DÖRTLÜK
Asker değil sözlüyüm
Savaş bilmem komutan
Bekler sözlüm sılada
Yola düştüm perişan
Eskişehir, 24 Haziran 2018
DÖRTLÜK
Moladayım Amigo
Nişanlıyım bir yola
Düşe kalka Allah’a
Uzuyorum boyuna.
Eskişehir, 24 Haziran2018
DÖRTLÜK
Zıpır Yokuş Çal Kavşağı*
Zaloğlu Rüstem uşağı
Teşbih-i beliğ söyleriz
Allah ne yapsın vaşağı**
* Denizli'de.
** "Yavşağı" değil.
Ankara, 27 Haziran 2018
DÖRTLÜK
Üstüpüler krikolar
Sözde sende tamirat var
Allah versin müstehakın
Bite kardın baharatlar
Ankara, 27 Haziran 2018
DÖRTLÜK
“Avluda bağlıdır yiğidin atı
Her nere varırsan söylenir medhi”
Soy dediğin senin adında kaldı
Şair sözüdür bu sebep sorulmaz
Ankara, 28 Haziran 2018
25 Kasım 2018 Pazar
24 Kasım 2018 Cumartesi
CHEF
Qu'est-ce qu'un chef?*
Şef zorlu bir soru
Angaje olmaz o
Neden'e niçin'e
Olmaya ölümlü
Ölmeye gönüllü
Şef yanıtsız
Yankısız uçurum
Tutsak yatmaya
Bir ona bir buna
Le chef est cruel
Ve sessizlik sureti
Gerilim ticaretidir
Zehir ikramiyesi
Yaprak dökümü çağı
Gibi karadır bahtı
Duvarlar üstüne gelir
Maktulleri de tabii
Fransa'da gölge
Tayyare olur Türkiye'de
Halktan fırlama
Unutur onu yukarda
Vb...
*General Pierre de Villiers'in kitabı.
Ank., 23 Kasım 2018
Şef zorlu bir soru
Angaje olmaz o
Neden'e niçin'e
Olmaya ölümlü
Ölmeye gönüllü
Şef yanıtsız
Yankısız uçurum
Tutsak yatmaya
Bir ona bir buna
Le chef est cruel
Ve sessizlik sureti
Gerilim ticaretidir
Zehir ikramiyesi
Yaprak dökümü çağı
Gibi karadır bahtı
Duvarlar üstüne gelir
Maktulleri de tabii
Fransa'da gölge
Tayyare olur Türkiye'de
Halktan fırlama
Unutur onu yukarda
Vb...
*General Pierre de Villiers'in kitabı.
Ank., 23 Kasım 2018
21 Kasım 2018 Çarşamba
KARŞIYAKA'NIN KAF SİN'İ NASIL TAHRİFATA UĞRADI?
Bir dönem Göztepe'yi tuttum. Altınordulu, Altaylı olduğum
yıllar oldu. Bucaspor'u bir kalem geçelim, gönlümün en uzak İzmirlisi Karşıyaka
idi ama ona da az biraz gönül verdiğimi hatırlarım.
Onun en sevdiğim yanı, doğruya doğru, Kaf Kaf Kaf, Sin Sin Sin, Kaf Sin Kaf Sin Kaf... şeklindeki tezahüratlar eden şedit dilli taraftarlarının âşıkâne tutumlarıydı...
Benim bir zaafım olabilir, âşıkâne hallere bayılırım.
Kültür, sanat, edebiyat, hele hele şiirle yatıp kalkışım da bu yüzden. Bu
türleri kapsayan adreslerden gelen bir el, verilen bir selam, yapılan bir
davet, beni icap etmeye zorlar.
Böyle oldu, bir kültür kurulu için davet ettiler, zafiyet
gösterdim, gittim. Sonra?
Vardığımda oraya Oturum Başkanının nutku ile karşılaştım. Başkan kültür ve sanatın öneminden bahsediyor, fakat istendik bir gelişmenin gösterilemediğine dair daha önce yapılan telkinleri tekrar ediyordu. Bu tür tekrarlar ruhuma genellikle sıkıcı gelir. Fakat nedense bu telkinat faslı bende baskı unsuru olarak tezahür etmiyor, tersine bende bir mizah havası estiriyordu. Galiba bu etkinin bir sebebi de Sayın Başkanın dublo gövdesiydi.
Bu gövdeden sadır olacak kültürel ve sanatsal metaforu hayal etmeye başladım.
Ağır aksak bir ritimle kör topal bir veçhe kesecekti önümüzü Allah bilir!
Nasıl olduysa kendimi o vehçeyle karşı karşıya buldum. Hayal
ülkesinin sınırları yoktur, malum. Dalıp gitmişim. Ne kadar sürdü bu dalgalı
deniz seyahatim bilmiyorum, kendime geldiğimde grubun üyeleri arasında
alengirli bir muhabbetin hüküm sürdüğünü farkettim. Şu cümleler benim hayal ile
meyal arasında fark ettiklerimden seçilmiştir:
- Adli sicil belgesi isteyelim bize müracaat eden
sanatçılardan!
- Aman zararlı unsurlar bulunmasın seçtiğimiz materyallerde,
ince eleyelim aman!
- Materyal sahiplerinin geçmişini didik didik edelim,
zararlı unsurlara geçit vermeyelim!
- Sabıka kaydı getirsinler, söyleyelim!
Böyle bir sersemleme anında, nasıl oldu bilmiyorum, aklıma
gelen şu oldu: "Karşıyaka'nın Kaf Sin'ini ne zaman yapı bozumuna uğradı?"
Tabii kendi kendimi cevaplayamadım. Çaresizlik içinde durdum, güleyim dedim,
ağladım!
Memleket kültür sanat çalışmaları için düzenlenmiş olan açık
hava toplantısını, gökten ince ince yağan yağmur eşliğinde terkettim...
Bursa, 1 Ekim 2017
18 Kasım 2018 Pazar
PİGS ARE SAİD TO BE VERY CLEVER ANİMALS!
"Buna stara, rea
tokmeala;
Hıt'on'n kur de
rındueala!"
Yani:
"İyi memleket, kötü
teşkilat:
Hay anasını sattığımın
düzeni!"
Panait Istrati,
Romanya'nın bu ölümsüz yazarı, Baragan'ın Dikenleri'nde (Varlık Yay., 3.
Baskı., İst., 1960) söyler bu iki dizeyi, bir atasözü olarak. Gerçekten de,
kötü teşkilâtlanmış, kötü idare edilen, fakat ana kaynaklarıyla zengin bir
memleketin insanı olarak, Istrati, Romanya'nın Romanya oluş tarihinde önemli
yer tutan sancıları destansı bir dille kaleme almıştır.
Romanda anlatımı yapılan
Baragan, esrarengiz ve korkunç bir topraktır. Romanya'da haddini aşanlara şöyle
seslenilir:
"-Hey, bana bak!
Kendini Baragan'da mı sandın?"
Böyle bir soruya muhatap
olan için Baragan'ın özelliklerini de verir Panait Istrati: "Çünkü Baragan
ıssızdır. Sırtında bir ağaç bile görülmez! Bir kuyudan ötekine erişene kadar
adamın susuzluktan kıkırdaması işten sayılmaz. Açlığa karşı da sizi korumak
umurunda değildir. Fakat bu iki boğaz derdine karşı tedarikli iseniz de
Tanrınızla baş başa kalmak istiyorsanız Baragan'a gidin, burası, Tanrının,
Romanyalı rahat rahat hayal kursun diye Eflâk'a armağan ettiği yerdir. (...)
Hayal, düşünce, kuruntu ve boş karın, işte Baragan'da doğanı ağır başlı eden
bunlardır. O sonsuz Baragan ki suyu erişilmez derinliklerinde saklar ve üstünde
hiçbir şey yetişmez, hiçbir şey, dikenden başka."
Bu zalim coğrafyaya
karşın, Istrati, romanın iki kişisini, anlatıcı kahramanımız ile babasını,
Baragan topraklarında tuzlu balık satmaya mahkûm eder!
Hayır, Baragan'ın babayla
oğlu yutmasını anlatmayacağım, zira, ıssız topraklarda süren çileli hayatları
bizzat destan yazarının kaleminden okumanızı tavsiye edeceğim!
Ben başa döneceğim,
"iyi memleket, kötü yönetim" meselesine... Yani, Baragan'ın
şartlarını daha bir ağırlaştıran sosyal çarpıklıklara...
Bunlar, romanın adına da
yansıyan "Dikenler" kelimesinin asıl karşılıklarıdır...
Halkın fakirliği, zorlu
ticaret şartları, kimi çirkin huyların -hırsızlık gibi- yaşama biçimi halini
alması, kilisenin yoldan çıkması, daha başka hususlar, mesela siyasî, askerî ve
adlî teşkilattaki bozukluklar...
Bu sonuncularla somut
olarak karşılaştığımız yer, kitabın 47. Sayfasında.
Kahramanımız (Matake) ve
arkadaşı Dişlek (Yonel) korku dolu bir Baragan gecesinde yollarına devam
etmektedirler. Böyle bir halde, korkularını iyice artıran bir başka şey,
gecenin ıssızlığını da bozan ve dört nala koşan bir attır. Fakat atın
mahiyetini daha sonra öğreneceklerdir. Çiftlik kaçkını bir attır bu ve korku
dolu saatler, boşuna yaşanmıştır. Kahramanlarımız, bu gecenin sabahında, tam da
rahatlamış olmanın şükrünü yaşarken, daha korkunç bir sahneyle karşılaşırlar:
Yakınlardan bir yerden iki el silah sesi duymuşlardır. Bundan sonrasını uzun
bir alıntıyla verelim:
"Silâh seslerini
işitince:
-Herhalde bir avcı olmalı, demiştim.
-Herhalde bir avcı olmalı, demiştim.
Dişlek de:
-Herhalde, diye tasdik
etmişti.
Fakat sırtın kenarına
tırmanıp da Baragan'a bir göz atınca dehşetle irkildi:
-İki jandarma
öldürdükleri bir adamın üstüne eğilmişler! diye inledi.
Hemen tepenin ardına
kaçarak böğürtlenlerin arkasına gizlendik. Oradan jandarmaların, her biri bir
kolundan tutarak cesedi bele doğru sürüklediklerini ve bir tekme indirerek
aşağı yuvarladıklarını gördük. Taze külleri görünce, bir tanesi:
-Bir çoban geceyi burada geçirmiş olmalı, dedi.
-Bir çoban geceyi burada geçirmiş olmalı, dedi.
Silâh omuzda, asker
adımiyle, sükûnetle uzaklaştılar.
Ufukta kayboldukları
zaman, öldürdükleri adama bakmaya gittik. Bu, üstü paramparça, genç bir
köylüydü. Yüzü parlak göğe çevrili, kolları açık, bacakları aralanmış, şaşkın
bir tavırla yatıyordu. Bileklerindeki çürükler sımsıkı kelepçeler taşımış
olduğunu gösteriyordu.
Ölünün başucunda ayakta
duran Dişlek, birdenbire çömeldi ve adamın göz kapaklarından birini açtı:
-Gözleri yeşilmiş...dedi.
Sonra kalkarak ilâve
etti:
-Savcı gelmeden buradan
kaçalım!
Arkadaşım bütün köylüler
gibi savcıdan korkuyordu; ama Baragan'da mahkemenin yerini tutan leş
kargalarıdır."
Bu ve benzeri sosyal
çarpıklıklar... Asıl "dikenler" demiştik ya, roman kahramanlarından
Kostake şahidimizdir:
"-Asıl dikenler
bunlar işte! Diken-türediler! Diken-canavarlar! Koskoca bir Baragan haline
gelen bizim çok sabırlı memleketimizi kasıp kavuran bu cüzam!" (s. 56)
Kostake'ye Tudoritza da
iştirak eder:
"-Kostake, dedi,
memleketi zehirliyen bu yılan yuvalarına ateş vermek istemekte haklısın! O gün
gelirse beni de yanında bil!.." (s. 57)
Baragan'ın Dikenleri'nde
yapılan sosyal tenkitler romanın son sayfalarında daha bir belirgindir:
Anayasal hakların talep edilmesi, Baragan'da, hatta Bükreş'te açlığın iyice
artması, Boyarların (ağaların) sömürüsü, Jandarma'nın halka dönük
saldırıları...
İşte böyle... Baragan'ın
Dikenlerini en son 1 Haziran 2008 günü okuyup bitirmişim. Aradan bunca zaman
sonra, benim bu roman üzerinden bir yazı kaleme almam şaşırtıcı gelebilir.
Olsun varsın, şaşılsın...
Bu arada, yazımın başlığı
ile yazım arasında bir uyum bulamayabilirsiniz. Hadi itiraf edeyim, amacım
okuyucuyu yazıya çekmekti. Bir de, şunu söylemek istemiştim: Hınzırların çok
akıllı hayvanlar oldukları bir söylenceden ibarettir...
FESTİVALDE ŞEMPANZE
Yılda birkaç kez
semtimize uğrayan sirk, tek düze sürüp giden hayatımızı kısa süreliğine de olsa
renklendirirdi.
Sirk günlerinin cazibesi en başta hayatımızın tek düzeliğini yok etmesindeydi. Başka şenlikli yönleri de vardı kuşkusuz. Mesela, yeni insanlar tanımış olurduk. Bu yeni insanlar sadece sirkte görevli bulunan yahut sirkin protokolüne davetli olanlar değildi. Zaten sirkin söz konusu şahıs kadrosunda fazla değişiklik olmazdı. Öyleyse, yeni insanlar lafı daha çok, şehrimize sirk geleceğini duyan çevre, hatta uzak diyar insanları için geçerlidir. Bunlar arasında da yüzüne aşina olduklarımız bulunurdu.
Şu halde sirk sayesinde bir yandan eski tanışlıkları pekiştirirken diğer yandan yeni dostlar edinirdik. Sirkin neşeli görünümler doğuran bir başka yönü, bize farklı hayvanları tanıtmış olmasıydı. Onların binbir çeşit huylarını, suylarını…
Hayvanları genellikle şöyle kategorize ederdik: Yetenekli olanlar, yeteneksizler, bir de yetenekli yahut yeteneksiz olup da bizi yanıltan, ters köşeye yatıranlar. Gerçi bizi yanılgıya itenlerin çoğu, genellikle bir sonraki yıl hatasını telafi ederdi. Biz böylece belki bir kez daha yanılırdık ama, bu kez başarıyı yakalamış olan hayvancağız kendisini ispatlamış olduğundan, onunla birlikte, onun adına sevinirdik.
Evet, anlaşılmıştır sanırım, sirk ekibinin 'hayvan kadrosu'nda da öyle ahım şahım bir değişme olmazdı. Hele hele hayvan cinslerindeki değişikliği neredeyse hiç görmezdik. Arslan, köpek, yılan, papağan, güvercin, kartal, tavşan, şempanze …
Kimi gösterilere hiç ummadığımız hayvanlar da getirilirdi: Tilki gibi, çakal gibi, domuz gibi. Fakat bu nadirattan bir durumdu. Sirk sahiplerini böylesi bir tercihe sürükleyen neydi, onlar buna niçin ihtiyaç duyardı anlamazdık. Belki bunu fazla da umursamazdık. Fakat böylesi istisnai durumlarda, yani bu tür alanlar (sirkler) için ehil olmayan, dahası insanda 'itici tutum' oluşturan hayvanların sirke oyuncu olarak getirildiği vakitler, seyirciler arasında korku ve endişe katsayısı artanlar olurdu.
Burada, hayvan kadrosunda vuku bulan değişikliğin bir başka yönünden de bahsedebiliriz. Bu, modern toplumlardaki işbölümü anlayışından ilham alınarak uygulanan bir çalışma sisteminden ibaret olmalıydı: Tür içinde görev değişikliği. Sanırım yapacağımız şu örneklendirme değişikliğin niteliğini anlaşılır kılacaktır: "Kartal Fiyakaları" gösterisinin görevlisi, üç beş ay önceki kartalın adına "Kurtbakış" derken, şimdikinin adını "Haydutgöz" diye ünlüyor. Bunun gibi 'özel' değişiklikler çeşitli periyotlar dahilinde, başka hayvanlar için de geçerli olabiliyordu: Sözgelimi sirkin bir periyodunda "Geveze'" olan papağanı bir sonrakinde göremeyebilirdik. Onun yerini bu kez "Şamata" alırdı. Benzeri şekilde, 'Görklü' adlı aslanımız birkaç zaman sonraki sirkte görevini "Erkli"ye teslim ederdi.
Bu simgeler yığını hikâyeyi buraya kadar dinleme (okuma) sabrını gösterenler şahsıma şu soruyu sormaktan kendilerini alamıyor: Sirkte hiç değişmeyen, deyim yerindeyse sirkin demirbaşı olan 'Özel' bir hayvan var mıydı?
Vardı, diyorum onlara, şempanze elbet! Şimdiye kadar hep aynı şempanze getirildi semtimize. Gerçek adı 'Sahir'dir. Fakat onunla ilgilenen sirk görevlileri nedense -bize farklı bir numara mı yapıyordu?- her seferinde onu değişik adlarla çağırıyordu: Sahir, Şair, Şerir...
Ben de meraklar içindeyim, bakalım zavallı şempanzemizin adı bundan sonra ne olacak?
Sirk günlerinin cazibesi en başta hayatımızın tek düzeliğini yok etmesindeydi. Başka şenlikli yönleri de vardı kuşkusuz. Mesela, yeni insanlar tanımış olurduk. Bu yeni insanlar sadece sirkte görevli bulunan yahut sirkin protokolüne davetli olanlar değildi. Zaten sirkin söz konusu şahıs kadrosunda fazla değişiklik olmazdı. Öyleyse, yeni insanlar lafı daha çok, şehrimize sirk geleceğini duyan çevre, hatta uzak diyar insanları için geçerlidir. Bunlar arasında da yüzüne aşina olduklarımız bulunurdu.
Şu halde sirk sayesinde bir yandan eski tanışlıkları pekiştirirken diğer yandan yeni dostlar edinirdik. Sirkin neşeli görünümler doğuran bir başka yönü, bize farklı hayvanları tanıtmış olmasıydı. Onların binbir çeşit huylarını, suylarını…
Hayvanları genellikle şöyle kategorize ederdik: Yetenekli olanlar, yeteneksizler, bir de yetenekli yahut yeteneksiz olup da bizi yanıltan, ters köşeye yatıranlar. Gerçi bizi yanılgıya itenlerin çoğu, genellikle bir sonraki yıl hatasını telafi ederdi. Biz böylece belki bir kez daha yanılırdık ama, bu kez başarıyı yakalamış olan hayvancağız kendisini ispatlamış olduğundan, onunla birlikte, onun adına sevinirdik.
Evet, anlaşılmıştır sanırım, sirk ekibinin 'hayvan kadrosu'nda da öyle ahım şahım bir değişme olmazdı. Hele hele hayvan cinslerindeki değişikliği neredeyse hiç görmezdik. Arslan, köpek, yılan, papağan, güvercin, kartal, tavşan, şempanze …
Kimi gösterilere hiç ummadığımız hayvanlar da getirilirdi: Tilki gibi, çakal gibi, domuz gibi. Fakat bu nadirattan bir durumdu. Sirk sahiplerini böylesi bir tercihe sürükleyen neydi, onlar buna niçin ihtiyaç duyardı anlamazdık. Belki bunu fazla da umursamazdık. Fakat böylesi istisnai durumlarda, yani bu tür alanlar (sirkler) için ehil olmayan, dahası insanda 'itici tutum' oluşturan hayvanların sirke oyuncu olarak getirildiği vakitler, seyirciler arasında korku ve endişe katsayısı artanlar olurdu.
Burada, hayvan kadrosunda vuku bulan değişikliğin bir başka yönünden de bahsedebiliriz. Bu, modern toplumlardaki işbölümü anlayışından ilham alınarak uygulanan bir çalışma sisteminden ibaret olmalıydı: Tür içinde görev değişikliği. Sanırım yapacağımız şu örneklendirme değişikliğin niteliğini anlaşılır kılacaktır: "Kartal Fiyakaları" gösterisinin görevlisi, üç beş ay önceki kartalın adına "Kurtbakış" derken, şimdikinin adını "Haydutgöz" diye ünlüyor. Bunun gibi 'özel' değişiklikler çeşitli periyotlar dahilinde, başka hayvanlar için de geçerli olabiliyordu: Sözgelimi sirkin bir periyodunda "Geveze'" olan papağanı bir sonrakinde göremeyebilirdik. Onun yerini bu kez "Şamata" alırdı. Benzeri şekilde, 'Görklü' adlı aslanımız birkaç zaman sonraki sirkte görevini "Erkli"ye teslim ederdi.
Bu simgeler yığını hikâyeyi buraya kadar dinleme (okuma) sabrını gösterenler şahsıma şu soruyu sormaktan kendilerini alamıyor: Sirkte hiç değişmeyen, deyim yerindeyse sirkin demirbaşı olan 'Özel' bir hayvan var mıydı?
Vardı, diyorum onlara, şempanze elbet! Şimdiye kadar hep aynı şempanze getirildi semtimize. Gerçek adı 'Sahir'dir. Fakat onunla ilgilenen sirk görevlileri nedense -bize farklı bir numara mı yapıyordu?- her seferinde onu değişik adlarla çağırıyordu: Sahir, Şair, Şerir...
Ben de meraklar içindeyim, bakalım zavallı şempanzemizin adı bundan sonra ne olacak?
15 Kasım 2018 Perşembe
ASUDE'NİN AÇILIMI
Dernek kurdum Asude
Dalalete düşmüşlerden
Kurtulmak için
Allah için
Susayanlar için
Adalete.
Ankara, 6 Ocak 2018
Dalalete düşmüşlerden
Kurtulmak için
Allah için
Susayanlar için
Adalete.
Ankara, 6 Ocak 2018
12 Kasım 2018 Pazartesi
ASKIDAKİ ŞİİR / Ekim 2018
Bu ay dikkatimizi çeken şiirler arasında Türk Dili dergisinde Gülnaz Moninova’nın “Hafta” ve Muhammed Yakubi’nin “Evim” adlı metinlerini en
başta zikretmek istiyorum. Bu kısa şiirlerden “Hafta”, haftanın günlerine
yönelik özlü teşbih ve teşhislerle sevimli bir hüznü ihtiva ediyor. “Evim” ise,
rüya içre tecrit edilmiş evden bir dünyayı sunuyor bize…
Üç aylık Şarkî dergisinin bir arada
yayımlanan 6-7. Sayısında Burak Tokcan’ın “Uğultu” adlı şiiri kelime tasarrufu,
özlü anlatımı ve mecaz diline hâkimiyeti itibariyle dikkat çekiyor. Aynı
dergide Güler Kalem’in “Urgan İlmeği”, Ömer Hatunoğlu’nun “Zamanın Uzağında”
şiirleri taşıdıkları zihniyet unsurları bakımından ilgimizi çekti.
Üvercinka dergisinde Şükrü Çiftçi’nin “İki
Nehir Arası” şiiri de gerek göndermeleri gerekse şiirsel sözdizimine verdiği
önem açısından kayıt altına alınmalıdır.
Ekim’de ilk sayısı yayımlanan iki aylık
Kanon 2010 dergisinde Eray Sarıçam’ın “Savunma” şiirini zamanımızın kimi sosyal
meselelerine yönelik göndermeleri bağlamında okuyoruz. Aytaç Ars’ın “Bol Ç’li
bir Uçkur Çukuru” ve Mert Mevlüt Gökçe’nin “İlişkin Detaylar” adlı şiirleri de
keza aynı gerekçelerle dikkatimizden kaçmıyor.
İtibar’da Mehmet Narlı’nın “Özler” şiirini
iç dünyamıza verdiği kederli ferahlıktan ötürü sevdim. Örgüsü de iyi yapılmış
bu metni koynunuzda taşıyıp arada bir okuyabilirsiniz…
Yedi İklim dergisinde Abdullah Yalın
Karadağ’ın “Hastalık” başlıklı şiiri de güncel göndermeler çerçevesinde iyi
dizeler ihtiva ediyor. Mim koyma sebebimiz aslen bu…
Bütün bunlardan sonra, gelelim bu ay askıya
çıkaracağımız şiire. Bu, Yedi İklim’de, Hikmet Dündar’ın “Yorgun” şiiridir.
“Yorgun”u, şiir işçiliğini hem dil hem de biçim bakımından ustaca
gerçekleştirdiği için askıya çıkarıyorum. Buyrun, okuyalım:
YORGUN
Hepinizi
dinleyeceğim önce sessizlik
Şakaklarımın
ağrısına mermi süreyim
Kendi
iliğimden dokudum bu kilim kesik
Yıkılmış
eyvanımın neresine sereyim
Topuğumda
sızıyla kapaklandığım dünya
Denizleri
dehleyen yangınımı suvarmaz
Kalbimiz kuş
kalbi heyhat! kanatları katran
Taşlardan
kaynayan su kanatlarımı yumaz
Kürtüklerin
altında ığıl ığıl nehirler
Kasvetin
enediği şehirlerden kaçıyor
Bizim de
heybemiz hazır şikâyetimiz yok
Lakin
zamansız ölüyoruz güzel durmuyor
7 Kasım 2018 Çarşamba
GÖLGE ŞAİR TASARILARI
1
“Oligarşik edebiyat, kanonik edebiyat, resmî edebiyat… Son
zamanlarda bu silsileye havuz problemi de eklendi. Ortak paydaları ‘mitos
enkazı’ barındırmaları. Ben, bu enkazın tahakkümü karşısında ıslık çalanlardan
biriyim. Konuşmanın imkânsızlığını sınıyorum. (Jaques Quartues)
2
“Maruzların ve mağlupların tahkim edilmiş sefaletlerinin
ruhuyla özdeşleşti şiirim. Onların hallerinde ve dillerinde vâki olan
seğirmeler bende telaffuz buldu. Yasaklı söz, zamanın biçareliği, içsel
eninler, ölümüne mahkûmiyet ve mahrumiyetler bu telaffuzla âşikarlık imkânına
kavuştu.” (Johannes Lupigisis)
3
“Sanki en eski atalarının izlerini sürüyorlar onu bu hale
getirenler. Çiğ et yiyen bir kurum. İntihar vak’alarını artıran, hapishane
doluluk oranlarını tepe noktaya çıkaran, olağan olan hayat standartlarına deli
gömleği giydiren hep o. Tacizkâr bir yapı. Orman ülkesi vasatları. Kusura
bakmayın, Galler yenilgiye uğruyor.” (Charles Martell)
4
“Kral Carolus’a tam olarak bağlananlar ile ona bağlılık
yemini ettiği halde bu yemine sadakatten sinsi bir şekilde kurtulmak
isteyenlerin hayatı rölantiye aldıkları zamanlardaydık. Bunların dışında bir de
zihinlerindeki korku dağı ile ömür sürmek zorunda olan ötekiler vardı. Bu
vasatta Kral Caralus adına düzenlenen ‘Hasat Şöleni’ planlanandan uzun sürdü.
Uzamanın ana sebebi, şenlik şairlerinin işgüzarlıkta haddi aşmaları, kaside
yazmak bahsinde birbirleriyle isdik yarıştırmaları idi. Bense ekmeklerine korku
ve kaygı mayası bulaştırılmış olanların şiirini yazmakla meşguldüm.” (Felix
Einhard)
5
“Bir sürü lastikli laf… Batılılar iplerini iyice geriyorlar.
Kuzeyde pusuya yatmış, kıstırmak için fırsat kollayanlar… Batıdan, doğudan,
güneyden, kuzeyden, gökteki yıldızlardan, tahminen cehennemin diplerinden çıkıp
gelecekler, boyun eğdirecekler. Nice düşmanla kuşatılmışız, aman aman… Hayatımızın
tek amacı var, bunlara çalım atmak, hayatta kalmak. Kendimi bildim bileli
böyleydi krallarımızın söylevlerinin ana gövdesi. Yorgo Seferis bu günleri
görseydi Barbarları Beklerken şiirine yeni versiyonlar eklerdi.” (Kakir
Kundurachiyan)
6
“Şiir kimleri dikkate almaz? Buyurganları, hiza verenleri,
bunların emir erlerini, zincirlerini… Gölge adamları, yalan söyleyenleri,
küfredenleri, hakikati örtenleri. Güya korunaklı mahfillerde oturuyor olabilir
onlar. Fakat şu muhakkak: Allah’ın eli her yeri tahkim eder. Şiirim böyle bir
bilincin eseri. Makul öfkeli. Edepsizliğe batanları, müptezelleri tedip eder.”
(Şair Efşrefzâde)
7
“Kimdim ben? Son yıllarda kendime en çok sorduğum soru bu.
Evet, bir şaireydim. Fakat başka şeylerdim de. Okumuş genç bir kız, çiçeği
burnunda bir avukat, nice cinayetlere tanık bir kadın, ay yolculukları
hayalcisi, aşkta hüsranlar yaşamış, aynalarda gelecek tasarlayan... bir insan.
Aralarda doldurulması gereken boşluklar var ama vazgeçtim bunları anmaktan.
Birisi hariç: Haşmetli imparatoriçe hazretlerinin tutsaklarından dalgalar
halinde ve kabararak gelen çığlıklara duyarsız kalmış birisi, korkudan… Sahi,
şaire olabilir miydim ben? (Leyla Adelperga)
8
“Bugünlerde imanım sarsılıyor sık sık. Sanki bir kavak
yaprağında salınıyorum. Ovid’in mitosu geliyor aklıma, puta tapanların gettosu.
Phaeton muyum sanki ben, güneşe yolculuk tasarlayan? Ateşe tapamam, tamam,
lakin bu halde Allah’a da yalvaramam. Böyle diyordu Ermiş kişi. Öldü ve
dirilmesin diye üstünü mermerle kapattı Milli İnkıraz Dairesi mezarcıları.”
(Charles İnigarda)
9
“Muhterem Aichiunus, -ki Kralımız Hazretlerinin Krallık
Okulu’nda müderris olma teklifini reddetmişti- şu soruyu sormuştu beni iyice
süzdükten sonra: ‘Niçin hep kederlidir çehren Gunderic? Hangi denizde bıraktın
sevinçlerini?’ Ruhsal durumum ve geleceğim konusunda kaygılı olduğumu söyledim.
Kralımız adına evsiz ocaksız bırakılanların denizinden bahsettim. Şiirimin de
beni bu karanlıktan dizeler devşirmeye mecbur kıldığınısöyledim. Aziz Hocam
sükutla karşılık verdi bana. Sükutundan inleyiş feryatları geliyordu.”
(Wolfgang Gunderic)
10
“Şairlerin siyasal süreçleri tahfiften ikmale kaldığı başka
bir dönem var mıydı? Tekilliğin yittiği, şahsiyetin bittiği böylesi başka bir
çağ görülmemiş olmalıydı. Geçmiş zamanların vesayetinde birkaç şuurlu ses
duyulurdu Allah var. Bu çağın şairlerini ne yapmıştı da pusturmuştu yeni
efendileri? Oğullarını küreğe mi mahkûm etmişti? Gelinlerini hazineye sekreter
mi seçmişti? Filozof Yevgeni Petroviç, akademi kapısından sokağa doğru adım atmaya
hüküm giydiğinde bunları düşünüyordu.” (Mihail Viktoriyeviç)
6 Kasım 2018 Salı
EDEBİYATTA OTOMATİK İSTATİSTİK
İçinde "Kızılay
metrosu köpek kulübü" ve "Yunus Emre" geçen şiirimi bir anket ve
istatistik çalışmasına tabi tutulmuş buldum.
Sanki doğal bir
süreçten bahsediyormuşum gibi, buldum, diyorum. Fakat bile isteye bir fiil yok
ortada. Evet, şiiri yazan, sonraki zamanlar içinde peyderpey dergilere gönderen
benim. Fakat amacım bir araştırma konusuna hayat vermek değildi.
Derdim, yazdığım şiiri
bir an önce yayımlatmak, içeriğinde söylediğim esaslı şeyleri bir an önce
kamuoyuyla paylaşmak, böylece metnimde dile getirdiğim hassasiyetleri matbu
olarak kayıt altına almaktı.
Sızılar damıtan şiirim
vasıtasıyla belki birkaç vicdanın gönlünde yer eder, onların kanayan ruh
yaralarını okşar, onlara, kendileriyle hemdert olan bir şair varmış hissini
verebilirdim. Belki…
Olmadı. Bilgisayarımda
dosyadan dosyaya, e-posta servisimde dergiden dergiye taşınan şiirim, bir türlü
okurla yüz yüze gelemedi.
Okudularsa ne âlâ,
fakat pek çoğu yanıt verme ihtiyacı bile duymadı. Zira her birinin kendinden
menkul tabakhanesi vardı ve orada görülecek nice işler onları bekliyordu.
Üstelik bir şiirle
ilgili kanaat bildirmek, bir dergi editörü için, ne kadar banal bir edimdi.
Eylemsizlik hali, en iyisi. Böyle bir tutum, baş da ağrıtmazdı kısa vadede,
hazretlerde.
Oysa, ortalamanın
altında birikim sahipleri olarak hemen hepsi için bir hayli kapalıydı şiirim.
Mesela insanla elektronik bir ses cihazı arasında bağ kuran bir adı vardı. Bu
başlığa bakıp, “Ne âlâka, insan, mikrofon?” demiş olabilirler miydi?
Sonra, “sanal âlem”
lafzı geçiyordu, bu âlemin işgal edildiğinden dem vuruyordu şiirimin ilk
dörtlüğünde. “İşgal”, ne de olsa tehlikeli bir şeydi. Üstelik bu “işgal”
kelimesi, bir sonraki dörtlükte “dipçik” ile destekleniyor, vurdulu kırdılı bir
metaforlar halesi vücuda getirilir gibi oluyordu.
Şiirimde ortalamanın
altındaki zihinler için korku ve tehdit uyandırabilir başka metaforik unsurlar
da var mıydı?
Şunlar mesela,
zihinlerde vesvese doğurabilir miydi: “Köpek kulübü” (Kulübesi mi yoksa?),
“Haydar”, “sıkandal”, “kamusal alan”, “ihanet”, “Karşı-melodi”,
“Occopy”?..
Yoksa, Antonio Negri
ile Yunus Emre’yi bir şiirde buluşturmuş olmam, endişeye mi sebebiyetti?
Şu veya bu sebeple, üçü
yahut beşi, fakat tamamı resmen yayın dünyamızın merkezinde bulunan herhangi
bir edebiyat dergisinde bu şiirim yer alamadı.
Bütün bunlardan sonra
elimize istatistikî bir sonuç geçti: “Fare Josephine” gibi Kafkaesk unsurlar
taşıyan, vasatı kışkırtan, vesveseliyi kuşkulandıran, dahası şehrin yer
altlarında yazılan (Metroda yazılmıştı, cidden!) bu şiir, handikaplara
yol açmış olmalıydı.
Üstelik bu durum yeni
bir şey de değildi. Benzerleri yirmi yıl önceki karmaşık günlerde de gelmişti
başıma, otuzbeş kırk yıl önceki sancılı dönemlerde de…
Her neyse, kaydımızı
düşelim. Şiirim aşağıdadır:
"İNSAN
MİKROFONU"
Çoksunuz ve
yayılıyorsunuz ya
Çılgınız ve çalışıyoruz
biz de
Sanal âlemleri etseniz
de işgal
Kalbimiz küt atar
direniriz de
Siz dipçik ve sair siz
cümle silah
Kızılay Metrosu köpek
kulübü
Kulübesi tabî Haydar
besliyor
Haydar değil susuyorum
esrar var
Sıkandal peşine düşün
haydi bir
Elinizde delil işte bu
şiir
Kamusal alanı siz işgal
edin
Ettiniz de zaten bu
ihanettir
Söylesin son sözü
Antonio Negri
“Karşı-melodi”ydi açık
tenkîdi
Size kalsak Yunus bile
çok eğri
Fare Josephine mi demiş
Occupy?!.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)