Vükelâ kabrine heykel dikelim şöyle yazıp;
Ki: "Bunun hâl-i hayatında yeri münhâl idi:
Sanmayın yevm-i vefâtında bilindi kadri
Sağlığında yine bu böyle bir heykel idi."
Yeniden:
Vekiller mezarlığına heykel dikip şöyle yazalım:
"Hayattayken de bunun yeri bomboş idi
Ölümüyle niye bilinsin ki yüce değeri
Sağlığında bu yine böyle bir heykel idi."
İzmir, 1984.
29 Kasım 2020 Pazar
ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-5
26 Kasım 2020 Perşembe
ŞİİRİN İKİNCİ YUNUS EMRE’SİNDEN “HUZURSUZ RABITA”
Huzursuz
Rabıta bir şairin ilk şiir kitabıdır. O şair, şimdiye
kadar yazı ve şiirlerini Şehrengiz, Ahenk, Alize, Revizyon, Atlılar, Değirmen,
Yeni Dünya, Karagöz gibi kültür, sanat ve edebiyat dergilerinde yayımlayan
Yunus Emre Altuntaş’tır. 1978 doğumlu olan Altuntaş, farklı entelektüel
faaliyetleriyle de kamuoyunun yakından tanıdığı bir isimdir. Örneğin, Ahenk
dergisinin bir dönem yayın yönetmenliğini yapmış, Yenidünya dergisinin yayın
kurulunda yer almıştır. Farklı sivil toplum örgütlerinde aktif rol almış,
sözgelimi Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Şubesi’nde bir dönem yöneticilik
yaparken, şimdilerde Genç Memur-Sen Bursa İl Başkanlığı görevini sürdürüyor.
Ayrıca bir eğimci kendisi, bir eğitim kurumunun yöneticisi…
Huzursuz Rabıta (Ebabil Yay., Ank., 2014,
64 s.)’ya ilk kitap demiştik. Gecikmiş bir ilk kitap da denilebilir. Fakat
topluma farklı alanlarda hizmet eden bir şairin eserinden bahsettiğimizi
unutmayalım…
Huzursuz Rabıta’ya adından başlayalım…
“Rabıta”, bağ, münasebet, ilgi, alâka, mensubolma gibi anlamları olan bir
kelime. Sıra, tertip, usûl, düzen gibi ikinci derece anlamları da var ama
kitabın adında bunların düşünüldüğünü zannetmiyoruz. “Huzursuz” kelimesinin bu
başlıkta ince bir hassasiyete tekabül ettiğini düşünüyorum. Şu halde kitabın
adı, “bağlanılan”a yönelik “sadakat”in sıhhatine yönelik hassasiyete işaret
ediyor olmalıdır. Bunu kitaba ad olarak da verilen şiir üzerinden test etmemiz
mümkündür sanırım. Zira şair “Sadakat gönlümün borcuydu hiç ödeyemedim” diye başlar bu şiirine.
“Çığlık Sabahı” ve “Değirmenden Sesler”
adlı onar şiirlik iki bölümden oluşuyor Huzursuz Rabıta. İlkine İsmet Özel’den
alınmış bir epigrafra, ikinci bölüme ise Sezai Karakoç’tan aktarılmış dizelerle
giriliyor. “Çığlık Sabahı”nın ilk metni “Dibace”. Bunun küçük bir poetik tutum
metni olduğunu göreceksiniz: “Soruyorlar;/ Neden bu kadar hüzünlü kelimeniz/
Neden bu kadar acı?// Sorarım;/ Var mı bu kadar ölüm/ Bu kadar tasallut
civarındayken/ Şairin başka kelimeye harcı?”
Görüldüğü üzere şair toplum sorunlarına
atıf yapıyor, bunları kendisine dert biliyor. Evet ama bunu şiire nasıl
yansıtıyor? Tam da olması gibi diyebilirim. Şiire zarar vermeden, şiirsel
estetiği göz ardı etmeden. Farklı şiirlerden örnekler sunarak delillendirmek
zamanıdır:
“nice evden ayrı düşmüş nice zamanı
sırtlamış/ gurbetin leblebisini evire çevire/koluna ıstırabın falçatasından
teşbihler/kazımış ve can vermiş kelimelerine/anlat desem kanayıverecek/yu desem
arın ve git bahçemden/mezarımdır diye kendini iskemleye gömecek” (s. 13)
“arya tıpkı mısır gibi ağlıyor/telâşı
dansediyor kınından sıyrılmışçasına/kale gibi sağlam bir göze sarılıyor
elleri/sahte kentlerin ucuzluğunu yırtan sahici bir göz/tüm zalimlerin içinde
yüzdüğü kan çanağı” (s. 20)
“unutma!/ dilini taşlarla ezecek savaşçılar
birgün/ korkunu kulaklarınla yedirecekler/ ayaklarına dolanan her kelime sanki
cephede/ birbir dönüyor bak çıktıkları hücreye/ nisyanın elleri onurun çanağını
taşlıyor/gök/ ardı ardına yürekli kuşları mermi niyetine taşıyor” (s. 45)
Aktardığım dizeler bir yana, Yunus Emre
Altuntaş’ın şiirini kolaylıkla teslim almanız mümkün olmayabilir. Bu her zor
şiir için geçerli olduğu üzere biraz da sizin kültürel donanımızla ilgilidir.
Zira benzerleri gibi, Altuntaş’ın da yüksek kültürel birikimlere yaslandığını,
bağlandığını söyleyelim. İşte onun kaynaklarını ele veren bazı kelime, kavram
ve ifadeler: “Sanço”, “hava, su, ateş, toprak”, “Lili”, “Ferhat”, “Hallac”,
“Balkonları var düşen çocukları bağıran”, “Şamil Basayev”, “Basü badel mevt”,
“Hızır”, “İlyas”, “Jaqen H’ghar”, “Yusuf”, “Andy Kaufman”, “Sezai Karakoç”,
Arthur Rimbaud, “Niçe”, “Nihilizm”, “İbrahim”, “hani anlatırlar ya tarihte
hassanlar biat etti/ ehabişler ise ihanet etti diye”, “Darwin”, “Nemrut”,
“Cicero”…
Elbette bu kadarla sınırlı değil şairin
kaynakları. Mesela, geleneğimizin zirve isimlerine olan atıflara rastladığımız
olur yer yer; kimi zamansa önümüze Kur’an’a yapılmış bir atıf çıkıverir.
Kur’an’a yapılmış şu atfın “beddua” seanslarına itiraz olarak yakın zamanlarda
yazılmış olduğuna kanaat getirdiğimiz “Diyakoz” şiirinde yer aldığını
söyleyelim: “Şimdi geriye yaslan, bak gözlerime ve söyle adın nedir?/İsmindeki
Allah aşkına tevbe teşbihini duvardan indir/ Nar’ı meyve kılan Rabbim Nâr’ı da
yaratmasa inan bunu demezdim.” (s. 62)
Hemen belirtelim, Huzursuz Rabatı’nın ikinci bölümünde şairin şiire dair görüşlerini ele veren metinlerine dikkat etmelisiniz! Ve belirteyim, söyleyiş ve edasını sevdiğim pek çok dizesini şairin, şimdilik kendime sakladım!
(Bu yazı ilk kez 14 Ağustos 2014’te Milli
Gazete’de yayımlanmıştır.)
AYIN ŞİİRİ: HÜSEYİN KARACA'NIN "GEÇMİŞ OLSUN" ŞİİRİ
Esir
almış bizi sayılar ve şeyler
Son
çeyrekte büyüme rakamları
İstatistiklere
göre ölüme daha çok var
Haberlere
göre çok ölüm var
Vahim
bir hata var sabit değişkende
Vergilendirilmiş
zamanı kutsayalım
Kaçıralım
vergiden hayatın ek ders ücretini
Bir
çiçeğe su verirsek kaç kişi beğenir bunu
Sosyal
bilgiler, sosyal medya, sosyal mesafe
Kaç
dostun var, gözgöze geldiğinde gözünü kaçırmayan
Hamam
böceği ters dönmüş çırpınıyor
Karadeniz
sütliman, batan gemilerin yasını tutuyor
Hileli
terazi, kumaştan çalan terzi, irfan hep mirasyedi
Haylaz
çocukları camlarını taşlıyor masum Anadolu’nun
Yerli
ve milli yalnızlık yükselişe geçiyor
Çökmüş
bir limbik sistemle yenilgiden dönerken
Bir
zafer edasıyla selamlayalım bunu istiyor avam
Biz
bize yeteriz göstergeler olumlu seyrediyor
Tüm
parametreler, paradigmalar, paradokslar içinde
Çare
göstergebilim, anlam yitik bir ülke
(Hüseyin Karaca, İstanbul BirNokta Dergisi, S. 226, [Kasım, 2020], s. 9.)
Sanat araştırmalarında ve eser yorumlamalarında
eser ile eserin oluşturulduğu dönem arasındaki ilişkinin tespit ve tahlili
hayli değerlidir. Devrin ruhu, çağın alamet-i fârikaları gibi anahtar
kavramların yanı sıra “zihniyet” terimiyle de dikkatlere sunulan bu ilişkiye,
psiko-sosyolojik bir kazı faaliyeti denilse yeridir. Şöyle ki, eserde yer alan ve
bir döneme ait dini, siyasi, sosyal, ekonomik, adlî, askerî, sivil, vb.
faaliyetlerin birlikte oluşturduğu duygu, düşünce, anlayış ve zevk atmosferi
zihniyeti oluşturur. Teorik olarak bunlar, gizli veya aşikâr, sanat eserinin
yapısına dâhildir. Fakat gerek devrin havası (egemen olanın baskısı), gerekse
eser sahibinin bireysel tercihleri, zihniyetin tezahür ediş hal ve biçimini
belirler. Diğer bir ifadeyle, kimisinde bir geri çekilme silikliği şeklinde
belirirken, kimisinde bir netlik görünümü sunar.
Bütün sanat eserleri için geçerli olan
zihniyet kuramı, kendisini en kolay şekilde edebiyat eserlerinde, onlar
arasında da şiirde gerçekleştirir. Bunun nedeni, şiirin başlangıçtan bu yana
merkezî bir sanat olması; evrenselliği kapsayan, hayatı kuşatan bir muharrik
cevher konumunda bulunması olsa gerektir. Şairlerin, kuşkusuz sahici şairlerin,
toplumsal rol model oluşları da unutulmamalıdır.
Bu noktada sözü Hüseyin Karaca’nın “Geçmiş
Olsun” şiirine getireceğim. Hemen belirteyim, “Geçmiş Olsun”u yayımlandığı
dergiden okur okumaz “Ayın Şiiri”
derkenarını düştüm. Ardından heyecanımı bir adım daha öteye götürüp, sosyal
medya platformlarında şu notla paylaştım:
“Uzun bir zamandan sonra, edebiyat
dergilerinde pek bulunmayan bir şey @istbirnokta'da
karşıma çıktı. Yaşanan hayata dair bir şiir: ‘Geçmiş Olsun’".
Evet, paylaşım notumdan da anlaşılacağı
gibi, bu şiir, içerdiği zihniyet unsurları bakımından son yıllar Türkiye’sine
tahmil olmuş, a-sosyal, mistik, sözde metafizik, dahası sinik ve sümsük bir
şiir kanonu ortamına, ışıltılı bir biçimde inivermişti. Bize düşen de, bu metni
takdim etmekti. Devam edelim:
“Geçmiş Olsun”, toplu halde yaşanan bir
esaret hali tespiti ile başlıyor. “Sayılar”ın, “şeyler”in, “büyüme
rakamları”nın, “istatistikler”in kuşattığı bu esir oluş hali, “bizi” kendisine
kanıksatmış, dahası “ölüm”le terbiye eder kılmıştır. Şair, söz konusu vehameti,
hatalı “sabit değişken”e eklemlenmiş oluşumuza izafe etmektedir; birey veya
toplum olarak, Hak ve hakikatten sapma gösteren duyuş ve düşünüşlerimize, oluş
ve kılışlarımıza. Bu noktada, söz konusu
sayısal ve istatistikî unsurlar, pratiğimize yansıyan ve her bakımdan negatif
olan dokümanlara tekabül etmektedir. Haydi bir miktar somutlandıralım: Ekonomik
olarak, sözgelimi üretim ve tüketimdeki açmazları; sağlık sektörü açısından
aylardır sürmekte olan pandemik ölüm kalım çizelgelerini; hukuk ve adalet
bağlamında suçlu ve cezalı oranlarını, OHAL verilerini, KHK çıkmazlarını; dinde
intihar vak’ası sayılarını; siyasette makulden sapma tutanaklarını…
Şiirin ikinci bendine ekonomik arka planı
olan “vergi”, “ek ders ücreti” gibi kavramlarla giriliyor. Bunlar, bu bendi bir
bakıma ilk bend ile anlam bakımından bağlar. Fakat bir yandan da “zaman”la,
“hayat”la ilişkilidirler. Şunu diyor sanki şair: Sayılara olan esaretimiz,
zamanımızı, hayatımızı berheva etmektedir. Bu izlenimi verdikten hemen sonra
ise, bir başka esaret ortamına geçiş yapılıyor: “Bir çiçeğe su verirsek kaç
kişi beğenir bunu” dizesi her ne kadar “çiçek” ve “su” gibi iki iç açıcı unsuru
içerse de, son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılır olduğu ortamlar itibariyle
itici hale gelen “beğeni” kelimesinin uladığı unsurlarla okununca, bir değer
yitimi yaşıyor: “Sosyal bilgiler, sosyal medya, sosyal mesafe”. Tabii her şey
“sosyal” olunca, göz göze gelebileceğimiz kaç dostumuz olduğuna dair bir soruya
da muhatap oluveriyoruz. A-sosyallik mahkumiyeti çıkıyor karşımıza.
Şiirin üçüncü bendi kültürel unsurlara
yaptığı atıflarla dikkat çekmektedir. “Hamam böceği” ile Kafka ve Dönüşüm
romanına; “Karadeniz” ve “gemiler” ile “Karadeniz’de gemilerin batması”
deyimine; “Hileli terazi” ve “kumaştan çalan terzi” ile günümüz bazı şair ve
yazarlarının eserlerine telmihler yapılmaktadır. Fakat bunlar doğrudan doğruya
değil, dolaylı ilişkilendirmeler, hatta tahrifatlar yoluyla icra edilmektedir.
Zira hamam böceği ile birlikte her şey tersine dönmüştür, çırpınmaktadır. Sanki
bir yıkım dip yapmaktadır. “İrfan”ın mirastan yemesi, “masum Anadolu”nun
camlarının (Canlarının mı yoksa?) kendi “haylaz çocukları” tarafından
taşlanması, söz konusu yıkımı afişe etmektedir. Şu dize ise mevcut dibe dönük
hâl ve gidişi sürmanşete çıkarmaktadır: “Yerli ve milli yalnızlık yükselişe
geçiyor.”
Son bentteki “limbik sistem” bu şiirin
bence en önemli dil unsurudur, dahası özeti, ‘bilgi notu’dur: “Çökmüş bir
limbik sistemle…” Bu biyolojik (anatomik) kavramı kullanarak şairin büyük bir
başarı gösterdiğini belirterek, şiire kazandırdığı zenginliği açıklamaya
çalışalım. Şöyle ki, limbik sistem, kafatasında, beyne komşu bir sistem olup
insanın duygu sistemini kontrol eden bir yapıdır. Hafıza için hayati bir öneme
sahiptir. Hormon bezlerinin merkezidir. Sinir sistemi buradan yönetilmektedir.
Vücutta kütle ve hacimce çok az yer kaplayan limbik sistem, denilebilir ki bir
organizma için en hayati sistemdir. Gelin görün ki bizim limbik sistemimizin
vasfı, “çökmüş”tür.
Çökmüş bir limbik sistemin yönetiminde
ancak debelenir organizma. Şair işte bunu ifşa ediyor. Çökmüşlük, tükenmişlik,
iflas halini zafer olarak alkışlayan bir ‘avam’îlik. Kendinde olamamanın
göstergesi “biz bize yeteriz”cilik… Dolayısıyla tüm göstergeler “yitik bir
ülke”yi yansıtmaktadır. Bunca iş işten geçmişlik ve sayrılık manzarası
karşısında “geçmiş olsun” demekten başka çare kalmıyor.
“Geçmiş Olsun” şiirinin zayıf halkaları
yok mu? Var elbette. Sözgelimi doldurma
sözler, dizeler? İki dize üzerinde gösterelim: “Sosyal bilgiler, sosyal medya,
sosyal mesafe” ve “Tüm parametreler, paradigmalar, paradokslar içinde”. Bu
dizelerdeki sıralamalar yığma, doldurma sayılabilir. Fakat bunlar günün
manzarasını aşikâr kılmak için kullanılmış değil mi? Üstelik bir tekrir sanatı
da icra edilmiyor mu? Şu halde, bize zayıf halka gibi gelen bu kullanımlar,
şiirde başka bir işlevi gerçekleştiriyor. Bu da başka açıdan bir ustalığa denk
düşüyor.
Toparlayalım: “Geçmiş Olsun” bir Türkiye betimlemesi yapıyor. Her bakımdan hâle ve vakte sinen bir soysuzlaşmanın sosyolojisine dair tespitlerde bulunuyor. Şiirin imkânlarıyla, bunu başarıyor…
Not: Bu yazı ilk kez İktibas Dergisi, S. 504 [Ocak 2021], s. 54-56'da yayımlanmıştır.
Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
MEHMET AKİF'İN OLUMSUZ "REJİM" TUTUMLARIYLA MÜCADELESİ
Bir beslenme “yönetimi” olarak “rejim (yapmak)”, “diyet” anlamında kullanılan bir ifadedir. Dengeli beslenme, sağlıklı beslenme gibi anahtar kavramlarla birlikte kullanılır. Özellikle zayıflamak maksadıyla yapılır. Farklı yöntemleri olmakla birlikte, zayıflamaya dönük olanları birtakım yiyecekleri yemekten vazgeçme şeklinde tezahür eder.
Ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama, bu bağlamda Mehmet Akif’in rejim yapmak diye bir kaygısı olamazdı, çünkü onun gıda tüketimini bolca yapma imkânı, yaşadığı sosyo-ekonomik ortamlar gereği ve şahsi tercihleri icabı yoktu. Yeme içme hususunda yapacağı tek rejim, helal haram nokta-i nazarına dayanabilirdi. Bu bağlamda şu olay ve devamındaki açıklama mükemmel bir örnektir:
Umumi seferberlik zamanıdır. Akif,
Sebilürreşad yazıhanesinde evden getirdiği kuru fasulyeyi bir arkadaşıyla
birlikte yemektedir. Bu sırada İçişleri
Bakanlığından bir görevli çıkagelir: Âkif’e, Bakan’ın selam söylediğini, yazılarında pek fazla ileri gitmemesini rica
ettiğini bildirir. Akif söz konusu küstah iletiyi işittikten sonra pürhiddet
cevap verir: “Bakanına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe
bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden
korkmam!”
Akif’in bu hiddetli cevabı, bu türden emir,
tavsiye, telkin ve tesirlere ne kadar kapalı olduğunu, haksızlarla uyuşmayan, doğruları
ise sonuna kadar savunan bir şahsiyet abidesi olduğunu göstermekteydi.
Evet, böylesi durumlarda Akif, bırakın rejim yapmayı, yemeden içmeden bile kesilebilirdi. Nitekim Ertuğrul Düzdağ, bu olayın cereyan ettiği savaş günlerinde, rejimin başında bulunan İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, Büyükada’da ziyafetler düzenlemekte olduğunu, dahası buraya hücumbotla dondurma servisi yaptırdıklarını kaydeder.
Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet
Âkif, hiçbir şekilde maddî çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; böyle
olanlardan ise nefret etmiştir. Dahası, toplumsal hak ve hukuk mücadelelerinde ekâbirle
korkusuz bir şekilde savaşmış, görüş ve düşüncelerini her ortam ve şartta ifade
etmiştir. Şimdi bunları örneklendirelim.
Âkif,
“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd/Bıraktın milletin kalbinde
çıkmaz bir mülevves yâd!” (Yıkıldın,
gittin ama ey kirli zorbalık devri,/Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir
hatıra!”) diye başladığı “İstibdâd” (Sıkıyönetim) şiirinde söz konusu
dönemin temsil makamına (II. Abdülhamid’e) ve paydaş sorumlularına tariz
oklarını gönderir. Kendisine ithaf edilen bu şiirin yazılış serüvenini Mithat
Cemal şöyle anlatır: “İstibdat’ta bir
gece, beş dakikada siyasî adam oldum, evimde Mekteb-i Hukuk notlarını beyaza
çekerken politika suçlusu olarak basıldım.” En yakın arkadaşları haksız
yere tevkif edilen Akif, bu zulümleri yapan muktedirleri bakın nasıl yerle bir
ediyor:
“Otuz üç yıl devâm etsin, başından
gitmesin nekbet…
Bu bir ibrettir amma olmıyaydık böyle biz
ibret!”
(Otuz
üç yıl devam etsin, başından gitmesin felaket…
Bu
bir ibrettir ama olmayaydık biz böyle ibret!)
“Ne âli kavm idik; hayfâ ki sen geldin
sefil ettin;
Bütün ümmid-i istikbâli artık müstahil
ettin;
Rezil olduk.. Sen ey kâbus-ı hûnî, sen
rezil ettin!”
(Ne
yüce millettik; yazık ki sen geldin sefil ettin;
Geleceğe
dair bütün umutlarımızı artık imkansız ettin;
Rezil
olduk… Sen ey kanlı kâbus, sen rezil ettin!)
“Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde
gördünse,
‘Bu bir cânî!’ dedin sürdün, ya mahkûm
eyledin hapse
Müvekkel eyleyip câsusu her vicdâna, her
hisse,
Düşürdün milletin eh kahraman evlâdını
ye’se…
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i
İblis’e”
(Her
kimin temiz alnında haysiyet ve onur belirtisi gördünse,
‘Bu
bir câni!’ dedin sürdün, ya mahkûm ettin hapse.
Vekil
ettin casusu her vicdana, her duyguya,
Düşürdün
milletin en kahraman evladını ümitsizliğe…
Ne
lanetlisin ki rahmetler okuttun şeytanın ruhuna!)
Âkif, “Asım” şiirinin bir yerinde, Yıldız
Sarayı’na çıkan kahramanına, dönemin sultanıyla ilgili olarak şu sözleri
söyletir:
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim:
Gideyim, zâlimi ikaaz edeyim, isterdim.
O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mânî ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun
câmi’ine.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı
Hamid,
Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış
Yıldız;
O silâhşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:
Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en
azı!
Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğün maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: ‘bunca zamandır nedir bu
gözlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören;
ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki:
Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki
saklansın.
Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..
Bir de baktım, canavarlar pusulardan
çıkarak,
Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle
kimi,
Serdiler her tarafından delinen pöstekimi”
(İkâz:
Uyarma; Mânî: Engel; Tebzîr: İsraf etmek; Maskara: Rezil, soytarı; Canavarlar:
Benzetme yoluyla; saray muhafızları; Pösteki: Deri.)
Görüldüğü üzere, Asım’ın bu bölümünde Akif,
kahramanı Hoca Mandal’ı saraya göndermiştir. Aslen Of’lu olan ve İstanbul’da
yaşamış olan Hoca Mandal, açık sözlü, bildiğini söylemekten çekinmeyen bir
mizaca sahiptir. Saraya gitmekteki
amacı, orada İslam’a aykırı bir şekilde cereyan eden hayata müdahil olmaktır.
Nitekim Abdülhamid’in huzuruna çıkmış, “Neden kadınlar gibi kafesler arkasında
saklanıyorsun? Bir kusurun mu var ki gizleniyorsun?” diyebilmiştir. Gerçi ikaz
ve tenkidinin sonunda yine sarayın canavarları tarafından tard edilmiş,
pöstekisi yere serilmiş, dahası Erzurum’a sürgün edilmiştir. Akif, muktedir güç
odağının yaptığı bu zulme seyirci kalmamış, gençlere ithaf ettiği şiirine
alarak tarihe kayıt düşmüştür.
Âkif, Gölgeler’de
yer alan “Fir’avun ile Yüz Yüze” şiirinde bir firavun mumyası üzerinden,
sağlığında adaletten ve hakikatten sapmış bir hükümdarı eleştirir. Bilindiği
gibi, firavunlar, antik Mısır’da hükümdarlara verilen isimdir. Güneş tanrısı
olan Ra’nın oğlu ve yeryüzündeki gölgesi sayılırlar. Ölene dek tahtta kalan bu
muktedirler, öldüklerinde özel eşyalarıyla mumyalanıp bir lahite konulmaktaydı.
Akif, bu uzun şiirinde, açılan bir lahitte gördüğü firavun mumyasına karşı
hitap eder. Tabii ki bu hitabın hedefinde, yaşayan eşdeğerdeki muktedirler de
vardır:
“Bu Firavun ki, civarından ürküyordu
beşer;
Bu Firavun ki, saraylar, sütunlar,
âbideler,
Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;
Bu Firavun ki eğilmişse boynu bir hakka,
O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;
…
Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi
âkıbetin?
Bunun mu uğruna milyonla ruhu inlettin?
…
Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer
yer,
Sulandı çünkü şu vâdi beşer kanıyle,
beşer!
…
Değer mi dağları tırnakla, dişle
oydurarak,
İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?
…
Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,
Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?
…
Ne hânumânları yıktın yıkılmadan şuraya?
Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?
Bileydim, ey koca Mısır’ın ilâh-ı üryânı!
Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,
Bekâın için mi hakikat? Merâmın oysa,
heder:
Evet, bütün beşerin hakkıdır bekaa emeli;
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten
istemeli!”
(Âfâk:
Ufuklar; Bekâ: Ebedîlik; Hânumân: Ev, bark; Âşiyan: Ev, yuva; İlâh-ı üryan:
Çıplak tanrı; Velvele: Gürültü, şamata; Heder: Boş yere harcanma, heba olma.)
Zalimlerin sonunun nereye çıkacağını
böylece dile getiren Akif, “Hüsâm Efendi Hoca” şiirinde ise âlim ile erkân-ı
saray arasında olması gereken ilişkiyi anlatır. Bu şiir, söz konusu bağlamı
içinde makul bir örnek olmak bakımından önemli bir metindir. Şöyle ki, mesnevîhân
Hüsam Efendi, ömrü boyunca saraya gitmeyi bırakın, civarına dahi gitmemişken,
şöhreti nasıl olduysa Sultan Abdulmecid tarafından duyulur. Bir gün Beşiktaş
taraflarında gezerken, saray erkânı sultanın da arzusuyla onu huzura götürmek
isterler: “Takım takım yola çıkmış hemen silahşorlar./ Hüsâm Efendi henüz
Dolmabahçe’lerde iken; Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer geriden.” Kendisine
“Dönün, derler, seni saraya götürelim.” Hünkârın adamlarına Hüsâm Efendinin
verdiği cevap manidardır: “Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun/Henüz
sonundan uzakken, tükendi gitti ömür/tutup da bir geri döndüm mü, yandığım
gündür!” Velhasıl, sarayın silâhşorlarını eli boş gönderir Hüsâm Efendi Hoca.
Sonuca gelelim. Âkif, nasıl yeme içme
bakımından “rejim yapmak” keyfiyetinden uzak bir konumda durma bilincinde idiyse,
aynı şekilde, yaşadığı devirlerin siyasî rejimleri karşısında da aynı mesafeyi
koyma bilincine sahipti. Çünkü o, İdeolojik
olarak İslâmcı bir şahsiyet olmayı tercih ettiği kadar, ahlâkî olarak da “asr-ı
saadet” dönemindeki bir Müslüman gibi sade ve temiz yaşamayı tercih etmişti.
Bütün bu tercihler iledir ki Akif,
hayatı boyunca eğilmedi. Ne devr-i istibdatta ne Meşrutiyet döneminde ne de yaşadığı
süre boyunca Cumhuriyet çağında… Açlığa,
mahrumiyete, mazlumluğa düştü, fakat kimseye eyvallah etmedi. Böylesi bir
tercihten ötürü, Akif, hiçbir zaman hayıflanmadı. Kendisini takip edecek
nesillere iyi bir gelenek bıraktı. Gözü arkada kalmasın. Ruhu şâd, mekânı
cennet olsun.
(Bu yazı ilk kez Sebilürreşad Dergisi'nin Aralık 2020 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.)
19 Kasım 2020 Perşembe
HUKUKSUZLUĞUN GÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA KÜRŞAT BUMİN'İ AN(IMSA)MAK
Kürşat Bumin'i vefatının (13 Kasım 2018) yıldönümünde önemli eseri Hukuksuzluğun Günlüğü'nü merkeze alarak yâd edeceğiz. Yakında, burada.
16 Kasım 2020 Pazartesi
NASILSINIZ?
42
“bâkî kalan güzel işler”
denilince koşup gelenlere…
siyah, beyaz, sarı, kızıl ve
bir kalp atışının biteviye esişi şeklinde…
dönüşüne tarihin, yeniden
eski içeriğine, aşkın bünyesine…
akıl ve gönül, ölçü ve hız,
denge ve heyecan, inanç ve eda, ama her şey, ama hepsi, birlikte durarak,
birleşip vurarak…
… şanlı bir yıkıntıyı yere
serdiler.
o halde şairane bir söz
çıkıp orta alana der:
bu, bir borcun gecikmiş
ifasıdır.
bu, farklı bir “eylül”
yazısıdır:
“…”
“gerçekten
onlar
rablerine
inanmış
gençlerdi.
Likâ Edebiyat, S. 42 (1 Ekim
2003), s. 1.
12 Kasım 2020 Perşembe
NUR FÜR DEUTSCHLAND
"Sadece Almanya İçin"
damızlık boğa tedavül etti
Sanki sizi Hitler eğitti
Eğitip gitti
Hele köpeği Blondi
rolü size etiketti
Zira köpeklik
ruhunuza görelikti...
Ank., 13 Kasım 2020
ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-4
Ey pâdişâh-ı âlem düşman mısın zekâya?
Erbâb-ı iktidarı gördün mü saldırırsın;
Asrında kaldı millet üstadsız, kitabsız,
Havf eylerim yakında Kur'an'ı kaldırırsın.
Yeniden:
Ey dünya padişahı düşman mısın zekaya?
Şahsiyetli kimi görsen
saldırır canına okursun;
Üstadsız, kitapsız kaldık çağında senin,
Böyle giderse korkarım Kur'an'ı kaldırırsın.
İzmir, 1984
9 Kasım 2020 Pazartesi
8 Kasım 2020 Pazar
DONNA CLARA NİYE SADECE ÖPÜLMEDİ?
Heinrich Heine (1797-1856), Alman edebiyatında adı Goethe ve Schiller'le birlikte anılan büyük bir şair. Bir Musevî tüccarının oğlu olarak dünyaya gelen Heine, bankacılık, manifaturacılık gibi işlerde bir süre çalıştıktan sonra hukuk tahsili yapar. Bu arada Arndt, Schlegel gibi devrinin önde gelen tarihçi, felsefeci ve şairlerinin derslerini takip eder. 1825'te hukuk diplomasını almakla birlikte, mesleğini icra etmesine yetmez. Bunun için bir şart vardır: Din değiştirmeli, Hıristiyan olmalıdır. Çok sevdiği mesleğini yapabilmek için gereğini yapar, Protestan olur.
Heine'ın Musevî bir soydan gelmesi, ona farklı sebeplerle muarız olanların en önemli saldırı noktası olmuştur. Bununla birlikte ona yapılan hücumlara, Demir Şansölye olarak şöhret yapan Bismarck bile karşı koymuştur: "Heine'nin bir şair olduğunu, isminin ancak Goethe'nin yanı sıra anılabileceğini, şiirinin katıksız Alman şiiri olduğunu, bu beyler nasıl unutabilirler?" der Bismarck.
Almanya'da rahat nefes alamamaktan olsa gerek, önce İngiltere ve İtalya'ya yolculuklar yapan Heine, 1831'de Paris'e gider. Bundan sonra Almanya'ya bir kez, 1843'te bir ziyaret için uğrar. Bu arada, Almanya'da olan bitenleri tenkit eder; "Deutschland. Ein Wintermärchen" (Almanya. Bir Kış Masalı) kitabını yazar. Zira artık eserleri kimi otoriteler tarafından Alman edebiyatından reddedilmiştir.
Kitaplarına Nazistler tarafından tepki gösterilse, dahası kitapları yakılsa da, Heine'ın eserleri Alman edebiyatının ölümsüzleri arasındaki yerini almıştır. Onun şiirleri, sadece edebî dille değil, başta müzik olmak üzere farklı sanatsal yaratılar olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış, pek çok dile çevrilmiştir.
Bu girişten sonra, Donna Clara'ya gelelim. Evet, Donna Clara bir şiir kahramanı ve aynı zamanda adını o kahramandan alan şiir. Bu metin, Haine'ın "Şarkılar Kitabı"nda (Çev. Behçet Necatigil, Adam Yay., İst., 1982, s. 251-255) yer alan bu şiir, onun biyografisiyle doğrudan ilişkili bir metin olarak dikkat çekmektedir. Bu satırdan sonra, hem şiir hem de kahraman olarak Donna Clara'ya, şairin biyografisi eşliğinde göz atacağız. Başlayalım:
22 dörtlükten oluşan bu tahkiyeli şiir, çok boyutlu göndermelere sahip. Elit sosyal çevre kişilerinin can sıkıntılarına, saplantılarına, dar dünya görüşlerine, fena kaçamaklarına dair tespitler yapılabilir pekâlâ. Şiirin ekran yüzünde cirit atan bu hususlar arasında, derinliksiz bir aşk macerası konuşlanmıştır. Fakat metnin en can alıcı meselesi, Donna Clara'nın "yerli ve millî" bir reflekse yaslanan kavmiyetçiliğidir: Arada bir saldırır Yahudilere!
Baştan başlayalım:
"Dolanıyor bahçede akşam vakti
Belediye başkanının kızı.
Davul boru sesleri
Şatodan gelen yankı:"
Resmiyet ortamının danslarını, sahte aşklarını artık dayanılmaz bulan Donna Clara, daha öncesinde gördüğü bir şövalyeyi tekrar görebilmek umuduyla pencereye gelir:
"İnce, uzun, yiğit duruyordu,
Solgun, soylu yüzünde gözleri,
İki ışık pınarı -
Sanki Georgen'e benziyordu."
Böyle söylenirken, burnunun dibinde biter "meçhul şövalye" ve onunla birlikte, ay ışığı altında gezintiye çıkarlar. Utangaç aşıklar artık ince fısıltılar eşliğinde ânı yaşamaktadırlar. Fakat bir ara, sevgilisine yüzünün niçin kızardığını soran şövalye, şu yanıtı alır:
"Sivrisinekler soktu, sevgilim;
Öyle nefret ederim ki
Yaz ayları onlardan;
Yahudi çeteleri sanki."
Bu son dize, Donna Clara'nın ilk milli tacizidir. Şövalye pek kulak asmaz görünür: "Bırak sinekleri, Yahudileri" der, memnun, işine devam eder. Arada kıskançlık cümleleri de kurmaktan geri kalmaz: "Kalbinde başkası var mı?" diye sorar. Aşığının kollarında Donna Clara, şöyle yanıtlar soruyu:
"Sen seni seviyorum, sevgilim,
And içerim İsa'ya;
O İsa'yı ki Yahudiler
Öldürdüler alçakça."
Genç şövalye bu kez de "Bırak İsa'yı, Yahudileri!" diye teskin makamını seçerek sevgilisini memnun etme keyfiyetine devam eder. Bir taraftan da, ellerinin kollarının misafirine, ettiği yeminlerin sahici olup olmadığına dair sorular sorar. Donna Clara:
"Bende hiç yalan yok, sevgilim,
Nasıl ki bağğrımda tek damla kan
Yoksa ne pis Yahudiler,
Ne de zencilerden."
Buyrun, Yahudilerin yanına zencileri de eklemiştir Başkan'ın kızı. Ama aşığı yine oralı olmaz, "Bırak zencileri, Yahudileri!" deyip geçer, onu "Mersin dallarından bir çardak" altına götürür:
"Yumuşacık bir sevda ağıyla
Sardı onu gizlice;
Kısa konuşmalar, uzun öpüşmeler,
Kaynaştı kalpler iç içe."
Bülbül şakımaları, ateşböceklerinin ışıltılı dansı, sessizliğin gizli sesi, mersin ağaçlarının fısıltısı eşliğinde geçip giden uzun bir süreden sonra, Belediye Başkanı'nın şatosundan gelen davul zurna gürültüleri, Clara'yı uyandırır. Şövalyenin kollarından sıyrılıp ona veda etmeye hazırlanırken, sormadan edemez:
"Dinle sevgilim, beni çağırıyorlar
Fakat ayrılmadan önce,
Bunca zaman sakladığın
O güzel adını söyle!"
Haine, bütün kurguyu bu müthiş final için saklamıştır. Aldı genç şövalye, söyler bakalım ne söyler:
"Ben, Sennora, sevgiliniz,
O herkesin övdüğü
Saragossalı ünlü hukukçu
Yahudinin oğlu."
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Heinrich Heine'ın biyografisiyle birlikte okunabilecek bir şiir Donna Clara şiiri. Yaşadığı ülkenin egemen kavmiyetine mensup olmadığı için dışlanan, ötekileştirilen, fikrî bir linçe maruz kalan Haine, böylesi tutum ve uygulayım sahiplerine edebî bir fiskeyle darbe indirmiştir. Bu darbe sembolik bir darbedir fakat maruz kalanlar açısından utanç vericidir. İnsafsızlık, izansızlık, insansızlık anıtı olan benzerleri de aynı utançtan paylarını almalıdır: Elbette dönemden ve ülkeden (Almanya) soyutlayıp zaman ve mekan bağlamında evrenselleştirerek, bu tiksinçliğe el veren her kim ve ne varsa...
Aksi halde, Donna Clara'nın düştüğü vaziyetten kurtulmaları mümkün olmayacak...
6 Kasım 2020 Cuma
Fİ TARİHTE RUSYA'DA
İvan Kremnev'in ütopyasına ne oldu?
Yeri ve göğü, havayı, suyu
Yağmur bulutlarını, güneşi, ayı
Hasılı kelam bütün iklim ortamlarını
Dizginlemek için Karazin Efendi
Rus ordusunu kışkırtıp darbeye
Topunu, tüfeğini, tankını, ne varsa
Kullanmaya kalkışmış Tanrı'ya karşı
Havlu atmak bahsinde nasıl olur
Duyarsız mı kalır buna Ankara
Bir yolu olmalıdır değil mi ama
Yerli malı gibi milli piyango misali
Üstün gelmeli komünist Moskova'ya
Sokak kapıları bir bir kilitlenmeli
Virüs avına girmeli GBT tabletleri
Bu yüzden mi terk ediyor bolluk faraziyesi
Şairler çalışıyor hizmet eri her bireri
Artıyor gittikçe köylülüğün dizi filmleri
Bir Stalin gitmişti gelmesin bir diğeri geri
Yeniden canlanıyor kinin sosyal faşingi
Nasıl demişti Mozaik: "Çok Alametler Belirdi."
Yüzüstü bırakıyor Tanrı insansızlığımızı.
Ankara, 6 Kasım 2020
NASILSINIZ?
41
… tavrınızın şifresini ise
biz çözeceğiz!
gebe kaldığınız kara
koltukların kayganlığı nasıl da yansıyor size: adınız kaykay kalıyor!
bir de çıt! diye kırılmanız
yok mu?!
tuhaf bir esneme de musallat
olmuş hanidir ruhunuza, hain!
yiyebileceğiniz bir tanrıya
kavuşmuş olmanıza sormayın nasıl sevindik!
sizin için tasarlanan altın
kafese diyesiymişsiniz ki: altın kadehin sarhoşuyuz biz!
karanguya göre döndüğünüz,
güneşe balçık savurduğunuz görülmüş!
aritmetiğiniz için gelişmiş
deniyor, adınıza sevindik, demokrasi katsayınız artmış ya!
tek şaşırdığımız, sürekli
artan tikleriniz: jestleriniz şurada burada geziniyor, mimikleriniz olmadık
hareketler halinde!
demek ki zaferinize zaferler
ekleyeceksiniz, hayatınızda başka işgaller de göreceğiz!
sonuç olarak kösteğinizi destekliyoruz!
Likâ Edebiyat, S. 41 (1
Ağustos 2003), s. 1.
1 Kasım 2020 Pazar
ŞAİR EŞREF'TEN YENİDEN-4
"Birer suretle senden ecnebiler cizye almakta,
Verirsin pâdişâhım bittabi korku belâsından.
Utanmazsın ahâliden l'ane celb ü cem'inden,
Ne farkın kaldı bilmem bir dilenci kethüdâsından!"
Yeniden:
birer belgeyle padişahım bir şekilde
haraç almakta batılılar senden
verirsin elbette
verirsin padişahım
korkudan verirsin
ve dahi utanmazsın padişahım
halktan alırsın tümünü
bu verdiklerinin...
bilmem padişahım bilmem
ne farkın var bilmem
bir dilenci uşağından!
(1984)
GÖRÜLMEYEN ENKAZLAR SAGUSU
hava durumu denetçileri bilmez gündeme almaz istatistik okulları dondurulmuş gıdasıdır dahiliyenin depremleri alenen pek görülmez hıçkırır onlardan kalan andaçlar iniltileri mezarlıklarda tutsak attâya gitti denir çocuklarına da muteriz ağıtları bestelenmez kanuni saz semaisinin tripleri ipleri onlar için gerer tünele tutsunlar da kurtulmasınlar diye kement olup alsın can havillerini sırçaların dökülmesi bu yüzden söyleyemem hani öyle genizden pürüzden mi söz ediyorum sanki ankara'yı kırıp döken krizden... Ankara, 1 Kasım 2020