11
“Kimileri dehşet verici cazibelerin düşkünüdür. Cazibelerin meczubudur demeliydim. Bunlar, cazibenin hazzıyla vahşi sınır ihlallerine girişirler. Kendi ikiz kulelerini vurmak gibi. Kendi beyinlerine sıkmak gibi. Çocuklarını cami önlerine bırakıp kaçar böylesi canavarlar. Sınır boylarında insan safarisine girişirler. Denizlerinden ölü eksik olmaz. Müthiş bir ölü toplayıcılık. Ruhları ölüdür asıl. Savunma mekanizmaları da tıkır tıkır işler: Her bir belalı işimiz için bir başka bela savucu peşindeyiz. Boyuna günah çıkarıyoruz. Bu bizim katharsisimiz. Şiirde bunu denemek zor olabilir. Kimi şairlerin söz konusu fiillere göz yummaları, göz yummak bir yana, bu can alıcı hallere alkış tutmaları, onlar için kötü şöhret olmaktan öteye geçmeyecek. Müteşairane sefihlik.” (Cemali Sâyegah)
12
“Hır gür edebiyatı var, malum. Aktüalite bu edebiyatla nefes alır verir. Politika kazanları bununla kaynar. Gündelik hayatın ana yakıtı hır, gür. Medya pazarlamacıları, kamuoyu tasarımcıları, topluma hiza biçen bilumum taktik terziler. Kumaştan çalacaklardır, bunsuz olmaz. Söze sirke katacaklar, arı namus, namussuzluğu haya olarak pazarlayacaklar. Kazan kazan ilkesi diye tutturdukları menzil, buraya çıkacaktır. Bir nevi ibadet ticareti. Savaş meydanlarına doğru tatile çıkın, para harcayın diyordu Baba Bush ve ekliyordu, gerçek vatansever sizlersiniz. Kötü ahlaklı gassallik mi yoksa bunların kalpsizlik etiketi? Zihinlere fiske vura vura teneşire mi çağırıyorlar kitleleri?” (Ezra Ozick)
13
“Özgünlük arzusudur şairi diri tutan, eylemci kılan. Alışılmadık çağrışımları çağırması, girilmedik alanlara girmesi, duyulmadık tınılar bestelemesi hep bu yüzdendir. Öte yandan, onu mahkûm etmeye çalışan bir karanlık zihin hep fırsatını kollayıp durur: Standartlar Enstitüsü. Şairi ve eserini bir meta, kolay tüketilebilir bir ürün, bir eşya şeklinde kodlayan ve resmî olanı yanına alan bu edebî terör teşkilatı, elbette had bildirilebilir bir mekanizmadır. Özgünlük avcısı şairin, o yapıya karşı gösterdiği etkin isyanlar bunun için yeterlidir. Vicdan sahibi bir asiydi Wordsworth, yeterli olanı yaparak yaşadı.” (Theodore Milton)
14
“Heinrich Von Kleist’in kıssadan hisseler sunan Michael Kohlhaas anlatısında yer alan at cambazı sanki 16. Yüzyıldan bir uzun atlama ile atlamış, çağımıza inivermişti. Hem de sürü sürü. Kohlhaas’ı olağanüstü birisi olarak tanıtıyor bize Kleist, “otuz yaşına kadar tam bir erdem timsali sayılabilirdi.” Demek ki artık sayılmıyor. ‘… karısının kendisine verdiği çocukları çalışkan ve dürüst olsunlar diye Tanrı korkusuyla büyüttü; onun cömertliğine ya da iyi kalpliliğine minnettar olmayan tek bir komşusu yoktu.’ Şimdi minnettar olan kalmadı demek ki. ‘… gelecekte insanlığın hürmetle anacağı bir insan olmak üzereydi.’ Demek ki hayırla yadedilme çağına ermeye ramak kala bir çuval inciri berbat etti. Ne oldu da Kohlhaas, şer bataklığında debeleniyor? Kleist trajik bir cümle kurmuş Kohlhaas’ın akıbeti için: ‘… adalet duygusu yüzünden bir hırsız ve katile dönüştü.’ Aynı cümleler için bin bir takla atmaktansa, iktibas sanatına yaslanıp, bizim çağın Kohlhass’larının kulağını bükeyim istedim. Biz şairler, yazı yazmaya zorlandığımız zamanlarda bu tür hilelere müracaat etmesek keşke.” (Thomas Mailer)
15
“Bazıları şiire soyunur alet edevat üretir. Koltuk takımları, sırt yastıkları, matkaplar, banyo dolapları, havlu makineleri, barbeküler, mangal maşaları, penseler, İngiliz anahtarları, avizeler, ampuller, oraklar, çekiçler, dikiş makineleri, traş bıçakları, tiraj sayaçlar… Bazıları değil, bazı şairler. Bu şairlerdir şiiri kamu hizmet dairesine mahkum edenler. Akıllarınca Cornell’in, Kaczynsky’nin kutularını çoğaltıp yaldızlı bombalar patlatacaklar. Oysa onların bu mukallitçe girişimi ancak tek kullanımlık cila olabilirdi yahut ses gazı.” (Bill Breton)
16
“Total imha. Halden hale geçiyoruz. İmhadan imhaya. Şimdilerde o haldeyiz, total imha çağında. Şiirsel hale savaş açmış olan bu çağ, kimi zaman adli, inzibati; kimi zaman ekonomik yahut elektronik hapishane görselleriyle tehdit eder şairi. Totaliter bir süreç. Şair artık sadece rehinedir. Geleceğe ve kitlelere göz kırparsa, gereği yapılacaktır. ‘Şimdi’ye ise temas etmesi kesinlikle yüksek riskler içerir. Bu yüzdendir âkil şairlerin mecazî sondajlar yapıp durmaları. Az biraz umutsuzdurlar, çokça yalnızdırlar.” (Rupert Langford)
17
“Bizim yeni sözler söylememiz karşısında panikleyen (Pan Hazretlerinin ruhu şad olsun!) madrabazlar anlaşılmadık sesler çıkarıyormuş: Homurtu! Bizim berraklığımız onlarda üfürükten gürültü şeklinde tepki doğurmuş. Ne çirkin hamilelik. Taş doğursaydık da, baş yarsaydık teranelerine tutulacakları kesin. Mephistopheles’e çırak durdukları zannediliyor. Boşuna sanat tahsili. Boşuna debelenme. Şiirimiz onları çıldırtır.” (Fyodor Slaboviç)
18
Aşılmaz gibi görünen bir karanlığın içinde nabız gibi atarak akan bir ışık... Bu cümleyi Frank mı kurdu yoksa Jody mi, farketmez. Hatta birer esin kahramanı olarak Karanlığın Yüreği'nde Kurtz yahut Conrad... Önemli olan böyle bir cümlenin, an itibariyle bizim de melul mahzun yol aldığımız katarın içindeki tünelde okunabiliyor olması. Ya okuyamasaydınız?!. (Bedran Edaletpour)
19
"Fotoğraf sanatına meraklıydı. Çektiği fotoğrafları zaman zaman süreli yayınlarda sergiliyordu. Haşmetli Hazretlerinin bu tutumu bir takım sanat çevrelerinde takdirle karşılanıyor, övgülere mazhar oluyordu. Oysa Mutantan Efendimizin fotoğrafları hep aynı temaya göndermeler yapıyordu. Aylar, mevsimler değişiyor; kışlar baharlara erişiyor fakat fotoğrafların teması değişmiyordu. Mezarlık siluetleri, cenaze arabaları, tabutlar, mezar taşları, mezar taşı kitabeleri... Deklanşöre ölümüne basıyordu sanki. Fotoğraf makinesiyle ölüm kusuyordu. Parmak basılması gereken bu hususa ne fotoğraf sanatı yorumcuları ne psikologlar, ne şu bilim yahut kültür adamları iki çift kelam ediyordu. Bir şair olarak bir bukle yaşama sevinci şiiri sunabilseydim keşke. İşin kötüsü ben de sanrılar denizine düşmüştüm." (Jackie Wukong)
20
Pek şairaneydi. Jeremy Bentham'ın muhtemel kule neferi için geçerli değildi tabii ki bu haz. O nefret ederdi herhalde. Elias Canetti'nin tasarladığı zalim Vali Seitz de duyamazdı pek tabii ki benim duyduğum şiirsel ürperişi. Duysa, bu sese karşı bir hileye girişebilirdi. Bense, Adliye Sarayı'na bir ırmak olarak akıp duran sesi duyuyordum işte. Üstelik şiirsel ses diyordum. Bu seste coşku vardı, sevinç vardı. Kaygı vardı bu seste, korku vardı. Bu seste heyecan doruktaydı. Bir şelale miydi, dizi dizi insan seli mi, muhayyel bir esinti mi? Irmağın suyu gittikçe kabarıyordu. Şiirin dozu hızla artıyordu. (Marcel İannucci)
Şairler
iki ana kategoriye ayrılmıştı. Esrikler ve meczuplar. İmanı ve aklı iptal etmiş
bu kanonik camiaların üyelerinden günün yahut gecenin şiirini bekleyemezdik.
Dili eğip büküyorlardı, doğru. Yenilik peşine düştüklerini ileri sürüyorlar, bu
bağlamda belirli bir geleneğe yaslanmayan materyaller üretiyorlardı. Fakat
ortaya çıkan ürün sanki bir sayıklamadan arta kalanın tezahürüydü. Bu ise
devrimize ruh üfleyenlerin hoşuna gidiyordu. Böylece çağdan çıkılmış oluyordu. Bir
iptal devri. Acayip. Böyle dedi ve geliştirdiği alternatif söyleme örnek olacak
bir metin okumak istedi şair Kidnet. Sonra? Sonrası yok. (İlango Kuruntokai)
Serinin evveliyatı için tıklayınız:
Serinin devamı için tıklayınız:
Serinin evveliyatı için tıklayınız:
Serinin devamı için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder