Yayımlandıktan iki yıl sonra, 4 Nisan 1984’te almış, 25 Nisan’da da okuyup bitirmişim Rengâhenk’ini Can Yücel’in. 1982’de Yazko’nun tezgâhından çıkmış, hangi ayda olduğu kaydı yok. Ara yıllarda çeşitli sebeplerle kim bilir kaç kez elimden geçti, zira kapağından ayrılmış sayfaları dağılır bir vaziyette şimdi kitap. Kırk yıl sonra tekrar bütünlüklü bir okuma için elimde, çantamda, masamda, gözlerimin önünde. Kırk yıl önce iki gün içinde okuyup üflediğim Rengâhenk’i şimdi daha ciddi bir okumaya mı tabi tutuyorum? Olabilir, fakat o ilk okumamda da dize aralarını hayli çiziktirmiş, kalem işi süslemeler yapmış, derkenâr kayıtları düşmüşüm. Şimdiki okumam biraz da o ilkinin üzerine bina oluyor.
Malumun ilamı, Can Yücel’in şiirleri ş’den şeddeye ironilerle bezelidir. İroni dediğiniz onun şiirinde sadece ironi değildir, bunu da bilirsiniz. Hicve büründürür onu şair, sözü en titiz şekilde yoğurarak haddi aşar, haddeden geçirir, gulüv mertebesinde konuşlandırır. O malzemeye maruz kalanın vay haline.
Doğrusu şu son okumam daha çok bunların tespiti, çetelesi ve yorumu üzerine. Başarabilir miyim bilmem, fakat beni üzerinde iki çift laf söylemeye hemen mecbur eden parçalarla sık sık karşılaşmıyor muyum, çaresiz kalmamak mümkün değil. Şu satırlar bu na-çarlıktan besleniyor. Beni buna zorlayan ise bir şiir, “Yaşasın Cumhuriyet” başlıklı metin.
Rengâhenk’in 36. Sayfasında yer alan bu metin, bakın, altında yazılış tarihi olan tek şiir. 2 Kasım 1980’de kaleme almış Can Yücel “Yaşasın Cumhuriyet”i. 12 Eylül’den 50 gün sonra. Darbeden sonra rejimin idrak ettiği ilk “Cumhuriyet Bayramı”ndan üç gün sonra.
Önyargılı veya kaba bakış sahibi okurlar –böylelerine okur denir mi o da ayrı bir bahis- bu metnin başlığı ile karşılaştıklarında kolaylıkla aldanabilirler ve bir “önemli gün ve haftalar” manzumesiyle göz göze geldiklerini zannedebilirler. Buna ve bağlandıkları dünya ahret ideolojilerine bağlı olarak ya ciddi bir okuma seansına tabi olurlar ya da şiirin bulunduğu sayfayı atlayıp geçerler. Oysa sadece bu şiir için değil, hemen her bir edebî metin, ciddi okurun elinde teşrih masasına yatırılıp didik didik edilecek denli nev-i şahsına münhasır hassasiyetler içerir. Şimdi isterseniz “Yaşasın Cumhuriyet”i okuyalım ve bize bir takım söz söyleme imkânları sunup sunmadığına göz atalım:
Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu’da
Televizyonda gösterdiler geçen gün,
Gelenek edinmiş köy halkı,
Ben kendimi bildim bileli bu böyledir
Diyor muhtar:
29 Ekim’de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını…
Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi
Kirvesi tutmuş kolundan
Yatırdılar bir kamp yatağına,
Ardından sünnet olacak zat boy gösterdi
Elinde bıçağıyla,
Çocuk kaldırdı başını, bağırdı
Yaşasın Cumhuriyet diye
Bunun üzerine de ekran karardı
Korkarım, bu, sade Gölköylülerin değil, ûmûmuzun
Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de
Düştüğü bir tarihsel yanılgı
Çünki sünnet değil, farzdır cumhuriyet
Manzum öykü mahiyetindeki metin bu kadar. Sonraki baskılarda düzeltildi mi, inceleme imkânım olmadı, “Ardından sünnet olacak zat boy gösterdi” dizesinde bir tashih var: “olacak” yerine “edecek”…
Metnin ayrıntılarına bakalım şimdi de: Şair, Gelibolu’nun Gölköy adlı yerleşim birimindeki bir gelenekten bahsediyor. Muhtarın ifadesinden öğrendiğimize göre, uzun yıllara yayılmış bir gelenek: Her yıl 29 Ekim’i toplu sünnet bayramına dönüştürmek. Bu sünnet bayramını kamuoyuyla paylaşmak TRT için de bulunmaz bir mevzu olduğundan, tutup Gölköy’e kadar gitmişler ve olan biteni haberlerde halka takdim etmişler. Can Yücel, ülkenin tek televizyon kanalının kamerasından izlediklerini aktarıyor. Aktarırken kimi söz birliklerine anlamsal müdahaleler yapmayı ihmal etmiyor ama. Yoksa kupkuru bir görüntü ve o görüntüyü açıklayan bir söz yığını kimin işine yarayacak?
Kuşkusuz, bir okur olarak eldeki metni biz de kendi birikimlerimiz niteliğinde bir okumayla okuyoruz. Özellikle şairin öznel tutumuyla kendi öznel yaklaşımımızı bir yerde çakıştırmaya çalışıyoruz. Gayret edelim:
Birkaç cümle önce de belirttiğim gibi, ben şairin bazı söz birimlerine farklı kasıtlar yüklediği inancındayım. Metnin 12 Eylül darbesinden hemen sonra yazılması, bunun kitaptaki diğer şiirlere nazaran bir tarihle vurgulanması, “Cumhuriyet”i konu edinmesi, toplu bir sünnet merasiminin yapılması, sünnet yapacak zatın elinde bıçakla gelivermesi, sünnet çocuğunun kolundan tutularak kamp yatağına yatırılması, “Yaşasın Cumhuriyet” sloganından sonra ekranın kararması, fail olarak sadece Gölköylüleri değil “ûmûmuzu” işaret etmesi, yapılan veya bundan çıkan anlamın “bir tarihsel yanılgı” olarak gösterilmesi… Bütün bunları, resmiyeti temsil eden TRT ne kadar bir şenlik havasında kitlelere takdim ederse etsin, bir 12 Eylül muhalif ve mazlumu olan şair Can Yücel’in darbe karşıtı duruşuna bağlı olarak böyle okuyabiliriz.
Bu saydıklarımızdan bazılarına dair kimi açıklamalar da yapabiliriz üstelik. Sözgelimi toplu sünnet etkinliğini toplumun tamamına yapılan darbe şeklinde niye algılamayalım? Akabinde elinde bıçakla ortama geliveren sünnetçiyi darbe generali ve paydaşları olarak niçin görmeyelim? Sünnet çocuğunun kolunu tutan kirveyi de –geleneklere uymasa da- darbecilerle işbirliği yapanlar olarak görmemiz mümkün değil mi? Bütün bu zorbalıklar karşısında çocuğun çığlığı bir direniş iken ekranın kararması bir yandan bu direnişi örtmek diğer yandan da darbe sonunda bütün bir toplum hayatının karartılması anlamına gelmez mi?
Bütün bunlar şiiri benim kendinden menkul bir güdümle okuduğuma delil olsun. İyi de, şairin “Korkarım” diye başladığı dört dizelik son bölümde olan bitenin sadece “Gölköylüleri” değil bütün bir toplumu ilgilendirdiğini söylemesi, mevcut tarih algısının bir yanılgıya tekabül ettiğini belirtmesi ve en niyahet sözü “Çünki sünnet değil, farzdır cumhuriyet” diye bağlaması ne olacak?
Biliyorum, özellikle bu son dize pek çoklarını sığ bir bakışa zorlayabilir ve onların Can Yücel’i basit bir “Cumhuriyetçi” olarak görüp muhayyel “ötekiler” karşısında konuşlandırmalarına yol açabilir. Oysa Can Yücel, “sünnet”i şiirde de “Gelenek edinmiş köy halkı” dizesinde işaret ettiği “gelenek” ile eş değerde tutmakta ve Türkiye’de bizzat Cumhuriyet rejimi tarafından gelenekselleştirilen darbeci mantık ve fiiller yerine kullanmaktadır. Bu doğrultuda, rejimin sahiden Cumhuriyet olmasını talep etmektedir. “… farzdır Cumhuriyet” hükmü buna delalettir.
Hasılı şair dönem itibariyle itirazî düşüncelerini ancak böyle dile getirebilirdi. Haddizatında ülkeyi tümüyle kendi içine kapatıp her bir farklılığa değişik zulüm süreçleri uygulanan bir vasatsızlığa karşı tavrını sergiliyordu şair ve her bir özgürlük haline silahlarıyla, yasalarıyla ve keyfiyetleriyle itiraz eden darbecilere karşı “İtiraza itirazım var” diyordu.
Sonuç olarak, Can Yücel güncel olan ile tarihsel olanı ele almış, evrensel bir platform içinde yoğurmuştur. Üstelik kara mizahı da ihmal etmemiştir.
Oysa şiirde bunu başarmak pek de kolay değildir. Ancak usta şairlerin elinden çıkar bu tarz işler.
Can Yücel’in ve benzeri hassasiyete sahip şairlerin işini şiir ve Türkiye bağlamlarında kolaylaştıran bir durumdan da bahsedebiliriz tabii ki: Siyasî, askerî ve iktisadî egemen aktörlerin “Cumhuriyet”i sık sık “sünnet”e tabii tutmaya yeltenmeleri…
Bakalım kim kazanacak; sünnet mi farz mı?!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder