tevfik, buradaki bir toplantı sırasında kendisine, çoktandır haber alamadığı kardeşi Mülazım Ahmet Nazif'in gönderdiği bir pusula ulaştırılır. Kardeşi, başına gelen bir beladan bahsetmekte, suç işlemediği halde kelepçelenerek "kırk üç günden beri dar bir hücrede" hapsedilmekte olduğunu yazmış, bazı taleplerde bulunmuştur. Kardeşinin tutuklu bulunduğu Bekirağa bölüğüne giden Rıza Tevfik kardeşiyle görüştürülmez. Dahası, bir gün sonra ölüm haberi gelmiştir. Kendisine yapılanlara dayanamayan intihar etmiştir. Bu arada Saray, o günkü gazetelere bir af haberi vermiş, affedilenler listesine dünyasını değiştiren Mülazım Ahmet Nazif'in adını da eklemiştir. "Zalim idarenin" işlediği zulümler bununla da kalmamış, cenazeyi "bir hayvan laşesi gibi" gelişigüzel bir çukura gömmüş, mezkur ölümü "saltanatın selameti için gizli tut"muştur. Olaydan haberdar olanlar ise başlarına bir iş gelmemesi için susmayı tercih etmiştir. Konuyla ilgili bir başka ayrıntı ise, Mülazım Ahmet Nazif'in, devlete çöreklenmiş sivil ve askeri mafyatik yapılanmaların kurbanı olduğudur. Anlatıcı bu hususla ilgili şu tespitleri dile getirir: "Bir müstebit sultan vardı. Atadğı, kolladığı adamlar ehliyetli, keyfiyetli düzgün insanlar değillerdi. Çıkarları için her şeyi göze alan bu asalak, yalaka, mendnebur tipler her tarafı kaplamıştı. (...) Mahalle bekçisinden tutunuz da tekke şeyhlerinden hocalardan her sınıftan, her tabakadan seçilmiş insanlardı bunlar. İslam miletine mensup insanlar. Bu, aslında yaşanılan ciddi bir çürümeye işaret ediyordu." (s. 43-44)

5. 1907 sonlarında Rıza Tevfik, Cağaloğlu'ndaki yemekli bir toplantıda, o zaman henüz gizli olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılma daveti alır. Uzun düşünceler sonucu üyeliği kabul eder, çünkü Osmanlı'yı bu cemiyetin "nitelikli, idealist" insanları kurtaracaktır. Üstelik cemiyet her tarafta örgütlenmiştir ve padişah "artık istediği gibi at koşturamayacak"tır. Toplantı ve sonrası müzakerelerde Sultan Abdulhamid'in sağlığı, çevresi ve kimi fiilleri konuşulur. Sözgelimi şu hüküm Rıza Tevfik'indir: "Benim kanaatim Sultan Abdulhamid amansız ve müthiş bir hastalığın pençesinde esirdir. Bunun Fransızca ismi 'Folie de persecution'dur. 'Persecution' diye vaktiyle 'İnquisition Cemiyeti'nin din nâmına bazı masum adamlara yaptıkları işkencelere derler." (s. 46)

6. "Sokak suikastleri" ve "nümayişler"in yoğun yaşandığı, yazar ve gazetecilerin siyaset şovelyesi kesildiği bir süreçte Kumkapı'daki "Yakumi'nin Kahvehanesi"nin müdavimleri (Kalenderi, Topal Çavuş, Ali, Oltucu, Fikri, İhsan Baba, Murgi) Rıza Tevfik'in fiil ve düşüncelerini, memleketin halini ve dini telakkileri konuşurlar. Bu halkadan iki alıntı; mistifikasyonlarıyla malum İhsan Baba'nın ağzından: "- Evlat... İman işi akıl işi değildir. Akıl ile yola çıkarsan akıl seni delalete düşürür. Doğru yolu, hakikati bulamazsın. İblis de akıl yürüttü, bak helakine sebep oldu." (s. 60) "Feylesof o gâvurların kitaplarını okuyup zehirleniyor bence. Her soruyu, her müşkili dinimiz cevaplıyor." (s. 63)

7. Yakumi'nin Kahvesi'nde geçen bir başka halkada müdavimler (Hatip Bey, Fenni Hoca, Ali, Fikri, Murgi, Topal Çavuş, Kalenderi) memlekette yaşanan kölelik, işsizlik, sanayi, eğitim, siyaset, hukuk... ve nihayet kavmiyet konuları üzerinde konuşurlar. Söz kavmiyete gelince "Turan" efsanesi üzerinde yoğunlaşılır. Hatip Bey bu konuda şunları söyler: "- Fenni Hoca'm, geçen de konuşmuştuk... Şu Turan meselesi. Turan, realitede değil efsanede mevcut bir ülkedir. Turan; Fidevsi'nin İran mitolojisini dile getiren Şehname'sinde mevcuttur. Orta Asya'ya sefeer eden İran halkı manasına kullanılmıştır. Gökalp, bu efsanevi tabiri alıp Türk halkı için uyarlamış." (s. 70) 

8. Yaptığı okumalar ile "Muallim-i Evvel" unvanıyla anılan Rabi Bey'in, Divan edebiyatı meftunu Saim Bey ile Qalhûri'nin kahvehanesinde buluşup halkın Sultan Hamid karşısındaki çelişkili durumu, İttihatçı zabitlerden Binbaşı Şahin isminde birinin Padişah'a yönelik galeyan oluşturma girişimi, Kör Ali adlı bir müezzinin nümayiş oluşturması gibi güncel gelişmeleri ve özellikle bazı ediplerle birlikte Rıza Tevfik'in, Osmanlıcılıktan vazgeçip Türklük fikrini ön planda tutmaya başlayan İttihat ve Terakki'ye üye olması, dahası mason olup olmadığı muhavere edilir. Bu arada İttihatçıların kendilerini "en vatanperver görüyor" olmaları, "diğerlerini hain, bölücü, beyinsiz, mürteci falan-filan" şeklinde adlandırmaları, "kendilerine muhalif olanlara acımasız davran"dıkları da dile getirilir. 

9. Darülfünun salonunda geniş bir öğrenci, hoca, edip ve halk topluluğuna konferans veren Rıza Tevfik, kendisinden beklenen "Türk milliyetçiliğine katkı" yolunda bir konuşmadan ziyade, dinleyicileri ve özellikle de salondaki İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarını şaşırtmış, onların itirazına rağmen daha kapsayıcı bir sunum yapmıştır. 

10. Yaptığı konuşmayla kavmiyetçileri hüsrana uğratan Rıza Tevfik'i sonraki günlerde Yakumi'nin Kahvesi'nde mekanın müdavimleri ve hayranlarıyla bir sohbete katılır. Burada kendisinden ilginç bir vaka anlatmasını isteyen hayranlarına, bir ramazan ayında alenen yemek yediği için zabıtaların hışmından Yahudi taklidi yaparak nasıl kurtulduğunu anlatır. 

11. Sultanahmet Meydanı'nda Meşrutiyet'in kutlandığı bir nümayişle karşılaşan Saim Bey, Rıza Tevfik'in orada at sırtında İttihat ve Terakki Cemiyeti adına güvenliği sağlayan bir "fahri zaptiye nazırı" gibi görev yaptığına tanık olur. Qalhuri'nin Kahvesinde Muallim-i Evvel Rabi Bey'le buluşan Saim Bey, meydandaki nümayişten bahseder. Rabi Bey, "Konuşan bir toplumdan zarar gelmez." şeklinde bir hükümle ele alır nümayişi. Bu arada İttihatçıların "Türklük temelinde bir ulus" ve "Hristiyanvari ritüelleri olan bir Müslümanlık" tasarladıklarını dile getirir. Ayrıca, baba tarafından Arnavut, anne tarafından Çerkes olan Rıza Tevfik'in "Türklükle" alakasına şaşırır ve ekler: "Boşuna zıplayıp. duruyor. Türkçüler kullanıp bir müddet sonra bir kenara fırlatacaklar. Türk lejyonerlerin tarih boyunca devşirmelere tavrı budur. Kullanıp kullanıp atarlar." (s. 100) Bu arada bir diğer kahraman Hatip Bey, 31 Mart Vakasını İttihat ve Terakki'nin tertip ettiğini öne sürer. Sürecin baskı ve şiddetin artacağı bir şekil alacağını belirten Hatip Bey, Ermenilere yönelik uygulanan negatif politikaları da eleştirir.

12. Süleymaniye'de, bir dergâhta Nâfi Baba'nın kurduğu muhabbet meclisinde Rıza Tevfik'in şiirleri okunur. "Ulu Serdar" okunan şiirlerde Rıza Tevfik'in söylenmesi gerekenleri söylediğini, onun ilminden istifade edilmesini, zira kendisinden el aldığını belirtir. Bu arada "Devlet ricali bu aralar çok hareketli onlardan da uzak durun. İşlerine, siyasetlerine karışmayın." (s. 113) şeklinde de dervişleri uyarır. 

13. Rıza Tevfik, Bebek sahilinde Süleyman Nazif ile karşılaşır. Birlikte geçirdikleri zaman zarfında kimi acı hatıraların (Süleyman Nazif'in Bağdat Valisi iken Yezidi Kürtlerden bir Barzan Şeyhi ve avanesini telef ettirmesi) anlatımı yanı sıra, Kâmil Paşa, Enver Paşa ve Mahmut Şevket Paşa'nın farklı yönleri üzerinde sohbet ederler. Bu arada Süleyman Nazif'in bir sorusu üzerine Rıza Tevfik "Benden uzak dursunlar." der. Bu ifadeyle Rıza Tevfik'in İttihatçılardan koptuğunu anlayabiliriz. Gelgelelim, İttihatçılar "Cemiyetlerinin hâkimiyeti için her şeyi yapmayı göze" alacak (s. 117) durumdadırlar ve hatta "Payitahtın askeri ve mülki inzibatı"nı (s. 118) ellerine geçirmişlerdir. 

14. 31 Mart Vakasının pek çok siyasi olayın patlak vermesine neden olduğu, üniversite öğrencilerinin tepkisel meydan eylemlerine katıldığı, bununla birlikte idam cezalarının ibret-i âlem için aynı meydanda infaz edildiği, Bulgar ordusunun Edirne'ye yaklaştığı, Osmanlı ordusunun dağılma aşamasına geldiği gibi hususlar, Fenni Bey ile Hatip Bey'in Yakumi'nin Kahvesi'ne giderlerken gündeme gelen konulardır. Bu arada Murgi, Fikri ve Ali gibi kahramanlar da Yakumi'nin Kahvesi'ne gelirler. Onların diyalogları ise Rıza Tevfik'in Darülfünun'daki hocalığı, İttihatçıların tetikçisi Kara Kemal tarafından tehdit edildiği, Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iyice soysuzlaştığı gibi hususlar vardır: "İttihatçılar devirdikleri müstebidi çok çabuk taklide başladılar." (s. 127)

15. Aynı günlerde Qalhuri'nin Kahvesi'nde buluşan Rabi Bey ile Saim Bey Çatalca'ya dayanan Bulgar ordusunun "Anatolia'dan, Kürdistan taraflarından" toplanan askerlerle püskürtüldüğünü, gazeteci ve yazar Hasan Fehmi Bey ile Ahmet Samim'in suikastle katledilişlerinden sonra Rıza Tevfik'in gösterdiği tepkiyi, İttihatçıların onu "bir fırsatını bulup harcayacak"larını, vb. konuşurlar. Saim Bey, Rıza Tevfik'in edebi birikimi üzerinde kanaatlerini bildirirken, "Tarihte iktidar diline iman etmiş şairler olduğu gibi muhalif şairler de var." (s. 136) hükmüyle onun muhalif duruşuna vurgu yapar. 

16. Murgi ve arkadaşı Nermi, Süleymaniye civarında Kürt hamallarla karşılaşırlar. Nermi, onlarla anadiliyle konuşur. Bu arada yaşlı bir hamal onlara bir klam okur. Klamda Bulgaristan'a karşı Çatalca'da yapılan savaşta cepheye sürülen eğitimsiz Kürt taburlarının kırılışı ve Sultan Reşad'ın savaşı kötü yönettiği hüzünle dile getirilmektedir.

17. Bekirağa Bölüğü'nde, "Fırka-i İbat" (Demokrat Fırka) mensubu Arnavut Demokrat Mustafa'ya falakayla yapılan işkence anlatımıyla başlayan olay halkasında, yakın zamanda baş tacı edilen Rıza Tevfik'in şimdilerde hain edildiği hususu anlatıcı tarafından dile getirilir. Sultan Reşad'ın tahtta olduğu yıllardır. Her rezaleti meşru hâle getirmekte mahir Şeyhulislam ile Enver Paşa el ele vermişlerdir. Yaşanan entrika ve suikastler karşısında Rıza Tevfik, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na, muhalefete geçmiştir. Bu arada Edirne'de İttihatçı çeteler tarafından dövülmüş, şikayet edecek yer bulamamıştır. Sadrazamlığa getirilen müstebit Mahmut Şevket Paşa'nın, hapiste bulunan muhalif gazetecilere şunları dediği günlerdir: "-Hepinizi sopadan geçiririm! Benim arkamda iki milyon süngü var, biliyor musunuz? Mendebur herifler!" (s. 146) Ayrıca Rumeli, Osmanlı mülkü olmaktan çıkmıştır. 

18. Mahmut Şevket Paşa'nın tehditvari söylemlerinin etkili olduğu günlerde, Murgi ve arkadaşları Beyazıt Meydanı civarında bir suikaste tanık olurlar. Suikastle öldürülen, yaklaşık beş ay sadrazamlık yapan ve hızla diktatörleşen Mahmut Şevket Paşa'dır. 

19. Murgi ve Nermi'nin Beyazıt Meydanı'nda tanık oldukları yeni infazlar... Mahmut Şevket Paşa suikastinden sorumlu tutulanlar... "Öğlen namazı sonrası cami cemaati de oradaydı. İnfazı bekliyorlardı. İdamlıklar meydanın ucundan göründü. Zabitler, elleri arkadan kelepçeli idamlıkları getirip bir bir sıraladılar." (s. 150) Bunlar, devletin önemli kademelerinden bulunan, vaktiyle vatanseverliğini ispatlamış Çerkes devşirmesi kişilerdir. "Artık Osmanlı ülkesinde korku ve endişe doludizgin. Haklı haksız asılan binlerce insan. (...) Devir değişmiş, tekli diktadan üçlü diktaya geçilmişti. Bu suikast bahane edilerek ne kadar muhalif varsa tevkif edilmiş, sürgün edilmiş, işinden atılmıştı." (s. 152) 

20. Yaşanan süreç şair ve yazarları dini ve milli duyguları harekete geçiren metinler yazmaya zorlamış, buna yanaşmayanlar ise itibarsızlaştırılmıştır. Çoğu şair ve yazar ise tâzimde bulunmanın, yangına körükle gitmenin peşine düşmüştür. Böylesi bir dönemde, genç şair Halit Fahri, ilmi ve kerametleriyle meşhur (!) Terlikçi Salih Efendi adlı şeyhin de orada bulunduğu Cağaloğlu'ndaki bir gazete yazıhanesine gider. Genç şairi Fuzuli üzerinden imtihan etmeye kalkışan Salih Efendi, bütün küstahlığını kusmuşken genç şairin imdadına Rıza Tevfik yetişir. Şeyh Efendi genç şairden sonra Rıza Tevfik'i de gözüne kestirmiştir gerçi. Fakat Feylesof onu ilmiyle perişan etmiştir. 

21. Rıza Tevfik, Türk Ocağı'nda Tevfik Fikret üzerine konferans verir. Konuşmasını coşkuyla sürdüren, bu arada programı uzatan Rıza Tevfik, dinleyiciler arasında bulunan Talat Bey tarafından Hamdullah Suphi aracılığıyla uyarılır. Feylesof bunu dikkate almaz. İttihatçılar ise sahnenin perdesini kapatarak konferansı sabote ederler. 

22. 1914'te, Birinci Cihan Harbi başlamak üzeredir. Padişahı esir alan İttihatçılar, Teşkilat-ı Mahsusa içinde de etkilidirler. Kamu kurumlarında özellikle Talat Paşa'nın eliyle yoğun bir etnik temizlik başlatılmıştır. Özellikle Rum ve Ermeni nüfusun etkisizleştirilmesi söz konusudur. Bu çerçevede tehcir planları yapılmış, Ermenilere tebliğler yapılmıştır. Hapishanelerdeki katil, psikopat mahkumlar salınmış, Teşkilat-ı Mahsusa'da vazifelendirilmiştir. Rıza Tevfik bu günlerde kenara çekilmiş vaziyettedir. Bununla birlikte olan bitenlerden şikayetçidir. Ahmet Rasim kendisini teskin etmeye çalışır: "Ah be feylesofum! Bu devir öyle bir devir oldu ki kimse kimsenin umurunda değil." (s. 169)

23. Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na katılmıştır. Enver Paşa İstanbul matbuatına, ordunun moralinin bozulmaması, milletin umutsuzluğa sevk edilmemesi için sansür koymuştur. Bu yüzden ahali pek çok şeyden habersizdir. Sözgelimi "Sarıkamış İhata Muharebesi"de olup geçmiş, orada yaşananlar söylenti bilgisi olmaktan öteye geçmemiştir. Bu arada cepheden gelen bir asker, İstavri'nin Kahvesi'nde Sarıkamış'ı anlatır. Nermi'ye göre askerin anlattıkları taraflıdır, hakikatleri söyleyememekte, resmi söylemin dışına çıkamamaktadır. 

24. Savaş halinin bahane edilmesiyle diktatörlüğe dönüşen Osmanlı iktidarı, 1915 Haziran'ında bir gece vakti Rahip Boğosyan'ın evine polis göndererek baskın yapar. İktidara gelmeden önce verdiği bütün sözlerin tam tersini yapan ve bir zulüm örgütüne dönüşen İttihat ve Terakki'nin özellikle Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde, Kürt, Arap, Çerkes, Gürcü çetelerini de kullanarak korkutma, kaçırtma yahut öldürme faaliyetleri yapıyor, onları göç etmeye zorlamaktadır. Bu realite ortadayken Rahip Boğosyan başına gelen durumdan doğal olarak korkmuştur. Karakola vardığında durum netleşir: Bağımsız Ermenistan kurmak fikriyle suikast planlayan bir grup genç yakalanmış, yargılanmış ve idama mahkûm olmuşlardır. Rahibin infaz sırasında hazır olması gerekmiştir. İdamlıklardan Şebinkarahisarlı Karnik'in infaz öncesi tepki cümleleri ilginçtir: "- Ey katiller! İstediğiniz  otuz altın rüşveti verseydim beni serbest bırakacaktınız değil mi? Adaletiniz batsın! Alçaklar!" (s. 187) Yirmi kişinin idamı gerçekleştirilir. Fotoğraflanıp gazetelere servis edilir. 

25. İdam edilenlerin halini gören Muallim-i Evvel Rabi Bey de normal her insan gibi etki altında kalır. "Devlet güçleri ve oluşturdukları paramiliter ekipler"in (s. 190) pervasızlıklarının hadsiz olduğu fikrindedir. Yapılan soruşturmalar siyasi bir nitelikte ve özellikle Ermeni vatandaşımız olan aydın ve tüccarların hayatlarına yöneliktir. 

26. Osmanlının savaşa girmesiyle "örfi idare başlamış, menfi haberler yayanlar, konuşanlar, hâsılı hükümete muhalif herkes hainleştiril"miştir. (s. 196-197) Bu sosyolojik vasatta Küllük Kahvesi'nde Çanakkale gazisi bir subay olan Bekir Bey'in bir konferansı vardır. "Başkomutanımız", "ulu sultanımız", "Enver Paşa'mız" gibi söylemlerin yer aldığı konuşma, kuşkusuz resmi bir ağzı temsil etmektedir. 

27. İktidar entelektüel kesime de el atmıştır. Enver Paşa verdiği bir talimatla, ücreti mukabili olarak, "şair ve ediplerimizden savaşımızı övücü, milli ve manevi hislere dokunan, askerlerimizi yüreklendirecek şiirler, yazılar yazmalarını istemiş"tir. (s. 205-206) Rıza Tevfik ise "ısmarlama şiir yazamam" diyerek bu sürece dahil olmayacağını belirtmiştir. 

