11 Ağustos 2025 Pazartesi

MONSİEUR SOUBİSE'İN OT YATAĞINDA ŞUARA

Denis Diderot'nun Rameau'nun Yeğeni (Özgün adı:  Le Neuvu de Rameau; Çev. Adnan Cemgil, Yazko Yay., İst., 1982) romanını 1985'teki ilk okumamdan kırk yıl sonra tekrar elime aldım. O zaman altını çizip mim koyduğum yerlerle yetinmiyor, kitabı baştan, sıfırdan okuyorum. 

Yüksek kanaatim şu: Voltaire'in Candide'iyle Diderot'nun bu eseri benim o yıllarıma biçim ve renk veren kitaplar oldu. Kırk yıl sonra tekrar oraya dönüp atıf yapmam bir daüssıla yahut nostaljiden kaynaklanıyor olamaz. Çünkü gerek sıradan bir insan gerekse şair bir kimlik olarak tutum ve davranışlarımın muharrik noktası o dönemden bu döneme aynı sabitedeydi. İnsaniyet, hakkaniyet ve hassasiyette o gün nerede idiysem bugün de oradaydım. Kimi gidip geldiğim sosyo-psikolojik yapılanmalar sırasında küçük sarsıntılar hariç...

Bu fasılda pek oyalanmayıp Rameau'nun Yeğeni üzerinden yol almaya başlayalım. "Moi" ("Ben") ve "Lui" ("O") adlı iki kahramanın felsefi diyalogları ile kurgulanmış olan Rameau'nun Yeğeni, Diderot'un 18. yüzyılın ikinci yarısında (1761 ve sonraki yıllara tarihlendirilir; Adnan Cemgil 1862'de yazdığını, 1873'te gözden geçirdiğini belirtir.) kaleme almış olduğu bir romandır. Eser, pek çok tarihi şahsiyetin ilgi odağı olmuş. Sözgelimi Marx, eseri kendi öğretisi için değerli bulmuş ve 1869'da okunmasını tavsiye etmiş. Engels kitabı "diyalektik başyapıt" olarak nitelendirmiş, dünya edebiyatının şaheseri olacağını söylemiş.

Diderot, bu eserini 1875'teki ölümünden önce üç nüsha kopya yaptırmıştır. Kızı, Diderot'nun kütüphanesini ve el yazması eserlerini Saint Petersburg'a taşımış, eserin bir kopyası Almanya'da bir rastlantıyla önce Schiller'in, onun vasıtasıyla da 1803'te Goethe'nin eline geçmiştir. Goethe bu Fransızca el yazmasından yararlanarak eseri 1805'te Almanca'ya çevirir. Bu çeviride kullanılan Fransızca el yazması daha sonra kaybolunca, bu kez Joseph-Henri de Saur ve Léonce de Saint-Geniès 1821'de Almanca nüshadan Fransızca'ya çevirmişler eseri. Bundan kısa bir süre sonra, 1823'te Fransızca el yazmasına dayanan orijinal metin ortaya çıkarılmış. Rameau'nun Yeğeni'nin modern baskıları, 1890'da kütüphaneci Georges Monval'in Paris bir ikinci el kitapçıda bulduğu Diderot'nun el yazısıyla yazdığı tam el yazmasına dayanmaktadır. Monval eseri 1891'de yayımlamış; Diderot'un el yazması ise New York'taki Pierpont Morgan Kütüphanesi'nce satın alınmıştır. Eserin orijinal dildeki en yeni yayımı Jacques Berchtold ve Michel Delon tarafından yapılmış karşılaştırmalı edisyondur.

Rameau'nun Yeğeni'yle ilgili bir başka bilgi: Andrew S. Curran, dönemin önde gelen şahsiyetlerini betimlediği, bu nedenle başına hukuki sorunlar açılabileceği endişesiyle eseri sağlığında yayımlamadığını ileri sürer.

Romandaki anlatıcı kahramanının ("Ben"in) yazarı (Diderot'yu) temsil ettiği varsayılır. Bir edebi metin, yazınsal kurgu bağlamında bu varsayım elbette yanlıştır. Kahraman anlatıcının diyalog kurduğu "O"(Rameau)nun ise 18. yüzyılın ünlü Fransız bestecisi ve müzik teorisyeni Jean-Philippe Rameau'nun yeğeni Jean-François Rameau olduğu kaydedilir. Bu iki kahraman eserin gelişim seyri içinde farklı konularda fikir çatışmaları yaşarlar. Bu arada diyaloglara zeka oyunları, ironiler, alegorik anlatımlar, hedonist yaklaşımlar dahil olur. Kimi büyük şahsiyetlere, filozof, politikacı, müzisyen ve finansörlere, bu arada muhayyel kahramanlara göndermeler yapılır. Sözgelimi Sezar, Sokrat, Diyojen, Homeros, Rabelais, Theophraste, Racine, Voltaire, Molliere, La Bruyere, Marivauxm, Praksitel, Charles-Pinot Duclos, Abbe Trublet, Abbe d'Olivet, Jean Baptiste Greuze, Charles Palissot de Montene, Henri Poinsinet, Abbe Freron, Abbe Sabatier, Pietro-Antonio Locatelli, Domenico Alberti, Boldusarre Galuppi; Apollon, Andromaque, Britannicus, İphigenie, Phedre, Attalies...

Yazımızın bu noktasında "yeğen" Rameau'yu biraz daha ayrıntılı tanımamız gerekiyor: Romanın ilk sayfalarında onun hakkında bilgi veren anlatıcı kahraman, hakkında şuna benzer ifadeler kullanır: "Acayip tiplerden biri", "kişiliğinde yükseklikle alçaklığı, sağduyu ile kaçıklığı birleştirmiş bir adam", "kafasında onur ve onursuzluk kavramları nasıl garip bir biçimde birbirine karışmış", "huyunun kötü taraflarını hayırsızca açığa vurmaktan çekinmez". Rameau'nun şahsiyetini yansıtan şu satırları okumanız sanırım sizde daha kalıcı izlenimler bırakacaktır: "Onunla karşılaşır da, gariplikleri karşısında apışık kalmazsanız ya kulaklarınızı tıkar ya da kaçarsınız. Aman tanrım, ne çene, ne çene! Kılıktan kılığa girer. bir gün bakarsınız, avurtları çökmüş, sıfırı tüketmiş bir hasta gibi bir deri bir kemik kalmıştır. İnsan günlerdir ağzına lokma koymamış ya da Trape manastırından çıkmış sanırn, başka bir zaman onu bankarlerin sofrasından hiç kalkmamış ya da, Bernardins'lerin manastırından geliyormuş gibi semirmiş, göbeklenmiş görürsünüz. Bugün gömleği kirli, pantalonu yırtık, üstü başı dökülmüştür hemen hemen yalınayaktır; başı önünde dolaşır; herkesten kaçar; insanın çağırıp avucuna bir kaç para koyası gelir. Başka bir gün, pudralanmış, ayağında güzel pabuçlar, saçları kıvrılmış, iyi giyimli olarak karşınıza çıkar; başı dik yürür, yüksekten bakar, kurumlanır; onu keyfi yerinde bir adam sanırsınız. Bugün kazanır, bugün yer. Zamanına göre şen ya da kederlidir. (...)"

Rameau'nun kimliği, kişiliği hakkında dört dörtlük bilgi edinmek istiyorsanız kitabın başında yer alan ve bir kısmını alıntıladığımız anlatıyı, hatta eserin tamamını okumanızı salık veririz. Bizimkisi tahassüs ve tahayyül oluşturmak için yapılmış küçük bir antipas... 

Bunu belirttikten sonra şuraya gelelim; eserin başına, anlatıcı "Ben" ile "O" Rameau'nun bir gün Paris'te, soyluların oturduğu ve fakat "bahçesi sonradan kumarcıların, hovardaların ve oynak kızların gezindi yeri" olan saray binaları (Plais Royal) civarındaki Regence kahvesinde karşılaşmalarına... O günlerde Rameau, bir şekilde kendisini beğendirdiği, orada hane halkına soytarılık yaparak görece müreffeh bir hayat sürdüğü evden kovulmuştur. İki kahraman arasındaki diyaloglardan anlaşılan; "O"nun kapılandığı evden kovulduğu için pişmanlık duyduğudur: "Ah ben ne hayvan herifim! Her şeyi elden kaçırdım. Bütün ömrümde bir defacık aklı başında hareket etmek yüzünden her şeyi yitirdim. O günleri bir daha görecek miyim, acaba?"

Rameau, kovuluşunu anlatıcı kahraman "Ben"in sorusu üzerine yer yer monolog yaparak anlatır: 

"Ben. - Söz konusu olan nedir acaba?
O. - Rameau! Rameau! Sana neden içerlediler biliyor musun? Azıcık zevk, bir parçacık ince düşünüş, biraz da zekâ sahibi olmak enayiliğini gösterdiğin için! Rameau, dostum, bu, sana yaradılıştan ne olduğunu ve efendilerinin ne olmanı istediklerini öğretecek. Kolundan tuttukları gibi kapı dışarı ettiler. Arkandan şöyle diyorlardı: 'Seni hergele seni! Çek arabanı bakalım! Bir daha buralarda görüneyim deme sakın! Akıl, mantık sahibi olmaya kalkarsın ha? Bizde bu nesnelerden bol bol var.' Ve sen öfkenden elini ısırarak yolu tutarsın. Ama daha önce şu kopası dilini ısırman gerekirdi. İşte ihtiyatsızlığın cezası: böyle meteliksiz, yersiz yurtsuz, sokak ortasında kalmaktır. Tıka basa karnın doyuyordu, yeniden çöplüğe düştün; güzel bir evde yaşarken, eski tavan arasının özlemini çekecek hale geldin; rahat yataklarda yatarken, artık M. de Soubise'in arabacısıyla Robbe kardeşin arasında bir ot yatağa uzanacaksın. Eskisi gibi tatlı ve rahat bir uyku yerine kulağına, bir yandan da bunlardan bin kere daha çekilmez olan, kuru, mutsuz berbat manzumelerin gürültüsü dolacak, gördün mü başına gelenleri! A mutsuz, a kendini bilmez, a cin çarpası!" 

Bu alıntıyı okurken tahminim siz de bahsedilen bazı kişi ve halleri merak ettiniz. Sözgelimi M.de Soubise ve Robbe kimdir, ot yataklar neyin nesidir gibi... Kitaba eklenen "Açıklamalar" kısmına bakıp gidereyim merakınızı: Sözgelimi Bay Soubise... O yıllarda yeteneksiz yazar, şair, aktrist ve aktörler soylu kişilerin ahırlarında barınırlarmış; o soylulardan birisidir... Robbe ise dönemin yeteneksiz bir şairi...

Lui, yani Rameau bir soylunun kapısına kapılanıp soytarılık yapmayı ilelebet sürdüremeyen, bu bahiste süreğen bir başarı gösteremeyen kendisini, Robbe örneğinden hareket edersek, soyluların ahırında barınan şairlerle eş tutuyor. Orada yaşayacak olmanın yoğun ıstırabını yaşıyor. Onun gibi birisinden de gelse bu ıstırapta bir haysiyet emaresi var.

Rameau'nun sözlerini güncelleyip zamanımıza getirmeyegörelim; kırmızı çizgilerle kuşatılmış sorularımız havada uçuyor: Sahi, bugün Rameau'nun bahsettiği "ahır" istiaresiyle benzerlik gösterebilecek nice seçkin ve soylunun mekan ve makamında çöreklenmiş şairlerde aynı ıstırap ve haysiyet neden olsun?..  Kanon şairlerinde, saray soytarılarında, belediye taklacılarında... Yok işte...

9 Ağustos 2025 Cumartesi

JULES SUPERVİELLE'İN AKSİ KÖPEĞİ

Supervielle (1884-1960) "aksi" sıfatını kullanmamış, "Köpek" sözcüğünü yeterli görmüş şiirinin başlığı için. Hani "aksi"ni kullanmasına gerek de yoktu belki! Hani, bu benim yakıştırmam olabilirdi, ne bileyim, metni okurken, yorumlarken bu sıfatı ona  yapıştırmıştım! 

Neyse, "Köpek" şiiri bir intak sanatı örneğiydi; şöyle konuşuyordu köpek ve haliyle şu metin oluşuyordu:

Bir sokak köpeğiyim ben
Ötesini pek bilmem.
Ama bir ses geldi kulağıma birden,
Bir şair sesi.
Bir şair dili geldi bana,
Deyişimi zenginleştirmek için.
Çünkü bilirsiniz ya,
Havlamaktan başka türlü
Anlatamam derdimi.
Bir şair dili geldi bana
Ama gene de istemem
Karanlık dünyamdan çıkmayı.
Neyleyim beni
Başkasından gelmiş kelimelerle
Dolu bir kafayı.
Başıboş bir köpeğim ben
Dahasını istemeyin benden.

1955'te İstanbul'da, Türkiye Ticaret Matbaası'nda basılan Yeni Fransız Şiirinden Seçmeler adlı kitabın 17. sayfasından aktardım bu şiiri. Fikir ve Sanat Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlanan 63 bu sayfalık antolojideki şiirleri M. Akil Aksan tercüme etmiş. 

Kitapta şiiri olan şairler şöyle sıralanıyor: Charles Vildrac, Jules Superville, Paul Geraldy, Roger Devigne, Pierre Reverdy, Paul Eluard, Henri Michaux, Robert Desnos, Jacques Prevert, Georges Neveux, Jean Follain, Guillevic, Jean Cayrol, Jacques Marie Prevel, Toursky, Claudine Chonez, Anne Hebert, Robert Vivier, Paul Jamati, Mathilde Monnier, Caradec. 

Bu kadar şairin şunculeyin şiiri arasından "Köpek" üzerine iki kelam etmemi manidar bulur musunuz, bilmem! Çünkü bu metin kendisi üzerinden söz söylemeye imkan sunuyor:

Okuduğunuz üzere, kahraman öznemiz sokak köpeği olduğunu, kulağına bir ses geldiğini, bu sesin bir şair sesi olduğunu söylüyor. Şairin sesi onda bir söyleyiş zenginliği oluşturacak, "havlamak"tan ibaret olan dert anlatma biçimini geliştirecektir. Gelgelelim, kendisinde herhangi bir yeni nitelik oluşmasını istememekte, "karanlık dünya"sında çakılı kalmaya tercih etmektedir:

"Ama gene de istemem
Karanlık dünyamdan çıkmayı."

"Başkasından gelen"lere kapıyı kapatmış, onlara karşı duvar örmüş bir yaratıktan bahsediyoruz. Kafasının "boş"luğunu, halinin "başıboş"luğunu makul ve yeter gören bir vasatsızlıktan...

Bu "it"in tarzına bürünmüş insanlara çokça rastlarız hayat memat meşgalemiz boyunca. Rüzgarın seline teslim olmuş, akletmez fikretmez tiplere. Her türlü ikaz ve uyarı fenomenlerine karşı antenlerini kapatmış yaratıklara...

Sıradan ve sürüden kişiler olsa bunlar sorun değil; tersine toplumsal roller edinmiş, söze nizam vermeye kalkışmış, ahlak abideliğine dikilmiş, sosyal ve siyasal öncülüklere soyunmuş müsvetteler...

Değişime, dönüşüme ayak direyen bu neviden ölü köpek kişiliksizler bizim diriltici şiirimize sağır kesilmiş, bize ne?!. 

Bursa, 9 Ağustos 2025

19 Temmuz 2025 Cumartesi

MARİO BENEDETTİ TÜRKİYE'DEKİ MUHAFAZAKAR İSTİSNA HALİNİ KASTETMEDİ!

Bir öykünün sinopsisini çıkarmaya çalışacağız: Sakin bir kasaba, bir yavaş şehir. Mesleğini tesadüfen edinmiş bir komiser. Kasabanın güvenlikle ilgili bir sorunu ve dolayısıyla polise ihtiyacı yok. Bu yüzden genellikle halktan bir kısım ileri gelenlerle, mesela eczacıyla, dişçiyle pişpirik oynuyor; gazeteciyle güncel sosyal olaylarla ilgili geyik muhabbeti yapıyor. Gazeteci, mesleğini bilinçli yapan birisi. Kasaba gazetesinin fal sayfası yazarı. Gelecekten haberler veren bir müneccim. 

Bir zaman gelir, hava birden değişir. Ülkede hükümet darbesi olur. O güne kadar üniforma giyme ihtiyacı hissetmeyen kasaba komiserin ilk işi üniformayı sırtına geçirmek olur. Ardından tavır ve davranışları değişir, dili emir ve komuta kipine dönüşür. Bu arada hızla kilo alır, semirir; halkın ifadesiyle, "domuz"laşır. 

Başta gazeteci olmak üzere kimse ondaki değişikliğe inanamaz. Fakat komiser ta baştan beri ve her zaman aynı şarkıları söyleyen sarhoşlarla başlar işe: "Toplum düzenini bozuyorlar, ar ve haya duygularını zedeliyorlar" diye onları tutuklattırır. Bu durum müneccim gazetecinin satırlarına kasaba "yakın geleceğinin karanlık" tablosu şeklinde yansır.

Bir gün, "hükümet darbesini, parlamentonun feshini, sendikaların kapatılmasını ve  işkenceyi" tel'in eden kasabanın tek lisesindeki öğrenciler komiserin gazabına uğramaktan kendilerini kurtaramazlar: "Hepsi tutuklanır." Gözaltına alınan 60 gençten 10'unu komiserlikte alıkor ve işkence yapar: "Alaca karanlıkta, inlemeler, imdat sesleri, insanın içine işleyen bağırtılar duyuldu. Ana-babalar (özellikle analar) komiserlikte çocuklarına işkence yapıldğına inanamadılar. Ama gerek buydu işte." 

Bu arada astrolojist gazetecinin gidişatla ilgili tahminleri daha bir kararmaya başlar: "Kan akacak, ama sonunda adalet yerini bulacak." Lakin hemen değil, daha vakit var. 

Çocukları işkenceye çekilen ana babalar kasabanın tek avukatına ricacı olurlar. Avukat meseleyi çözebilmek arzusuyla kasabanın yargıcıyla görüşmeye gider. Fakat o da ne, yargıç da hürriyetini kaybetmiştir, tutuklanmıştır: "Bu gülünçtü, ama o ölçüde de doğruydu." Bunu öğrenen avukat bir anlık cesaretle komisere gidip durumu dillendirir. Gelgelelim daha kekeleme aşamasındayken zılgıtı yer, oradan uzaklaştırılır. İflah olmaz avukat çarenin başkente müracaat etmekten geçtiğini düşünür. Gider, ama dönemez. Bir süre sonra müvekkilleri cezaevindeki avukata sigara göndermeye başlarlar!

Bu arada, vaktiyle bir fabrika patronunun işçi ve memurlarının olası muhalif oluşumlarını etkisizleştirmek amacıyla kasabaya açmış olduğu lokal, hükümet darbesi öncesinde olduğu gibi, sonrasında da genç, yaşlı, kadın, erkek pek çok halktan kişinin buluşma mekanıdır. Darbe öncesi zamanlarda oraya sık sık eğlenmeye gelen komiser, sosyolojik vaziyet değiştikten sonra bir gece topunu tüfeğini toplayıp deyim yerindeyse lokali basar. Tehdit ve şiddet kusarak kendisiyle dans edecek bir bayan talep eder. Bu küstahlığına olumlu bir yanıt alamayınca, orada inşaat işçisi kocasıyla birlikte bulunan ve hamile olan, dahası erken doğum riski taşıyan bir kadını, kocasının sert tepkilerine rağmen, tacizle dansa kaldırır. Kendisine tepki gösteren kocayı o anda derdest ettiren komiser, hamile kadını uzun süre dans pistinde tutar. Halktan hiç kimsenin itiraz edemediği bu süreçten sonra pek tabii olarak kadın düşük yapar. Kocası ise komiserin sorgulamaları eşliğinde aylarca tutuklu kalmıştır. 

Yaşanan vahim süreci bertaraf etmek için halktan ileri gelenler kasaba doktorunun başkanlığındaki bir heyet halinde başkente giderler. Aldıkları yanıt maalesef, komiser hükümetin güvendiği bir adamdır, şeklindedir. Dolayısıyla süreci sakin bir şekilde zamana bırakmak en iyisidir!

Bütün bunlar perde perde olup dururken, müneccim gazetecinin günlük yorumları da süreci kademe kademe konu edinir: "Birilerinin hesap vereceği zaman yaklaşıyor." "Gücünü zayıflara karşı kullanan kişi için durum kötü." "Güçlü olan düşürülecek. Ölüm fermanını kendi imzaladı." "Yıldızlar onun sonunu haber veriyor. Ömrü doldu. Zorbanın oğlu ölecek." 

Bu yorumları gün gün gazeteden okuyan komiser, astrolog gazetecinin evini basmaya karar verir. Ekibiyle birlikte gazetecinin evine vardığında, adamlarının dışarıda kalmasını, hesaplaşmayı tek başına yapacağını bildirir. Eve girdiğinde gazeteciyi tehdit eder, yorumları değiştirmeye zorlar. Kuşkusuz gazeteci direnir, yıldızların yalan söylemediğini belirtir: 

"Zorbanın oğlunun daha yıllarca mutlu ve çok sağlıklı olarak yaşayacağını yazacaksın."

"Ama yıldızlar başka şeyler söylüyor, komiser."

Bu son diyalogdan sonra, astrolog gazeteci tek el ateşle komiserin canına okur! Yıldızlar yalan söylememiştir!

***

Bu okuduklarınız sizi yanıltmasın, olan bitenlerin cereyan ettiği ülke Türkiye değil. Şu halde, sinopsisini çıkardığımız öykünün yazarının yerel bir kalem olma olasılığını da iptal etmiş olduk. Daha fazla merakta bırakmayıp açıklayalım, sinopsis çalışmamızı Uruguaylı yazar Mario Benedetti (Tacuarembó, 1920-Montevideo, 2009)'nin bir öyküsünden yaptık: "Yıldızlar ve Sen". Bu başlık aynı zamanda içinde ilk öykü olarak bulunduğu kitaba da ad olmuş (Çev. Zerrin Günyol, Alan Yay., İst., 1988).

Benedetti Latin Amerika'nın büyük yazarlarından birisidir. Şiir, öykü ve romanlarında Uruguay halkının, "küçük insanların" yaşantılarına, özellikle çektikleri sıkıntılara odaklanmıştır. 

1959'dan sonra Küba devrimi ve Latin Amerika'nın devrimci hareketleri lehine tavır alan Benedetti,  muharrik gücünü yazınsal metinlerinin yanı sıra, şuna benzer söylemleriyle de yansıtmıştır: "Türkü söylüyoruz, çünkü insanlara inanıyoruz ve yenilgileri tersine çevirebileceğimize... Çünkü yaşamın militanlarıyız biz." Bu söylemin pratik karşılıkları sonucunda 1973'te ülkesindeki hükümet darbesinin elebaşları tarafından sürgüne gönderilmiş, 1987'ye kadar Buenos Aires, Lima, Havana ve İspanya'da sürgün hayatı yaşamıştır.

Mario Benedetti'nin eserleri Türkçe'de bir hayli karşılık bulmuş; Yıldızlar ve Sen'den başka Mola, Aşk Kadınlar ve Hayat, Kırk Köşeli İlkbahar, Edebiyat ve Devrim gibi adlarla kitapları tercüme edilmiş. 

Bunlardan Edebiyat ve Devrim "Latin Amerika Üzerine Denemeler" alt başlığını taşıyor. "Latin Amerikalı Yazar ve Olası Devrim", "Yazar ve Tercihleri", "Azgelişmişlik ve Edebiyatın Göze Aldıkları" gibi üç ana başlık altındaki makalelerde Benedetti'nin hem ideolojik hem de edebi görüş, duyuş ve düşünüşlerini okuyabilirsiniz. Bir alıntı ile hem Edebiyat ve Devrim'in içeriğini ihdas ettirmeye çalışalım hem de Benedetti'nin mücadele ettiği ("Yıldızlar ve Sen" öyküsündekine benzer) sosyolojiyi görelim. Üstelik, henüz 1973 hükümet darbesinden önceki günleri anlatmaktadır yazar. Bu betimlemenin darbe sonrası nerelere evrileceğini düşünün bir de: "... polisin hergün zorla özel ve aile yaşamına el attığı; yurttaşların bir yargıç serbest bırakılmalarına karar verdikten sonra bile hapis kaldıkları; zorbaca, her türlü özgürlüğü boğan komşuluk kayıtlarının doğrudan Nazi rejiminden koypa edeldiği; içişleri bakanının bizzat faşist çeteler kurduğu ve muhbirliği yüreklendirdiği; sansürün yalnızca belli sözcükleri değil, ayrıca bunlarla ilgili yorumları ve dolaylı anıştırmalı da yasakladığı, polisin işkencesinin parlamento araştırma komisyonlarınca kanıtlandığı ve hüküm giydiği burada, bu 1971 Uruguay'ında büyük toprak sahiplerin, bankerlerin, gönüllü askerlerin ve sömürgecilerin basını...

Bir roman olan Kırık Köşeli İlkbahar ise Benedetti'nin darbe sonrası süreçte, sürgünde yazdığı bir anlatıdır. Uruguaylı muhalif Santiago'nun hapishane hayatını ve sürgündeki aile bireylerini özgürlük bağlamında ele alan Kırık Köşeli İlkbahar, dramatize edilmiş sahnelerden ziyade, monologlar yapan karakterlerin monologları arası geçişlerle sağlanan bir anlatıma sahip. Romandaki her bir kahraman adeta taş bir hücreye kapatılmış gibi derin bir yalnızlık içindedir. Yazar, eleştirmen ve çevirmen Lily Meyer eserin yer yer biyografik özellikler taşıdığını tahassüs ettirir. Sözgelimi eserdeki karakterlerden birisinin de Benedetti olduğunu, bazı satırlarda kendi yerinden edilmesine dair anlatımlar yaptığını söyler Meyer. Kırık Köşeli İlkbahar'ın "Yıldızlar ve Sen" öyküsüyle tematik bir ilişki olduğunun anlaşıldığını umarak bu faslı kapatalım. 

Şimdi tekrar sinopsisimize dönelim. Madem bunu Benedetti'ye ait "Yıldızlar ve Sen" adlı öyküden devşirdiğimizi belirttik, öykünün içeriği ile ilgili başka veriler de aktaralım: Bunlardan en önemlisi konusunu Uruguay'da 1973'te meydana gelen "hükümet darbesi"nden alıyor olması. Öykü, darbe öncesi ve sonrasıyla, bir küçük şehir (Rosales) üzerinden, Uruguay sosyo-psikolojisini çarpıcı bir şekilde betimliyor. Ağırlıklı olarak bir polis şefi (Oliva) üzerinden hükümet darbesi aparatlarının zalimane tutumları ile başta bir gazeteci (Arroyo) olmak üzere öğrenci, ebeveyn, avukat, doktor, işçi, hamile kadın gibi halk içindeki farklı kesimlerin hükümet darbesi sürecindeki mazlum hallerini sergiliyor. 

Sözü, bir nesneyi bıçakla keser gibi kesmek istiyorum: "Yıldızlar ve Sen"deki manzaraların çokça yaşandığı bir ülkedeyiz, malum. Peki, Mario Benedetti bu öyküyü tasarlayıp yazarken evrensel bir niyet güttü mü? Belki evet. Fakat somut ve net olarak şunu söyleyemeyiz: 1973'ten yaklaşık yarım yüzyıl sonra Güney Amerika modeli bir sürece evrilen Türkiye'deki muhafazakar istisna halini göremezdi, kastedemezdi Benedetti!

Fakat edebiyat görüyor, kastediyor.  


KAYNAKÇA: 

Mario Benedetti, Yıldızlar ve Sen, (Çev. Zerin Günyol) Alan Yay., İst. 1988. 

Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim, (Çev. Nesrin Erol), Belge Yay., İst. 1995.

Mario Benedetti, Kırık Köşeli İlkbahar, (Çev. Filiz Öztürk), Ayrıntı Yay., İst., 2014. 

Serdar Şengül, "Mario Benedetti ve Latin Amerika'da Edebiyat", Toplum ve Bilim Dergisi, S. 160, 2022, s.221-234. 

https://www.newyorker.com/books/page-turner/mario-benedettis-wise-lonely-novel-about-political-exile (Yazar: Lily Meyer; Erişim Tarihi: 21.08.2025) 

https://www.latimes.com/world/mexico-americas/la-me-benedetti19-2009may19-story.html (Yazarlar: Chris Kraul ve Andres D'Alessandro; Erişim Tarihi: 21.08.2025)


Ankara, 22.08.2025.






15 Temmuz 2025 Salı

İTAAT ETÜDÜ'NDE HAMİLE KÖPEK SORUNU

Son sayfasına okuyup bitirdiğim yeri ve tarihi "Ankara, 15 Temmuz 20025" şeklinde kayıt düştüğüm İtaat Etüdü, Sarah Bernstein'in romanı. Cem Akaş'ın çevirdiği bu roman "2023 Booker Ödülü Finalisti" etiketiyle sunulmuş (Domingo Yay., 3. Bas., İst., 2024) Türkçe okur yazara... 

İtaat Etüdü popüler bir roman. Bu türden okumalardan uzak durduğumu bilenler vardır. Gelgelelim, tesadüfen dahil olduğum bir okuma grubunun çoğunluk kararı sonucunda kitabı elimde buldum. Gerçi edinmeden önce bu roman üzerine yaptığım araştırma beni kendisini acilen okumam gerektiğine inandırdı. Zira bu eserde "suç ortaklığı, iktidar, köklerinden sökülme kavramları" üzerinden yol alınıyordu: Eşi tarafından terkedilmiş abisine hizmet etmek için ebeveynlerinin bir zamanlar uzaklaştırıldığı bir ülkeye, oradaki küçük bir kasabaya taşınmak zorunda kalan anlatıcı kahraman... Onun, bu kasabada karşılaştığı "açıklaması güç" olaylar: Kasabalılar tarafından kabul görmemenin, dışlanmanın yanıbaşında, "Toplu sığır isterisi, bir koyunun ve yeni doğan kuzusunun ölümü, bir köpeğin yalancı gebeliği"...

Bir "Köpekler Lügati" yazarı olarak işte bu sonuncusu, İtaat Etüdü'nde tezahür eden hamile köpek sorunu otamatikman dikkatimi çekti. Bu konuyu yazı konusu edebilirdim. Dahası, sadece bu sorun üzerinden, kitabın üç ayağı ("suç ortaklığı, iktidar, köklerinden sökülme") üzerinde bir anlatı jimnastiği kurgulayabilirdim. İşte bu, odur...

174 sayfalık romanın ortalarına doğru (s. 85) anlatıcımız evin bahçesinde Bert (bu abisinin köpeğidir) ile oyalanırken, karşısında, içeri nasıl girdilerse, bahçenin bir ucuda, köpeğiyle birlikte kasabadan bir kadının durduğunu fark eder. Kadından ziyade köpeğe yoğunlaşan anlatıcımız onu "muhteşem bir köpekti, gururlu ve uyanıktı, asil bir duruşu vardı" gibi övücü sözlerle betimler. Nadir bulunan cinslerden, cesur bir "Karpat çoban köpeği"dir bu. 

Kadın da giyim kuşamca fena değildir: "... gayet derli toplu ve iyi giyimliydi." Gelgelelim, öfkelidir. Bahçeye izinsiz girdiği, suçlu olduğu halde! Böyleyken, kadını teskin edip etmeme tereddütü yaşar anlatıcımız. Hatalı bir tercih yaptığını bilmekle birlikte bir ara gülümser. Fakat kadın, kasabalıların genel tutumundan taviz vermez. Yanındaki köpekle birlikte "bir tablo gibi" karşıda durup durmaktadır.

Oysa anlatıcımız o karşılaşma anına kadarki zaman zarfında şiir okumuş, görece keyifli, heyecanlı bir süreç yaşamıştır. Şimdi yaşadığı kâbusun tam aksi yönde...

Zamanın adeta durduğu bir vaziyette ne yapacağına dair gelgitler yaşayan anlatıcımız, kendisinin dahi şaşırdığı bir "merhaba" ile mukabelede bulunur bahçeye izinsiz giren ve orada öylece duran köpekli kadına. Aslında tam tersini yapması, tepki göstermesi, dahası saldırması gerekirken... 

Anlatıcımız iç muhaveresini yapadursun, bir an şunu fark eder: "Daha dikkatle bakınca, sahibesinin yanında son derece vakur bir şekilde oturan muhteşem köpeğin hamile olduğunu anladım." Meselenin kökeni belli olmuştur, kadının bahçeye gelişi köpeğinin hamileliği ile ilgilidir. Belki doğacak eniklerden birisini satmak istiyor olabilirdi. Fakat hayır! "Kadın düşüncelerimi duymuş gibi başını salladı. Bert'e işaret etti, o da sevdiği bitkilerden birine işemek için tam o ânı seçmişti. Bert mü? diye sordum. Kadın yeniden başıyla onayladı, sonra kendi köpeğine işaret etti. Bir süre böyle devam etti, çözemediğim başka işaretler de yaptı. Yavaş yavaş ne demek istediğini anlamaya başladım. Nedenini ya da aklına bu fikri kimin soktuğunu bilemiyordum ama Bert'ün muhteşem köpeğini hamile bıraktığına inanıyordu."

Oysa Bert ahir ömründe bir takım tıbbi badireler atlatmıştır. Testisleri alınmış, bir bacağı kesilmişti. Bahçe sınırları dışına çıkmışlığı da bilindiği kadarıyla yoktu. Böyleyken, sıhhatli bir dişi köpeğin tarlasını ekmesi nasıl düşünülebilirdi?!. 

Anlatıcımız devam eder: "Hayır, hayır dedim kadına. Evet, evet, diye kafasını salladı. İkna olmayacaktı, bunu görebiliyordum, sonra idrak ettim ki peşinde olduğu şey paraydı, iskemlenin arkasında asılı el çantama uzandım, para çıkardım. Kadın bu durumdan hoşlanmadı, ama birlikteliğimiz sona erdi, alçak sesle sarf ettiği ve bana elbette hiçbir şey ifade etmeyen birkaç gururlu sözcükten sonra dönüp bahçeden yok oldu."

Romanın ilerleyen sayfalarında kadın ve hamile köpeği ile ilgili birkaç ayrıntıya daha girilir ama bunlar bizim işbu yazımız çerçevesinde işimize pek yaramayacak. Şu halde özetini geçtiğimiz halka bağlamında sadede gelip iki çift laf edebiliriz:

Romanın tamamını yansıtacak bir prototip olarak ele alacağım ben bu olay halkasını. Eserin "suç ortaklığı, iktidar, köklerinden sökülme kavramları" ile ilgili bir kurgusu olduğunu söylemiştik ya, işte bu halkada bunun sağlamasını yapacağım.

Anlatıcı kahramanımızı kasabada görmek istemeyen ve bu doğrultuda ona sürekli sorunlar çıkaran kasaba halkını vak'aya konuşlandırılan köpekli kadının temsil ettiğini söyleyebiliriz. Köpeği ne kadar sevimli olursa olsun, ikisi, evin bahçesine izinsiz girerek haneye tecavüzü bir hak olarak gören iktidar ceberutluğuna denk düşen bir hamleyi yapmışlardır. 

Kasabalıların niyeti, vaktiyle ataları bu topraklardan sürülen anlatıcı kahramanımızı, niçin geriye gelmiş olursa olsun, kasabadan ihraç etmektir. Böylece, köklerinden sökülmüşlük hali kalıcı bir şekilde gerçekleştirilecek, bu topraklardaki kökleri kurutulmuş olacaktır. Kasabalılar/iktidarın bir parçası veya aparatı olan kadının köpeğin hamileliği üzerinden iftira atmaya dönük bir girişimde bulunması, bu yolla bir nevi haraç talep etmesi aynı amaca matuftur.

İktidar nazarında anlatıcı kahramanımızın/abisinin köpeği Bert bir diğer suçludur. Erkeklik gücü elinden alınmış olsa da, bir bacağının noksanlığı bulunsa da Karpat cinsi bir çoban köpeğini hamile bıraktığı su-i zannıyla yargılanmaktadır. Kasaba iktidarı böyle dediyse böyledir; hamile köpeğiyle birlikte anlatıcımızın karşısıda heykel gibi duran kadın bunu deklare etmektedir. 

İki çift lafı dörde çıkardık ya, oldu olacak bir fiskelik daha kelam edelim: Tamamı kurgu, yarısı alegorik olan bu anlatı ülkeler coğrafyasında pek bir realite haline dönüşüverir. Özellikle bir şekilde egemen ve ceberut iktidarlar sosyal olayları getirmek istedikleri noktaya doğru sürüklerken, ellerinden geleni arkalarına bırakmazlar. 

Yaptıkları adlandırmalar, uyguladıkları siyasetler, ortaya koydukları adaletsizlikler, icra ettikleri köklerinden sökmeler, ötekileştirdiklerinin işleri, ülkeleri ve hatta hayatları üzerinde gerçekleştirdikleri ihraçlar, İtaat Etüdü'ün işbu "hamile köpek sorunu" halkası üzerinden okunabilir...

Ceberut muktedirlere yönelik fiskeleme seansımızda genel bir harita üzerinden hükümler verdik, farkındayım. Türkiye özelinden söz söylememi bekleyenler için şiire sığınacağım. Bugünlerde döne döne okuyup durduğum Abdulkadir Budak'ın Mesafe (Yazılı Kağıt Yay., Ank., 2018) adlı kitabından bir şiire atıf yapacağım. "Lanet Okuma Hakkı"ndan (s. 44) bir bölüm:

"Ne mümkün sizinle baş etmesi efendim
Derimizden bir harita çıkarıp
Yeni yollar ülkeler bulsak ordasınız siz
Yola yolcu diken birer güzel terziydik
Yırttınız içimizdeki umut kumaşlarını
Hayatı giyme fırsatını heba ettiniz
"

Ankara, 15 Temmuz 2025.

8 Haziran 2025 Pazar

MEAL YASAKLARI YAHUT YALVAÇ NEREDE?

                                                  "sanki o iyi firavundu da asma dalına asmışlardı onu
(Özdemir İnce, Tekvin, Can Yay., İst., 1994, s. 36)

                                                            "Çekoslovak halkı baskıcı rejimi şiddetli anahtar 
şıngırtılarıyla devirdikten sonra, çok net bir biçimde
belli oldu ki bugün şekillenen gelecek, esasen geçmişe aitti:
her şey sadece bir zaman meselesiydi.
" 
(Patrik Ourednik, Dava Kapandı, 
Çev. Göktuğ Börtlü, 
Epona Yay., İs., 2022, s. 138)


2 Temmuz 2018 tarihinde yayımlanan 703 sayılı OHAL KHK'sının 141. maddesiyle,  22/6/1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda önemli değişiklikler yapılmış, adı geçen Başkanlığa yeni görevler verilmişti. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz "ı" bendi ile kayıt altına alınan "Kur'an-ı Kerim meallerini Başkanlık ile diğer kamu kurumları, özel kişi ve kuruluşların talebi üzerine veya re'sen incelemek ya da inceletmek" hükmüydü. 

Mealler, sosyolojik atmosferin kaotik ortamında nasıl gündeme gelip bir KHK hükmüne konu haline geldi sorusunu düşünürken, bu hükme ve eklentisi hükümlere şüpheyle bakmış, kendi etki alanımız çerçevesinde ikaz müessesesini çalıştırarak kimi yetkili kişileri uyarmıştık: Bu yaptırımların bir takım sorunlara yol açabilirliği, farklı anlayış ve algı dünyasına sahip gruplar arasında sosyal barışı dinamitleyebilirliği ilk akla gelenlerdi. Hatta siyasal ve sosyal negatif konjonktür değişiklikleri ile Türkiye tarihinde örnekleri çokça görülmüş çok boyutlu yasaklamalarla kitleler mağdur edilebilirdi.

Peki, 703 sayılı OHAL KHK'sında "ı" bendini tamamlayan hükümler nelerdi? Virgülüne dokunmadan aktaralım:

"Beşinci fıkranın (h) bendine göre yapılacak inceleme sonunda İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu Kurul tarafından tespit edilen meallerin, Başkanlığın yetkili vegörevli mercie müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilir. Yayının internet ortamında yapılması halinde, Başkanlığın müracaatı üzerine, yetkili ve görevli merci bu yayınla ilgili olarak erişimin engellemesine karar verir. Bu kararın bir örneği gereği yapılmak üzere Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığına gönderilir. Bu kararlara ve Başkanlığın talebinin reddine dair kararlara karşı tefhim veya tebliğinden itibaren iki hafta içinde yetkili ve görevli mercie itiraz yoluna gidilebilir. İtiraz üzerine verilen karar kesindir. Toplatma ve imha kararına veya erişimin engellenmesi kararına itiraz edilmiş olması, karara konu yayınların toplatılmasını ve bu yayınlara erişimin engellenmesini durdurmaz. Toplatma ve imha kararına konu yayınlar, bu karara süresi içinde itiraz edilmediği veya yapılan itiraz reddedildiği takdirde imha edilir."

703 sayılı KHK'da sadece meallere yönelik tedbirler sabitlenmemiş, mushaflarla ilgili de kimi yeni yaptırımlar dikte edilmiştir. İşte 141. maddenin d fıkrası ile ilk kez hükme bağlanan mushaf kararları:

"Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulunun onay ve mührü bulunmayan mushaflar, cüzler halindeki mushaflar, mealli mushaflar ile sesli, görüntülü ve elektronik ortamda hazırlanan Kur'an-ı Kerimler basılamaz ve yayınlanamaz. Onaysız veya mühürsüz basıldığı veya yaıymlandığı tespit edilen mushaf ve cüzler halindeki mushaflar ile sesli, görüntülü ve elektronik ortamda hazırlanan Kur'an-ı Kerim yayınlarının Başkanlığın yetkili ve görevli mercie müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplanmasına ve imha edilmesine karar verilir."

OHAL sürecinin kağıt üzerinde bitirilmeye teşebbüs edildiği günlerde, sürecin sondan ikinci yahut üçüncü KHK'sına "meal" ile ilgili tasarrufu hangi zihin akledip yerleştirdi ve bunu işlevselleştirdi, bilmek zor. Mushaflar ile ilgili olarak önceden de var olan bir süreci kalın ve kırmızı çizgilerle genişletip OHAL'leştiren zihin de aynı zihin olmalı ve bunu, toplumsal hayatın hesabını ah ü vahları fon müziği haline getirerek "kesen" derin sığ sulardan uzakta düşünmemek gerekir. 

703 Sayılı OHAL KHK'sında meal ve mushaflarla ilgili hükümler, Anayasa Mahkemesi’nin 4 Haziran 2024 tarihli kararıyla iptal edilen KHK hükümleri arasında yer almıştır. Buna mukabil "Bazı Kanunlarda ve 660 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" içinde yer alarak meclise getirilmiş ve ilk haliyle, 28 Mayıs 2025'te yasalaşmıştır. Dolayısıyla, 2018'de bu hükümlere ihtiyaç duyan zihniyetin tahakküm (hükümlendirme) vasatları tıpkısının aynısı şeklinde, fakat bu kez "kanun" olarak hukuk sistemi içindeki yerini korumuştur.

"İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı" olup olmadığı gibi bir gerekçeye dayandırılan kanun, kamuoyunda farklı tepkilere yol açmıştır. Kanunu yasalaştıranlar dışında kamuoyu önünde olumlu anlamda değerlendirip makul bulan pek olmamakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı, uhdesine verilen yetkiyi sahiplenmekte zaman kaybetmemiştir. Konu Başkanlığın web sayfasında "Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’ân Meâllerini İnceleme Yetkisi Hakkında" başlıklı ayrıntılı bir metinle gündeme alınmış, dahası yapılan tenkitlerin bertaraf edilmesi için gerekçelendirmeler yapılmıştır: 

"Son günlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kur’ân-ı Kerim meallerini “İslam’ın temel niteliklerine aykırılık bulunup bulunmadığı” açısından inceleme ve gerektiğinde toplattırılması için adli mercilere başvuru yetkisi veren yasal düzenleme hakkında kamuoyunda çeşitli yanlış yorumlar, yanıltıcı haberler ve karalayıcı sosyal medya paylaşımları yapıldığı görülmektedir. (...) Öncelikle ilgili yasal düzenleme, bütün Müslümanların ortak kutsal değeri olan Kur’ân-ı Kerim’i, orijinal dilinde okuyup anlayamayanlara, manalarının tahrif edilmeden aktarılmasını sağlamak için hayata geçirilmiştir."

Söz konusu yazıda “İslâm’ın temel niteliklerine aykırılık” oluşturan hususlar da kayıt altına olup şu şekilde sıralanmıştır:

"a) Kur’ân’ın bir kısmının veya tamamının Allah kelamı olmadığını açıkça belirten veya ima eden ifadelerin bulunması.

b) Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu açıkça belirten veya ima eden ifadelerin bulunması.

c) Mealin isminde veya muhtevasında, Kur’ân’ın aslı gibi kutsal bir metin olduğuna ilişkin bir iddiasının olması.

d) Kur’an tertibinin hatalı olduğunu savunması veya mealde fiilen böyle bir uygulamaya yer vermesi.

e) Mealde bir kişiye, gruba veya topluluğa kutsiyet atfeden veya aşağılayan, ayrıştıran, dışlayan, tekfir eden ideolojik görüşlerin bulunması.

f) Meale kutsiyet atfetmek adına ilgili mealin rüya, ilham veya vahiy yoluyla yazdırıldığına dair bir iddiaya yer verilmesi.

g) Mealde iman, tevhit, nübüvvet, ahiret, ibadetler, helaller-haramlar ve ahkâma dair Kur’an ve Sünnette sübûtu ve delâleti katî olan hükümlerin tağyir edilmesi.

h) Kur’ân’ın nüzul sonrası herhangi bir dönemde geçersiz ya da işlevsiz olduğunu iddia eden görüş ve ifadelere yer verilmesi.

i) Ayetlerin anlamlarını tahrif edici nitelikte çeviri ve görüşlere yer vermesi."

Sistemin dinamiklerini giyinip kuşananların bakış açısıyla bakarsanız Diyanet İşleri Başkanlığı'nın deklare ettiği bu yasaklama gerekçesi listesi makul, hatta masum görülebilir. Oysa bu listedeki her bir madde hür düşüncenin ve başta Kur'an'a yönelik olmak üzere her türlü araştırma, inceleme arzusunun, hatta kimi zaman iman etme tercihinin önünde dikenli çit, kameralı duvar gibidir. Gibidir'i fazla, adı geçen kurum yasalaşan maddeler henüz KHK hükmü iken görevini sadakatle yerine getirmiş, 2020-2024 yılları arasında piyasadaki 57 meali masaya yatırmış. Övünç hanesine yazdırdıkları sonuç: 57 mealin 17'sinin toplatılması, geri kalan 40'ının ise düzeltilmesi hükme bağlanmış. Kısacası, boş geçtikleri tek bir meal yok!

Meal yasağı ile ilgili tarihi gelişmeyi ve yasakçı zihniyetin görünüm ve aparatlarını sergiledikten sonra, gelelim bu tarafa: Yasağa itiraz edenlerin durum ve tutumlarına!

Bunlar, Okan Konuralp, Mustafa Yeneroğlu gibi siyasi kimliği olanlar ile yasaktan şimdiye kadar bir şekilde etkilenen veya bundan sonraki süreçte etkilenme olasılığı bulunan meal yazarı, kanaat önderi, cemaat lideri kişilerdir: Abdulaziz Bayındır, İhsan Eliaçık, Mustafa İslamoğlu, Mustafa Öztürk gibi.

Meal yasağı kanununa TBMM içinden ilk tepki veren siyasi kişilik olarak Okan Konuralp itirazını yüzeysel bir gerekçeye dayandırıyordu: Sırrı Süreyya Önder'in cenaze namazını kıldıran İhsan Eliaçık'ın "Yaşayan Kur'an, Türkçe Meal-Tefsir" adlı eserini yasaklamak! Zira Diyanet 2023'te bunu denemiş, İstanbul 2. Sulh Ceza Hakimliği İhsan Eliaçık'ın yazdığı meal ile ilgili cezai hüküm vermiş, fakat üst mahkemenin aldığı iptal kararı sonucu yasakta başarı elde edilememişti! Konuralp konuşmasında, çıkan yasak kanunuyla mealleri yasaklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak diğer isimleri de anar: Mustafa Öztürk, Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Muhammed Esed, Süleymaniye Vakfı (Abdulaziz Bayındır)... Bu arada Konuralp'in adını anmadığı Edip Yüksel, Mustafa Çavdar, Gazi Özdemir, Hakkı Yılmaz gibi meal yazarları da vardır ki bunların meallerinin vaktiyle yasaklandığını 24 Şubat 2023'te Serbestiyet.Com'da yayımlanan "Diyanet'in Kur'an Meali Cadı Avı Sürüyor: Yeni Meal Yasakları Geliyor" başlıklı yazıdan öğreniyoruz.

Konuralp'in, tepki ve uyarıları çok önemli olmakla birlikte, meselenin künhüne yeterince vakıf olmadığı, popülist bir yaklaşım sergilediği görülür. Oysa Mustafa Yeneroğlu'nun tespitleri daha kapsayıcıdır. "Kur'an Meallerinin Toplatılmasına ve İmha Edilmesine İmkan Tanıyan Kanun Teklifi Hk. Basın Açıklaması" başlıklı bir metinle konuyu gündemine alan Yeneroğlu, sürecin tarihi seyrini özetledikten sonra yasayı üç madde ile reddeder: 1. "Kanun hem temel hak ve özgürlüklere hem de İslam düşünce geleneğine aykırıdır." 2. "İslam'da resmi din anlayışı ve ruhban sınıfı yoktur; ihtilaf rahmettir." 3. "Kanun Anayasa'ya aykırı, temel hak ve özgürlükleri yok saymaktadır." Metninde İslam tefsir geleneğinden örnekler veren Yeneroğlu'nun şu cümleleri dikkat çekici bir makuliyeti karşılar:"Tarih boyunca tefsir geleneğimiz, farklı mezheplerin ve müfessirlerin katkısıyla zenginleşmiş; Hanefî, Şâfiî, Mâturîdî, Eş’arî, Selefî, tasavvufî ve modernist yaklaşımlar yan yana var olabilmiştir. İmam Şâfiî, 'Bu, benim kanaatimdir; daha hayırlısını işiten bana haber versin' diyerek ilimde tek sesliliği değil, istişareyi esas almıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife, 'Görüşlerimin doğru olduğuna inanıyorum; ancak görüşlerimin yanlış olması ihtimalinin de farkındayım.' diyerek tek sesliliği reddetmiştir. Aynı çoğulcu felsefe, Taberî’nin tefsirinde 'Benim tercihim budur ama başka görüşler de mevcuttur' diyerek kayıt altına alınmıştır."

Söz konusu kanunla çalışmaları yaptırıma maruz kalma olasılığı bulunan Abdülaziz Bayındır 30 Mayıs 2025 tarihinde Süleymaniye Vakfı'nın X hesabında "Devlet, Meal Yasaklayabilir mi?" başlıklı 36 saniyelik bir video ile konuyla ilgili görüşlerini dile getirir. Bayındır, konuşmasında Kur'an'a dönülmesi gerektiğini, devletin dine asla müdahale edemeyeceğini, büyük devlet olmanın yegane şartının inanç ve ifade hürriyetinden geçtiğini, bunu müşrik veya ehl-i kitap herkese tanımanın zorunlu olduğunu, dahası Allah'ın insanlara iman etme veya dinden çıkma ruhsatı verdiğini belirtir.

Mustafa Öztürk de konuyu bir video ile gündemine alır ve henüz yasa TBMM'de görüşülürken, 29 Mayıs 2025'te kendi Youtube kanalında 28 dakikalık bir konuşma yapar. "Kendi Mealimi Yakıyorum" başlıklı bu sunumda Öztürk, 2023'ten başlayarak sürecin gelişimi üzerinde durur. Kimi tanıklara yaslanarak, süreci yürütenlerin arka planda neler tasarlayıp icra ettiklerine dair bilgiler sunar. Kurulacak komisyonun mealleri incelemekten ziyade meal sahibinin kimliği ve kişiliğine göre karar vereceğini belirten Öztürk, "İslam'ın en sığ, en sakil, en sekter, en dışlayıcı sünni yorumu" dışındaki bütün yorumlarının dışlanacağını iddia eder. Bu nedenle, kendi mealiyle ilgili kararı devlete bırakmayıp kendisinin vereceğini, mealini kendisinin yakıp imha edeceğini söyler. Meal yazmak için harcadığı zamana üzüldüğünü, meal yazdığı için pişmanlık duyduğunu belirten Mustafa Öztürk, kimi üst düzey siyasetçi ve yöneticileri de tel'in eder.

31 Mayıs 2025'te X hesabında "Kamuoyunun Dikkatine" başlıklı bir bildiri yayımlayan Mustafa İslamoğlu, Diyanet'e verilen "Kur'an meallerini engelleme, toplama ve imha" yetkisini "endişe ve esefle" karşıladığını belirtir. Görüşlerini dokuz kısa paragraf halinde dile getien İslamoğlu, Kur'an'ın resmi ya da sivil herhangi bir kişi ve kurumun korumasına "muhtaç" olmadığını, onun bütün insanlığa gönderildiğini, her bireyin kapasitesi oranında Kur'an'la irtibatlı olma hakkı bulunduğu, bu yasanın Kur'an'ı politikaya alet ederek Kur'an ile insan arasına girdiğini dile getirir. Ayrıca Kur'an'ın tek, yorumun çok olduğunu, yorumların aslının yerine geçmeyeceğini; tarih boyunca Kur'an'a her tür yorumun, hatta aşırı yorumların bile yapıldığını, bütün bunlara rağmen Kur'an'ın arı duru kalabildiğini, dolayısıyla "Kur'an elden gidiyor!" diyenlerin amaçlarının samimi olmadığını belirtir. Kaldı ki "İslam düşünce geleneği, bu zenginlik üzerine bina edilmiştir." "Düşünceyi ve inancı iktidar gücüyle şekillendirmek insanlığa ve İslam'ın ruhuna terstir." diyen İslamoğlu, "Kur'an'ı anlamaya çalışmak suç değil, sorumluluktur." şeklindeki cümlesiyle yasak sürecinin sahiplerini ikaz eder.

Meal yasağının TBMM'de gündeme geldiği 28 Mayıs 2025 günü X hesabında "Ankara Milletvekili Okan Konuralp'ın tarihi konuşması"nın video kaydını paylaşan İhsan Eliaçık, 30 Mayıs 2025 günü aynı platformda tepkisini şu cümlelerle sergiler: "Diyanet'e engizisyon yasasını gece yarısı meclisten geçirdiler. Meal yasaklayan iktidar olarak tarihi geçtiler. Peki ne yapacağız? 30 olan kitaplarımın sayını 50'e çıkaracağım. Yasakladıkları mealleri kendi çocuklarının ellerinde görecekler, tarihin çöplüğüne gidecekler." Bu cümlelerin, Mustafa Öztürk'ün kendi mealini yakmaya dönük romantik tepkisinin zıddına, daha fazla üreterek mücadele etmeye dönük bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir.

Aynı günlerde Bülent Şahin Erdeğer "Siyasi Ehlileştirme Aracı Olarak 'Meal Yasakları" Bumerang mı?" başlıklı bir yazı yazar. 1 Haziran 2025'te Serbestiyet.com'da yer alan bu yazısında yaptığı şu tespit dikkate değerdir: "Mealler üzerinden daraltılan inanç özgürlüklerinin diğer alanlara da sıçraması bu yasayla mümkün hale getirildi." Erdeğer'in bu tespiti önemli olmakla birlikte, belirlediği miladın yanlışlığı ortadadır. Çünkü söz konusu yasağın başlangıcı 2 Temmuz 2018'de yayımlanan 703 sayılı OHAL KHK'sıdır. Bugün ise, OHAL vasatsızlığında başlatılan bir yaptırımın güncel tazmini söz konusudur. Bir şekilde, özgürlüklerin daraltıldığı bir ortamda toplumsal üst yapı kurumlarına verilen nizamatın bugünde tekerrürüdür. 

Erdeğer'in tarihlendirmede yaşadığı sorun, yukarıdan beri tespit ve tepkilerini ele aldığımız, yazdıkları mealleri ve dolayısıyla kendileri egemen algının hedefine konuşlandırılmış yazar, kanaat önderi veya cemaat lideri kişiler için de geçerlidir. Üstelik bu kerli ferli "hoca"ların...

(...)

İşbu yazının devamını şu linkten temin edebileceğiniz Yalvaç Nerede Yahut İsmet Özel Niçin Yannis Ritsos Olamaz? adlı kitaptan okuyabilirsiniz!












KAYNAKÇA:

https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/07/20180709M3-1.pdf

https://kurul.diyanet.gov.tr/Duyuru-Detay/Duyurular/949/diyanet-isleri-baskanliginin-kuran-meallerini-inceleme-yetkisi-hakkinda

https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/07/20180709M3-1.pdf

https://hukukmusavirligi.diyanet.gov.tr/Detay/228/son-khk-yay%C4%B1mland%C4%B1

https://x.com/rihsaneliacik/status/1927764219291718109

https://x.com/rihsaneliacik/status/1928317114026238081

https://x.com/suleymaniye_vkf/status/1928470203454881832

https://x.com/mustafaislamogl/status/1928823704059883645

https://www.youtube.com/watch?v=KznAS5wIVf0

https://www.mustafayeneroglu.com/kuran-meallerinin-toplatilmasina-ve-imha-edilmesine-imkan-taniyan-kanun-teklifi-hk-basin-aciklamasi/

https://gazeteoksijen.com/turkiye/kuran-mealleriyle-ilgili-teklife-chpden-tepki-ihsan-eliacikin-calismasini-yasaklama-toplatma-ve-imha-etme-duzenlemesi-242980

https://serbestiyet.com/haberler/diyanetin-kuran-meali-cadi-avi-suruyor-yeni-meal-yasaklari-geliyor-119797/

https://serbestiyet.com/featured/siyasi-ehlilestirme-araci-olarak-meal-yasaklari-bumerang-mi-209571/


7 Mart 2025 Cuma

HUGH MacDİARMİD’İN “ELEKTRİKLİ SANDALYEYE GİDERKEN” ŞİİRİ

Hugh MacDiarmid (1892-1978)'in "Elektrikli Sandalyeye Giderken" başlığıyla tercüme edilmiş bir şiiri var. Cevat Çapan'ın hazırladığı Çağdaş İngiliz Şiiri Antolojisi’ndeki (2. Bas., Adam Yay., İst., 2000, s. 100) şiir, tema ve konusu itibariyle yazıldığı dönemi ve coğrafyayı aşıp evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Yirminci yüzyıl İskoç rönesansının öncü şairlerinden birisi olarak tanıtılmış kitaptaki kısa biyografisinde MacDiarmid. Ayrıca Robert Burns'den sonra İskoçya'nın yetiştirdiği en büyük şair olduğu kanaati vurgulanmış. 

Asıl adı Christopher Murray Grieve olan MacDiarmid, yaşadığı dönem İskoçya'sında sanat dünyasına hâkim olan bağnazlıklardan ötürü pek çok sanatçı gibi müstear kullanmaya mecbur kalmış.

Antolojide üç şiiri var şairin. Bu metinlerde gördüğüm, yaşadığı çağın toplumsal künyesini lirizm ile sentezleyen şiirler yazıyor şair. Bu yoldaki tespitler, bahsettiğim biyografik metinde de yapılmış: “Lirizmin yanı sıra acımasız yergiciliği, ince alaycılığı ve düşünür yanıyla da özgün bir sanatçı olan MacDiarmid halkının sorunlarını büyük bir coşkuyla dile getirmekle kalmamış, dünyanın bütün ezilen toplumlarıyla özdeşlik kurarak gerçek bir demokrat olmayı başarmıştır.”

"Elektrikli Sandalyeye Giderken" şiiri üstteki tespitleri doğruluyor. 15 dizelik bir bent halinde okura sunulan bu metin kendi içinde üç anlam halkasına ayrılıyor. Bunlardan birisi ilk dört dizeden oluşan ve zamanla mekânın doğal, sosyolojik ve psikolojik görünümleriyle ilgili tespitlerin yapıldığı bölümdür. Anlatıcı, her bakımdan rahat, huzur ve keyfiyete doymuşluk yaşayanlara dair izlenimler sunuyor:

"Burada, her şeyin insanın aklında ve kalbinde

Sevginin, hayatın ve bunların dışındakilerin

Eşsiz bir güzellikle dipdiri boy attığı

Bu parlak güneş ışınları altında."

Şiirin ikinci anlam halkası beşinci dizeden başlayıp son üç dizeye kadar süren kısımdır:

"Kendim kadar günahsız insanları düşünüyorum gene

Parmaklıklar arasında soğuk ve haksız bir dehlize tıkılmış,

Pantolonları elektrotlar için yırtılmış

Ve saçları başlarına geçirilecek o külah için kesik,

Bunu hiç umursamayan kadınlar ve erkekler yüzünden,

Saygılı, saygıdeğer ve kendilerine göre Hristiyan insanlar,

Burada, güneşin oynaşan ışınları altında

Bahçelerindeki çiçeklerle aylakça oyalanan".

Okuduğunuz üzere bu halkanın son iki dizesi hariç duygusal atmosfer değişiyor. Değişmeyen şey, anlatıcı öznesinin bakışlarını kendisi dışındakilere yöneltmeye devam etmesi. Peki yeni atmosferde görünürlük kazananlar neler? Bir tarafta kendisi gibi günahsız olan insanlar, demir parmaklıklarla çevrili soğuk dehlizlere tıkılmış olanlar, onlardan elektrikli sandalyede infaz edileceklerin yırtık yaka paçaları, elektrik vermeye müsait hale getirmek için saçları kazınmış başlar… Öte yandan bütün bu mağdurlar manzarasının varlığına aldırış etmeyen kadınlı erkekli kitleler, bununla birlikte kendilerini saygın dindar sayan insanlar, bahçelerinde çiçeklerle vakit geçirenler… Bütün bu somut görünüm unsurları, “Burada, güneşin oynaşan ışınları altında” dizesiyle ilk olay halkasındaki atmosfere bağlanır.

İçeriğini kısaca çerçevelediğimiz bu ikinci kısmı üzerine biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. Dikkat edilirse buradaki şahıs kadrosunu iki kategoride değerlendirebiliriz. İlki, cezai müeyyideye, elektrikli sandalyeyle infaza tabi tutulacak olanlar; ikincisi bunların harap olmuş hallerine aldırış etmeyen ve dahası dindar olan kitleler.

Anlatıcı öznenin anlatım tutumuna bakarsak, ilk kategoridekiler adaletle yüzleşmişler fakat adalet onlar için hakkaniyetle sonuçlanmamış. Bir mağduriyet hissiyle karşı karşıya bırakıyor anlatıcı bizi. Tecelli edenin adalet olmadığı zannına odaklıyor. Böylece, can alıcı mağdurluk öyküleri ile baş başa kalıyoruz.

İkinci kategoridekilere ise gamsızlar güruhu demek sanki daha doğru olacak. Başkalarının acılarına göz ve kulak kesilmeyen, bırakın göz kulak kesilmeyi, tam tersine onların acı ve sızılarına körük çekip nefes üfleyen tipler. Güya dindarlıklarına da halel getirmeyen kara bir kamu…

Hugh MacDiarmid’in kendi zamanı ve coğrafyası bağlamında yaptığı bu sosyolojik ve psikolojik aktarımları oradan alıp bizim bugünkü kendi yerelimize transfer etmemiz sanırım mümkün. Hem de birebir diyebileceğimiz bir örtüşme halinde…

Hayır, tabii ki bugün, bu ülkede doğrudan doğruya ölüme gönderen adli infazlar yok. Olsaydı da bunların elektrikli sandalye, giyotin, taşlama gibi alet ve usullerle gerçekleşmesi ihtimali bir hayli zayıf olurdu. Fakat cezai müeyyide olarak idamın olmaması başka trajik öldürme seanslarının olmadığı anlamına gelmiyor. Bunların neler olduğunu bu şiirin ikinci anlam halkasında anlatılan gamsız kitleler dışında kalanlar tahminim bilir. O gamsızlar arasında yer alan dindar kitleler de belki bilirler ama bilmezlikten gelip üç maymunluk yaparlar. 

Nedir o bir kısmımızın bilip bir kısmımızın bilmezlikten geldiği alternatif yaşatmayıp öldüren müeyyideler?

Yazılmayan iddianameler, uzun (aylarca, yıllarca) süren göz altıları, yaşlı veya hasta tutsakların cezaevlerindeki ölümleri, bir şekilde tamamlanan yargılama süreci sonunda takipsizlik, beraat veya HAGB alanların işlerinden atılmaları, vs…

Adaletin sorunlu halleriyle ilgili birkaç veriyi zikrettikten sonra “Elektrikli Sandalyeye Giderken”in üçüncü ve son anlamsal halkası üzerinde durabiliriz. Bu halka finaldeki üç dizeden oluşmaktadır:

Ve birden aklımın hiç ermediğini anlıyorum

Yaratılmış her şeyin o büyük arkadaşlığına

Ve hayatın yalnızca sevgiyle yaratılan bütünlüğüne.”

Bu dizelerde şair bütün kabullerinin yıkıldığını, ezberlerinin tamamen bozulduğunu, oladurmakta olanları anlamlandırmakta zorluklar çektiğini belirtir gibidir. Bu muğlaklık içinde yaratılmışların büyük birliğine, sevginin hayattaki olmazsa olmazlığına atıf yapar…

1 Mart 2025 Cumartesi

NAZİZME GÖZ KIRPANLARA LANET!

Manhattan’daki ünlü 3 W barı (The 3 Ws, Letters, Arts and Sciences Bar) ilginç bir veda partisine ev sahipliği yapacaktır. Olağanüstü bir hayat yaşayan Leonard Wilde’ın ilginç bir tasarısı söz konusudur. Ölmeden önce son bir kez daha dostlarıyla buluşup onlarla mutlu bir şekilde, şenlik ve esenlik ile ayrılmayı düşünmüştür.

Adı Türkçe olarak her ne kadar “3 W, Edebiyat, Sanatlar ve Bilimler Barı” diye ifade edilse de, İngilizce “Kimiz? Burada ne arıyoruz? Nereye gidiyoruz?” soru cümlelerinden yani “Who, what, where”den mülhemdir. Anlatının ana mekânı olan ve roman boyunca da genellikle sanatçı, edebiyatçı, felsefeci ve bilim adamlarının cismen veya ismen içinde cirit atacağı 3 W barının sahibi Hugo Usher’dir.

Usher, ilkeli bir kişidir ve bazı kişilerin kendi mekânına girmesini istememektedir. Bu tercihini yaparken kimi estetik ve politik nedenleri dikkate almıştır. Bu bağlamda özellikle bara girmelerini yasakladığı dört kişi vardır. Bunların isimlerini barın en üst galerisindeki bir panoya kaydetmiştir. Söz konusu kişiler hemen hepsi pek meşhur olan Salvador Dali, Jean Paul Sartre, André Breton ve Maurice Merleau-Ponty’dir.

Peki, Usher’in bu meşhur kahramanların bara girmelerini yasaklamasında hangi gerekçeler vardır? Michel Rio’nun1995’te yazdığı Manhattan Son Durak (Özgür Yay., İst., 1996, özgün adıyla: Manhattan Nerminus) adlı romanından özetleyelim: İlki, yani Salvador Dali “Tüccar ressam ve faşizm sempatizanı”dır. Sartre, yani ikincisi üslupsuz ve dikkatsiz bir yazar olmanın yanı sıra, negatif bağlanma konusunda zaaf göstermiştir. Breton’a gelince, o, nazizmin bir edebiyat hareketi olduğu zannı oluşturmuştu kendisinde. Dördüncü yazar ise, nazizme karşı bir direniş örgütüne girmesi teklif edildiğinde, “Ne yazık ki hiç vaktim yok, çünkü tezimi bitiriyorum.” yanıtını vermiş, böylece açığa düşmüştü.

Usher, bara kabul etmediği bu dörtlüyle ilgili şu nihai hükmü vermiştir: “Alçaklara karşı duyduğum derin sempati, bu kişilerin kendilerine büyük düşünür havası verdilerinde bende uyandırdıkları tiksinti kadar büyük: tabii ürettikleri düşünce özellikle alçaklığa övgüyü içeriyorsa, ona bir şey diyeceğim yok.”

Nazistlere Kesin Yasak…

Usher’in tercihine döneceğiz, fakat bundan önce kitabını okuduğumuz yazar hakkında kısa bir bilgi sunalım: Roman, tiyatro, masal, öykü ve eleştirel denemeler yazan Michel Rio, Mélancolie Nord (1982), Le Perchoir du Perroquet (1983) Archipel (1987), Merlin (1989), Yanlış Adım (1991), Belirsizlik (1993) gibi romanlarıyla, “sınıflandırılamaz” bir türün temsilcisi kabul edilmiştir. Bu nevi şahsına münhasırlık yazarın Aykut Derman tarafından Türkçeye tercüme edilen Manhattan Son Durak romanında da gerek yapı gerekse içerik bakımından kendisini göstermektedir. Fakat biz eserin bu yönleriyle ele almayacağız. Dahası, eseri herhangi bir şekilde, bir bütün olarak masaya yatırıp farklı çıkarımlarda bulunmayacağız. İşimiz daha çok 3 W barı ve maliki olan Usher üzerinden birkaç kelam edebilmeye endeksli…

Anlatıcı bir yerde “seçkinler morgu” diye eğretilemiş 3 W’yi. “Gerçekten de burası New York’un kültür yaşamının en seçkin lokallerinden biriydi.” Madem öyle, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, romanda bu bara yolu düşen veya bu mekanla birlikte bir şekilde adı anılan seçkinlere dair bir liste sunalım: Paul Manship, Lee Lawrie, Pablo Picasso, Lothar Baumgarten, Alain  Marcon, Mallarmé, Chn Cage, Archie Shepp, Ornette Coleman, Luis de Pablo, Karlheinz Stockhausen, Martha Graham, Goethe, Minelli, John Ford, Fritz Lang, Kurosawa, Roman Jakobson, Noam Chomsky, Paul Anthony Samuelson, Richard Feynman, Scipio Africanus, Duke Ellington, Victor Hugo, Gautier, Alexandra Hamilton, Alan Stewart, Mary-Olivia Milton Ambrose, Roger Rabbit, Edgar Allan Poe, Stephen Jay Gould, Balzac, Plaubert, Gloria O’War, Terry Jones, Monty Python, Mankiewicz, Monteverdi, Purceell, Bach, Rameau, Mozart, Bartok, Schönberg, Bolden, Bessie Smith, Ellington, Lewis, Hopkins, Charlie Parker, Mary-Lou Williams, Davis, Caltrane, Shepp, Coleman, Diogenes, Büyük İskender, Bernhard Rieman, Stoa, Socrates, Ruskin, Einstein, Heisenberg, Dirac, Chandrasekhar, Muhammed Ali, Aristo, Herakleitos, Kant, Hegel, Newton, Einstein, Schrödinger, Hawking, Prigogine, Descartes, Spinoza, Malebranche, Dreyfus, Eccles, Winograd, Husserl, Changeux, Anaksagoras, Alkmeon, Hippokrates, Demokritos, Platon, La mettrie, Diderot, D’Alembert, Baron D’Holbach, Monod, Weinberg, Brandon Carter, Voltaire, Panloss, John Wheeler, Everett, Newton, Laplace, Dyson, Heidegger…

Heykeltraştan müzisyene, biyologdan fizikçiye, edebiyatçıdan felsefeciye pek çok alana ait bu kadro eşliğinde 80 sayfalık romanda pek çok “ağır” konu, kuşkusuz Leonard Wilde’ın ve Hugo Usher’in ilgi, tercih ve yönlendirmeleri doğrultusunda, gündeme gelir, konuşulur, müzakere edilir.

Bu arada, bunca geniş bir kadro, bir şekilde 3 W’ye girebilirken, Dali, Sartre, Breton ve Ponty’nin yasaklı olması garip ve şaşırtıcı değil. Faşizme, nazizme bir şekilde göz kırpmaları söz konusuydu zira…

Konu romanın başka sayfalarında da farklı bağlamlar eşliğinde gündeme gelir. Şurada olduğu gibi: “Kararlı biçimde modern kafalı olduğu anlaşılan biri, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ından söz edecek oldu, ne var ki Usher ona, kendi yurtluğunda Nazilerin ve onlarla ilişkisi olanların et ve kemik olarak ve de ruh olarak bulunmasının yasakladığını kesin biçimde bildirdi.” (s. 66)

Ben bu Usher’i tuttum. Doğrusunu yapmış. İnsanlara kan kusturan bir ideolojiyle zerre kadar teması olan yapılar, yerel veya genel, ulusal veya evrensel, mahkûm edilmeli…

27 Şubat 2025 Perşembe

ENDRE ADY’NİN “BİR GÜNÜMÜZ YALVACININ İLENCİ” ŞİİRİ

Macar şiirinin Âkif'i diyebileceğimiz Endre Ady (1877-1919)'in Kan ve Altın ( Adam Yay., İst., 1992, 51 s.) kitabını Tahsin Saraç çevirisinden okudum.

Endre Ady 20. Yüzyıl Macar şiirinin en büyük şairleri arasında kabul ediliyor. Hayatıyla ilgili bazı kesitler aktaralım: Bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelmiş, hukuk öğrenimi görmüş, gazetecilik yapmış. Canlı bir kültür hayatının yaşandığı Magyvàrad şehri onun kişiliği ve şairliğinde oldukça etkili olmuş. Bununla birlikte hayatında büyük çalkantılar oluşturan, şiirlerinde Leda adıyla anılan aşkının peşi sıra gittiği “güzel çılgınlıkların kutsal şehri” Paris’te Beaudelaire ve Verlaine’in şiirleriyle tanışması sanatına olumlu katkılar sunar.

Bir süre Leda için yazdığı lirik şiirlerden sonra sanat algısında köklü bir değişiklik yapar, kalemini “ulusal bilincin uyandırılması” amacıyla kullanır. 1906’da Macaristan’a dönen şair aynı yıl Uj Versek (Yeni Şiirler) kitabını yayımlar. “Gözüpek yenilikleriyle fırtınalar koparan bu kitap gerici-tutucu eleştirmenlerin saldırısına” uğrar. Devamında yayımlanan Ver as Arany (Kan ve Ateş) Holnap (Yarın) gibi kitaplarıyla da atılımlarını sürdürür. 1908’de Nyugat (Batı) dergisi bünyesine giren Ady, bu dergide merkezî bir konuma gelir. 10 yıl süren bu dönem boyunca toplumsal çalkantıları tema edinen şair,  yeni kitaplarını da yayımlamaya devam eder: İlyas’ın Arabasında, Sevilmek İsterdim, Tüm Gizlerin Şiirlerinden, Kaçan Yaşam, Kendi Sevimiz, Beni Kim Gördü bu kitaplar arasındadır.

1910’dan sonra Macaristan iç işlerinde yaşanan bunalımlar şairi yeni ufuklara taşır. Bir süredir bayraktarlığını yaptığı burjuvaziden umudunu keser. Köylülerin gericiliği de ortadadır. “Bakışlarını işçilerin savaşımına yönel”tir şair. Bu tutumu onun yeni düşmanlar kazanmasına neden olur. Gelen tepkilere “Size Bir Çeyiz Sandığı Gönderiyorum” şiiriyle yanıt verir.

Demokratik devrimi savunan ve işçi haklarına ilgi duyan” şair Birinci Dünya Savaşı’nın başlayacağı dönemden itibaren köşesine çekilir. 1918’de A Hallottak Èlén (Ölülerin Başında) kitabını yayımlayan şair Dünya Savaşının yıkımları karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır. 1918’deki Macar Ekim devrimi sırasında hastalıktan yatağından kalkamayan şair 1919’un başlarında vefat eder.

Endre Ady’nin şiiri “alışılmamış benzetmeler, yeni anlatımlar, diri duygu ve imgelerle” örülü bir şiirdir. İnsanlığın yıkım ve mutsuzluk nedenlerine karşı savaş açmış, haksızlıklara karşı olmuştur. Özgürlük ve barış yanlısıdır. “İnsana utanç değil onur veren kavramlardan yanadır.”

Okuduğum Kan ve Altın kitabında da bu saydıklarımıza dair ipuçlarına rastlanır:

Acılı ve kargışlanmış bir halktır Macar halkı

Devrimler içinde yaşadı

Gömütlerine tükürdüğüm alçaklar bize hep

Çare diye sundular ürküyü ve savaşı.” (s. 12)

 

Evet siz yüce beyler, söyleyin ne olacak

Nerelere kaçacak alçak ordunuz, nereye

O soygun kalenizden; kapıyı kapadığınızda

Büyük bir gürültüyle? (s. 16)

 

Hayaletler her zaman dolaşıp durur burda

Gömüt kokusu ve sis doldurur içerleri

Loşlukta gölge ruhlar fısıldaşıp dururlar

Ve bir de kargışlanmış ordu iniltileri.” (s. 19)

 

Düşteymiş gibi gördüm, iğrençlikler arasından

Hangi yıkımın Macarlar üstüne çöktüğünü

Ah, kimi kez nasıl da güçsüz kalıyor Tanrı.” (s. 31)

Ve yeniden yaşarken şunu haykırıyorum:

Bunca insansızlıkkta insanım ben yine de!” (s. 32)

 

Gelelim "Bir Günümüz Yalvacının İlenci" (s. 29) şiirine...

"Ülke kıyımlarla dolup taşıyor ve kent zorbalıklarla. Kurtuluş aranıyor ama bulunamıyor. Yıkım üstüne yıkım.” (Ezechiel, 7) Eski Ahit’teki bu betimleme, şiirin başına atıf olarak yerleştirilmiş. Böylece, asırlar, mekânlar ve kültürler arası bir aktarım yapılarak yaşanan “kıyımlar”, “zorbalıklar” ve “yıkımlar”a temas edilmiş olur. Yalvaç (Peygamber) bütün bunların derdiyle feryat etmektedir şiirde. İçinde bulunduğu ve temsil ettiği toplumun başına gelen bunca felaket, feryadını ilenç (beddua) cümleleriyle sentezlemektedir.

Metin, her bireri beşer dizeden oluşan dört bentten oluşuyor. “Bütün aşağılananlardan daha aşağılanmış ben” dizesiyle başlayan ilk beşlikte “Yalvacın, öfkeden yedi kat göğe çıkan” sonu gelmez beddualarına temas edilir.

Şiirin ikinci bendi üzerinde kelam etmeye daha fazla imkân sunuyor:

Cehennem ortasında bulduk birden kendimizi

Korkutmacalara ve kırbaçlamalara

Karşılık verecek öfkemiz kalmamış gibi,

Tanrım, ölüm melekleri hiçbir

Geçmişi böylesine silip süpürmemiştir.”

Burada başa gelen belaların, yaşanan kıyım, zorbalık ve yıkımların “cehennemî” bir nitelik taşıdığı, ölüm melekleri maziye ait değerleri tümüyle yok etmiş, üstüne üstlük böylesi silinip süpürülmelere maruz kalan toplumun olan biteni kanıksadığı, karşı bir tepki gösterecek öfkesinin bile kalmadığı belirtilir.

Bir sonraki bentte ise yitirilenlerin ve yitirileceklerin haddi ve hesabının olmadığı belirtir şair. Üstte belirttiği tepkisizlik haline farklı bir boyut getirir bu arada: “Tüm eylemlerimiz donmuş birer düş, bumbuz/Ve de tüm düşlerimiz artık donmuş bir eylem”.

Gelelim son beşliğe. Şair insana olan güvenini yitirdiğini söylüyor önce. Gözünde insanın “hayvandan daha iğrenç” bir konuma geldiğini belirtiyor. Bu hâl karşısında “yalvaçlar bile kem küm et”mektedir. Öyleyse beddua hak edilmiştir. Net ve sert bir şekilde:

Cehennemin cehennemini, boşluğun boşluğunu

Ver bize yüce Tanrı, ver bizlere sen bunu.”

Şimdi isterseniz mutsuzluğa, acıya, kargışa, iğrençliklere, aşağılamalara, insansızlıklara, zorbalıklara, kıyıma, yıkıma… dair atıflar taşıyan yukarıdaki dizelerin bugünkü yerelimizde hangi cehennemî hallere denk geldiğine dair birkaç veri sunalım: 

Resmi açıklamalara göre bugüne kadar Türkiye’de salgından ölenlerin sayısı 95.954. (9 Mart 2022)

2021 Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde (Rule of Law Index) Türkiye 139 ülke arasında 117'inci sırada…

Avrupa Konseyi 2020 Ceza İstatistikleri'ne göre Avrupa cezaevlerinde nüfusa oranla en fazla tutuklu ve mahkûm Türkiye’de... Türkiye’yi Rusya ve Gürcistan takip ediyor.

KHK’larla görevinden ihraç edilen kişi sayısı 125 bin 678… (4 Mart 2022)

Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) Şubat 2022’de yıllık yüzde 54,44 oranında arttı. (3 Mart 2022)