25 Kasım 2018 Pazar

BEŞ DÖRTLÜK

DÖRTLÜK

Asker değil sözlüyüm
Savaş bilmem komutan
Bekler sözlüm sılada
Yola düştüm perişan

Eskişehir, 24 Haziran 2018


DÖRTLÜK

Moladayım Amigo
Nişanlıyım bir yola
Düşe kalka Allah’a
Uzuyorum boyuna.

Eskişehir, 24 Haziran2018


DÖRTLÜK

Zıpır Yokuş Çal Kavşağı*
Zaloğlu Rüstem uşağı
Teşbih-i beliğ söyleriz
Allah ne yapsın vaşağı**

* Denizli'de.
** "Yavşağı" değil.

Ankara, 27 Haziran 2018


DÖRTLÜK

Üstüpüler krikolar
Sözde sende tamirat var
Allah versin müstehakın
Bite kardın baharatlar

Ankara, 27 Haziran 2018


DÖRTLÜK

“Avluda bağlıdır yiğidin atı
Her nere varırsan söylenir medhi”
Soy dediğin senin adında kaldı
Şair sözüdür bu sebep sorulmaz

Ankara, 28 Haziran 2018

24 Kasım 2018 Cumartesi

CHEF

Qu'est-ce qu'un chef?*
Şef zorlu bir soru

Angaje olmaz o
Neden'e niçin'e

Olmaya ölümlü
Ölmeye gönüllü

Şef yanıtsız
Yankısız uçurum

Tutsak yatmaya
Bir ona bir buna

Le chef est cruel
Ve sessizlik sureti

Gerilim ticaretidir
Zehir ikramiyesi

Yaprak dökümü çağı
Gibi karadır bahtı

Duvarlar üstüne gelir
Maktulleri de tabii

Fransa'da gölge
Tayyare olur Türkiye'de

Halktan fırlama
Unutur onu yukarda

Vb...

*General Pierre de Villiers'in kitabı.

Ank., 23 Kasım 2018

21 Kasım 2018 Çarşamba

KARŞIYAKA'NIN KAF SİN'İ NASIL TAHRİFATA UĞRADI?


Bir dönem Göztepe'yi tuttum. Altınordulu, Altaylı olduğum yıllar oldu. Bucaspor'u bir kalem geçelim, gönlümün en uzak İzmirlisi Karşıyaka idi ama ona da az biraz gönül verdiğimi hatırlarım.

Onun en sevdiğim yanı, doğruya doğru, Kaf Kaf Kaf, Sin Sin Sin, Kaf Sin Kaf Sin Kaf... şeklindeki tezahüratlar eden şedit dilli taraftarlarının âşıkâne tutumlarıydı...

Benim bir zaafım olabilir, âşıkâne hallere bayılırım. Kültür, sanat, edebiyat, hele hele şiirle yatıp kalkışım da bu yüzden. Bu türleri kapsayan adreslerden gelen bir el, verilen bir selam, yapılan bir davet, beni icap etmeye zorlar.

Böyle oldu, bir kültür kurulu için davet ettiler, zafiyet gösterdim, gittim. Sonra?

Vardığımda oraya Oturum Başkanının nutku ile karşılaştım. Başkan kültür ve sanatın öneminden bahsediyor, fakat istendik bir gelişmenin gösterilemediğine dair daha önce yapılan telkinleri tekrar ediyordu. Bu tür tekrarlar ruhuma genellikle sıkıcı gelir. Fakat nedense bu telkinat faslı bende baskı unsuru olarak tezahür etmiyor, tersine bende bir mizah havası estiriyordu. Galiba bu etkinin bir sebebi de Sayın Başkanın dublo gövdesiydi. 

Bu gövdeden sadır olacak kültürel ve sanatsal metaforu hayal etmeye başladım. Ağır aksak bir ritimle kör topal bir veçhe kesecekti önümüzü Allah bilir!

Nasıl olduysa kendimi o vehçeyle karşı karşıya buldum. Hayal ülkesinin sınırları yoktur, malum. Dalıp gitmişim. Ne kadar sürdü bu dalgalı deniz seyahatim bilmiyorum, kendime geldiğimde grubun üyeleri arasında alengirli bir muhabbetin hüküm sürdüğünü farkettim. Şu cümleler benim hayal ile meyal arasında fark ettiklerimden seçilmiştir:

- Adli sicil belgesi isteyelim bize müracaat eden sanatçılardan!
- Aman zararlı unsurlar bulunmasın seçtiğimiz materyallerde, ince eleyelim aman!
- Materyal sahiplerinin geçmişini didik didik edelim, zararlı unsurlara geçit vermeyelim!
- Sabıka kaydı getirsinler, söyleyelim!

Böyle bir sersemleme anında, nasıl oldu bilmiyorum, aklıma gelen şu oldu: "Karşıyaka'nın Kaf Sin'ini ne zaman yapı bozumuna uğradı?" Tabii kendi kendimi cevaplayamadım. Çaresizlik içinde durdum, güleyim dedim, ağladım!

Memleket kültür sanat çalışmaları için düzenlenmiş olan açık hava toplantısını, gökten ince ince yağan yağmur eşliğinde terkettim...

Bursa, 1 Ekim 2017

18 Kasım 2018 Pazar

PİGS ARE SAİD TO BE VERY CLEVER ANİMALS!


"Buna stara, rea tokmeala;
Hıt'on'n kur de rındueala!"
Yani:
"İyi memleket, kötü teşkilat:
Hay anasını sattığımın düzeni!"
Panait Istrati, Romanya'nın bu ölümsüz yazarı, Baragan'ın Dikenleri'nde (Varlık Yay., 3. Baskı., İst., 1960) söyler bu iki dizeyi, bir atasözü olarak. Gerçekten de, kötü teşkilâtlanmış, kötü idare edilen, fakat ana kaynaklarıyla zengin bir memleketin insanı olarak, Istrati, Romanya'nın Romanya oluş tarihinde önemli yer tutan sancıları destansı bir dille kaleme almıştır.
Romanda anlatımı yapılan Baragan, esrarengiz ve korkunç bir topraktır. Romanya'da haddini aşanlara şöyle seslenilir:
"-Hey, bana bak! Kendini Baragan'da mı sandın?"
Böyle bir soruya muhatap olan için Baragan'ın özelliklerini de verir Panait Istrati: "Çünkü Baragan ıssızdır. Sırtında bir ağaç bile görülmez! Bir kuyudan ötekine erişene kadar adamın susuzluktan kıkırdaması işten sayılmaz. Açlığa karşı da sizi korumak umurunda değildir. Fakat bu iki boğaz derdine karşı tedarikli iseniz de Tanrınızla baş başa kalmak istiyorsanız Baragan'a gidin, burası, Tanrının, Romanyalı rahat rahat hayal kursun diye Eflâk'a armağan ettiği yerdir. (...) Hayal, düşünce, kuruntu ve boş karın, işte Baragan'da doğanı ağır başlı eden bunlardır. O sonsuz Baragan ki suyu erişilmez derinliklerinde saklar ve üstünde hiçbir şey yetişmez, hiçbir şey, dikenden başka."
Bu zalim coğrafyaya karşın, Istrati, romanın iki kişisini, anlatıcı kahramanımız ile babasını, Baragan topraklarında tuzlu balık satmaya mahkûm eder!
Hayır, Baragan'ın babayla oğlu yutmasını anlatmayacağım, zira, ıssız topraklarda süren çileli hayatları bizzat destan yazarının kaleminden okumanızı tavsiye edeceğim!
Ben başa döneceğim, "iyi memleket, kötü yönetim" meselesine... Yani, Baragan'ın şartlarını daha bir ağırlaştıran sosyal çarpıklıklara...
Bunlar, romanın adına da yansıyan "Dikenler" kelimesinin asıl karşılıklarıdır...
Halkın fakirliği, zorlu ticaret şartları, kimi çirkin huyların -hırsızlık gibi- yaşama biçimi halini alması, kilisenin yoldan çıkması, daha başka hususlar, mesela siyasî, askerî ve adlî teşkilattaki bozukluklar...
Bu sonuncularla somut olarak karşılaştığımız yer, kitabın 47. Sayfasında.
Kahramanımız (Matake) ve arkadaşı Dişlek (Yonel) korku dolu bir Baragan gecesinde yollarına devam etmektedirler. Böyle bir halde, korkularını iyice artıran bir başka şey, gecenin ıssızlığını da bozan ve dört nala koşan bir attır. Fakat atın mahiyetini daha sonra öğreneceklerdir. Çiftlik kaçkını bir attır bu ve korku dolu saatler, boşuna yaşanmıştır. Kahramanlarımız, bu gecenin sabahında, tam da rahatlamış olmanın şükrünü yaşarken, daha korkunç bir sahneyle karşılaşırlar: Yakınlardan bir yerden iki el silah sesi duymuşlardır. Bundan sonrasını uzun bir alıntıyla verelim:
"Silâh seslerini işitince:
-Herhalde bir avcı olmalı, demiştim.
Dişlek de:
-Herhalde, diye tasdik etmişti.
Fakat sırtın kenarına tırmanıp da Baragan'a bir göz atınca dehşetle irkildi:
-İki jandarma öldürdükleri bir adamın üstüne eğilmişler! diye inledi.
Hemen tepenin ardına kaçarak böğürtlenlerin arkasına gizlendik. Oradan jandarmaların, her biri bir kolundan tutarak cesedi bele doğru sürüklediklerini ve bir tekme indirerek aşağı yuvarladıklarını gördük. Taze külleri görünce, bir tanesi: 
-Bir çoban geceyi burada geçirmiş olmalı, dedi.
Silâh omuzda, asker adımiyle, sükûnetle uzaklaştılar.
Ufukta kayboldukları zaman, öldürdükleri adama bakmaya gittik. Bu, üstü paramparça, genç bir köylüydü. Yüzü parlak göğe çevrili, kolları açık, bacakları aralanmış, şaşkın bir tavırla yatıyordu. Bileklerindeki çürükler sımsıkı kelepçeler taşımış olduğunu gösteriyordu.
Ölünün başucunda ayakta duran Dişlek, birdenbire çömeldi ve adamın göz kapaklarından birini açtı:
-Gözleri yeşilmiş...dedi.
Sonra kalkarak ilâve etti:
-Savcı gelmeden buradan kaçalım!
Arkadaşım bütün köylüler gibi savcıdan korkuyordu; ama Baragan'da mahkemenin yerini tutan leş kargalarıdır."
Bu ve benzeri sosyal çarpıklıklar... Asıl "dikenler" demiştik ya, roman kahramanlarından Kostake şahidimizdir:
"-Asıl dikenler bunlar işte! Diken-türediler! Diken-canavarlar! Koskoca bir Baragan haline gelen bizim çok sabırlı memleketimizi kasıp kavuran bu cüzam!" (s. 56)
Kostake'ye Tudoritza da iştirak eder:
"-Kostake, dedi, memleketi zehirliyen bu yılan yuvalarına ateş vermek istemekte haklısın! O gün gelirse beni de yanında bil!.." (s. 57)
Baragan'ın Dikenleri'nde yapılan sosyal tenkitler romanın son sayfalarında daha bir belirgindir: Anayasal hakların talep edilmesi, Baragan'da, hatta Bükreş'te açlığın iyice artması, Boyarların (ağaların) sömürüsü, Jandarma'nın halka dönük saldırıları...
İşte böyle... Baragan'ın Dikenlerini en son 1 Haziran 2008 günü okuyup bitirmişim. Aradan bunca zaman sonra, benim bu roman üzerinden bir yazı kaleme almam şaşırtıcı gelebilir. Olsun varsın, şaşılsın...
Bu arada, yazımın başlığı ile yazım arasında bir uyum bulamayabilirsiniz. Hadi itiraf edeyim, amacım okuyucuyu yazıya çekmekti. Bir de, şunu söylemek istemiştim: Hınzırların çok akıllı hayvanlar oldukları bir söylenceden ibarettir...

FESTİVALDE ŞEMPANZE

Yılda birkaç kez semtimize uğrayan sirk, tek düze sürüp giden hayatımızı kısa süreliğine de olsa renklendirirdi.

Sirk günlerinin cazibesi en başta hayatımızın tek düzeliğini yok etmesindeydi. Başka şenlikli yönleri de vardı kuşkusuz. Mesela, yeni insanlar tanımış olurduk. Bu yeni insanlar sadece sirkte görevli bulunan yahut sirkin protokolüne davetli olanlar değildi. Zaten sirkin söz konusu şahıs kadrosunda fazla değişiklik olmazdı. Öyleyse, yeni insanlar lafı daha çok, şehrimize sirk geleceğini duyan çevre, hatta uzak diyar insanları için geçerlidir. Bunlar arasında da yüzüne aşina olduklarımız bulunurdu.

Şu halde sirk sayesinde bir yandan eski tanışlıkları pekiştirirken diğer yandan yeni dostlar edinirdik. Sirkin neşeli görünümler doğuran bir başka yönü, bize farklı hayvanları tanıtmış olmasıydı. Onların binbir çeşit huylarını, suylarını…

Hayvanları genellikle şöyle kategorize ederdik: Yetenekli olanlar, yeteneksizler, bir de yetenekli yahut yeteneksiz olup da bizi yanıltan, ters köşeye yatıranlar. Gerçi bizi yanılgıya itenlerin çoğu, genellikle bir sonraki yıl hatasını telafi ederdi. Biz böylece belki bir kez daha yanılırdık ama, bu kez başarıyı yakalamış olan hayvancağız kendisini ispatlamış olduğundan, onunla birlikte, onun adına sevinirdik.

Evet, anlaşılmıştır sanırım, sirk ekibinin 'hayvan kadrosu'nda da öyle ahım şahım bir değişme olmazdı. Hele hele hayvan cinslerindeki değişikliği neredeyse hiç görmezdik. Arslan, köpek,  yılan, papağan, güvercin, kartal, tavşan, şempanze …

Kimi gösterilere hiç ummadığımız hayvanlar da getirilirdi: Tilki gibi, çakal gibi, domuz gibi. Fakat bu nadirattan bir durumdu. Sirk sahiplerini böylesi bir tercihe sürükleyen neydi, onlar buna niçin ihtiyaç duyardı anlamazdık. Belki bunu fazla da umursamazdık. Fakat böylesi istisnai durumlarda, yani bu tür alanlar (sirkler) için ehil olmayan, dahası insanda 'itici tutum' oluşturan hayvanların sirke oyuncu olarak getirildiği vakitler, seyirciler arasında korku ve endişe katsayısı artanlar olurdu.

Burada, hayvan kadrosunda vuku bulan değişikliğin bir başka yönünden de bahsedebiliriz. Bu, modern toplumlardaki işbölümü anlayışından ilham alınarak uygulanan bir çalışma sisteminden ibaret olmalıydı: Tür içinde görev değişikliği. Sanırım yapacağımız şu örneklendirme değişikliğin niteliğini anlaşılır kılacaktır: "Kartal Fiyakaları" gösterisinin görevlisi, üç beş ay önceki kartalın adına "Kurtbakış" derken, şimdikinin adını "Haydutgöz" diye ünlüyor. Bunun gibi 'özel' değişiklikler çeşitli periyotlar dahilinde, başka hayvanlar için de geçerli olabiliyordu: Sözgelimi sirkin bir periyodunda "Geveze'" olan papağanı bir sonrakinde göremeyebilirdik. Onun yerini bu kez "Şamata" alırdı. Benzeri şekilde, 'Görklü' adlı aslanımız birkaç zaman sonraki sirkte görevini "Erkli"ye teslim ederdi.

Bu simgeler yığını hikâyeyi buraya kadar dinleme (okuma) sabrını gösterenler şahsıma şu soruyu sormaktan kendilerini alamıyor: Sirkte hiç değişmeyen, deyim yerindeyse sirkin demirbaşı olan 'Özel' bir hayvan var mıydı?

Vardı, diyorum onlara, şempanze elbet! Şimdiye kadar hep aynı şempanze getirildi semtimize. Gerçek adı 'Sahir'dir. Fakat onunla ilgilenen sirk görevlileri nedense -bize farklı bir numara mı yapıyordu?- her seferinde onu değişik adlarla çağırıyordu: Sahir, Şair, Şerir...

Ben de meraklar içindeyim, bakalım zavallı şempanzemizin adı bundan sonra ne olacak?

15 Kasım 2018 Perşembe

ASUDE'NİN AÇILIMI

Dernek kurdum Asude
Dalalete düşmüşlerden
Kurtulmak için
Allah için
Susayanlar için
Adalete.

Ankara, 6 Ocak 2018  

12 Kasım 2018 Pazartesi

ASKIDAKİ ŞİİR / Ekim 2018


Bu ay dikkatimizi çeken şiirler arasında Türk Dili dergisinde Gülnaz Moninova’nın “Hafta” ve Muhammed Yakubi’nin “Evim” adlı metinlerini en başta zikretmek istiyorum. Bu kısa şiirlerden “Hafta”, haftanın günlerine yönelik özlü teşbih ve teşhislerle sevimli bir hüznü ihtiva ediyor. “Evim” ise, rüya içre tecrit edilmiş evden bir dünyayı sunuyor bize…

Üç aylık Şarkî dergisinin bir arada yayımlanan 6-7. Sayısında Burak Tokcan’ın “Uğultu” adlı şiiri kelime tasarrufu, özlü anlatımı ve mecaz diline hâkimiyeti itibariyle dikkat çekiyor. Aynı dergide Güler Kalem’in “Urgan İlmeği”, Ömer Hatunoğlu’nun “Zamanın Uzağında” şiirleri taşıdıkları zihniyet unsurları bakımından ilgimizi çekti.

Üvercinka dergisinde Şükrü Çiftçi’nin “İki Nehir Arası” şiiri de gerek göndermeleri gerekse şiirsel sözdizimine verdiği önem açısından kayıt altına alınmalıdır.

Ekim’de ilk sayısı yayımlanan iki aylık Kanon 2010 dergisinde Eray Sarıçam’ın “Savunma” şiirini zamanımızın kimi sosyal meselelerine yönelik göndermeleri bağlamında okuyoruz. Aytaç Ars’ın “Bol Ç’li bir Uçkur Çukuru” ve Mert Mevlüt Gökçe’nin “İlişkin Detaylar” adlı şiirleri de keza aynı gerekçelerle dikkatimizden kaçmıyor.

İtibar’da Mehmet Narlı’nın “Özler” şiirini iç dünyamıza verdiği kederli ferahlıktan ötürü sevdim. Örgüsü de iyi yapılmış bu metni koynunuzda taşıyıp arada bir okuyabilirsiniz…

Yedi İklim dergisinde Abdullah Yalın Karadağ’ın “Hastalık” başlıklı şiiri de güncel göndermeler çerçevesinde iyi dizeler ihtiva ediyor. Mim koyma sebebimiz aslen bu…

Bütün bunlardan sonra, gelelim bu ay askıya çıkaracağımız şiire. Bu, Yedi İklim’de, Hikmet Dündar’ın “Yorgun” şiiridir. “Yorgun”u, şiir işçiliğini hem dil hem de biçim bakımından ustaca gerçekleştirdiği için askıya çıkarıyorum. Buyrun, okuyalım:



YORGUN

Hepinizi dinleyeceğim önce sessizlik
Şakaklarımın ağrısına mermi süreyim
Kendi iliğimden dokudum bu kilim kesik
Yıkılmış eyvanımın neresine sereyim

Topuğumda sızıyla kapaklandığım dünya
Denizleri dehleyen yangınımı suvarmaz
Kalbimiz kuş kalbi heyhat! kanatları katran
Taşlardan kaynayan su kanatlarımı yumaz

Kürtüklerin altında ığıl ığıl nehirler
Kasvetin enediği şehirlerden kaçıyor
Bizim de heybemiz hazır şikâyetimiz yok
Lakin zamansız ölüyoruz güzel durmuyor

7 Kasım 2018 Çarşamba

GÖLGE ŞAİR TASARILARI

1
“Oligarşik edebiyat, kanonik edebiyat, resmî edebiyat… Son zamanlarda bu silsileye havuz problemi de eklendi. Ortak paydaları ‘mitos enkazı’ barındırmaları. Ben, bu enkazın tahakkümü karşısında ıslık çalanlardan biriyim. Konuşmanın imkânsızlığını sınıyorum. (Jaques Quartues)
2
“Maruzların ve mağlupların tahkim edilmiş sefaletlerinin ruhuyla özdeşleşti şiirim. Onların hallerinde ve dillerinde vâki olan seğirmeler bende telaffuz buldu. Yasaklı söz, zamanın biçareliği, içsel eninler, ölümüne mahkûmiyet ve mahrumiyetler bu telaffuzla âşikarlık imkânına kavuştu.” (Johannes Lupigisis)
3
“Sanki en eski atalarının izlerini sürüyorlar onu bu hale getirenler. Çiğ et yiyen bir kurum. İntihar vak’alarını artıran, hapishane doluluk oranlarını tepe noktaya çıkaran, olağan olan hayat standartlarına deli gömleği giydiren hep o. Tacizkâr bir yapı. Orman ülkesi vasatları. Kusura bakmayın, Galler yenilgiye uğruyor.” (Charles Martell)
4
“Kral Carolus’a tam olarak bağlananlar ile ona bağlılık yemini ettiği halde bu yemine sadakatten sinsi bir şekilde kurtulmak isteyenlerin hayatı rölantiye aldıkları zamanlardaydık. Bunların dışında bir de zihinlerindeki korku dağı ile ömür sürmek zorunda olan ötekiler vardı. Bu vasatta Kral Caralus adına düzenlenen ‘Hasat Şöleni’ planlanandan uzun sürdü. Uzamanın ana sebebi, şenlik şairlerinin işgüzarlıkta haddi aşmaları, kaside yazmak bahsinde birbirleriyle isdik yarıştırmaları idi. Bense ekmeklerine korku ve kaygı mayası bulaştırılmış olanların şiirini yazmakla meşguldüm.” (Felix Einhard)
5
“Bir sürü lastikli laf… Batılılar iplerini iyice geriyorlar. Kuzeyde pusuya yatmış, kıstırmak için fırsat kollayanlar… Batıdan, doğudan, güneyden, kuzeyden, gökteki yıldızlardan, tahminen cehennemin diplerinden çıkıp gelecekler, boyun eğdirecekler. Nice düşmanla kuşatılmışız, aman aman… Hayatımızın tek amacı var, bunlara çalım atmak, hayatta kalmak. Kendimi bildim bileli böyleydi krallarımızın söylevlerinin ana gövdesi. Yorgo Seferis bu günleri görseydi Barbarları Beklerken şiirine yeni versiyonlar eklerdi.” (Kakir Kundurachiyan)
6
“Şiir kimleri dikkate almaz? Buyurganları, hiza verenleri, bunların emir erlerini, zincirlerini… Gölge adamları, yalan söyleyenleri, küfredenleri, hakikati örtenleri. Güya korunaklı mahfillerde oturuyor olabilir onlar. Fakat şu muhakkak: Allah’ın eli her yeri tahkim eder. Şiirim böyle bir bilincin eseri. Makul öfkeli. Edepsizliğe batanları, müptezelleri tedip eder.” (Şair Efşrefzâde)
7
“Kimdim ben? Son yıllarda kendime en çok sorduğum soru bu. Evet, bir şaireydim. Fakat başka şeylerdim de. Okumuş genç bir kız, çiçeği burnunda bir avukat, nice cinayetlere tanık bir kadın, ay yolculukları hayalcisi, aşkta hüsranlar yaşamış, aynalarda gelecek tasarlayan... bir insan. Aralarda doldurulması gereken boşluklar var ama vazgeçtim bunları anmaktan. Birisi hariç: Haşmetli imparatoriçe hazretlerinin tutsaklarından dalgalar halinde ve kabararak gelen çığlıklara duyarsız kalmış birisi, korkudan… Sahi, şaire olabilir miydim ben? (Leyla Adelperga)
8
“Bugünlerde imanım sarsılıyor sık sık. Sanki bir kavak yaprağında salınıyorum. Ovid’in mitosu geliyor aklıma, puta tapanların gettosu. Phaeton muyum sanki ben, güneşe yolculuk tasarlayan? Ateşe tapamam, tamam, lakin bu halde Allah’a da yalvaramam. Böyle diyordu Ermiş kişi. Öldü ve dirilmesin diye üstünü mermerle kapattı Milli İnkıraz Dairesi mezarcıları.” (Charles İnigarda)
9
“Muhterem Aichiunus, -ki Kralımız Hazretlerinin Krallık Okulu’nda müderris olma teklifini reddetmişti- şu soruyu sormuştu beni iyice süzdükten sonra: ‘Niçin hep kederlidir çehren Gunderic? Hangi denizde bıraktın sevinçlerini?’ Ruhsal durumum ve geleceğim konusunda kaygılı olduğumu söyledim. Kralımız adına evsiz ocaksız bırakılanların denizinden bahsettim. Şiirimin de beni bu karanlıktan dizeler devşirmeye mecbur kıldığınısöyledim. Aziz Hocam sükutla karşılık verdi bana. Sükutundan inleyiş feryatları geliyordu.” (Wolfgang Gunderic)
10
“Şairlerin siyasal süreçleri tahfiften ikmale kaldığı başka bir dönem var mıydı? Tekilliğin yittiği, şahsiyetin bittiği böylesi başka bir çağ görülmemiş olmalıydı. Geçmiş zamanların vesayetinde birkaç şuurlu ses duyulurdu Allah var. Bu çağın şairlerini ne yapmıştı da pusturmuştu yeni efendileri? Oğullarını küreğe mi mahkûm etmişti? Gelinlerini hazineye sekreter mi seçmişti? Filozof Yevgeni Petroviç, akademi kapısından sokağa doğru adım atmaya hüküm giydiğinde bunları düşünüyordu.” (Mihail Viktoriyeviç)

(İlk önce Sebîlürreşad dergisinde yayımlandı.)

Serinin devamı için tıklayınız:

6 Kasım 2018 Salı

EDEBİYATTA OTOMATİK İSTATİSTİK

İçinde "Kızılay metrosu köpek kulübü" ve "Yunus Emre" geçen şiirimi bir anket ve istatistik çalışmasına tabi tutulmuş buldum.
Sanki doğal bir süreçten bahsediyormuşum gibi, buldum, diyorum. Fakat bile isteye bir fiil yok ortada. Evet, şiiri yazan, sonraki zamanlar içinde peyderpey dergilere gönderen benim. Fakat amacım bir araştırma konusuna hayat vermek değildi. 
Derdim, yazdığım şiiri bir an önce yayımlatmak, içeriğinde söylediğim esaslı şeyleri bir an önce kamuoyuyla paylaşmak, böylece metnimde dile getirdiğim hassasiyetleri matbu olarak kayıt altına almaktı.
Sızılar damıtan şiirim vasıtasıyla belki birkaç vicdanın gönlünde yer eder, onların kanayan ruh yaralarını okşar, onlara, kendileriyle hemdert olan bir şair varmış hissini verebilirdim. Belki…
Olmadı. Bilgisayarımda dosyadan dosyaya, e-posta servisimde dergiden dergiye taşınan şiirim, bir türlü okurla yüz yüze gelemedi. 
Okudularsa ne âlâ, fakat pek çoğu yanıt verme ihtiyacı bile duymadı. Zira her birinin kendinden menkul tabakhanesi vardı ve orada görülecek nice işler onları bekliyordu.
Üstelik bir şiirle ilgili kanaat bildirmek, bir dergi editörü için, ne kadar banal bir edimdi. Eylemsizlik hali, en iyisi. Böyle bir tutum, baş da ağrıtmazdı kısa vadede, hazretlerde.
Oysa, ortalamanın altında birikim sahipleri olarak hemen hepsi için bir hayli kapalıydı şiirim. Mesela insanla elektronik bir ses cihazı arasında bağ kuran bir adı vardı. Bu başlığa bakıp, “Ne âlâka, insan, mikrofon?” demiş olabilirler miydi?
Sonra, “sanal âlem” lafzı geçiyordu, bu âlemin işgal edildiğinden dem vuruyordu şiirimin ilk dörtlüğünde. “İşgal”, ne de olsa tehlikeli bir şeydi. Üstelik bu “işgal” kelimesi, bir sonraki dörtlükte “dipçik” ile destekleniyor, vurdulu kırdılı bir metaforlar halesi vücuda getirilir gibi oluyordu.
Şiirimde ortalamanın altındaki zihinler için korku ve tehdit uyandırabilir başka metaforik unsurlar da var mıydı? 
Şunlar mesela, zihinlerde vesvese doğurabilir miydi: “Köpek kulübü” (Kulübesi mi yoksa?), “Haydar”, “sıkandal”, “kamusal alan”,  “ihanet”, “Karşı-melodi”, “Occopy”?..
Yoksa, Antonio Negri ile Yunus Emre’yi bir şiirde buluşturmuş olmam, endişeye mi sebebiyetti? 
Şu veya bu sebeple, üçü yahut beşi, fakat tamamı resmen yayın dünyamızın merkezinde bulunan herhangi bir edebiyat dergisinde bu şiirim yer alamadı. 
Bütün bunlardan sonra elimize istatistikî bir sonuç geçti: “Fare Josephine” gibi Kafkaesk unsurlar taşıyan, vasatı kışkırtan, vesveseliyi kuşkulandıran,  dahası şehrin yer altlarında yazılan (Metroda yazılmıştı, cidden!)  bu şiir, handikaplara yol açmış olmalıydı. 
Üstelik bu durum yeni bir şey de değildi. Benzerleri yirmi yıl önceki karmaşık günlerde de gelmişti başıma, otuzbeş kırk yıl önceki sancılı dönemlerde de…
Her neyse, kaydımızı düşelim. Şiirim aşağıdadır: 

"İNSAN MİKROFONU"

Çoksunuz ve yayılıyorsunuz ya
Çılgınız ve çalışıyoruz biz de
Sanal âlemleri etseniz de işgal
Kalbimiz küt atar direniriz de

Siz dipçik ve sair siz cümle silah
Kızılay Metrosu köpek kulübü
Kulübesi tabî Haydar besliyor
Haydar değil susuyorum esrar var

Sıkandal peşine düşün haydi bir
Elinizde delil işte bu şiir
Kamusal alanı siz işgal edin
Ettiniz de zaten bu ihanettir

Söylesin son sözü Antonio Negri
“Karşı-melodi”ydi açık tenkîdi
Size kalsak Yunus bile çok eğri
Fare Josephine mi demiş Occupy?!.

Ankara, 29 Şubat 2018!

"İNSAN MİKROFONU" işbu yazıdan kısa bir süre sonra İstanbul BirNokta dergisinde yayımlanmıştır.