12 Mart 2019 Salı

DAKTİLOMUN TIK TIKI…

“Kara kara kartallar karlı kara tarlalar ararlar.”
Tık tıkı tık tık tık tıkı tık…

Biz Ticaretliler için o olmazsa olmazlardan biriydi. Benim böyle bir okula gittiğimi bir vesileyle öğrenen Almancı bir yakınım, yaz tatilini geçirmek için memlekete gelirken, bavuluna portatif bir daktilo da yerleştirmişti: “Olympia Traveller De Luxe”…

Kendinden kapaklıydı, beyaz kapağı siyah kulpluydu. Makinemin kendisi ise turuncu ve beyaz renklerin hâkim olduğu kaplamaya sahipti. Üst örtüsü turuncuyken, yanlarda ve tuşlarda beyaz renk kullanılmıştı. Tuş takımının üstündeki harfler siyahla yazılmıştı. Siyah rengin daha yoğun göründüğü aksam ise plastik silindirdi. Satır arası kolu ile harf çubukları ise, metalden mamuldü ve kendine has bir parlaklığı taşıyordu…

Bu daktilo, benim ilk ve son daktilomdur. ‘İlk’lerin güzelliği kadar, ‘son’ların da kederiyle kaderimde yeri vardır. Bunu, anlatacağım…

***
Balıkesir Ticaret Meslek Lisesi’ndeki Daktilografi dersine ilk girişimiz bir ibadethaneye girer gibiydi. Bu ders için ayrılan büyük sınıfta her öğrencinin hizmetine amade tutulan büyük daktilolar bizi bekliyordu. Her birinin üstü meşin bir örtüyle örtülüydü. Dersin ilk konusu, bu örtüleri daktilonun üzerinden nasıl alacağımız, nasıl katlayacağımız, masamızda kendileri için ayrılan bölmeye nasıl koyacağımız üzerineydi. Bu iş, her bir öğrenci tarafından sonsuz birer tazimle gerçekleştirilmiş olmalıydı.

Sırasını karıştırabilirim, başlangıç derslerinde doğru oturuş, elleri tuşlara yerleştirme, vuruş tekniği gibi işin başında sıkı sıkıya öğrenilmesi ve her daim uygulanması gereken hassasiyetlerin üzerinde de durulmuş olmalıdır. Tabii bunlara daha teorik konular da eklenmiş, mesela, yazının tarihine, yazı makinesinin geçmişine doğru bir yolculuğa çıkılmıştır. Ve nihayet, daktilonun kısımları: klavye, şaryo, gövde, vb…

Daktilografi dersinin ilk haftalarında makineye kağıt takma, marj ayarları, satır arası ayarları, vb. hususları da öğrendikten sonra, sol el parmaklarımızı UİEA, sağ el parmaklarımızı ise KMLY tuşlarının üzerine yerleştirmenin sırası gelmişti. Türkçe klâvyede (F Klavye) bu harflerin bulunduğu sıraya temel sıra derdik. Temel sıradaki bu harflerin üzerine yerleştirdiğimiz parmaklarımız başparmaklar dışında kalanlardı. Her iki elin başparmağı ara çubuğuna vurmak için boşta kalırdı. Böyle bir vaziyette, daktilomuzun şeridinden kâğıda yapışan ilk harfler sırasıyla “aaa…” “kkk…” olmuş, sonra şöyle hecelere dönüşmüştü: “ak aka akak kak akka akak…”

***
Merak etmeyin, Daktilografi dersinin müfredatıyla doldurmayacağız bu yazıyı. Bu doğrultuda bir ilginin taliplileri işini bilir, gidip bir sahaftan en kullanılmışından ikinci el bir Daktilografi kitabı alır, meseleyi halleder. Bu yolun salikine tavsiyem eğer bulabilirse saman kâğıda basılmış Muzaffer Okutan imzalı olandır: “Daktilografi Öğretimi”. Bu kitabın yeni baskısı yakın tarihlerde yapılmış olduğundan işiniz kolay görünüyor. Fakat Hüsnü Varlık’ın “Daktilografide Bakmadan On Parmak Metodu ve Tatbikatı” yahut Vehbi Taş’a ait “On Parmak Daktilografi ve Yazışma Kuralları” sanırım bulunabilir cinsten eserler değildir. İşi yokuşa sürmeyelim, gelin siz İsmail Talınlı’nın “Daktilografi”siyle yetinin! Eh, elinizde bir kaynak bulunduğuna göre, artık işiniz kolay. Sıra tuşlara bakmadan on parmak yazma çalışmaları yapmaya geldi, buyurun…



***
Bu bir sabır işidir. Ben bu sabrı gösterdim ve gitgide süratimi artırarak Daktilografi dersi imtihanlarından yüksek puanlar aldım. Kuşkusuz, başarımda asıl katkı, evde her daim elimin altında bulunan Traveller De Luxe’ündü. Zira, sadece okuldaki ders saatleriyle daktilo keyfiyetini geliştirmek mümkün değildi.

Tabii ben güzel makinemle sadece Daktilografi dersinin icabı olan çalışmaları tıklamıyordum. Başlangıçta evet, sadece onları kâğıda yansıtıyordum, ama sonraları?

Yeteneğim geliştikçe, süratim arttıkça başka şeyler de yazacaktım tabii ki daktilomla. Mesela derslerimi çalışıyordum. Bu da iş mi? Değil tabii. Fakat şu iş: Yazdığım şiirleri, karaladığım hikâyeleri yavaş yavaş Travaller De Luxe’ümden teksir kâğıtlarına çekiyordum. Laf aramızda, benim ilk eserim böyle bir tomar teksir kâğıdına daktilomla tek tek yazarak oluşturduğum tek nüshalık kitabımdır ve hâlâ elimin altındadır…

***
Gazete ve dergilerde yayınlanmış ilk yazı ve şiirlerimi de bu daktiloda yazarak göndermiştim. Oluşum dergisi, Amatör Sanat dergisi, Bulvar, Yeni Asır ve Yazko Somut gazeteleri ve şimdi hatırlayamadığım pek çok taşra mevkutesi, benim bu daktilomun şeridinden akseden eserlerimle şenlenmişti!

Şenlik, ah o şenlik. Ne yazık ki daktilomla benim şen günlerim çok uzun sürmedi. Kederli son demiştim ya, işte o günler gelmişti. Liseyi bitirmiş, İzmir’de edebiyat okumaya gitmiştim. Alt sınıfta birkaç ders kalsa da ikinci sezonu yaşıyordum. 1984. Benim 1984’üm!..

İkiçeşmelik’te tek başıma bir hüzünhanede kalmaya başlamıştım. Fırsat buldukça daktilomla, mezuniyet aşamasına gelmiş öğrencilerin bitirme tezlerini yazıyordum. Elime üç beş kuruş da geçiyordu böylece.

Olacak ya, işte oldu: Yazdığım tezlerden birisinde bir şeyleri eksik bırakmışım. Yakın arkadaşlık kurduğum bir grubun üyesiydi tezini yazdığım öğrenci. Talep etti, daktilomu ödünç istedi. Verdim.
………
Günler geçti; geceler de… Haftalar, aylar hatta… Daktilom gelmedi…

Niye gelmedi? Emanete hayınlık değil!

Arkadaşımın evini, o yıllarda sıkça olduğu üzere, polis basıyor. Arkadaşımla birlikte daktilom da emniyete gidiyor. 12 Eylül darbesi sonrası, o daktiloyu “Emniyet”ten (!) kurtarmak mümkün mü? Kalıyor öylece…

Daktilomla ayrılığımızın hikâyesi böyledir. Dediğim gibi, kederlidir bu ayrılığın hikâyesi… Pek tabii, görünmez kederleri, ince içlenmeleri, için için ağlamaları yaşamak benim kaderime düşmüştür… Öyledir…

***
Yaşamayı hatırlamak katına çıkaran kimi gelişmeler olmasa, yaralar da tazelenmeyecek. Şimdi, daktilomla benim gönül maceramı hatırlatan, böylece kederli ‘son’u bir kez daha yaşatan bir başka ‘son’a geldi sıra: Bu bir haber…

“Dünyanın son daktilo fabrikası kapandı. Hindistan’ta bulunan Godrej and Boyce adlı fabrikanın yetkilileri, ellerinde kalan birkaç yüz daktiloyu da sattıktan sonra üretim yapmayacaklarını söylediler.”

İnsanlığın daktilodan tamamen vazgeçtiğini söyleyen bu haber, başkalarını bilemem, beni mahvetti. Bu yazı o mahvoluşun hâl-i pür melâline nişanedir…

Tam da bu noktada, işte, daktilomun sesini hatırlıyorum yine:

Tık tıkı tık tık tık tıkı tık…

“Kara kara kartallar karlı kara tarlalar ararlar…”

İlk kez Milli Gazete'de (2 Haziran 2011) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: