zühre kimdi?
en çetrefil sorun buymuş gibi, atıyorum ortaya.
sorunu, eğer ortada bir sorun varsa tabii, bu
öykünün anlatıcısı çözecektir:
ZÜHRE, HACER’dir.
hacer’in başına gelenler, inanın,
anlatıcınızın, yani benim başıma gelenlerin yanında bir şey değildi.
açıklayayım:
ben bazen hârut bazen mârut, daha doğrusu
kederleri ve boyun eğmişlikleriyle tıpkısının aynısı olan bu iki meleğin benim bedenimde sentezlenişiyim.
çok önceleriydi. buca’da öğrenciydim. halit
ziya da arada bir uğrardı. ki o zamanlar henüz acemi bir muharrirdi, acemiliği
kendinden menkul bir havailik hatta zibidilik formunda tezahür ederdi. bana
ahmet cemil’i nasıl yaratacağına dair tekellümler ederdi. kimi zaman şarap
içerdik bu üzümler, köşkler beldesinin bahçelerinde.
hangi tarihlerdi, şimdi bilmiyorum. belki de
çocuktum o zamanlar. tarihin zapt u raptından muaf.
şuradan devam edeyim: bâbil halkı, sihirle
meşgul. tanrının mucizesi ile sihir birbirine karıştırılıyor. olacak ya.
daha öncesinin gelişmeleriyse şöyle: tanrı,
sihri öğretmeleri için hârut ile mârut’u, yani bendeki bileşeni, babil’e göndermişti.
sihri öğrettim öğretmesine babillilere, fakat dedim ki, ey yüce kentliler,
inanmayın bu işe, başınıza bela bulaşabilir, temizleyemezsiniz tininizi!
bu olay doğru. ne ki, hiç de trajik bir yapısı
yok. bu nedenle ben size başımdan geçen diğer bir olayı anlatacağım biraz
sonra. önce bu gibi olaylara küfeli câbir bin hayyân’ın tüm yapıtlarında
rastlayabileceğiniz, ayrıca, mesleme bin ahmet ül mecrâti’nin gayet-ül
hakîm’ini okuyabileceğinizi anımsatayım.
anlatıyorum, fakat lütfen dikkat. başlangıçta
ben yokum olayın içinde:
günah defteri, tanrı katına çıkıp da insanları
tanrının gazabına sunduğunda, melekler:
“ey rabbimiz! insanlar senin bağışlamanın
değerini bilmeyerek bunca günah işliyorlar. niçin onlara bir fırsat daha
vermiyorsun?” dediler.
tanrı teala:
“onlarda olan huy ve doğa, arzu ve iştah,
heves, heva, neyse işte, hepsi sizde olsaydı, siz yapmaz mıydınız onların
yaptığı günahları?” diye soruya soruyla karşılık verdi.
melekler bu kez:
“hâşâ!” diye söze başladılar, “ne menem
şeylerse dediğiniz şeyler, bizde olsaydı, biz kesinkes inanın, doğruluktan
sapmazdık!” diye yanıt verdiler.
onların bu tekellümünden sonra tanrı teala,
sınav için, güvendikleri iki melek seçmelerini emretmiş, aralarından.
seçimler, ne olursa olsun, birilerinin
oylarıyla, bir yere birilerinin gelmesiyle sonuçlanır. demokrasilerin bu
meseli, burada da, bu melekler ülkesinde de işledi ve harut ile marut, kısacası
bay bileşke olarak ben, seçildim.
seçilir seçilmez tanrım beni babil’e
gönderiyor.
bu arada birkaç kez denizyoluyla izmir-istanbul
arası yolculuklar yapıyorum. her seferinde şarapla imtihan olunuyorum.
gündüzleri yeryüzünde, geceleri gökyüzündeydi
görevim.
bu mekanlararası gitgeller arasında olan oldu.
aşka dadandım. dadandığım şey ise beni yedi bitirdi.
bir gün, zühre adında, oldukça alımlı bir
kadın, kocasından şikayet ederek ve boşanma arzusuyla bana başvurdu.
bense bu dul hatuna vuruldum ve ona kavuşma
arzusuyla yangınlara garkoldum.
aşk talebime, taleple karşılık verdi. onun
isteklerini yerine getirecektim. çaresiz, yenildim, kabul ettim.
kötülüktü yaptığım. kötülüğüm arşı aştı. artık
gem vurabilir miydim arzu atıma. fakat o, muterizdi hep. üsteledim, köpeğin
olayım dedim, seviyorum…
zühre’yse, “hayır”a kilitlemişti dilini. bir
de, düşkünlüğümün ateşini artırmam için yeni maceralar öneriyordu:
“şarabın dozunu artır ve puta tap!”
lanet olsun, yaptım.
zühre’ye yalvardıkça yuvarlandım.
zühre ise yükseldi. bu dul ve çılgın kadın,
göklerin yıldızı oldu.
tanrı tealaya ne kadar yalvarıp yakardıysam da,
babil’de bir kuyuya baş aşağı atılmaktan kurtaramadım kendimi. çünkü tanrı’ya
ihanet etmiş, gazabını kükretmiştim. kıyamete kadar burada kalacaktım.
öyküm burada bitmiyor. babil’de, kuyuda
sürüyor.
görüldüğü gibi, asıl sorun ve çetrefil,
zühre’nin kim olduğu değil.
kuyu.
ve düşünerek hacer’i, durmak başaşağı.
İzmir, 1988.
Bu metnin de içinde olduğu Issızlık Marşı kitabının diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
1 yorum:
Harika. Kaleminize sağlık
Yorum Gönder