28. Gençlere konferans sözü veren Rıza Tevfik, Yakumi'nin Kahvehanesi'nde vaadini gerçekleştirmektedir. "İttihat ve Terakki'ye girişimiz tamamen vatanperver duygular iledir arkadaşlar. Lakin tenkid ettiğimiz istibdadın, hafiye düzeninin aynısını biz kurarsak, siyasi cinayet üstüne siyasi cinayet işlersek bu olmaz. Bu yüzden eleştirdim ve tavır aldım." (s. 208) diyen Feylesof, savaşa girilmesine karşı durduğunu belirtir. Enver Paşa'nın "Sipariş şiir" talebine yönelik bir soru üzerine ise, hamasi nutuklarla gerçeklerin üstünün örtülemeyeceğini söyler. Konferans şiir okumaları ve edebi sohbetle devam eder...

29. Balkan Savaşı'ndan sonra Birinci Cihan Harbini de mağlubiyetle tamamlayan İttihat ve Terakki liderlerinin geride işgal edilmiş bir ülke bırakıp ortalıktan kayboldukları günlerdir. Rıza Tevfik arkadaşı kebapçı Kâmil Efendi'nin Nuruosmaniye'deki dükkânına uğrar. Söz dönüp dolaşıp siyasete gelir. Zira bir türlü hükümet kurulamamaktadır, çünkü İttihat ve Terakki'nin geride kalan müntesip ve çeteleri kendisine bakanlık teklifi götürülenleri tehdit etmektedir. Bu arada Sultan Vahdettin'in Rıza Tevfik'i görüşmek talebinde bulunduğunu ve kendisine Maarif Nezareti görevini tevdi ettiğini belirtir. Feylesof, Sultan'ın ricasını geri çevirmemiştir. 

30. Rıza Tevfik'in Maarif Nazırlığı kısa sürmüş, bu sırada mahiyetindeki memurlara ideolojik gerekçelerle dokunmamış, eski sahiplerine verilen Darüleytam binalarının yerine yenilerinin ihdas edilmesine gayret etmiş, hükümet üyelerinden, partisinden ve sadrazamdan gelen baskılara katlanamayarak kabineden çekilmiştir. Tekrar tabibliğe dönmek arzusundadır. Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde dostlarından Ali İlmi Fani Bey bir araya gelir, onun meraklı talepleri üzerine nazırlığı sırasında çektiği kimi sıkıntıları anlatır. Ayrıca yakından tanıma fırsatı bulduğu Damat Ferit Paşa ve Mustafa Kemal ile ilgili fikirlerini beyan eder.

31. Murgi ve arkadaşları Yakumi'nin Kahvehanesi'nde Rıza Tevfik'in son şiirlerini okuyup konuşmak amacıyla toplananırlar. Şiirler okunur, Rıza Tevfik'in edebi ve siyasi tutumları, idareciler, halk, milliyetçilik vb konular konuşulur. 

32. Damat Ferit Paşa'nın kurduğu kabinelere girmekten hep imtina eden Feylesof, İttihat ve Terakki'nin devletteki etkinliğinin azalması hususuna odaklanmıştır. Bu arada Mustafa Kemal, Şam'dan İstanbul'a gelmiştir. Rıza Tevfik, arkadaşı Pehlivan Kadri Bey ile Hürriyet ve İtilaf Merkezi Umumisi'nin merkezine giderler. Amacı İttihatçılar ve Mustafa Kemal üzerine görüşlerini paylaşmaktır. Konuşmasında onun askeri başarılarından bahseder ve "İttihatçılar tarafından adeta kenarda tutul"duğu (s. 242) iddiasında bulunur. Ayrıca bazı zabitlerin Mustafa Kemal'in etrafında toplandığı duyumlarından söz eder. Bilahare onun Harbiye Nezareti'ne getirilmesini teklif eder. Bu düşünce Mustafa Kemal'e iletilir. O da kabul edeceği haberini gönderir. Fakat Hürriyet ve İtilaf Fırkası ileri gelenleri Feylesof'un yanıldığını, Mustafa Kemal Paşa'nın da bir İttihatçı olduğu kanaatindedir. Harbiye Nezareti'ne Gürcü Şakiri Paşa getirilmiştir. Mustafa Kemal ise İngilizlerin tavsiyesi ile Damat Ferit Paşa'ya ve onun vasıtasıyla da padişaha takdim edilmiş. Kendisi "Anatolia müfettişliği"ne padişahın sırtını sıvazlaması ve "Allah muvaffak etsin!" (s. 248) duasıyla gönderilmiştir. 

33. Damat Ferit Paşa "Yakında Sevres Muahedesini imzalamaya gideceğiz. (...) Rica ederim hazır bulununuz." (s. 246) diye söylediğinde Rıza Tevfik "fena halde sıkılır." Aleyhinde olduğu bir savaşın akıbetinden hükümeti temsilen ve lisan bildiği için sorumlu olacaktır. Bu arada kabinede Mustafa Kemal Paşa ile ilgili tartışmalar başlamış, Rıza Tevfik fikirlerini "Sadrazam Hazretleri" ile paylaşmıştır: "... size şimdiden arz ediyorum ki Mustafa Kemal gider gitmez sizin emrinizi istihfaf ile tenkit ve reddeyleyecek ve kendni başına istediği gibi ve anladığı gibi hareket edecektir. (...) Ve sırası gelince de ilan-ı isyan edecektir." (s. 248) Damat Ferit, vaktiyle kendisinin Mustafa Kemal'i takdim ettiğini hatırlatınca, Feylesof amacının İstanbul'u İttihatçılardan temizletmek olduğunu belirtir. Bu arada konuyla ilgili olarak vekiller arasında gerginlik çıkar. İtilaf Güçlerinin Anadolu'yu işgale hazırlandıkları günlerde Mustafa Kemal'in gönderdiği tezkire mecliste okunur: "Müfettiş Paşa'nın lisanı gayet hürmetsiz ve aşağılayıcı idi. Kâtip bu tezkireyi okur okumaz herkes Damat Ferid Paşanın yüzüne bakmaya başladı. İttihatçı azalar manidar bir şekilde gülümsüyorlardı." (s. 250)

34. İtilaf güçlerinin İstanbul'a yerleşmesini takiben şehrin okumuş ve zengin kesimleri evlerini çay davetleri vermek için ecnebilere açmıştır. Bunda amaç istihbarat toplamaktır. Rıza Tevfik'in Amerikan Kız Kolejinde Türkçe dersi verdiği günlerdir. Yolu söz konusu evlerin birisine düşer. Evde Fransız zabitlerin olduğunu öğrenince, ev sahibine kendisini ismiyle tanıtmamasını rica eder. Ortamı dinlemekle yetinir. 

35. Sevres Antlaşması zorlu bir müzakere ile imzalanmış, Osmanlı heyeti İstanbul'a dönmüştür. Heyet üç kişilik olduğu halde, Rıza Tevfik hakkında farklı dedikodular üretilir. Böylesi zorlu bir dönemde bir gazetenin mülakat teklifi imdadına yetişir. Zira Sevres sürecini halka anlatma imkânı bulacak, istismarcı İttihatçıları böylece bertaraf edecektir. Mülakatta Sevres öncesi hazırlıkları, heyetin teşkilini, muhatap tarafın kimlerden oluştuğunu, müzakerelerde hangi tepkilerle karşılaştıklarını, sonraki süreçte yaşananları, özellikle Paris'e gelen saray erkanını tutumlarını, kendisine yönelik olarak yapılan iftiraları detaylarıyla anlatır. Ayrıca o günlerde yaşanan Yunan işgali, gelecekten umutlu olup olmadığı gibi konularda sorulan soruları yanıtlar. Dile getirdiği en önemli konulardan birisi de Sivas Kongresini tertip eden Mustafa Kemal'e karşı Damat Ferit Paşa'nın yapmayı planladığı askeri müdahaleyi nasıl engellediği ile ilgili ayrıntılardır. 

36. Padişah'ın daveti üzere onunla görüşmeye gitmekte olan Rıza Tevfik, Beşiktaş tramvay istasyonunda ilginç bir olayla karşılaşır. Tramvayın kadınlara ayrılan kısmına oturmak isteyen iki Fransız zabit kimliği bilinmeyen kişiler tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. İngilizlerin yerli halka yönelik takındığı olumsuz tavırlar da can sıkıcıdır. Sokakta yaşanan bu sancılar, provoke edilebilecek niteliktedir. Özellikle İttihatçıların din ve namus gibi kavramları kolaylıkla kullanabildiği, dolayısıyla sıkıntıların daha da artmasına neden oldukları görülmüştür. Bunları bertaraf etmenin yolu, yerli bir hükümetin kurulmasıdır. Bu konuda Padişah, Rıza Tevfik'ten General Harrington'a bir çay ziyafeti vermesini, onun yerli hükümet konusundaki görüşlerini öğrenmesini talep eder. Rıza Tevfik gereğini yapar. Bu arada İngilizler arasında Mustafa Kemal'in İstanbul'a geleceği, padişahı, hilafeti tasfiye edeceği söylentileri yayılır. Rıza Tevfik bu söylentilerin psikolojik savaş icabı çıkarıldığı kanaatindedir. 

37. İtilaf devletlerinin yönetimi altındaki başkentte kurulan Osmanlı Hükümetlerinin milletin derdine deva olamadığı ortadadır. Böyle bir ortamda "Münevverler ne yapabilirdi?" (s. 279) sorusu önemli bir sorudur. Onların yapabildiği ancak bir araya gelip sorunları konuşmaktı ve bunu yapıyorlardı. Qalhuri'nin Kahvehanesi'ndeki "Cemiyet-i Akvam ve Mannda İdaresi" konulu konuşma gibi. Rıza Tevfik bu konuşmasında Wilson ilkeleri ve "Cemiyet-i Akvam" şartlarını ayrıntılarıyla izah eder. 

38. Gerek memleketin selameti gerekse devletin organlarını ele geçiren İttihatçılarla mücadele edebilmek için Hürriyet ve İtilaf Fırkası bir gazete yayımlamayı düşünür. Bu yolda Ali Kemal Bey'in Beyoğlu'ndaki evinde toplantılar yapılır. Yapılan bir toplantıdan sonra, göze batmamak amacıyla katılımcılar evden teker teker ayrılır. Ev sahibi Ali Kemal Bey de kendisine yapılan can güvenliği ikazlarına uymayarak misafirlerle evden çıkar. Bu arada evine dönerken yolda bir takım nümayişlerle karşılaşan Rıza Tevfik'in canı hayli sıkkındır. İngiltere'de okuyan oğlundan gelen mektuptaki para talebi, İttihatçıların iftiraları Feylesof'un uykularını kaçırır. Ertesi sabah kendisini ziyarete gelen bir kadının, yeni ölmüş kocasının mezar taşı için bir şiir talep etmesi üzerine gereğini yapar. Ardından Ali Kemal Bey'in evine gitmek için yola çıkar. Tünel'de karşılaştığı iki kalpaklıdan şüphelenir, trene binerek oradan uzaklaşır. Bu bahiste olaya tanık olan bir Ermeni vatandaş da Feylesof'u dikkat etmesi için uyarır. Bilahare Ali Kemal Bey'in evine ulaşan Rıza Tevfik, Ali Kemal Bey'in dün gece eve dönmediği haberiyle karşılaşır. Ali Kemal Bey, traş olmak üzere berbere girmek üzereyken dört kişi tarafından bir otomobille kaçırılmıştır. 

39. Hayatının her kademesinde özgürlükçü fikirleri olan, istibdata karşı duran, İttihatçılarla kanı uyuşmayan, onların zalimane tutumlarına hep tepki gösteren Ali Kemal, Rıza Tevfik'in kadim dostlarındandır. Ali Kemal'i Abdulhamidçilikle bağlaşık bulan İttihatçılar ona hep garez duymuşlardır. Arkadaşının akıbetinden endişe duyan Rıza Tevfik, onun durumunu bölgenin güvenliğinden sorumlu olan İngiliz Sefarethanesi'nden öğrenmek ister. 

40. Sefaret kapısına geldiğinde, hıncahınç bir kalabalıkla karşılaşır, zira pek çok insan iltica etmek için oradadır. İstanbul Mebusu Kozmidi Efendi'yle karşılaşan Rıza Tevfik, durumu ona anlatır. Ali Kemal Bey'in eşi de bitkin bir şekilde oradadır. Konuyla ilgilenen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Ali Kemal'i Anadolu'dan Mustafa Kemal tarafından gönderilen İttihatçı fedailerin kaçırdığı fikrindedir ve İngilizler'in de bundan sorumlu olduğunu belirtir. Sefir Ryan bunu kabul etmek istemez. Daha genel bir durum olarak kendilerine sığınan halkın ve kabine üyelerinin bir süreliğine de olsa güvenli bir yere gönderilmesi gerektiğini belirtir. İstanbul'dan Mısır'a gidecek bir vapurun uygun olduğunu söyler. Rıza Tevfik neye uğradığını bilemeyerek düşünceden düşünceye savrulur. Ali Kemal Bey'in eşine sabretmekten başka bir çarenin olmadığını bildirir. Bilahare Amerikan Konsolosluğu'na gider. Amerika'ya gidebilmek için vize talep edecektir. Fakat orası da Ali Kemal'in başına gelen duruma bağlı olarak ana baba günü gibidir. Amerika'ya vize almaya çalışanlar genellikle Ermeni ve Rum vatandaşlardır. Yaşadıklarına, yapıp ettiklerine, karşılığında başına gelenlere dalıp giden Rıza Tevfik, kendi memleketinde yolun sonuna geldiğini anlamıştır. 

41. 8 Kasım 1922 Çarşamba, Rıza Tevfik'in Sarayburnu Parkı'na yakın bir yerde demir atmış olan Egypt adlı gemiye adım attığı gündür. Eşini, çocuğunu geride bırakıp iltica edecektir. Karamsar düşüncelerden bir dua ile kurtulmaya çalışır: "Ey Rabbimiz bizi ahalisi zalim olan bu yerden çıkar ve bize sen kendiliğinden dost ve yardımcı ol." Gemi bir türlü kalkmak bilmez, çünkü beklenen tüccar yükleri vardır. İttihatçılara kolay av olmamak kaygısıyla gemide kalır. Gemide olduğunu duyup bilen dostları ve eşiyle çocuğu onu ziyarete gelirler. Nihayet bir kaç gün sonra gemi "can emniyeti, mal emniyeti, fikir hürriyeti, inanç hürriyeti" kalmayan Osmanlı ülkesinden demir alır. Rıza Tevfik için 21 yıl sürecek olan gurbet hayatı başlamış olur.

42. Sonraki süreçte İttihatçılar İstanbul'u el altından yönetmeye devam eder. Diğer taraftan güçlerini Anadolu'ya sevkederler. Osmanlıyı oluşturan bütün kavimlerin kurtuluşu amacıyla başlayan Milli Mücadele zamanla Türk Milli Mücadelesi'ne dönüşür. Bu durum bir süre sonra diğer Müslüman kavimlerin özellikle Kürtlerin küsmesine neden olur. "Müslüman olmayanların rahatsızlığı ise gayet açıktı. Onların ne olacağı ise hâlâ belli değildi." (s. 327) Bu arada İttihatçıvari siyasi cinayetler Milli Mücadele ve sonraki yıllarda da bir şekilde devam eder. 

43. Rıza Tevfik Lübnan'da, Cünye kasabasına yerleşmiştir. Oradan gönderdiği mektuplar gazetelerde yer alır. Bu mektuplarda kimi itiraflar ve geçmişte yaptığı kimi faaliyetlerine yer verir. Hatta yapılan inkılaplardan kendisine pay çıkarmaya çalışır. Murgi ve arkadaşları bu mektupları Yakumi'nin Kahvehanesi'nde okuduktan bir hafta kadar sonra "Cumhuriyet ve Milli Mücadele aleyhine çalışmak, halkın milli ve manevi deerlerini tahkir etmek faaliyeti"nden (s. 337) tutuklanırlar. Kalenderi kendilerini jurnallemiştir. 

44. Muallim-i Evvel Rabi Bey, Saim Bey ve Edip Bey, Aydede Mecmuası'nın Cağaloğlu'ndaki yazıhanesinde bir araya gelirler. Rıza Tevfik'in yeni şiirlerini okurlar. Şiirlere bakılırsa Feylesof hâlâ dinamik metinler yazmaktadır. Edip Bey bu şiirleri Aydede'de yayımlamanın mümkün olmadığını belirtir: "Artık iktidar sopası Ankara Hükümeti'nde. (...) Ankara Hükümeti'nin hoşlanmadığı şeyleri yayınlamak başımıza bin bir bela getirir." Saim Bey bu konuda şöyle konuşur: "En ufak bir eleştiriye dahi fırsat vermezler. Anında mahkemelik olurlar. Zaten ibret-i âlem olsun diye asacak adam arıyorlar. Böyle geçiş dönemlerinde havadan, sudan, çiçekten, böcekten, fenni gelişmelerden bahsetmek lazım." (s. 344-345)

45. Meşhur gazeteci Feridun Kandemir, Cünye'ye Rıza Tevfik ile röportaj yapmaya gider. Ona merak ettiği her şeyi soracaktır. Yaptığı kimi röportajlar oldukça ses getiren Kandemir, Rıza Tevfik'i bulamamak veya bulursa görüşmeyi kabul edip etmemek bahislerinde endişelidir. Devam eden iktidar kavgaları, "kimisi tek bir adamın işaretine bakan 'İstiklal Mahkemeleri' yargıçları"nın (s. 348-349) varlığı yolculuk sırasında Kandemir'in kafasını kurcalayan hususlardan bazılarıdır. Neyse ki korktuğu başına gelmez, Rıza Tevfik'i kolaylıkla bulur, onunla geniş bir zamanda rahat bir röportaj yapar.

46. Rıza Tevfik 23 Haziran 1943'te, "Bir zamanlar yaralı, kırgın, öfkeli, terk etmek zorunda kaldığı memleketine" döner. Şimdi hastadır, soğuk ve sobasız bir evde yaşamaktadır. 1949'un son aylarında sağlığı iyice bozulur ve Haydar Paşa Numune Hastanesi'ne kaldırılır. Feylesof hastanede geçirdiği ömrünün son günlerinde dahi sosyolojik tahliller yapmaktan geri kalmaz. Nitekim onun itiraz ettiği şeyler hâlâ devam etmektedir: "Tek adamsız olunmuyordu. Siyasi ve askeri darbeler, siyasi cinayetler, tehcirler, kırımlar şimdi de devam ediyordu." (s. 373) 

Feylesof'un trajedisi 30 Aralık 1949'da Zincirlikuyu Mezarlığında sona erer. 


Dünden Bugüne İntikal Eden...

Başta da söylediğimiz gibi, aslında anlatılan sadece Rıza Tevfik'in biyografisi değildir. Onun hayatını sürdürdüğü zaman zarfını içine alacak şekilde, Osmanlı sosyolojisinin (biyografisinin) serencamı da anlatılan trajediye dahildir. Bu kadar mı?..

Değil, galip zannım şudur ki Mustafa Kaylı "bu kadar"la yetinmeye razı olacak bir tahkiye oluşturmamıştır. Edebiyat sanatının elverirliği ölçüsünde, bilinçli bir şekilde haddi aşmış, ömrü biten Feylesof ve Osmanlı trajedilerinden öte geçmiş, bir resmî tarih klasiği olarak vahim trajedinin bugüne intikal eden görünümlerini de hedefe yerleştirmiştir. 

Hele ki romanda Rıza Tevfik'in biyografisi eşliğinde benzer niteliklerinin yanı sıra kendilerine has özellikleriyle ele alınan Sultan Abdulhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Cumhuriyet ilk dönem iktidarî fiillerinin bugün, son çeyrekte tek bir siyaset kurumunda sentezlenerek tebarüz ettiğine kanaat getirirsek, o yıllarla bu günler arasındaki benzerlik linkinin nasıl da aynı patronaja takabül ettiği netleşir. 

Öyleyse, yukarıda sıraladığımız kimi olay halkalarında dile getirilen kimi tazallüm unsurlarının bugünkü benzerlerine, yukarıdaki kimi olay halkalarına da atıflar yaparak, hafiften değinelim:

İlk halkadaki meclisin tatil edilmesi süreci, bugün aynı kurumun kimi yetkilerinin işlevsizleşmesiyle mukayese edilebilir.

Son yıllarda çokça tanık olduğumuz "davet edilse gidebilecek konumda olanların" kolluk kuvvetlerince şaşaalı baskınlar yapılarak evlerinden derdest edilip gözaltına alınma süreçleri ve buna bağlı olarak hangi gerekçeyle zanlı olduklarının muğlak bırakılması, iki nolu olay halkasıyla koşut okunabilir. Aynı olay halkasındaki kitapları suç unsuru kabul etme; vaktiyle bir dugyu, düşüne ve hareketinden dolayı makul olanların başka zaman suçlu görülmesi; kişileri haketmedikleri bir şekilde olumsuz şeylerle yaftalayıp etiketleme gibi haller de son yılların kriminalleştirme faaliyetleri arasındadır. 

Üçüncü olay halkasında karşımıza çıkan iki husus var. Öğrenim hakkını engellemek ve meslekten men etmek. Bu iki fiil günümüzde hayli etkin bir şekilde kullanılıyor. Üstelik sudan sebeplerle. İkincisi, kanuniliği tartışılır kanun hükmündeki kararnameler yoluyla ve "ihraç" koduyla karşımıza çıkmaktadır. 

Keyfi gözaltılar, iftiraya bağlı adli işlemlere maruz kalmalar, yargılama ve infaz sürecinde yaşanan kötü muameleler, hatta dördüncü olay halkasının trajik sonunda olduğu üzere ölümle biten hayatlar... 

İktidarî otoritenin "Din namına" yaptığı hastalıklı olumsuz tutumlar, tarz ve boyut değiştirmiş olarak zaman zaman karşımıza çıkmıyor değil! 

Altınca halkada, günümüzde TV ekranlarında gazeteci-yazar kisvesi altında trollük yapan tiplerin öncüsü olabilecek kalemşorlara temas ediliyor. Bilahare, akletme yerine miskinliği ve mistifikasyonları tercih ve tavsiye eden, bu yolla egemen olumsuz siyasal otoritelerin hizmetine giren dini kisveli besleme yapıların meczup kanaat önderlerine somut bir örnek yer almaktadır.

Son yıllardaki "Türkiye Yüzyılı" söylemiyle birlikte kimi silah sanayi mamulatına verilen "Altay", "Kaan", "Kızılelma" gibi isimler, yedinci halkada konu edinilen  "Turan" mefkuresinin bugün hangi boyutta hüküm sürmekte olduğuna dair ipuçları sunuyor.

İktidar sahiplerinin örneklerini sıkça verdiği kendilerini vatansever hatta "devlet" görme, gayrıyı ötekileştirme, hainlikle suçlama ve acımasızca davranma teşebbüsleri sekizinci halkada İttihatçıların marifeti olarak gündeme alınıyor. 

"Türklük temelinde bir ulus" ve "Hristiyanvari ritüelleri olan bir Müslümanlık" tasarımı  on birinci halkanın önemli izleklerinden birisidir. Bu tasarımı anıştıran yönelimlere az rastlamıyor değiliz. Üstelik "Hristiyanvari"nin yerine de "Türklük" ikame ettirilerek...

On ikinci halkada şeyh efendinin müritlerine "Devlet ricalinden uzak durun" mealindeki ikazı siyaset kurumundaki "hareketli"likten, kirlilikten gelebilecek tehlikelere binaen söylenmiştir. İkaza tavır alıp muktedirlerle birlikte hareket eden gruplar olduğu gibi, ikaza tabi olup siyasetin şerrinden Allah'a sığınanlara da rastlıyoruz.

Süleyman Nazif'in Bağdat Valiliği sırasında devlet gücünü arkasına alarak bir zümreye yönelik olarak yaptığı "telef etme" olayı ve İttihatçıların payitaht güvenlik bürokrasisini ele geçirmeleri hususlarına temas edilen on üçüncü halka bağlamında, devlete egemen olan "derin" yapılanmalara gönderme yapılabilir.

On dördüncü halkada ele alınan idamların meydanda ibret-i âlem için sergilenmesi bugün, kimi adli olayların masumiyet karinesi de ihlal edilerek farklı medya organları yoluyla gerçekleştiriliyor. Aynı halkada İttihatçıların vaktiyle taahhüt ettiklerinden hızla vazgeçip kendilerinden önceki siyasi aparatların niteliklerine bürünmeleri hususuna bugün benzer örnekler gösterilebilir. 

Gazetecilere yapılan suikastlerin anlatıldığı on beşinci olay halkasında, muhalif olduğu kadar iktidarın imkân ve nimetlerinden beslenen şair ve yazarların varlığından da bahsediliyor. Bir takım gerekçelerle haklarında adli işlem başlatılan gazetecilerin hayli fazla olduğu vasatımızda "havuz" şair ve yazarlarının da hayli yekûn tuttuğunu biliyoruz. 

On yedinci halkada karşımıza çıkan olayları farklı uygulamalarla ilişkilendirebiliriz: Yapıldığını sıkça duyar hâle geldiğimiz işkencelerle,  iç eleştiri yapanların dışlanmaları ve düşmanlaştırılmalarıyla, din adamlarının siyaset aktörleri tarafından kolaylıkla yönlendirilip meşru olmayan işlerde dahi desteklerinin alınmasıyla, trol ve militanların muhaliflere yönelik şiddet uygulamalarıyla, siyasi aktörlerin gazetecileri tehdit etmeleri ve had bildirmeleriyle...

Mahmut Şevket Paşa'nın suikastle öldürülmesinden sonra yapılan infazlar muhaliflerin ortadan kaldırılması amacına hizmet ediyordu on dokuzuncu halkada. Şöyle bir düşünün, benzeri büyük sosyal hadiseler ne tür siyasi ve etnik kıyımlar için kullanıldı?..

"Yerli ve milli" söylemi üzerine bina edilen siyaset, bu yolda yaptığı iddiasında bulunduğu hamlelere alkışçı bir kültür, sanat, edebiyat zümresi kurgulamaya çalışmış, dahası buna teşne kişi, birlik ve dernekler de temsil kabiliyetine soyunmuşlardır. Yirminci halkayla ilişkili olarak okuyabileceğimiz bir diğer husus, mistik ve miskin sanatın üstadı konumuna konuşlanan tiplerin rol kesmeleridir. Çok şükür ki bize de onları perişan etmek düşüyor!

Yirmi birinci halkada İttihatçıların sahne perdesini indirerek konferansçıyı susturmaya teşebbüs ettiklerini görürüz.  Bu despotik müdahalenin versiyonları bugün ekran karartma, yayın yasaklama, gazete ve medya organlarına el koyma şeklinde karşımıza çıkıyor.

Devlete egemen olan İttihatçıların etnik temizlik hazırlıklarının ele alındığı yirmi ikinci halkada, cezaevlerinden tahliye edilen adi suçluların marifetlerini kamu yararına (Teşkilat-ı Mahsusa'da) sergilemeleri hususuna da değinilir. Hatırlanacağı üzere, son çıkan af uygulamasında devlete karşı işlenen suçların failleri yerine adi suçlular salınıvermişti. Bu halkada fikir ve eser üretmek, düşüncelerini söylemek yerine geri çekilen fikir ve kanaat önderleri, Rıza Tevfik-Ahmet Rasim diyaloğu ile yansıtılır. Geçtiğim günlerde bunun güncel bir örneğini Nuray Mert vermişti. "Veda Ediyorum" başlıklı yazısında, 2014'te kamu yararına yaptığı bir gazetecilik görevinin kriminalleştirildiğini ve bu yüzden ağır cezada yargılama davası açıldığını belirten yazar şunları söylüyordu: "... başıma açılan son davada sonuç ne olursa olsun, hep bir vatandaşlık görevi olarak gördüğüm ülkeme ilişkin siyasi yorum yazısı yazmaya, görüş bildirmeye son verme kararı aldım."

Günümüzde de pek çok örneğini gördüğümüz matbuat (basın yayın) alemine sansür uygulaması yirmi üçüncü olay halkasında karşımıza çıkıyor. Kitlelere yönelik olarak statüko adına yapılan bildirimlerin örneği de...

İbret-i âlem infazlarına ve hukukun rüşvete bağlanması durumlarının emsalleri yirmi dördüncü halkada anlatılıyor...

Seçilmiş zümrelere ve genellikle siyasi amaçlarla yapılan soruşturmalar ve bunların nihayetinde uygulanan adli ve idari iş ve işlemler (infazlar) yirmi beşinci olay halkasında konu ediniliyor. Bu soruşturmaların sonucu olarak muhalifleri "hainleştirme" operasyonları ise yirmi altıncı olay halkasında ele alınıyor.

Şair ve yazarlar arasında görmeye alışık olduğumuz teşvik ücreti mukabil güdümlü, yandaş, statükoist eser oluşturma süreci Fellesof'un yirmi yedinci halkasında işlenmiş. Kuşkusuz bu tarz esnaf edebiyat memurlarının aksine dik ve dinamik duran müeddep imzalar her zaman olmuştur. Kalemin onurunu, insanlığın haysiyetini koruyan bu tarz şairlere namzet yirmi sekizinci olay halkasında da dikkatleri sunulduğu üzere Rıza Tevfik'tir.

Yirmi dokuzuncu halkada halkı mağdur, memleketi mağlup ederek kaçıp giden iktidar sahipleri hakkında yapılmış tespitler var. Bir de geride kalanların derleme toparlama çalışması. Ve fakat bu derleme toparlama çalışmalarının da pek kolay yapılamadığı. Bu, otuzuncu halkada sunulmuş.

Otuz ikinci olay halkasında bir mütefekkirin ikaz görevini yerine getirmek için giriştiği mücadele ve fakat ona itibar etmeyip "dış güçlerin" (!) etkisinde kalan devlet adamlarının anlatısı yer alır. Mütefekkirin ikazı ve bu ikazın dinlenmemesi otuz üçüncü halkada da ele alınır. Feylesof'un vaktiyle dediklerinin çıkması ve onu dinlemeyenlerin utancı otuz üçüncü halkada netleşir. Sözünü hakkaniyetle söyleyen, namuslu aydınların teklif ve tenkitlerini dinlemeyip tersine bu minvalde çabası olanları cezalandıran bugünkü politik aktörler için ibretlik bölümler...

Egemen yahut işbirlikçi siyasi aktörlerin namuslu aydınlara attığı iftiralara örnek teşkil edebilecek hususlara otuz beşinci halkada rastlarız. Burada ayrıca resmî ve aslî görevlerini suistimal edip bunun yerine gittikleri yerde gönül eğlendiren devlet erkânına da atıf yapılır.

Din ve namus gibi kitlelerin kolay provoke olabileceği kavramların siyaset mekanizması tarafından kullanılması, aynı mekanizmanın, rakiplerini hileyle alaşağı etmek amacıyla söylentiler üretip ortaya yayması romanın otuz altıncı halkasında ele alınır. Günümüzde kitleleri provoke ve konsolide etmede en sık kullanılan "din"dir. Özellikle de muhafazakar muktedirler tarafından...

Muhalif görülen kanaat önderlerine yönelik baskı, taciz ve kaçırılıp yok edilmeleri otuz sekizinci halkadan başlayarak ayrıntılı bir şekilde birk kaç halka boyunca işlenmiştir. Rıza Tevfik'in takip edilmesi, Ali Kemal'in kaçırılarak ortadan kaldırılması bu bahistendir. 90'lı yılların "Beyaz Toros", 2020'li yılların "Siyah Transporter" olayları İttihatçılardan bugüne intikal eden negatif gelenek unsurlarıdır.

Kırkıncı halkadan başlayarak bir kaç halka canını kurtarmak için ülkelerinden iltica etmek zorunda kalan insanların perişan hallerinin anlatımı yapılır. Başta asayişten sorumlu İngilizler'in İstanbul'da can güvenliklerine garanti veremediği hükümet yetkililerinin olmak üzere gayr-i müslim vatandaşların halleri ortaya serilir. Rıza Tevfik de memleketini terketmek zorunda kalanlar arasındadır. İnsanları vatanından çıkartma operasyonu, o dönemden bu çağa birebir intikal etmiş maalesef. Hatta günümüzde level atlatılmış halleriyle de karşılaşıyoruz: "Giderlerse gitsinler" şeklinde tezahür eden bir söylem kimi zaman tersine evrilmiş, pasaport iptalleri yoluyla iltica etmek isteyenlerin yurt dışına çıkma istek ve teşebbüsleri engellenmiştir. Bu yolda pek çok insanın sınır boylarında, nehirlerde ve denizlerde boğularak öldüklerini biliyoruz.

Rıza Tevfik'in Lübnan'dan gönderdiği ve gazetelerde yayımlanan mektuplarını bir kahvehanede okuyan gençler, yapılan bir ihar ile tutuklanırlar. Suçları Rıza Tevfik ile "iltisaklı ve irtibatlı" olmak ve yeni rejimin kimi kırmızı çizgilerini ihlal etmektir. Kırk üçüncü halkadan başlayarak son halkaya kadar süren bahisler arasında iktidar sopasını elinde bulunduran Ankara'nın işlediği hukuksuzluk cinayetlerine dair tespitler yapılır. O zamandan bugüne devam eden menfi gelenekte değişen sadece kullanışlı aparatların içerikleri ve teknik özellikleridir. 

Mustafa Kaylı'nın romanı üzerinden yaptığımız okumaların sonuna geldik. Bu bizim okumamızdı. Siz okusanız, kimbilir neler tespit edeceksiniz. Mutlaka farklı şeyler. Bir deneyin derim...

14 Nisan 2025, Şişli, İstanbul.