Şair arkadaşın evini terk ederken gözüm ister istemez saatime ilişti.
Bazıları bu vakti sabahın körü olarak adlandıra bilirdi, evet, akrep ile
yelkovan tam tamına 05.05’i gösteriyordu. Rakamların dizilişindeki bu gariplik,
yine bazıları için esrarlı anlamlar taşıyabilirdi. Ben ise bu şehirde ilk kez
sabahın seher vaktinde yapayalnız sokağa çıkıyordum ve korkuyu yüklenmiş
ürpertiler içindeydim.
İçine uyandığım sabahın hemen öncesinde, ben geç denilebilecek saatlerde
uykuya yenik düşerken, şair arkadaşım gözünü kitaplara teslim etmiş, uyumamaya
söz vermişti. Kendisi vakit girer girmez sabah namazını kılacak, sonra uykunun
kucağına yuvarlanacaktı. Ben ise ezan saatinde kalkacak, salâtımı idrak edip,
yola çıkacaktım. Dolayısıyla birbirimizi göremeyecektik. Öyleyse şimdiden
vedalaşmalıydık.
Kapıyı kapayıp merdivenleri adımlamaya başladığımda, İstanbul’un
hengâmesini dert ediniyor, bu zorlu rakiple sürekli olarak içli dışlı kalan
şair arkadaşım ve onun gibi bu şehre teslim olmuş diğer şair dostların
halleriyle ilgili birbirine zıt hayaller kurmaya başlıyorum: Tatsız veya zevkli
bir hayat? Koşuşturup durmalar yahut sükunet ülkeleri? Sadece şairini sağaltıcı
bir şiir yahut genele dönük şiirler?
Bu ve benzeri kurgular şehrin içine karıştıkça başka hususlara bırakıyor
beni. Mesela, şehrin ruhuyla ilgili düşüncelere…
Ben şehirleri yürüyerek gezmeyi seven birisiyim. Bu sevgi İstanbul için de
geçerlidir. Kuşku duymayın, adımladığım coğrafya şehre asıl kimliğini veren
bölümlerdir. Mesela, dün, günün büyük bir dilimini böylesi bir gezintiye
ayırmıştım: Yenikapı’dan başlayan güzergâhım, Kumkapı, Eminönü, Sultanahmet,
Beyazıt’a uzanıyordu. Küçük bir moladan sonra, sırf Sezai Karakoç’un mısralarını
yerinde terennüm edebilmek için, akşamüstü (gün batarken belki, evet vakitsiz,
fakat ne çıkar?) Şehzadebaşı’na uğramıştım: “Yerleşecek yer aramak/ Camiinin
avlusunda/ Soğuk bir taşa oturmak/ Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda”
Bu sabah ise Üsküdar ile Harem arası sahili adımlayacağım. Zihnimde kurguya
göre hareket edersem, ortalama iki saat sonra, şehrime, beni dört gözle
bekleyenlerin beldesine yol alacak bir otobüste olabilirim.
Üsküdar meydanında bir sabahçı kahvesi yahut çorbasını hazırlamış bir
lokanta arayalım şimdi de… Bahtım hangisinden açık?
Çorbamı yudumlarken bu kez zihnime, eşzamanlı olarak maceralarını okumakta
olduğum iki muhayyel kahramanın hücumu başlıyor. Birincisi, Danny Boodmann T. D. Lemon
Bindokuzyüz. Kısaca, Bindokuzyüz diyoruz ona. Alessandro Baricco’nun kahramanı.
Atlantik’teki bir gemide ‘kimin nesi’ olduğu bilinmeyen bir vaziyette hayata
gözlerini açan ve sonra… Ve sonrası ayrı konu… 62 sayfalık yoğun bir hayat,
ilginç bir roman. Alt başlık: ‘Okyanus Piyanisti Efsanesi’. (Can Yay., 2007)
İkinci kahramanım Beyhûde. Lütfen A. Vahap Akbaş’ın tek hikaye kitabı Ayna
ve Suret (Konak Yay., 2003)’teki “Ey
Çerh-i Sitemger”e bakınız.
İki hayal kahramanı, bir de ben, üç kişi iç içe geçiyor, hepsi çorba
içiyor…
“Bindokuzyüz, niçin karaya inmiyorsun?” “Otuz iki yıldır görüyorsun denizi
be, Bindokuzyüz.” “Gemiyi dinamitle doldurmuşlardı ve er ya da geç denize,
açıklara süreceklerdi, son noktayı koymak için: bom!” “Bindokuzyüz’e gelince:
İnmedi. Evet, karaya inmedi.”
Kıyıya varıyorum, denize… Yükselen beton binalarla gittikçe kirlenen
“kent”e karşın Boğaz hâlâ sakin…
Beyhûde’nin hayatı da pek farklı değil. Hayattan kovulmuş, fakat barışık!
“Nev-i şahsına münhasır” diyor hikayenin öğrenci anlatıcısı onun için. İşten
atıldığı günler, anlatıcımızın Lâleli’deki öğrenci evine geliyor. A. Vahap
Akbaş, Beyhûde’ye hayat verdiği bu hikaye için bir İznik seyahatimiz sırasında
“İlk hikayem” dememiş miydi? Beyhude’nin halleri fecî! Hele ölüm hali!
Fakat daha fecî şeylerle karşılaşıyorum kıyı boyunca. Üsküdar’dan öteye
gidiyorum ya, facialar beri tarafa geliyor…
Facialar: Asık yüzlü insanlar güruhu! “Yaşam boyu spor”a bulaşmış olanların
biçare suratları, hele hele orta veya ileri yaşta kadınların oluşturduğu
“yürüyüş kolları”…
Sahi, niçin hep mutsuz, umutsuz, bitkin görünümlü bunlar?
Oysa gün daha sabah ve yapıp ettikleri sadece spor!
Üsküdar’dan öteye Harem’e doğru giden benim halimi merak ediyorsunuzdur
şimdi siz!
Ben de uykuda bıraktığım şair arkadaşımın halini merak ediyorum: Ne zaman
uyanacak?
Dilimde bir İstanbul türküsü: “Mavi giyme tanırlar/Seni yolcu
sanırlar/Geçme kapım önümden/Seni benden alırlar// Hani benim Recebim/Sarı lira
vereceğim/Almazsan karakola gideceğim…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder