30 Eylül 2020 Çarşamba

SİRK ÇADIRINA KARŞI ÇAYIRDA

Çocuklar koşturuyor
Köpekler de yanı sıra
Ama havlıyor iki ayaklılar...

Patenleri var çocukların
Çayırda kayıp yitecekler
Kahkaha trenlerine binecekler

Teskin giysisi giyinsinler isteniyor oysa
Kafesler örülüyor beceri atölyelerinde onlara
Seri tutsaklık üretimi deniyor buna

Akrobat olacaklar güya uzaktan
Eğitime tâbî tutulup başıboşlukta
Adliyede HES'le sorgulayacaklar sonra

Fakat sonsuzsa ufuk göğüste
Hayat eve sığmıyor sığmaz da
Zincirse paslanır zor beyde mutlaka

Çocuklar bir yamaçta bayır aşağı
Kızak kaydırıyor çayırların üstünde
Havlıyor onlara iki ayaklılarsa

Kepeğe övgü şiiri yazıyor bu arada
Lanet olası tuzu kuru şairler...

Ankara, 30 Eylül 2020



NASILSINIZ?

37

                                   hey! siz!

 

solda sıfırlar!

sigorta karşıtları!

trenlere kaçak binenler!

emniyet kemeri düşmanları!

canlı kalkan olmaya can atanlar!

uçakların iniş takımlarına dadananlar!

yangın merdivenlerinden nefret edenler!

can güvenliği uyarılarını ti’ye alan yiğitler!

tanklara taş atanlar! mazlumları tutanlar!

en büyük ordu, büyük işsizler ordusu!

okul kırıcılar! şifre kırıcılar! put kırıcılar!

antibiyotiklere bayrak açanlar!

akıl sahipleri, fikir sahipleri!

acı çekenler, sancı çekenler!

plânsızlar! düzensizler!

uyumsuzlar! uykusuzlar!

çoğalmayı sevenler!

çocuklar! çocuk kalanlar!

aklını başına devşirmeyenler!

                                   siz! hey!

 

bakın, buraya bakın!

şiddetin panzehri sizi davet ediyor

yani şiir!



Likâ Edebiyat, S. 37 (1 Aralık 2002), s. 1.



26 Eylül 2020 Cumartesi

İT OTARICISI-2

Pek güvenen köpeğine Güvenme çünkü leyleğe Benzetmiş senin itini Resimde Bay Klee Çömeliyor korkak Suspus öylece...

Ank., 26 Eylül 2020 İt Otarıcısı-1'i okumak için tıklayınız.

İT OTARICISI-1

Köpeğini üzerimize saldırtacakmış gibi Diş gösteriyor her an. Belli ki damarlarında kirli kan Var ve besliyor mülkiyetini. 23.09.2020, Ank. İt Otarıcısı-2'yi okumak için tıklayınız.



25 Eylül 2020 Cuma

KENDİSİNE DOLMAK

Issızlık odanızın kırk kapısı kilitli. Büyünün gizli gücü değil ağyar. Mutluluk sizinkini. Doruktaki huzur. Esenlik. Esriklik dört köşesi. Uzun bir yolcu var içinizde. Sırılsıklam mucizelere gömülmüş. Bir bakıma cüsseli haliniz. Devleşmeniz.

Kutsal bir metnin yolcusu içinizdeki o. Sadece söz konusu metne ve metnin uygulayıcı önderine göre yön alıyor.

Zamanı delip geçiyor ve bütün engelleri,  setleri.

Ateşin ortasına düşen odunun can havliyle yanıyor kalb. Can atıyor ülkesi.

Istırabın hâmisi; mustarip, mustazaf.

Bir kükreyişi kolluyor. Ufukta görülen sonsuz telaş bir ipucu.

Kayıp giden yıldızların ışığı söndü. Bütün ışıklar geçici. Bütün ışıklar sahte. Onun ışığı hariç. Hakikatin ışığı, bir’in ışığı, tek ışık, o ışık.

İşte o aydınlığa giden yol. Sürekli uçarı, gönendiren bir kuş kanadı, coşkunluklar ırmağı.

Fırtınalara vurulmuş, aşıyor engebeleri. Tel örgüler, silahların gölgesi, giyotin   ve füze krallıkları çöküyor.

Şavk saçılan bir evren. Yaralar ve sayrılıklar sağaldı. İnsanın ve eşhâsın göynüğü gönlü.

Zafer sarnıçları dolup taşıyor. Tahterevalli sükun üzre yürüyor.

Ayaklar sağlamdır. Kutlu toprak güvenli. Omuzlar ve kardeşliğin tılsımıyla sürtünüyor birbirine. Zincirleme bir sevinçtir havada uçan kuşların yelkenli hâli.

Kilitler bir bir açılıyor sonra, kırk birinci kapı özgürlük kapısı.

Işık süzüldü. Sancak salındı. Gök has rengine büründü.

Rüya pırlanta.

Bu metin 1990'lı yıllarda yazıldı. Şiirin Şiddeti (Okur Yay., İst., 2015) adlı kitabımda yayımlandı.

24 Eylül 2020 Perşembe

ONBAŞI’NIN ŞAİRLERİ

(Şair başlığı attı ve açtı kaleminin ucunu:)

Nasıl şiir istersiniz bayım?

Size ait olan sulu ve bayat bir poetikadan fırlayan eskizler mi sunalım? Yoksa daha da derinden gelen havası verilmiş mükerrer  sözler mi?

Ne istersiniz bayım?

Bir sulusepken silueti çiziktiriyor çehreniz, dalgın sulara dalıp kalmışsınız.

Uyandıralım mı sizi?

Hayır, elbet. Ninni istersiniz siz, yeni nağmeler katmamızı uyuma seanslarınıza. İstersiniz siz ve onun için sızlanır durursunuz.

Serin gölgeler sergileyen bir resim mesela. Koyu bir bencillik
  koyalım ortasına.

Ağu yazarız yaşadıklarımızın aynasına biz. Siz ise
  kazırsınız “ğ”yi; gırtlağımızdaki ipin silindirini daha bir sıkarsınız, “a” ile “u” arasına siz “h” eklersiniz.  Biz “ah” ederken, “oh” çeker dilinizin tespihi.

Nafe koklarsınız ya!

Aman ne memnuniyet, ne memnuniyet. Yani zevk almak ne demek, taklalar atarsınız, kahkahalar...

Karanlığın zulmünü yaşayanların inlemesine karşılık, hülyasını yaşayanların şarkısını öneriyorsunuz bize.

Kırmayalım sizi bayım. Söz edelim hülyalarımızdan.

Mavi göklerden, yeşil ovalardan, pırlanta bulutlardan, doğacak çocuklardan, çoğalmak ve çağlamaktan...

Ne o? Nedendir diklenmeniz? Nedir o koli bantları? Rahatsızlığınız kimin için?

Elinize kalem yerine kement aldığınızın farkında mısınız bayım? Tekmeniz futbol topuna değil, neden sandalyemize bayım?

Aşk şiiri istemez misiniz bayım?

Ürpertiler mi verir size? Hangi ürpertiden bayım? Korku mu, kendine geliş mi?

Niçin korkarsınız bayım?

Aşk için açtığımız kanatlar sizi de taşıyabilmek içindir bayım!

İniltilerimizden oluşan şarkılarımızın içinde size de yer vardır bayım!

Bize olsun bir kez de yönünüz, dönünüz bayım!

Katılınız bize, başlasın bayramınız bayım!

Birlikte uçuralım hayal ormanlarının kuşlarını, gömgök havaları birlikte oluşturalım...

(...Metin uzayıp giderken, kendine gelen şair, “Onbaşı’nın Şairleri” başlığını bu yazıya neden isim olarak verdiğini düşündü. Var mıydı böyle birileri? Onbaşı kimdi, şairleri kimlerdi? Bilinmezdi. Bu bilinmezin sonucunu merak ettiği için, yazıyı aynen, dokunmadan virgülüne, uçurdu gazete denen kağıttan kayığa. Vesselam...)

Not: 28 Şubat döneminde yazılan bu metin önce Akit gazetesinde, daha sonra Şiirin Şiddeti (Okur Kitaplığı, İst., 2015) adlı kitabımda yer almıştır. 

Bu arada, bugünlerde "Onbaşı"nın ölümü ile ilgili söylentiler hayli yaygın. Söylentinin benzeri, şairleri için de olur mu bir gün acaba? 

22 Eylül 2020 Salı

NASILSINIZ?

36

 

balkonlarınızı kapatırız!

taze fidanlar neredeymiş, gülüversinler hemencik hemen!

kuruturuz yazdan incirleri yeriz kışa!

şeffaf hanımlar kılarız sizi!

acı patladı, dilin tadı kalmadı!

matba’cılar, a’dan z’ye ‘kara mizah tarihi’ne harf basmalılardır!

macun efendi, gel bakayım, seni incelteceğiz!

‘ısırgan’ın keyfiyetine destek verilecektir!

f klâvyeciler kalın k’ya nazal n’ye ve hırıltı’ya ses verecekler, bekleyin!

fabrika dumanı tiryakilerine ip bulduk, son seslerini duyuyoruz!

gölgelenmeye neyiniz eksik ki, alın ‘kent’inize, sevimsiz bir palmiye!

kırmızı hanımcık hanımları üzmeyelim şişman şampiyon baylar!

yenidoğuşları yaşayacağız, sizse son kertede elbette solacaksınız!

tıp fakültenizi “bebeğin beşiği çamdan” ile yıkacağız!

düşleriniz kapanmıyor, kapanmıyor kanama!

müthiş bir inildeyiş akıyor harflerin sızısından!

sürecek bir fırtına başladı!

laf aramızda!

birgün düşleriniz açılır!

 

Likâ Edebiyat, S. 36 (1 Eylül 2002 ), s. 1.



18 Eylül 2020 Cuma

NASILSINIZ?

35


pan: !..

demir. duvar. tel. çivi. dozer.

hızar. böcek. emir. ateş.

kemik. tekme. köpek.

açlık. tokat. halat. hazrol. rahat.

 

olmak. yok. teslim.

 

tanrı pan: kan!

zehir. diken. tüfek. tırpan.

urgan. çamur. yangın.

potin. bağcık. dipçik. pense.

boyun. dokuz. ip. ilmik.

omuz. iz. el. ense.

 

teslim. yok. olmak.

 

tanrı pan: tırpan. kapan!

uçak. bomba. palet. tank.

tuzak. kızak. susta. bıçak.

kazma. nal. nacak.

 

yok. olmak. teslim.

kapanacak bir devir.

teslim. olmak. yok.

bir devir. bir devir.

 

tanrı pan: kaçacak

tanrı pan: kaçacak

 

adıyla: gün ağaracak!

 

Likâ Edebiyat, S. 35 (1 Haziran 2002 ), s. 1.





17 Eylül 2020 Perşembe

ALOİS JENNER'İN KÖPEK OLARAK PORTRESİNİ NASIL ÇİZDİ FRANZ LİNDNER?

1. Beyaz üzerine kara lekeli bir kürkü vardır.

2. Burnu iyi koku almaktadır. 

3. Her şeyden önce kan kokusunu algılar.

4. Kendi başına kaldığı zaman köpek biçimine girer. 

5. Hassas burnuyla tehlikeleri kolayca sezer. 

6. Sanki pusudaymış gibi dolaşır.

7. Vaat dilini kullanır fakat içerik gizli tehdittir. 

8. Yakınlarının ve kendi bakış açısının tutsağıdır.

9. Hızar atölyesinde yetişmiştir, kesip biçmesi bundan.

10. Doğrama ustası. 

11. Kurt soyundan geldiğini ima ediyor. 

12. Sonunda tahta kulübeye saklanıyor.

13. Çünkü dişlerini göstermişti halka, tepedeyken.

(Kaynak ve ilham: Gerhard Roth, Uçurumun Kıyısında, Çev: Cemal Ener, İletişim Yay., İst.,1996, s. 12-14)

Ankara, 17 Eylül 2020


Kitapçınızdan isteyiniz!

14 Eylül 2020 Pazartesi

YENİ ANORMAL FİLM

Salgın imiş tek sebebi
Yasakmış öpüş sahnesi
Bilim Kur'lu ne der acep
Filmlerin mi bu maskesi?!. 

Ank., 13.09.2020












12 Eylül 2020 Cumartesi

GÜNDOĞDU DERGİSİNDE "YENİ REJİM DOSYASI"

Hukuk, politik ekonomi ve tarih alanlarında yayın yapan GÜNDOĞDU dergisi, 4. Sayısında “Anayasasızlaşmanın Politikası ve Ekonomisi”ni kapaktan işlemiş. Bunu “Yeni Rejim Dosyası” olarak da lanse etmiş. Dosyada Korkut Boratav, Süheyl Batum, Nazif Ekzen, Bülent Serim ve Ali Rıza Aydın, dosyanın içeriğini hazırlayan isimler.

Dosya bağlamında Korkut Boratav ile bir mülakat yapılmış. Boratav şöyle diyor: “Finans kapital, Türkiye’den sert kemer sıkma programı talep ediyor. AKP’nin bu programa teslimiyeti ise kaçınılmaz görünüyor. 2018’in son üç ayından itibaren Türkiye ekonomisinin finansal krize sürüklenmesi gündemdedir.” Benzeri bir mülakatla derginin sorularını cevaplandıran Nazif Ekzen, “Ufukta Güney Kore Modeli var.” diyor ve yeni ekonomik süreci şöyle betimliyor: “80 sonrasında gündeme gelen neo-liberal politikalarla da gidilemeyeceği bu son süreçte ortaya çıktı. Makas değişikliğinin şart olduğunun farkındalar. Anlaşıldığı kadarıyla İMF dışında bir yol denemek istiyorlar. Öyle görünüyor ki, denemek istedikleri de Güney Kore modeli dediğimiz model.”
Okan İrtem’in “Çok Ordulu Bir Düzene Doğru”, Barkın Asal’ın “Ara Rejim Bitti mi?”, Ergun Türkcan’ın “Kalkınma İktisadının Sonu: Kalkınmanın Sırrı”, Ahmet Çınar’ın “İzmir’in İstanbullaştırılması” gibi yazıları dergide dikkat çekiyor. Dikkat çeken bir diğer metin ise Özdemir İnce ile yapılan mülakat: Başyücelik Devleti Üzerine. Bu mülakatta İnce, Başyücelik Devleti adlı kitabıyla ilgili soruları cevaplandırıyor. Tabii doğal olarak söz “Başyücelik” fikrinin mimarı Necip Fazıl’a ve onun bugünkü vasatta takipçisi saydığı siyasal iktidara geliyor. Özdemir İnce dişe dokunur şeyler söylüyor değil. Fakat ona kendilerini tahfif etme imkanı sunanlara ne demeli?!.

Ankara, 12 Eylül 2018


11 Eylül 2020 Cuma

ALMAN ŞAİR HEİNRİCH HEİNE PERVASIZ VE GAFİL BABİL KRALI BELSAZAR'I NİÇİN ÖLDÜRDÜ?

Bir kurgunun can damarında sondaj yapacağız. 19. yüzyıl Alman edebiyatının büyük aktörlerinden olan şair Heinrich Heine (1797-1856)'nin, antik kral Belsazar (Belshazzar, Belşazzar, Bel-sarra-usur. M.Ö. 539?) ile ilgili ciddi tespit ve tenkitlerini içeren metnini teşrih edeceğiz. 

Belsazar, babası Nabonidus'tan sonra Babil'i uzunca bir süre yönetmiş bir kraldır. Adı Tevrat'ta da geçer. Gerçi din adamları onun yaşayıp yaşamadığı hususunu uzun yıllar tartışmışlardır. Fakat 1854'te İngiliz konsolos J. G. Taylor, Irak'ın güneyindeki antik Ur şehrinde bulduğu tabletlerle Belsazar'ın tarihî bir kimlik olduğunu kanıtladı. Bu tabletlerin birisinde, Babil Kralı Nabonidus ile oğlu Belsazar için yapılmış dualar yer almaktadır. Arkeolog ve dilbilimci Alan Millard da Belsazar'ın tarihî bir kişilik olduğuna hükmeder.

Heinrich Heine

Arkeolojik materyallerden hareket etmeyi bir yana bırakalım; Kutsal Kitap, onu vermekte olduğu bir ziyafet anıyla ebedî kılar. Ziyafet sırasında duvarda beliren bazı yazılar, emrindeki kahinler tarafından okunamaz. Daniel Peygamber çağrılır. Hazreti Daniel'in söz konusu yazılarla ilgili yorumuna göre, Belsazar Allah'a değil, taşlara tapmıştır ve cezaî müeyyideyi hak etmiştir. Hüküm, o gece, ziyafet gecesi öldürülmek şeklinde verilir. Ülkesini de Medler ve Persler ele geçirecektir.

Kutsal Kitap anlatısını buraya almamız boşuna değil, Heinrich Heine'in yazımıza konu olan "Belsazar" şiiri bu kıssaya yaslanıyor. Nasıl mı? En iyisi, Behçet Necatigil'in Türkçe'ye çevirdiği haliyle şiire (Şarkılar Kitabı, Adam Yay., İst., 1982, s. 83-85)  yoğunlaşalım: 

Heine, ziyafet gecesinin ilerleyen saatlerinden başlar şiire. Halk uyumuş, Babil sessizliğe gömülmüştür. Babil'in sessizliğine karşın, kralın sarayı bambaşka bir sahneyi yaşamaktadır:  

"Bir kral sarayı tepede aydınlık,
Gürültüsü savaşçıların çığlık çığlık." 

Hayır, bir savaş sahnesi değil daha. Sarayın salonunda, Belsazar'ın ikramları yağmalanmaktadır: 

"Oturmuşlar saf saf, parıltılı 
Sağraklardan boşalmada şarapları 

Tokuşan kupalar, sevinç naraları adamların
Tam gönlüne göre, dikbaşlı kralın
." 

Şaraptan yanakları al al olan kral, sarhoşluğun da verdiği pervasızlıkla Tanrı'ya şirk koşar: 

"Gözü dönmüş, kör bir cesaretle
Kral dil uzatıyor Rabb'e. 

Övünerek, küstah, küfrediyor o; 
Homurdanıyor adamlar: Bravo!

Şiirin devamında kralın densizliklerini kademe kademe anlatır şair: Uşağına seslenir, Yehova tapınağından çalınmış değerli bir takım eşya ve kapkacakları getirtir, bunlar arasından aldığı kutsal bir kupayı şarapla doldurup içer...

"Bağırdı boşaltıp bir dikişte,
Ağzı köpükler içinde: 

'Ben Babil kralıyım, Jehovah!
İşte meydan okuyorum sana.' 

Dağılınca korkunç sözlerdeki yankı,
Bir korkuyla daraldı kralın bağrı

Kral Belsazar

Bu meydan okuma onun son meydan okuması olmuştur. Kahkahalar kesilmiş, salonu bir ölüm sessizliği bürümüştür. Telmihlerle örülü şiirinin bu bölümünde Heine, Tevrat'ın Daniel Peygamber kıssasında anlatılan yazı bahsine getirir sözü: 

"İşte! İşte! Bir el belirdi, 
Beyaz duvarda bir insan eli. 

Bir şeyler yazdı beyaz duvara, 
Yazdı ateş harflerle, karıştı kayıplara.

Bu bir mesaj değildir artık, had bildirimidir. İlahî el, gelinen son aşamada, yoldan çıkan, hakikatten sapan kral ve adamlarına darbeyi indirecektir:

 "Oturmada kral, donmuş bakışları, 
Titriyor dizleri, ölü beyazı."

Kıssaya göre ne ekabir müşrik Kral Belsazar ne de sarayındaki kâhinleri okuyabilmiştir bu ateşten yazıları. Şiir de temas eder buna:

"Kâhinler geldi, hiçbiri açıklayamadı; 
Neydi duvardaki bu ateşten yazı."

Kendisinin okuyamamasının gerekçesini anlayabiliriz, Hakk'tan kopmuştur. Kâhinlerine gelince, onların kralın danışmanları, ak saçlıları, akil adamları olduğunu, fakat maalesef kof kişilerden, evet efendimcilerden, hakikatleri örtücü tiplerden seçildikleri ortadadır. Duvara yazılan kutsal söylem metnini gerek zavallı kralın gerekse cehalet timsali danışmanlarının -doğal olarak- okuyamamaları, onları son bir çare olarak Daniel Peygambere, yani ilahî kelama yönlendirir. Fakat iş işten geçmiştir. Peygamberin verdiği haber, Kral Belsazar'ın sadece kendisi için değil, kendisinden sonraki eş ve benzerleri için de ibretliktir. Şiir şu beyitle biter: 

"Fakat aynı gece kral Belsazar'ı 
Öldürdü gene kendi adamları
."

19. Yüzyıl Alman şairi Heinrich Heine, milattan önce 6. yüzyılda vuku bulduğu belirlenen bir olayı (öte yandan dinsel bir kıssayı) almış,  insanlık alemi için yeniden üretmiş, hepimize evrensel bir kıssa olarak sunmuştur. Kendi adıma alınacak dersi aldığımı söyleyebilirim. Gelgelelim, asıl dersi alması gereken dünyanın kralları, hünkarları, bilumum haşmetlileri ibret almış mıdır? Onlar, kendilerine ilahlaşma tuzağı kuran imkânlarının şehvetine uyup Tanrısal dile yüz mü çeviriyorlar, yoksa Hakk'a, adalete sadakatle bağlı mı kalıyorlar?

Heinrich Heine, mukaddes kıssaya itibar etti; rejimin sunduğu pervasızlık ve gaflet hallerine mağlup olan Kral Belsazar'ı affetmedi. Şaire yakışan buydu. Gerçek şairler böyledir...

Ankara, 12 Eylül 2020

9 Eylül 2020 Çarşamba

İBRAHİM ERYİĞİT "FESTİVALDE ŞEMPANZE"Yİ ANLATTI!

Daha çok Kara Oyun, Güz Klâsiği, Sen Bir Sevda Ağacısın Türküler Büyütür Yüzün, Tan Tan Traska!, Hüzn ü Aşk, Korku Islığı, Edebiyat Hayat Memat, İlhan Berk’in Haşeması, Köpekler Lügati, Deneme Tahtası, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri, Şiirin İpek Sesi, Şiirin Şiddeti, Özgün Bir Toplum Kurucu Mehmet Âkif ve Şi’r-Pençe gibi kitaplarından tanıdığımız Cevat Akkanat’ın Festivalde Şempanze adlı bu kitabı, 2008-2014 arasındaki altı yıllık zaman diliminde Milli Gazete’de yayımlanan köşe yazılarından seçilerek oluşturulmuş bir kitap.

Bilinen bir gerçektir: Bir gazetedeki köşe yazılarının yıllar sonra kitap olarak yayımlanması, içinde bir handikabı barındırır. Bu handikabın, gazete köşe yazılarının genelde güncele ilişkin olmasından hareketle okuyucunun karşısına yıllar sonra kitap olarak çıkması, yaşanılan bu dönemde güncelliğini yitirecek kaygısını taşıması da bir gerçektir. Kuşkusuz böyle bir kaygıyı okuyucudan önce yazar taşır. Yıllar öncesinde yazdığı bir yazıdaki bilgileri güncellese yazının orijinalliği bozulacaktır, güncellemese söz konusu yazının günümüze bir katkısı olmayacaktır. Doğrusu ben bu kaygılarla okumaya başladım Festivalde Şempanze’yi. Kitabı okumayı bitirdiğimde ise böyle bir kaygımın yersiz olduğunu gördüm. Çünkü yazıldığı tarihlerdeki güncele ilişkin yazılarda, konuların işleniş biçimi olsun, sorunların ve sorunlara getirilen çözüm önerileri olsun günümüzü de kuşatan bir gerçekliği barındırdığını gördüm. Salt güncele ilişkin olmayan yazılar da yer alıyor kitapta. Yazıların hedef kitlesi, genel edebiyat okuyucusu olduğu gibi özellikle edebiyat araştırmaları yapan kişiler için de çok önemli bilgiler barındırıyor kitap.

Cevat Akkanat’ın yazı dili, karşısında sanki canlı biri varmış da onunla konuşuyormuş gibi olduğundan, okuyucuya keyifli bir okuma süreci yaşatıyor. Kendine has ironik, olumlu polemiğe kapı aralayan kıvrak bir dili var Akkanat’ın. Son derece sıcak ve samimi söylemi, ilk satırlardan itibaren yazının içine çekiyor, yazısını okuyan herkesi. Ama yazılar, düz okuma yapanlar için şaşırtmaca ve tuzakları da barındırıyor kendi içinde. Yazının seyrine kapılan bir okuyucu kendince oluşturduğu bir çıkarımın tam tersine bir ifadeyle karşılaşabilir. Bu anlamda ezberleri bozan bir söylemi var Akkanat’ın. Günümüz deyimiyle, öğrenilmiş çaresizliğin üstüne üstüne giden sonsuz bir azmi var. Kitabın içindekiler bölümündeki yazı başlıklarına bakınca bile söz konusu azmi görmek mümkün.

Düşüncelere, konulara, olaylara ve kişilere getirdiği çok farklı ama son derece mantıklı ve sağlam yorumlarla okuyucusunun karşısına çıkan Akkanat’ın bu yazılarının, -ilk yazıldığı tarihlerde okumuş olanlar için bile- son derece ufuk açıcı ve kalıcı izler bırakıcı yazılar olduğunu belirtmek istiyorum.    

Festivalde Şempanze'ye ulaşmak tıklayınız!

EDEBİYATIMIZDA GEZİ YAZISINA YENİDEN DÖNÜŞ: ERDAL NOYAN'IN "AVRUPA ANDICI"

Seyahatname sözcüğünü kendi âlemimde Seyahatnağme diye telaffuz ederim. Bu adlandırmada bana “nağme”  terennüm ettiren, yaptığı gezileri ballı budaklı anlatarak zamanda ve mekânda anlık uçuş ve konuş fırsatları ikram eden usta gezi yazarlarının başarıları olsa gerek.

Avrupa Andıcı bu yoldaki kanaatlerimi pekiştirdi, sabitleştirdi.

Çünkü klasik gezi yazısı anlatılarına yeni şeyler ekliyor bu eser. Bahsettiğim zamanlar ve mekânlar arası geçişkenliklerin üstüne yeni hayal havuzları bina ediyor, ettiriyor.  Böylece, enlem ve boylamda oluşan genişlik, ufkun ve sonsuzluğun derinleşmesine doğru yol alıyor.

Şöyle somutlaştırayım söylediklerimi: Erdal Noyan, pek çok seyyahın genellikle yaptığı gibi, gezdiği yerlerdeki gördüğü, duyduğu, düşündüğü şeyleri parça pörçük aktarmakla, yansıtmakla yetinmiyor. Sadece coğrafi sınırları adımlayıp aşmıyor, onlardan öte, aklın, zihnin, muhayyilenin sınırlarına müdahale ediyor. Bu anlamda, elinizdeki kitap bağlamında Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Danimarka, Norveç, İsveç veya Finlandiya haritada bir sınır, coğrafyada bir kara parçası, tarihte bir figür, kültürde bir unsur, folklorda bir yaşama biçimi, fotoğrafta bir görsel, vb. değil, hatta bunların hepsi de değil, hepsinden ötesidir.

Noyan’ın bu nitelikli helezonik kurgusunda dikkatlerden kaçmayan birkaç nokta var: Farklı kültürel eserler üzerinden ülkeler ve medeniyetler arası ilişkilendirmeler yapıyor. Bir yazınsal tür olarak gezi yazısının sınırlarını deneysel oyunlara tabi tutuyor. Ama en önemlisi, bu metinler bir şairin elinde yoğuruluyor…

Şimdi gelin kendimizi şair gezginimizin satırlarına teslim edip okuma eyleminin keyfini çıkaralım…

Kitabı temin etmek için tıklayınız!



NASILSINIZ?

34

varlığımızı sürdürebilmenin keyfiyle katılıyoruz yağan yağmura, açan güneşe: nisandır…

ne bereketlidir nisan: sancılı ve doğurgan: önce sancı, doğum sonra.

kaptırıveriyoruz kendimizi baharın saltanatına.

yeğnileşmenin kucağındayız artık, beşiğimiz sallansın!

gök kapanmasın; hem yağmur, hem güneş; kabul, biliriz bunu; açılmasın!

herkes ağlasın; yarışalım nisanla; yenecek bizi; yensin varsın…

gülelim, kahkahalar koparalım, hayattan, nisana, sevinç tufanları sunalım, rüyalara dalalım…

şen şakrak ıslıklar vuralım, dağlara yansı olalım, yanalım, sesimizle solalım…

nisan ikindisinin kapısına kul olalım, ölelim yoluna, sevgilidir o, sevgiliye dua tutalım, eğilip toprağına kala kalalım…

keyiftir bu, çatalım; nisan keyfi, sancı keyfi, doğum keyfi, yağmur ve güneş, neş’e ve ıstırap, ölüm ve hayat, aşk, ayrılık ya da vuslat…

nisandır bu, haydi, yeniden ve her dem, diyelim:
adıyla...

Likâ Edebiyat, S. 34 (15 Nisan 2002 ), s. 1.




8 Eylül 2020 Salı

Bİ' DOLU DÜNYA YAŞANMIŞLIKLAR

Modern bir cönk düşünün. Zekiye Kahraman’ın Öncü Kitap’tan yayımlanan Bi’ Dolu Dünya Yaşanmışlıklar (Ankara, 2020) kitabını açıp incelemeye başladığımda, işte dedim, böyle adlandırabiliriz. Kuşkusuz klasik cönklerin edebî materyalleri ile birebir uyum göstermiyor. Mesela bu kitapta, sadece yazarın kendi edebî ürünleri var. Farklı edebî türde birikimleri: Öyküleri, hatıraları, denemeleri, gezi yazıları, şiirleri, değinileri…

Yazarı, eseri ve eserin içeriğindeki birikimi tek kalemde özetleyen bir şeyler söylemek istersek, “Güneşin Son Kırıntıları” başlıklı ilk metinde yer alan ve arka kapağa da konulan şu satırları iktibas edebiliriz: “Yıllar sonra çayıra saldığı hayallerini, artık kendi elleriyle bir bir sepetine toplamaya karar verdi. Çünkü bu düşünceler onun için, geçmişinin yansımalarıydı ve değerliydi.” Evet, Zekiye Kahraman, gizli bir yazar olarak yıllar önce edebiyat ve sanat ülkesine adım atmış; duygu, düşünce, hayal ve yaşantılarını kalıcı kılmak için kendisini kalem ve kağıdın sunduğu özgürlük ülkesine bırakmış, nihayet vakti saati gelince, kendisini ve yazınsal birikimini görünür kılmıştır.

Bi’Dolu Dünya Yaşanmışlıklar’da Mehmet Kahraman’ın kitaba yazdığı “Sunuş” dışında 33 metin var. Sunuşta eserin yazılış macerası tane tane anlatılıyor. Zira, bu maceraya anbean tanıklık söz konusudur: “Yazar, bazı anı defterlerine veya bilgisayar dosyalarına zaman zaman şiirler yazıyordu. Hayatının hassas zamanlarındaki hassasiyetleri duygusal kelimelerle kurulmuş mısralara yansıtıyordu. (…) Bunların yazımı neredeyse bir otuz yıl sürdü. (…) Bu metinler, bir açıdan anı, başka açıdan anı, başka bir açıdansa kendine şiir yazdıran duygu yoğunluğunun yansıtıldığı hikâye sayılırdı.” Nihayet süreç yayım aşamasına geldiğinde, tek kitapta nasıl bir araya getirilir bunca birikim sorusu aşılmaya çalışılır. Ve elimizdeki mürettep/sentez eser oluşturulur.

Her şey bir tarafa, Bi’Dolu Dünya Yaşanmışlıklar biyografik bir eser. Şiirle, kumaş boyama, eskitilmiş yakma resim ve tezhip sanatlarıyla donanmış bir hayatı yaşayan bir ev kadınının eseri. Belki yakın çevresinin edebiyat, sanat ve bilim insanlarıyla örülü olması onun için bir şans. Öyleyse de, bu şansı pozitif eyleme dönüştüren gücün sihirli dünyası okunmaya değer. Birkaç cümleyle adım atalım:

“Koskoca bir caddede sadece bir kişi görünüyordu. Belki de evlerin içinde uyanık ama görünmeyen yıldızlar vardı. Onlar da telaşla emanetleri göndermek için adres arıyorlardı. Dışarıya baksalar göreceklerdi. Ayın on dördü bu iş için çoktan gönüllüydü ve de sabırla bekliyordu. Son ana kadar bekledi ve beklediğine değdi.” (s. 121) 

Talep edenler şu linkten yararlanabilir: Tıklayınız.



SİHÂM-I KAZÂ

Dil denir gönül kuşuna
Kirpik nedir kaş olmasa
Yayım gerdim ok atarım
Yazarım "Sihâm-ı Kazâ"

Kocaeli, 8 Eylül 2018

4 Eylül 2020 Cuma

ISLIĞIN TARİHİ

Aynı zalimane kaynağın farklı görünümleri…

Yaşı 50’lere varmış olanların ortalama on yıl arayla muhatap oldukları manşetlere bir bakın:

27 Mayıs 1960, Hürriyet’in manşeti: “Silahlı Kuvvetlerimiz bütün yurtta idareyi fiilen aldı.”

28 Mayıs 1960, Yeni İstanbul gazetesi: “Baş Kumandan Meclisi feshetti”

12 Mart 1971, Hürriyet’in ‘yıldırım baskı’sı: “Ordu ültimatom verdi. Hükûmet çekilsin”

12 Eylül 1980, Milliyet’in manşeti: “ Parlamento ve hükümet feshedildi. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi. Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu.”

Korku Islığı’nın ilk şiiri “Bireysellik, Toplumsallık ve Hep Aynı Acı”yı 1983’te yazdığımda lise son sınıf öğrencisiydim. Bundan önce, 1982’de kitabın ikinci şiirini yazmıştım: “Bütün Canlar Affedilmiştir.”… Bugünden bakıldığında, her ikisi de şiir sanatının ihtiyaç duyduğu normlarla incelendiğinde bir takım kusurlar ihtiva edebilir. Fakat, yaşamak ‘hayat memat meselesi’ olunca, sanata ait ölçütler pek dikkate alınmıyor; alınmamalı…

Bu bağlamda özellikle taşıdığı epigraf da dikkate alınarak okununca, “Bireysellik, Toplumsallık veHep Aynı Acı” en başta benim –her şeyiyle iyice hatırladığım- 12 Eylül darbe sürecine yönelik tepkimin bir tezahürüdür. Dikkatli okuyucu daha önceki –biz her ne kadar yukarıda 1960’tan başlatsak da içe dönük diğer tanzim hareketlerine- tarihlere de atıfların bulunduğunu hissedecektir. Kuşkusuz, bir tahassüs şeklinde, sonrakilere de: 28 Şubat, 27 Nisan, vd…

Bu bağlamda, sözgelimi “Yaşamaları Yasaklamalarda”, “Ölümsüzlüğe Gene de”, “Zamansızlıklarda/Korunmalar/Sorular”, “Ayaklanma”, “Korku Islığı-1, 2”, “Yazılan Yarın- 1, 2”, “Suskunluklarda”, “Mırıltı”, “Belki, İleride”, “Ustalık” gibi kitabın “Tanıklıklar” bölümünde yer alan şiirleri dikkatli bir şekilde okumak gerekir…

“İrkil tüyüm, dirence tohum var sende” diye biten “Yadsınmalarda”yı unutmamalı… “Sürdüreceğim uyumamayı/sürdüreceğim” diye başlayan “Yol-a-daşım”ı da…

Ama en önemlisi sanki “Bol okumalı bir aşkın yolcusuyum çocuklar!” diye bitirdiğim “Islıklama”dır…

Kitabın ikinci ve üçüncü bölümlerinde “şahsi” ıstıraplarımız dile getirilir gibi. Ama bunları dönemin ruhundan nasıl soyutlayabiliriz? Hemen her biri, aynı tarihî sürecin içinde yaşanmadı mı? Mesela, “İnşaatçılar Türküsü”nü, “Gülmekler”i, hatta “İfrat Deha!”yı öncekilerden nasıl soyutlayıp çekip alabiliriz? Mümkün değil…

İşte “O Oylumlar Çağında” şiirinden bir bölüm:

“evet, ayaklarımıza köstek vuran köstebek

Resmi mızıkçıların mızıkalarına

Soytarı çalımlarına

Argolarına karşın

Evet,

 

Uçarı şiirlerden seçtim aşk şarkılarımızın sözlerini

Gelişir okudukça oylumumuz

Yazıyorum!”

Korku Islığı’nı neden 25 yıl gibi bir gecikmeyle yayımladığımı soranlar oluyor. 25 yıl geciken sadece Korku Islığı olsaydı keşke. Her bir şeyimiz gecikti. Ömrümüzün geçip gitmesi hariç…

Fakat umut verici bir şey var: Yayımlanmayı 25 yıl bekleyen Korku Islığı’nın 250 nüshalık mevcudunun 2,5 günde okuyucusuyla bütünleşmesi…

*

Bu yazı (birkaç küçük dokunuş hariç) ilk kez 19 Ocak 2012’de Milli Gazete’de yayımlandı. Şimdi, bir güncelleme yapmak istiyorum:

Hayatımız halden hale akıp giderken ömrümüz maalesef ıslığın tarihine kayıtlar düşmekle geçiyor…

Bu yeni tarihi kayıtları nasıl bulduğunuzu, bulacağınızı merak ediyorum...

Korku Islığı'nı edinmek için alternatif bir tık.

Korku Islığı ile ilgili şu yazılar da okunabilir: 

"Korku Islığı'nın Korkusuz İmgeleri"

"24 Yıl Saklanmış Gençlik Şiirleri"

"Korku Islığı'nda Mermer Senfoni-1"

"Korku Islığı'nda Mermer Senfoni-2"

"Cevat Akkanat'ın İlk Korkusu"

"Egemenlerdir Yuhalanan"

3 Eylül 2020 Perşembe

TÜRK EDEBİYATINDA GELENEK PROBLEMİ

Batılılaşma sürecine girişinden sonra, edebiyatımızın en çok tartışılan konularının başında gelenek ve gelenekten yararlanma problemi gelmiştir. 

Burada, bizdeki gelenek tartışmalarının önceleri kültür, sonraları ise edebiyat, daha da özele inersek şiir alanında olduğunu belirtelim.

Bu tartışmaları kaçınılmaz kılan hususların başında, Tanzimat’tan sonra yaşanan suni kültürel gelişme ve değişmeler gelmektedir. Çünkü, bu tarihten sonra, dışlanan ve geride bırakılan köklü kültür birikimi, sonraki kuşakları şu veya bu şekilde, daima rahatsız etmiş, sürekli olarak kendisinden nasıl kurtulunur veya faydalanılır gibi soruları bilinç altında saklı tutmuştur.

Türk edebiyatında geleneğin olup olmadığı, varsa ne olduğu, gelenekten yararlanma ve yolları, geleneğe bağlanma, geleneksel olana eklenme gibi problemler,  şair, yazar, araştırmacı ve eleştirmenlerin tartışmalarına  konu olmuştur.

Gelenek tartışmaları, Türk edebiyatı için gelenekten söz edilip edilemeyeceği, söz edilecekse bunun ne olduğu ve ondan nasıl yararlanılabileceğine dair  polemikler şeklinde başlamıştır. Zamanla konuyla ilgili problemlerden bir kısmı halledilmekle birlikte, tarihinde köklü kültürel şoklar yaşamış toplumların çoğu aydınlarında olduğu gibi, Türkiye aydınlarının bazılarında da bir sapma veya olumsuz bir yapılanma halinde ve başlangıçta gelenek karşıtlığı şeklinde varlığını sürdürmüştür. Bunlara bağlı olarak, gelenek taraftarları ile gelenek düşmanları, inkâr veya savunma seviyesinde kalmış olan tartışmalara girmişlerdir. Çoğu defa ifrat veya tefrit düzeyleri bu tartışmaların niteliğini belirlemiş, ‘bazı yazarlarda eskiye rağbet, yeniye husûmet; bazılarında ise yeniye ihtiraslı bir bağlılık, eski ve geleneksel olana topyekûn bir reddiye’[1] halinde tezahür etmiştir. Geleneğe olan yönelişin böyle bir hesaplaşma şeklinde oluşu, onun, ‘hem tasvip edilen ya da doğrulanan, hem de red ya da inkar kapsamına alınmış olan bir kaynak’ oluşuna bağlanır. Yani ‘gelenek hem bir doğrulama, hem de inkar hedefi’[2]durumundadır. Pek tabii olarak söyleyebiliriz ki, meselenin bu seviyede seyretmesi, çoğu defa ‘edebiyatın dışında gelişen’ ve ‘estetik kaygıdan soyutlanmış’[3] durumlardan, daha açık bir ifadeyle, ideolojilerin penceresinden bakılmış, siyasî tutumlardan hareket edilmiş olmasından kaynaklanmıştır.

Edebiyatımızda öteden beri alışılmış bir şekilde süregelen yenileşme, gidilmemiş yollardan gitme fikri, yukarıda tarihini çizdiğimiz batılılaşma devrinin köklü ilk aşaması olan Tanzimat’tan itibaren, farklı bir mahiyet kazanarak kendisini göstermiş ve zamanımıza kadar gelmiştir. Sözkonusu dönemden itibaren, kimi zaman sakinleşen, kimi zaman da alevlenen gelenek-modernizm tartışmaları, önceleri modernin, geleneksel olanı ve unsurlarını ‘ortadan kaldırma’ çabaları şeklinde gelişmiştir.[4] Tanpınar bunu “Türk Edebiyatında Cereyanlar” başlıklı makalesinde de ele alır. Buna göre, Batılılaşma hareketleri ile şiirde ortaya çıkan yenileşme kavramı çok farklı ve kökten bir yenileşme fikrinin uzantısıdır. Tam bir medeniyet değişimi isteğinin bütün genişliğini ve sancılarını içinde taşır. Bu yenileşme anlayışının belirgin özelliklerinden birisi eskiyi tamamen reddetmektir.[5]  Başka bir yazısında da Tanzimat sonrası edebiyatımızın ‘en bariz fârikasının mazideki kaynaklarımızla olan’ ilgisini kesmek olduğunu söyler. Özellikle Servet-i Fünûn’dan sonra Avrupalı örnekler edebiyatımıza girmiş, yeni bir gelenek oluşmaya başlamış, haliyle edebiyatımızda ve ruhumuzda bir ikilik oluşmuştur.[6]

Tanzimat’tan sonra  edebiyat ve sanat dünyasında oluşan bu iki  anlayıştan ilkinin asırlardır sürüp gelen bir zevk terbiyesinin ürünü olduğunu ve güzellik peşinde koşarak buna uygun formlar geliştirdiğini söyleyebiliriz. Bu anlayış, geleneği sürdürmek isteyen anlayıştır ve batıdan gelen özellikleri de almaktan çekinmez. İkinci zihniyet ise, daha çok hayat ve toplumu merkeze alan ve sosyal meseleleri konu edinen bir şiir anlayışıdır. Bu ikincisinin önemli bir özelliği vardır. Bu özellik, ilk yenileşme hareketlerinden son döneme  kadar mazideki edebiyata karşı olumsuz bir tavır takınması ve onu reddetmiş olmasıdır. Bu süreçle birlikte oluşan yeni anlayışın içinde, kendini yeni sayan her hareketin, kendinden öncekini yok sayma veya reddetme alışkanlığı da vardır.[7]

Öte yandan, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da başlayan başkaldırma, bütün  eski değerlere karşı sergilenir. Bundan şiir de nasibini alır. Bu durum Batı şiiri için de geçerlidir. Ebubekir Eroğlu, gelenek kelimesinin bütün dünyada ‘negatif’ çağrışım yapmasını, bu dönemde eski değerlerin gözden düşmüş olmasına bağlar. ‘Artık genel yönelim, geçmişin tazeliğini bulmak değil, geçmişin yükünü sırtından atmak şeklinde’[8]dir.

Bizde, Tanzimat’la birlikte önce Namık Kemal’in ve ardından Muallim Naci’nin karşısındaki duruşuyla Recaizade M. Ekrem’in gösterdiği tepkilerle yerleşmeye başlayan tenkitler, gelenek olarak Divan şiirini hedef alır. Zamanla kalıplaşan ve sürekli tekrarlanan suçlamaların arasında, bu şiirin ‘toplumsal meselelere ilgisiz, halktan kopuk, dili yabancı, çağın insanî değerlerine uzak, gerçekle ilişkisi mantıksız, düşünce ve duygu bakımından eksik, soyut, İran ve Arap taklidi bir edebiyat olduğu ileri sürülür.[9] Divan şiirine yönelik bu tavrın Cumhuriyet’ten sonra bir devlet politikası halini aldığı da söylenir.[10] Böyle bir politikadan sonra, Türk şiiri mazideki birikimlerle ilgisini yavaş yavaş, fakat ‘cezrî surette’[11] kesmiştir. Bu konuda Orhan Okay’ın yaptığı bir hesap ilginçtir. Okay’a göre, Tanzimat şiirinin en temel amaçlarından birisi, Şeyh Galib’ten sonra tıkanan Divan şiiri kapısını  ‘bir daha açılmamak üzere kapatmak’tır. “Bunun için ilk büyük darbeyi, çeşitli vesilelerle Namık Kemâl vurur. Sonuncusunu da Cumhuriyet devrinin bir Divan şiiri otoritesi: Abdülbâki Gölpınarlı. Namık Kemal’inki 1866’da başladığına, Gölpınarlı’nın ‘Divan Edebiyatı Beyanındadır’ kitabı da 1945’de çıktığına göre, demek seksen yıl, bu kadim sanatın cenazesinin kaldırılmasına kâfi gelmiştir.” Yazara göre, Divan edebiyatının ilgi kaybetmesi sadece bu tür saldırıların doğurduğu bir sonuç değildir. Tanzimat’tan sonra, devamlı değişen toplum yapısı, İkinci Meşrutiyet’ten sonra dilin hızla sâdeleşmesi, sonuçta, Cumhuriyetten sonra yazı sisteminin değişmesi, bu şiiri gittikçe bizden uzaklaştırmıştır. Böylece, bu şiir, ‘Bir arkeolojik kalıntı gibi birkaç mütehassısın anlayışına ve lise kitaplarında çok sınırlı birkaç örnekten alınabilecek bir zevke’ terkedilmiş, ‘Devletin kültür politikası da bu akımı sürükleyici ve destekleyici bir güç’ olarak gözükmüştür.”[12]

Ebubekir Eroğlu, 19. Yüzyılın ikinci yarısındaki şiirimizdeki modernleşmenin kaçınılmazlığını hissettiren bilincin ‘yenilenmek’, ‘modernleşmek’ gibi kavramlardan değil, ‘Avrupalı olmak[13]  kavramından hareketle oluştuğunu belirtir.

Batılılaşma sürecinin son halkası olan Cumhuriyet’ten sonraki yeni kültürel oluşumun, eski kültürümüze ve onun sahip olduğu edebî değerlerin yeni sanat eserlerine etki etmesini istemediğini belirten Eroğlu’na göre, herhangi bir şairin çalışmasında eski şiir değerlerine yaslanması, onlardan faydalanması ‘kültürel zenginliğin artması şeklinde anlaşılmamıştır.’[14]Tam tersine, yeninin önüne bir engel olarak görülmüştür. Eroğlu’na göre, bu süreç 1950’lere kadar sürmüştür.[15]

Birol Emil’e göre, Cumhuriyet devrindeki tenkit anlayışı ve tarih görüşü ‘inkâr ve dalâlet’ içinde ‘sakat çağdaşlık anlayışı’ ile ‘bizi seçkin bir zevkten, üstün bir asaletten, derin bir hassasiyetten ve büyük bir kültürden mahrum’ bırakmıştır. Tarihin, kültürün ve edebiyatın Cumhuriyet’le başlatılması, özellikle de yeni edebiyatın ‘birdenbire, bir mucizenin sırrına ermişçesine vücut bulduğunu ileri sürmek, onu eskiden koparmak, eskiyi yok farzetmek, millî kültür ve edebiyatta ve onlar üzerindeki araştırmalarda düşülebilecek en büyük dalâlettir.[16]

Beşir Ayvazoğlu’na göre, yeni nesiller, kendilerinden öncekilerin yaptıklarını inkâr ederek yeni ve çağdaş olabileceklerini zannetmişler ve çok tehlikeli bir saplantıya düşmüşlerdir. Halbuki, ‘sağlıklı  bir kültür, sanat ve edebiyat hayatı, ancak devamlılıkla mümkündür.’ Buna rağmen, sürekli yeniden başlama, her gelenin kendi putunu dikmek için ‘put kır’ması, yaşanılan ‘silbaştan’lar, ‘şiirimizin sadece zengin birikimimizle değil, toplumla da bütün bağlarının kopmasına yol açmıştır.[17]

Bunun yanında, 1950’lere gelindiğinde durum farklılaşmaya başlar. 1950’lerden itibaren şiirde eski değerleri atmanın bir işe yaramadığı görülür. Çünkü, atılanın yerine ‘yeni değerler’ konulamamıştır.[18] Bu yüzden, şairler birtakım tepkilere rağmen, ‘divan şiirinden yararlanmak’ fikrini sürekli olarak öne çıkarmışlardır.[19] Ebubekir Eroğlu, aslında, hiçbir dönemde şiirimize tarihsizliği kimsenin yakıştıramadığını, kültürümüze başlangıç olarak en yakın zamanı gösterenlerin bile genellikle ‘köklü bir şiir geleneğimiz olduğu’nu kabul ettiklerini belirtir. Bunun zıddını düşünmek, hele hele “Modern şiirin eski şiirle hiçbir irtibatı bulunmadığını söylemek ise hem modern şiirin ortaya çıktığı dillerdeki işleyişi bakımından hem de şiirimizdeki dallanmayı yorumlayabilmek bakımından bir cehaleti sergilemektir.[20]

Türk şiirinde 1950’lere kadar gelen yenilik arayışları, ‘bir başlangıç bulmuş olma’ arzularını da içerir. Bu zamana kadar ‘şiirde devamlılık’ ifadesi eski gelenekleri hatırlattığı için fazla ilgi görmez. 1960’lardan  sonraysa, ‘yenilik’ler ‘devam’ düşüncesiyle birlikte gelmeye başlar. Artık yeni atılımlar, modern şiirimiz içinde, temel alabileceği yönelişler bulabilir. Bu arada, ‘devam’ düşüncesinin eski şiirimizi çağrıştıracak biçimde kullanılması da yavaş yavaş itiraz konusu olmaktan çıkar. Yeni şiire canlılık katan unsurlardan birisinin de, eski çağlardaki güçlü şiir varlığımızın olduğu kabul görür. Buradan yola çıkan Eroğlu’na göre, şiirimizin modernleşme döneminde gelenekle kurulan ilişkisinin niteliği, içeriği ve boyutu tartışılsa bile, eski şiire ulaşma, onunla yarışma ve onu aşma duygularının hiçbir zaman bütünüyle kaybolmadığını belirtir. En uzak kalındığı yerlerden bile eski şiirimiz, ağırlığı ve ‘varlığı adeta havada hissedilen’ bir olgu olmaya devam eder.[21]

Fakat burada, bizi asıl ilgilendiren yenilerin bir öncekilere karşı tutumu değil, genel olarak, gelenek denilince kabul edilenin hangi şiir dönemi olduğu meselesidir. Öyle ki, bu konuda, daha ilk dönem modernleşme sürecinden itibaren ortaya konulan görüşler farklı kaynaklara, çeşitli sebeplerden ötürü, birbirini tutmayan yerli veya yabancı birikimlere doğru yönelmektedir. “Türk edebiyatının bir geleneği yoktur.” deyip işi kökten halledenlerin veya geleneği Divan ve Halk edebiyatı ile sınırlandıranların yanında, gelenek alanını oldukça genişletenler de vardır. Böylece, gelenek olarak algılanan edebî değerler, aşağıya aktaracağımız görüşlerden de belli olacağı gibi, bazen tek başına, bazen da gruplar halinde veya bir bütün olarak, Osmanlı şiiri, Divan şiiri,   Halk şiiri, Tekke şiiri, Batı şiiri gibi şiir birikimleridir.

Doğrusu Türk şiiri için gelenek sorunu gündeme geldiğinden itibaren Divan şiiriyle bir irtibat hemen kurulmuş, olumlu veya olumsuz bir hesaplaşmaya gidilmiş, fakat çoğu defa polemik seviyesi aşılamamıştır.

Bir yazısında ‘mazideki kaynaklar’dan söz açan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Divan şiir ve edebiyatını kastetmekte olduğunu, yazısının devamında yer alan ‘bizim gibi bir vakitler kendi çerçevesi içinde mütekâmil bir medeniyete, muayyen asalet kazanmış bir zevke ve bu zevkin tam bir kemale erişmiş eserlerine mâlik olan, yani kendi mazisinde olgun bir sanat ve edebiyat an’anesine mâlik olan milletler...’[22] şeklindeki ifadelerinden anlayabiliriz. Bu arada Tanpınar, bir edebiyat ve sanatın ancak kendi geleneği içinde yenileşebileceği görüşünü ileri sürerken, Divan şiirini öne çıkarmaktadır.[23] Tanpınar, Divan şairlerinin ‘kendinden evvelki şâiri geçmek için’ şiir yazdığını, o dönemde rekabet ve döğüşün ‘aynı sahada ve aynı silâhla’ yapıldığını, yeni dönemde ise tam aksinin olduğunu, yenilerin ortak bir yolda, öncekileri geçmek için çabalamadıklarını söyler. Yeniler, eskilere benzememek yoluyla, sanki rekabetten kaçarlar. Bu da, gelenekten kopuş için bir sebeptir.  “Modern sanatlar, oyunda lâzım olan asaleti buradan kaybeder.”[24] diyen  Tanpınar, başka bir yerde, “Gençleri seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Bâki Efendi’yi açıyorum.”[25] diye sözünü bitirir ve gelenek konusundaki tavrını Divan şiirinden yana pekiştirir.  

Tanpınar, Halk şiirinin gelenek olmasını, bu şiirin Tanzimat sonrasında gelişen  yeni edebiyat için kaynak olduğunu belirterek açıklar. Çünkü, kendi isteğimizle bıraktığımız Divan edebiyatı ile, kopya ettiğimiz batı, o dönemde bizim için kaynak olamazdı. Şu halde, dayanılacak kaynak olarak ‘akla ilk gelen şey, o zamana kadar mevcudiyetine pek az ehemmiyet verdiğimiz folklor, halk şâirleri, halk masalları, destanlar, velhâsıl harsımızın halk tabakasında uyuyan zenginlikler olacaktı.’ Tanpınar’a göre, dönemin edebiyatçıları bu eserler yoluyla, bir taraftan Türk’ün tarih içindeki sürekliliğini, diğer taraftan Anadolu’daki ‘inkişafı, zihniyet ve hayat ayrılıkları’nı öğreneceklerdi.[26]

Mehmet Kaplan,  Divan edebiyatını, ‘gelenek edebiyatı’ olarak adlandırır. Yazara göre bu edebiyatın ‘esas yapısı bir kere teşekkül ettikten sonra, yüzyıllar boyunca hemen hemen aynı’ kalmış olmasıdır.[27] Kaplan, Şiir Tahlilleri kitabının ikinci cildine yazdığı önsözde gelenekle ilgisini kesen Cumhuriyet şairlerine değinir: “Gelenekle ilgilerini kesen Cumhuriyet devri Türk şâirleri, dünyadaki bütün yeni akımları izleyerek, Türkçede de onların benzerlerini yaratmaya çalışmışlardır. Bunlar arasında Halk veya Divan edebiyatından bazı unsurlar alarak, yeni terkipler vücuda getirenler de vardır.”[28] Böylece, Mehmet Kaplan’ın şiir geleneği içinde Divan ve Halk edebiyatını ele almakta olduğunu açık şekilde görürüz.

Birol Emil, Yeni Türk Edebiyatı’nın üç büyük kaynak ve gelenekle beslendiğini, bunların da Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı ve Avrupa Edebiyatı olduğunu kaydeder. Yirminci yüzyıl içinde bu geleneklerden ‘asıl değiştirici ve yenileştirici’ olanın Avrupa Edebiyatı olduğunu, fakat Türk Edebiyatını sadece batı etkisinde bir edebiyat saymanın yanlış olacağını söyler. Bu, ‘herşeyden önce edebiyat vâkıalarının birikim, oluşum, değişim ve gelişim vetiresine aykırıdır.’  Çünkü edebiyat da birikim, oluşum, değişim, gelişim ve devamlılık gibi süreçleri ihtiva eder. Birol Emil, buradan yola çıkarak, bizde ve dünyada, eski edebiyatın yeni edebiyat içinde, onu besleyerek, sürekli varolageldiğini, ‘bazı dönemlerde eski edebiyata ait unsurlar kaybolmuş gibi görünse, hatta kaybettirilmek istense bile’ onlar ‘tohum halinde yine’ de  mevcut bulunduğunu söyler.[29] Bu arada, Halk edebiyatını, Yeni Türk Edebiyatı’nın ikinci büyük kaynağı ve geleneği olduğunu kaydeden Birol Emil, bu geleneğin Divan şiirinden daha da uzun ömürlü olduğunu söyler. Hatta hâlâ yaşamakta olduğunu iddia eder. Fakat araştırmacıların bu gelenekle ilgilenmeyişleri ve yeni nesil edebiyatçıların bu kaynaktan faydalanmayışları onun varlığını gizlemektedir.[30]

Orhan Okay, Divan şiirini, ‘hâlâ büyük bir poetik değer olarak çok yakınımızda’ görür. “Onun prensipleri üzerinde düşünmeden, onun lezzetini tatmadan şiirde yeni hamleler yapmak mümkün değildir.” der. Bu arada, geleneği bu şiirle sınırlamadığını, bugünkü şiire Halk şiiri ve kültürü, Tanzimat’tan sonra gelişen batı yolundaki bütün gelişimlerin kaynaklık edebileceğini kaydeder. [31] Okay ...batılılaşma hareketlerinden önceki edebiyatımız da, diğer sanatlarımız gibi, milletimizi millet yapan kültür kaynaklarından biridir. Diğerleri gibi bu hazineye de yeniden dönmemiz lâzımdır.’ diyerek geleneksel olan şiirimizi bir kez daha gösterir.[32]

Cevdet Kudret, Divan şiirinin bir gelenek şiiri olduğunu “Yüz yılı aşkın bir süreden beri Divan şiiri geleneğinden kopmuşuz. Ondan öylesine uzaktayız ki, yeniden o geleneğe dönme, onu sürdürme olanağı yok elbette.” şeklindeki yakınmalarıyla belirtir. Ona göre, bu şiir ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, ders alacağımız bir yanı mutlaka vardır: ‘Divan şiiri, sözcükleri seçme, yerli yerine oturtma, birbirleriyle ilişkilerini gözönünde bulundurma, onlarla güzel biçimler yaratma, özle biçimi birbiriyle kaynaştırma yollarını öğretmektedir.[33]

Sezai Karakoç, yeni bir edebiyat doğurmak için eskinin yıkılıp yok sayılması gerektiği inancıyla Tanzimat’tan bu yana gerçeğin inkâr edildiğini, halbuki bizim klasik edebiyatımızın Divan edebiyatı olduğunu belirtir. Bunun asıl sebebi, ‘kafaların karışıklığı’dır. Bu yüzden, kimileri hiç medeniyetimizin olmadığını, medeniyeti Batı’da gördüğümüzü, batıyla medeni olacağımızı söylemişler; kimileri de eski edebiyatla hep Arabı ve Acemi taklit ettiğimizi belirtip bu edebiyatın ‘toplumla, insanlıkla ilgisiz, dar bir saray çevresinin edebiyatı’ olduğunu, tarihe gömüldüğünü iddia etmişlerdir.[34]

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın kendisine gelen genç şairlere verdiği öğüt de geleneğin, özellikle Türk şiiri açısından, Divan ve Halk geleneklerinin önemiyle ilişkili ilginç bir örnektir: “ ‘Arkadaş, elli tane kalın defter alacaksın, bu defterlerin her birinin üstüne Türkçemizde en çok kullanılan 15 heceyi, 15 de aruz veznini yazacaksın. En az o yüz sayfalık  olan o defteri o vezinle dolduracaksın, her dizeyi gömüt taşına yazar gibi, özene bezene yazacaksın. O defteri buraya getireceksin. Denetleyeceğim...”[35]

Toprağa Bağlı Şiir” başlıklı yazısında, geleneğe değinen Behçet Necatigil, şiirin milli bir unsur olarak öncelikle dil açısından toprağa bağlı olduğunu, bu yüzden gelenekten faydalanılması gerektiğini belirtir: Yüzyıllar boyunca dili işlemiş usta şairlerin ‘dil tecrübelerinden, dile kattıkları zenginliklerden yararlanmak’ gerekir. Necatigil, özellikle Divan şairlerinin ‘tevriye zevki’ üzerine eğildiğini, bu zevkten hoşlandığını da belirterek, gelenekten kastının Divan şiiri olduğunu da açıklar. Ona göre, ‘tek kelimede başka başka anlamları düşündürme imkânı bile, gelenekten yararlanmak, bir geleneğe daha kapı açmaktır.[36]  Necatigil, bir başka yazısında da Divan şiirine karşı ‘alerji’ duyanları eleştirir. Onların tavrını ‘divanece bulur. Şair, Divan şiirinden yararlanmayı, ölmüş kelimeleri diriltme şeklinde değil de, ‘estetikten, istiften, disiplinden yararlanmak diye ele almaktadır. Necatigil, şiirin ‘geçmişten tam kopama’yacağını, şairlerin, eski motif ve imgeleri değerlendirmek, onlarla beslenmek zorunda olduğunu belirtir.[37] Necatigil, ‘asli kaynaklara dönmeyi’, oradan alınacak bazı motifleri, çağın motifleriyle kaynaştırarak gerçekleştirebileceğimiz görüşündedir.[38]

Attila İlhan da, şiirde gelenek deyince öncelikle Divan şiirini anlar. Bunu özellikle yazdığı şiirlerle ortaya koyan şair, ‘eski kelimeleri dekoratif bir malzeme olarak kullanan[39] yeni şairleri de uyarır. Çünkü bu tür bir kullanım gelenek için yeterli olmamaktadır. Fakat onun gelenek konusundaki tavrı bununla sınırlı değildir. Zira,  Toplumcu ve Gerçekçi Sanat Geleneğine Saygı  başlıklı yazısında Tanzimat’la başlayan  batılı’ sanat anlayışının oluşturduğu geleneği öne çıkarır. Bu gelenek, ‘toplumsal, hatta siyasal bir görevi olan sanat yolunda başlamıştır.’ Yazar, 1955’te yazdığı bu yazısında ‘Yüzyıllık sanat geleneğimiz’ olduğunu ve bunun ‘toplumsal, ulus hizmetinde bir sanat geleneği’ şeklinde geliştiğini ifade eder.[40]

Divan Şiirinin Yeri” başlıklı yazısına, Cevdet Kudret’in  ... günümüzde, sanki başka sorun yokmuş gibi, Divan şiirinin yeniden konu edilmesini de yadırgamamalıyız. ‘Durmadan kötülenen’, ama ‘şiir konusunda güzel bir örnek verilmesi gerekince gene ona başvurulan’ Divan şiirinin ‘tuhaf alınyazısı’ karşısında, ‘Ondan öylesine uzaktayız ki, yeniden o geleneğe dönme, onu sürdürme olanağı yok elbette[41] şeklindeki görüşlerine değinen Memet Fuat, şiirin anlatım olanaklarının geliştirilmesinde, ‘geçmişteki öbür şiir deneylerinin yanı sıra divan şiirinden de’ yararlanılacağını, bunu kimsenin reddedemeyeceğini, fakat yeterli bir yararlanış olamayacağını söyler.[42]

Şerif Aktaş, bir milletin şiirinin, o milletin dili gibi kendi içinde bir bütün olduğunu, bu şiirin bütün zaman boyunca dil (‘ortak saz[43]) içinde zenginleşerek varlığını sürdürdüğünü söyler ve “Biz, Türk şiirini eskisi, yenisi, halkı ve tekkesiyle bir bütün olarak düşünmekten yanayız.[44] diyerek, ‘en uzak geçmişten geleceğe akan ve her an değişen, zenginleşen[45]  bütüncü bir anlayış içinde olduğunu gösterir.  Bu bütüncü anlayışın temelini, tarihî tekevvünü (oluşumu) şekillendiren ‘kollektif ruh-kollektif vicdan[46] söz gruplarıyla ifade eden Aktaş,  başka bir yerde Tanzimat’tan sonraki şiirin ‘Divan ve Halk şiirimizden neler aldığı problemi üzerinde düşünürken algıladığı gelenek içinde, Divan ve Halk şiirlerine büyük önem verdiğini de gösterir.[47] Fakat, ‘başlangıcından bugüne Türk şiirinin bir bütün olduğunu unutmamak gerekmektedir.[48]  Şerif Aktaş,  Cumhuriyet Şiirinin Kaynakları” başlıklı yazısında da bu şiirin beslendiği kaynaklar arasında üç oluşumu öne çıkarır. Bunlardan ilki ‘imparatorluklara has kültür zenginliğiyle incelmiş, çağrışım dünyasını çeşitli alanlarda genişletmiş dil malzemesidir.’ Bununla, yazar Divan şiirini işaret etmektedir. İkinci kaynak, ‘batı edebiyatlarından gelen farklı unsurlar’dır. Son olarak, “Şiirimizin hattâ bütünüyle edebiyatımızın yararlandığı bir başka kaynak, asırlarca halk muhayyilesinin örsünde döğüle döğüle olgunlaşan halk şiirine has söyleyiş ve imaj servetidir.[49]

Geleneksel şiir ile modern şiir arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusundaki tartışmaları ele aldığı; bu tartışmalarda karşılaşılan temel tavır, yaklaşım ve kavramları, bunların zaman içindeki konumlarını belirginleştirmeye çalıştığı bir yazısında Tunca Kortantamer, Tanzimat’la başlayan tartışmalarda ‘geleneksel’ kavramıyla kastedilenin ‘Osmanlı şiiri[50] olduğunu belirtir. ‘Osmanlı şiiri’yle kastedilenin ise Divan şiiri ile Halk şiiri olduğunu, fakat özellikle de Divan şiiri olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Kortantamer, zaman içinde, ‘Türk şiirinin üç büyük kaynağının’, ‘geleneğinin’ oluştuğunu söyler. Bunları da  Divan, Halk ve Batı gelenekleri’ olarak anar. Ona göre, “Şiir dilimiz bu üç kaynaktan beslenmiştir ve beslenmektedir. Bunun aksini ileri sürmek,  kimliğini kanıtlamış birbirinden farklı pek çok çağdaş ozanı görmezden gelmek olur. Bu kaynaklardan beslenmenin biçimleri ise daha az ve daha yetersiz araştırılmıştır. Bunun sebeplerinin yanıbaşında, herhalde bizdeki metin inceleme çalışmalarının azlığı ve kifâyetsizliğinin geldiği söylenebilir.[51]

Tahsin Yücel, ‘İran kökenli’ olduğunu ve ‘tarih boyunca geniş kitleye yabancı kaldığını’ söylediği Divan şiirinin ‘yerli’ ve ‘geçerli’ bir gelenek olamayacağını belirtir. Ayrıca, folkloru, dolayısıyla Halk şiirini tamamen dışlar: “Burada, her şeyden önce, folklordan yararlanmak gibi çok gerilerde kalmış, tükenmişliği ve isterlerimizi karşılamaz olmuşluğuyla (belki hiçbir zaman da karşılamamıştı) bir tür folklora dönüşmüş bir geleneğin diriltilmek istenmesi aykırı geliyor insana.[52] diyerek gelenek açısından folklora eğilen Tahsin Yücel, görüldüğü gibi, onun karşısında yer almaktadır. Ona göre folklor bütünüyle ‘aşağılarda’ bulunmaktadır. “Soğanın cücüğü gibi, yoksulun zenginliğidir.[53]

Asım Bezirci’ye göre, Divan şiirine dönmek, ya da onu diriltmek de mümkün değildir. Çünkü Osmanlı düzeni, Cumhuriyet’le birlikte tarihe karışmıştır. Dolayısıyla, Divan şiirine dönmek de mümkün değildir. Ancak, ölü muhtevasından arındırılmış olarak onun şekil özelliklerinden faydalanılabilir. Fakat,  yaşanan dönemin kendine uygun yeni bir şekil gerektireceği düşünülürse, bu kullanma da genel olarak temelsiz kalır. Üstelik, Divan şiirinin ümmet kültürünün  ürünü olan,  Fars edebiyatından aktarılmış biçim ve içerik unsurları bulunan bir edebiyat olduğunu da kabul eder ve kendince haklı olur. [54]

Bezirci’ye göre ‘Kendisini doğurup besleyen toplumsal düzen ve çevreyle birlikte göçüp’ giden  Divan şiirinin yanı sıra, Halk şiiri dipdiri ayaktadır. Yazar bunu, “Halk var oldukça şiiri de var olacaktır.[55] sloganıyla açıklar ve probleme politik bir açıyla yaklaştığını tamamen gözler önüne serer.

Edebiyat Geleneği isimli eseriyle konumuza bir kitap çapında eğilmiş olan Mustafa Miyasoğlu, ‘yerlilik’, ‘millilik’, ‘divan edebiyatı’, ‘inancın edebiyatı’ gibi kavramları gelenek noktasında inceler. Miyasoğlu’na göre,  tarihi ve sosyal şartların değişmesi sonucu, Tanzimat’tan sonra aydın ve sanatçılar gözünü batıya çevirmişlerdir. Böylece, edebiyat da kendi geleneğinden uzaklaşmış, değişik bir görünüm kazanmıştır. Miyasoğlu’nun sözünü ettiği gelenek edebiyatı Divan edebiyatıdır: “Tanzimat sonrası Türk şiirinin öz gelişi, batılılaşma yolundaki toplumumuzun iki medeniyet arasındaki gidiş-gelişine uygun olarak, insan, motif, mit ve problem bakımından divan şiirinden kesinlikle uzaklaşmayı ifade eder.”[56]  Edebiyat Geleneğimiz” başlıklı yazısında ise, ‘Yazılı metinleri binikiyüz yıl öncesine kadar uzanan edebiyat geleneğimizin birbirinden ana çizgilerle farklı üç dönemi’nden bahseden Miyasoğlu’na göre, İslâm’dan Önceki, İslâmî ve Tanzimat sonrası edebiyatların birbirinden çok farklı olmasına, birbirinin yerine geçmesine, oluştukları dönemdeki kültür politikasına bağlı olarak değişmesine rağmen, her zaman bir önceki döneme ait gelenek bütünüyle ortadan kalkmamış, üç dönemin edebiyat geleneğine ait eserlere yanyana rastlanmıştır.[57]

Enis Batur, Tanzimat sonrasında gelişen şiirin kaynağını tespit etmeye çarışırken Oktay Rifat’a müracaat ettiğini belirtir ve ondan yaptığı alıntı ile görüşlerini açıklar:  “Bugünkü Türk müziğinin tek sesli Enderun müziğinden, bugünkü resmimizin, tezhip, yazı ve minyatürden üremediği nasıl bir gerçekse, bugünkü Türk şiirinin de Divan şiirinden türemediği öylece bir gerçektir.”  Yazar, yeni şiirin tek başına ne Divan şiirinden, ne de halk şiirinden türemediğini, yine batıdan da aktarılmamış olduğunu, bu şiirin daha çok batı etkisinde, fakat çeşitli etkiler altında geliştiğini söyler.[58]

Fethi Naci, ‘eski şiirimizden’ yararlanmak konusunda, Melih Cevdet Anday’ın görüşlerine müracaat eder. Zira Anday, kendisinin, bütün gençliğini eski edebiyat içinde iyi bir şair aramakla geçirmiş olduğunu, etkilenebileceği, faydalanabileceği, geleneğini yakalayacağı bir şair bulamamış olduğunu söyler.[59] Fethi Naci, buradan yola çıkarak, ‘Eski şiirimizden nasıl yararlanabiliriz?’ şeklindeki bir sorunun anlamlı olacağını belirtir. Çünkü, bu soruya verilen cevaplar hep teorik düzeyde kalmakta, ya ‘yararlanamayız’ ya da ‘şöyle şöyle yararlanabiliriz’ şeklinde olmaktadır. Halbuki soru, ‘Eski şiirimizden nasıl yararlanılmıştır?’ şeklinde sorulmalıdır. Soru böyle sorulursa, Türk şiirinin tarihsel gelişimine bakmak mecburi olacaktır. Bunun sonucunda şair, belirli bir toplumsal dönemde, yeni bir şiir dili getirmek için, eski şiirden nasıl yararlanacağını daha kolay öğrenecektir. Böylece, gelenekle ilgili problem çözüme kavuşacaktır.[60] Fethi Naci  daha sonra tekrar M.C. Anday’ın cümlesine döner: “... o ‘bir ozan’ı  bulmak olanaksızdır: Çünkü öyle bir ozan yoktur eski şiirimizde.(...) Divan şairlerinde ancak güzel beyitler bulunabilir, çoğu zaman, güzel beyitler bile değil, sadece güzel dizeler.[61] diyerek onun görüşlerine katılır.

Fethi Naci, Halk şiirinin de yeni şiir için kaynak olamayacağı görüşündedir. Bu görüşünü oluştururken de, Pertev Naili Boratav’ı, onun Folklor ve Edebiyat isimli kitabını kaynak olarak kullanır. Yazar, Boratav’ın  ...halk edebiyatları, sanat terbiyesi düşünülecek olursa klasik edebiyatların usta eserleri gibi örnek olamazlar...” yolundaki görüşlerini aktarır.[62] Fakat Boratav’ın konuyla ilgili başka düşünceleri de vardır. O, folklor eserini, örnek alma yöntemiyle değil de, onu, ‘bir tür yapı malzemesi gibi’ ele alıp,  unsurlarını kullanarak faydalanabileceğimizi söyler.[63]

Bugün, modernleşme dönemi edebiyatının geçmişten kalan her şeye ‘bir tür karşıtlık olarak’ baktığı geniş çevrelerce kabul edilmektedir. Hilmi Yavuz, bu zıtlığı şiire indirerek, ‘Cumhuriyet şiirinin de Osmanlı şiirinin ya da Osmanlı Divan şiirinin bir tür olumsuzlanması, bir tür mefhum-ı muhalifi’ biçiminde algılandığını, bu yüzden görünmez kılınması için elden gelen bütün gayretlerin gösterildiğini söylemektedir.[64] Bu görüşleriyle Hilmi Yavuz, yukarıda hükümlerini aktardığımız Amil Çelebioğlu’nun fikirlerine yaklaşır. Hilmi Yavuz, Divan edebiyatından, dolayısıyla gelenekten  yararlanma hususunun Türkiye’de ‘doğru bir biçimde’ anlaşılmadığını, Cumhuriyet şiirinin ‘redd-i miras’la işe başlamasının, bu olumsuzluğu getirdiğini söyler.[65] Bu görüşe Mehmet Kalpaklı[66] ve Talat Halman da katılırlar. Talat Halman, bunu son  dönemde Divan şiiriyle o şiirin oluştuğu kültürün dışlandığını, ezilip  yok edilmeye çalışıldığını belirterek söyler.[67] Ebubekir Eroğlu ise, modernleşirken, eski kültürün değerleriyle mayalanılmadığını, çünkü o kültüre ait unsurların, bu arada şiirin de tamamen dışlandığını ifade eder.[68]

Mehmet H. Doğan, şiir-türkü-folklor ilişkisine değindiği bir yazısında, türküyle şiiri birbirine yakın bulduğunu belirtir ve ‘folklorun, halk şiiri ve halk müziği geleneğinin  hâlâ  güçlü ve etkin olduğu, yaşayıp geldiği görüşünü kabul eder. Fakat bunlardan faydalanırken dikkatli olmalıdır: Aynen öykünme, kopya etme, ‘tıpkısının aynısı seri üretimler’den ziyade, Halk şiiri ve halk türküsünden, folklordan faydalanırken duyarlık mefhumunu göz önünde bulundurmalıdır. Bu sanat eserleri bir kez oluşturulmuştur, öykünülmesi, kopya edilmesi mümkün olmayan eserlerdir.[69] Bu arada, türküden, folklordan yola çıkan şiirin, daracık bir alana sıkışıp kalma, bir tekdüzeliğe varıp dağılma, yitme tehlikesi olabileceğini de hatırlatır.[70]

Ahmet Oktay, Halk şiiri biçimlerinin ‘yeniden-üretilebileceğini’ sanmanın yanılgı olacağını söyler. Bunu söylerken, ‘toplumcu’ bir bakış açısı kullanan yazar, “Halk şiiri ağa-bey otoritesine karşı gelmek, medresenin dar görüşlülüğünden belli ölçüde uzak durmak gibi kimi özerk ideolojik öğeleri açığa vurur elbet, ama bu olgu, Halk şiirinin feodal mülkiyet ve ahlak ilişkilerinin egemen olduğu kısa alanda ve üst-kültüre bağımlı olarak üretildiği gerçeğini değiştirmez.” der. Yazara göre, Halk şiirinin, zamanla ‘dine doğru gerilemesi’ ve Divan şiirinin bir uzantısı durumuna düşmesi  onu ‘yeniden-üretilebilir’ olmaktan alıkoyan bir husustur. Bir başka husus da, bu edebiyatın ‘kırsal alanın değerler ve yaşayış dünyasını’ yansıtmasıdır. Dolayısıyla yazara göre, “Halk şiiri biçimlerinin gerek metropolde yaşayan fabrika işçisinin ve çeşitli işlerde çalışan kırsal nüfusun, gerekse köylük alandaki makineli tarıma geçmiş tarım işçisinin kültürel/sanatsal ve siyasal beklentilerini karşılayamayacağı söylenebilir.[71]

Hasan Bülent Kahraman, bir bilinç kopmasının, bir hafıza kaybının yeniden onarılması çabaları olarak gördüğü geleneğin şiirde kastedilen anlamının ‘eski bir sesin ve eski bir duyarlığın dönüştürülmesi’ olduğunu söyler.[72]  Bundan kastın, Divan şiiri olduğu ortadadır.

Muhsin Macit, gelenek tartışmalarının, ‘aslında divan şiirinin yaşama ve direnme gücünün yeniden denenmesine yönelik tecrübelerin ürünü[73] olduğunu, Türkiye’deki şiir geleneği ile ilgili tartışmaların merkezini Divan şiirinin oluşturduğunu kaydeder. “Artık, köklü bir şiir geleneğimiz olduğuna kimsenin itirazı yok.” diyen Macit,  Türk şiirinin geleneği konusundaki adresi somutlaştırır: “Şiir sözkonusu olduğunda gelenek, Türkçe’nin, İslâm estetiğine dayalı altı asırlık tecrübesini, yani halk ve divan şiirinin müşterek estetik zeminini karşılar.[74]

Günümüz şairlerinden Ali Günvar, gelenek anlayışının altyapısına tasavvufî bir nitelik de taşıyan Divan şiirini yerleştirir. Şaire göre, Divan şiiri karşısında olumsuz duranlar, karşılarındaki şiirin büyüklüğünü algılayamayanlardır. Bu şiir, “Yaklaşık altı yüzyıl boyunca hergün daha derinleştirilip ayrıntılarına inilerek yeniden yorumlanmış ve geliştirilmiş olan bu geleneğin iç tutarlılığı yalnızca dıştan müdahale ile yıkılabilmiştir.” Ama bunun da ötesinde, çağdaş Türk şiirinin ‘üç önemli geleneğin’ izlerini takip etmesi gerektiğini de hatırlatır: Bunlar, ‘Uzakdoğu ve batı kültürleri ile yerel kültürün bileşkesi’dir.[75]

Özdemir İnce, Çağdaş Türk şiiri geleneğini Cumhuriyet’le başlatır. Böylece o,  şiir geleneği konusunda, son yılların en keskin reddini gerçekleştirir. Onun reddiyesi aslında Namık Kemal’le başlayan bütün eleştirilere yaslanmaktan öte bir şey değildir. İnce’ye göre Türk şiirinin 50 yıllık bir geleneği vardır. Divan şiiri sürekli olanın içinde yer almadığı, bugünkü ve yarınki şairlerin, içinde şiir yazdıkları şiir ortamının oluşturucularından biri olmadığı, varlığını sürekli hissettirmediği, bir ölçüde hız ve istikamet nirengisi olmadığı için klasik değildir.[76] Bu şiirlerden yararlanılması, onların gelenek içinde yaşayan bir baskı öğesi oldukları anlamına gelmez. Baskı öğesi olamayışlarının kökeninde dil, tarih ve şiirin işlevi gibi büyük engeller vardır. Bunlardan daha önemlisi Cumhuriyet ideolojisinin tarih anlayışı ile onların içinde yer aldıkları tarih anlayışı arasında uzlaşması imkânsız yönler, birbirine zıt hususlar bulunmaktadır.  Geleneğin oluşturucularından birisi olan süreklilik açısından geniş bir halk kesimini temsil özelliği ve yeteneğinden de mahrumdur.[77] Hayata geçmemiştir. İnsana, dünyaya ve topluma uzaktır.[78] Dili halktan kopuk ve yapaydır.[79] Özdemir İnce’ye göre çağdaş şiirimizin geleneğini Divan ya da Halk şiirine, bilimsel estetiğin kabul ettiği anlamda bağlamamıza imkân yoktur. Özdemir İnce, “Divan şiirinin esas anlayışıyla çağdaş şiir yazmanın kesinlikle olanağı yoktur.”[80] şeklindeki ifadesiyle, Divan şiirini çağdaş Türk şiirinin kaynakları arasından çıkarır. İnce’ye göre Divan edebiyatı evrensel dil ve medeniyet ölçülerine uymadığı için klasik olamaz, bu edebiyat ayrıca milli kültürün yarattığı bir beğeninin olgunluk ürünü olmayıp, kozmopolit bir ‘kast’ın XIII. Yüzyılda başlayıp XIX. Yüzyılda kendiliğinden sona eren çok özel bir ürünüdür. Ayrıca, bu şiirin Cumhuriyet döneminde gelişen kültür hareketlerinin karşısında, okul kitapları ve güftesi anlaşılmaz  bir müziğin dışında hayata ciddi bir yansıması olmamıştır.[81] Özdemir İnce, Türk şiiri geleneğinin bir diğer kolu olan Halk şiirini  de şu cümlelerle ele alır: “Halk Şiiri’ne gelince, elbette, İstanbul da dahil olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkçe konuşan kesiminde bir Halk Şiiri Geleneği’nden söz etmemiz gerekir. Çünkü bu gelenek; şairi olduğu kadar okuru, dinleyiciyi, yani halkı da kapsamaktadır. Bu nedenle, Türkçe konuşan toplumun büyük çoğunluğu için bir Divan Şiiri geleneğinden söz etmek nasıl zor ve olanaksızsa, bir Halk Şiiri geleneğinden söz etmek de gerekli ve zorunludur.[82]

Türk şiiri için geleneğin hangi kaynak olduğu konusunda yaptığımız bunca araştırmadan sonra ortaya çıkan sonuç, bu şiirin köklü bir geçmişi bulunduğu ve bu geçmişin, geriden gelenlere her an kaynaklık yapacak bir nitelik arz ettiğidir. Problemi bu şekilde ortaya koyduktan sonra, sıra, geçmiş şiirlerin hangi özelliklerinden, nasıl faydalanıldığı veya faydalanılacağı hususuna geliyor.

Orhan Okay, Divan şiirinden motif, imaj, tema ve estetik olarak faydalanabileceğimiz görüşündedir.[83] Okay’a göre, Divan şiiri geleneğinden faydalanmanın sınırları, ‘Vezin, âhenk, iç ritm, imajlar dünyası, mazmunlardan esintiler, doğu mitolojisi, bütün bir İslâmî an’ane’ gibi unsurlarla da çizilebilir.[84]

Sezai Karakoç, Divan şiiri geleneğinden nasıl faydalanacağımız konusunda, Divan şiirinin vezniyle, kafiyesiyle, tür ve şekilleriyle tıpatıp benzer bir şirin yazılmasını veya bunların tam tersi, sadece isimlerinin Divan şiiri unsurlarından oluşturulmasını faydalanma kabul etmez: “Aruzla, vezinli ve kafiyeli, tıpatıp Divan şiirinde olduğu gibi  kasideler, gazeller, murabbalar mı yazılacaktı? Ya da adı divan, gazel, kaside olsun da ne olursa olsu mu denecekti? Hayır, bu iki yol da değil. Asıl gerekli olan, eski şiirimizin ruhunun, algılanmasının, şiire bakışının yeniden dirilişiydi.  Biçimlerin ve mazmunların aynen alınışı, kullanılışı değil, onların bugünkü şartlarda doğurması gereken şekilleri.[85]

Geleneğin verdiği hazır biçimleri, klişeleri çok cazip bulan Beşir Ayvazoğlu, bunlardan faydalanacak olanın, geleneğe dehasını da katması gerektiğini söyler. [86]

Bu konuda, Muhsin Macit ise, gelenekle ilişkisini sürdüren şairleri ve eserlerini incelerken, ‘ses, söyleyiş, imaj dünyası ve dil zevki’ gibi unsurlarını gözönüne almamız gerektiğini söyler. Macit bunları ‘gelenekten yararlandığını ifade eden şairlerinin eserlerine bakarak’ şu şekilde şematize etmiştir: ‘1. Vezin, kafiye, ses, 2, Tasavvuf, 3, İmaj dünyası.’ Yazar bunlardan tasavvufu, gelenekten faydalanma yollarını arayan şairlerin önlerine çıkan bir imkân olarak görür. Bundan faydalanmak isteyen şair, ‘mistik tecrübe’ ya da en azından mistik bilgi’ sahibi olmalıdır.[87]

Biz de, şairlerimizdeki gelenek unsurlarını tespit ederken, gelenek olarak kabul edilen şiir kaynaklarının muhteva  ve şekle ait, kaynak ve dünyaları, dil özellikleri, nazım birimleri, nazım şekilleri, dünya görüşü, mazmunlar sistemi, ölçüleri, ses ve ahenk imkânları vb. gibi özelliklerini göz önüne almalıyı uygun görüyoruz.



[1] Necmettin Turinay, Geleneğin Dünyası, Yeniliğin Ufukları, Akçağ Yay., 2. Bas., Ank., 1996, s.31.

[2] Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yay., İst., 1997, s. 34.

[3] Muhsin Macit, Gelenekten Geleceğe, Akçağ Yay., Ank., 1996, s. 12.

[4] Konuyla ilgili geniş bilgi için Bkz: Mehmet Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar, Beyan Yay., İst., 1996;   A. Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,  7. Bas., İst., 1988, s. 316, 406.

[5] A. Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz: Zeynep Kerman) 3. Bas., Dergâh Yay., İst., 1992, s. 102-136.

[6] age., s. 87.

[7] Bu konuda Tunca Kortantamer, şu cümleleri sarf eder: “Tanzimat’çılara Servet-i Fünûn’cuların, onlara Memleket Edebiyatı  ve Milli Edebiyat taraftarlarının karşı çıkışı, Hâşim’in I. Meşrutiyet sonrasının eğitici, öğretici, yönlendirici, toplumsal şiiri ile Servet-i Fünûn ve kendisinin de dahil olduğu Fecr-i Ati’nin şiir-nesir yakınlaştırmasını eleştirmesi,  N. Hikmet’in putları yıkması, N. Fazıl’ın T. Fikret, Y. Kemal, M. Akif, N. Hikmet gibi şairleri mahkemede yargılaması, Garip şiirinin kendisinden önceki bütün şiir anlayışlarını reddi, İkinci Yeni’nin onlara karşı oluşu, İkinci Yeni’nin 1967-1970 arasındaki hırpalanışı bu tavrın örnekleri arasında hatırlanabilir.” Bkz: Tunca Kortantamer, “Türk Edebiyatında ‘Gelenek ve Modernlik’ Tartışmaları Üzerine”, Kitap-lık dergisi, S. 38, (Güz 1999), s. 164; Ayrıca Bkz: Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I, Tanzimattan Cumhuriyete, Dergâh Yay., 10. Bas., İst., 1988,  s. 229.

[8] Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası, YKY, İst., 1993, s.11.

[9] Kortantamer, “Türk Edebiyatında ‘Gelenek ve Modernlik’ Tartışmaları Üzerine”, Kitap-lık dergisi, S. 38, s. 162.

[10] Birol Emil, “Yeni Türk Edebiyatının Meseleleri”, Türk Edebiyatı dergisi, S. 234 (Nisan 1993), s.13; Ahmet Kabaklı: “Yeni Şiir Nerelerde?”, Türk Edebiyatı dergisi, S. 206, (Aralık 1990), s. 7; Enis Batur, Yazının Ucu, YKY, 2. Bas., İst., 1995, s. 15-18.

[11] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 87.

[12] Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yay., İst., 1990, s. 83.

[13] Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası,. s. 83.

[14] age., s. 50-51.

[15] age.,  s. 84.

[16] Emil, “Yeni Türk Edebiyatının Meseleleri”, Türk Edebiyatı dergisi,  S. 234 , s. 13.

[17] Beşir Ayvazoğlu, “Her Gelen Put Kırıyor, Kendi Putunu Dikmek İçin”, Türk Edebiyatı dergisi, S. 240 (Ekim 1993), s. 9.

[18] Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası, s. 11.

[19] age., s. 50-51.

[20] age.,  s. 52.

[21] age., s. 91.

[22] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 87.

[23] age., s. 87.

[24] age., s. 83.

[25] age.,  s.  84.

[26] age., s. 94-95.

[27] Kaplan, Şiir Tahlilleri I, Tanzimattan Cumhuriyete, s. 229.

[28] Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 2: Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, 3. Bas., Dergâh Yay., İst., 1980, s. 7.

[29] Emil, “Yeni Türk Edebiyatının Meseleleri”, Türk Edebiyatı dergisi,  S. 234, s. 12.

[30] age.,  s. 14.

[31] Orhan Okay, “Şiirin Esası Gelenektir”, Yedi İklim dergisi, S. 78 (Eylül 1996), s. 67.

[32] Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, s. 83.

[33] Cevdet Kudret, Bir Bakıma, İnkılap ve Aka Yay., İst., 1977, s. 82.

[34] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yay., İst., 1986, s. 10.

[35] Erdoğan Alkan, Şiir Sanatı: Dünyada ve Türkiye’de Şiir Akımları Şiirin Temel Sorunları-Kavramları, Yön Yay., İst., 1995, s. 571.

[36] Behçet Necatigil, Bile/Yazdı, YKY, İst., 1997, s. 85.

[37] age., s. 92.

[38] Aktaran, Mehmet Kalpaklı, “Divan Edebiyatı Hortlak Değil, Muhteşem Bir Hayalettir”, (Söyleşi, Katılanlar: Talât Halman, Hilmi Yavuz, Güven Turan, Mehmet Kalpaklı,  Ebubekir Eroğlu),  Kitap-lık dergisi, S. 38  (Güz 1999), s. 25-26.

[39] Attila İlhan, (Konuşan: Piraye Şengel) “Bugün Bâki Gibi Şiir Yazamazsın; İrticâ Olur Bu”, Varlık dergisi, S. 1028, (Mayıs, 1993), s. 7-9.

[40] Attilâ İlhan, Gerçekçilik Savaşı, Yazko Yay., 2. Bas., İst., 1983, s. 97.

[41]Cevdet Kudret, Türk Dili dergisi, S: 290’dan Aktaran Memet Fuat, Eleştiri Sorumluluğu, YKY, İst., 1994,  s. 94.

[42] age.,  s. 94.

[43] Şerif Aktaş, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Hakkında”, Yeni Türkiye dergisi, (Cumhuriyet Özel Sayısı, IV), S. 23-24 ( Eylül-Aralık 1998), s. 2884.

[44] Şerif Aktaş, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi, C. I, Akçağ Yay., Ank., 1998, s. 15.

[45] Aktaş, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Hakkında”, Yeni Türkiye dergisi, S. 23-24, s. 2884.

[46] Aktaş, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi, s. 16.

[47] age., s.  33.

[48] Şerif Aktaş, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri Antolojisi, C. II, Akçağ Yay., Ank., 1998, s. 9.

[49] age.,  s. 14-15.

[50] Kortantamer, “Türk Edebiyatında ‘Gelenek ve Modernlik’ Tartışmaları Üzerine”, Kitap-lık dergisi, S. 38,  s. 162.

[51] age., s. 172.

[52] Tahsin Yücel, Yazın, Gene Yazın, YKY, İst., 1995, s. 57.

[53] age., s. 52.

[54] Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı, Su Yay., 2. Bas. İst., 1986, s. 167-168.

[55] age. s. 174.

[56] Mustafa Miyasoğlu, Edebiyat Geleneği, Yenisanat Yay., İst., 1975, s. 67.

[57] age., 86-87.

[58] Batur, Yazının Ucu, s. 76.

[59]Melih Cevdet Anday, “Yaşamak İçinCumhuriyet Gazetesi, 11 Temmuz 1983’ten aktaran: Fethi Naci, Şiir Yazıları, s. 42.

[60] age., s. 42.

[61] age., s. 42.

[62] age., s. 51.

[63] Pertev Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat I,  Adam Yay., İst., 1982, s. 19.

[64] “Divan Edebiyatı Hortlak Değil, Muhteşem Bir Hayalettir” Kitap-lık dergisi, S. 38, s. 5.

[65] age., s. 6.

[66] age.,  s. 11.

[67] age., s. 15.

[68] age.,  s. 14.

[69] Mehmet H. Doğan, Şiirin Yalnızlığı, Broy Yay., İst.,  1986, s. 54.

[70] age., s. 57.

[71] Ahmet Oktay, Yazın İletişim İdeoloji, AdamYay., İst., 1982, s. 78.

[72] Hasan Bülent Kahraman, “Gelenek, Postmodernizm ve Bazı Yeni Kavramlar”, Varlık dergisi, S.1028,  (Mayıs 1993), s. 3.

[73] Macit, Gelenekten Geleceğe, s. 7.

[74] age.,  s. 11.

[75] Ali Günvar, “Felsefe ve Şiirin Bakışımı II,” Üç Çiçek Şiir Özel Kitabı, (Ocak 1984), s. 120.

[76] Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik,  Broy Yay., İst., 1985, s. 88.

[77] age., s. 90, 112.

[78] age., s. 114-115.

[79] age., s. 113-114, 116.

[80] Özdemir İnce, “Gelenek ve Şiir”, Varlık dergisi,  S. 1027 (Nisan 1993), s. 2-10.

[81] İnce, Şiir ve Gerçeklik, s. 88.

[82] age., s. 110.

[83] Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, s. 84.

[84] Okay, “Şiirin Esası Gelenektir”, Yedi İklim dergisi, S. 78, s. 67.

[85] Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s. 13.

[86] Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, Çağ Yay., İst., 1989, s.78.

[87] Muhsin Macit, “Modern Türk Şiirinde Gelenek Sorunu”, Seyir dergisi, S. 2 (Güz 1997), s. 10.