Tık tıkı tık tık tık tıkı tık…
Biz Ticaretliler için o olmazsa olmazlardan biriydi. Benim böyle bir okula
gittiğimi bir vesileyle öğrenen Almancı bir yakınım, yaz tatilini geçirmek için
memlekete gelirken, bavuluna portatif bir daktilo da yerleştirmişti: “Olympia
Traveller De Luxe”…
Kendinden kapaklıydı, beyaz kapağı siyah kulpluydu. Makinemin kendisi ise
turuncu ve beyaz renklerin hâkim olduğu kaplamaya sahipti. Üst örtüsü
turuncuyken, yanlarda ve tuşlarda beyaz renk kullanılmıştı. Tuş takımının
üstündeki harfler siyahla yazılmıştı. Siyah rengin daha yoğun göründüğü aksam
ise plastik silindirdi. Satır arası kolu ile harf çubukları ise, metalden
mamuldü ve kendine has bir parlaklığı taşıyordu…
Bu daktilo, benim ilk ve son daktilomdur. ‘İlk’lerin güzelliği kadar,
‘son’ların da kederiyle kaderimde yeri vardır. Bunu, anlatacağım…
***
Balıkesir Ticaret Meslek Lisesi’ndeki Daktilografi dersine ilk girişimiz
bir ibadethaneye girer gibiydi. Bu ders için ayrılan büyük sınıfta her
öğrencinin hizmetine amade tutulan büyük daktilolar bizi bekliyordu. Her
birinin üstü meşin bir örtüyle örtülüydü. Dersin ilk konusu, bu örtüleri
daktilonun üzerinden nasıl alacağımız, nasıl katlayacağımız, masamızda
kendileri için ayrılan bölmeye nasıl koyacağımız üzerineydi. Bu iş, her bir
öğrenci tarafından sonsuz birer tazimle gerçekleştirilmiş olmalıydı.
Sırasını karıştırabilirim, başlangıç derslerinde doğru oturuş, elleri
tuşlara yerleştirme, vuruş tekniği gibi işin başında sıkı sıkıya öğrenilmesi ve
her daim uygulanması gereken hassasiyetlerin üzerinde de durulmuş olmalıdır.
Tabii bunlara daha teorik konular da eklenmiş, mesela, yazının tarihine, yazı
makinesinin geçmişine doğru bir yolculuğa çıkılmıştır. Ve nihayet, daktilonun
kısımları: klavye, şaryo, gövde, vb…
Daktilografi dersinin ilk haftalarında makineye kağıt takma, marj ayarları,
satır arası ayarları, vb. hususları da öğrendikten sonra, sol el parmaklarımızı
UİEA, sağ el parmaklarımızı ise KMLY tuşlarının üzerine yerleştirmenin sırası
gelmişti. Türkçe klâvyede (F Klavye) bu harflerin bulunduğu sıraya temel sıra
derdik. Temel sıradaki bu harflerin üzerine yerleştirdiğimiz parmaklarımız
başparmaklar dışında kalanlardı. Her iki elin başparmağı ara çubuğuna vurmak
için boşta kalırdı. Böyle bir vaziyette, daktilomuzun şeridinden kâğıda yapışan
ilk harfler sırasıyla “aaa…” “kkk…” olmuş, sonra şöyle hecelere dönüşmüştü: “ak
aka akak kak akka akak…”
***
Merak etmeyin, Daktilografi dersinin müfredatıyla doldurmayacağız bu
yazıyı. Bu doğrultuda bir ilginin taliplileri işini bilir, gidip bir sahaftan
en kullanılmışından ikinci el bir Daktilografi kitabı alır, meseleyi halleder.
Bu yolun salikine tavsiyem eğer bulabilirse saman kâğıda basılmış Muzaffer
Okutan imzalı olandır: “Daktilografi Öğretimi”. Bu kitabın yeni baskısı yakın
tarihlerde yapılmış olduğundan işiniz kolay görünüyor. Fakat Hüsnü Varlık’ın
“Daktilografide Bakmadan On Parmak Metodu ve Tatbikatı” yahut Vehbi Taş’a ait
“On Parmak Daktilografi ve Yazışma Kuralları” sanırım bulunabilir cinsten
eserler değildir. İşi yokuşa sürmeyelim, gelin siz İsmail Talınlı’nın “Daktilografi”siyle
yetinin! Eh, elinizde bir kaynak bulunduğuna göre, artık işiniz kolay. Sıra
tuşlara bakmadan on parmak yazma çalışmaları yapmaya geldi, buyurun…
***
Bu bir sabır işidir. Ben bu sabrı gösterdim ve gitgide süratimi artırarak
Daktilografi dersi imtihanlarından yüksek puanlar aldım. Kuşkusuz, başarımda
asıl katkı, evde her daim elimin altında bulunan Traveller De Luxe’ündü. Zira,
sadece okuldaki ders saatleriyle daktilo keyfiyetini geliştirmek mümkün
değildi.
Tabii ben güzel makinemle sadece Daktilografi dersinin icabı olan
çalışmaları tıklamıyordum. Başlangıçta evet, sadece onları kâğıda
yansıtıyordum, ama sonraları?
Yeteneğim geliştikçe, süratim arttıkça başka şeyler de yazacaktım tabii ki
daktilomla. Mesela derslerimi çalışıyordum. Bu da iş mi? Değil tabii. Fakat şu
iş: Yazdığım şiirleri, karaladığım hikâyeleri yavaş yavaş Travaller De
Luxe’ümden teksir kâğıtlarına çekiyordum. Laf aramızda, benim ilk eserim böyle
bir tomar teksir kâğıdına daktilomla tek tek yazarak oluşturduğum tek nüshalık
kitabımdır ve hâlâ elimin altındadır…
***
Gazete ve dergilerde yayınlanmış ilk yazı ve şiirlerimi de bu daktiloda
yazarak göndermiştim. Oluşum dergisi, Amatör Sanat dergisi, Bulvar, Yeni Asır
ve Yazko Somut gazeteleri ve şimdi hatırlayamadığım pek çok taşra mevkutesi,
benim bu daktilomun şeridinden akseden eserlerimle şenlenmişti!
Şenlik, ah o şenlik. Ne yazık ki daktilomla benim şen günlerim çok uzun
sürmedi. Kederli son demiştim ya, işte o günler gelmişti. Liseyi bitirmiş,
İzmir’de edebiyat okumaya gitmiştim. Alt sınıfta birkaç ders kalsa da ikinci
sezonu yaşıyordum. 1984. Benim 1984’üm!..
İkiçeşmelik’te tek başıma bir hüzünhanede kalmaya başlamıştım. Fırsat buldukça daktilomla, mezuniyet aşamasına gelmiş öğrencilerin bitirme tezlerini yazıyordum. Elime üç beş kuruş da geçiyordu böylece.
İkiçeşmelik’te tek başıma bir hüzünhanede kalmaya başlamıştım. Fırsat buldukça daktilomla, mezuniyet aşamasına gelmiş öğrencilerin bitirme tezlerini yazıyordum. Elime üç beş kuruş da geçiyordu böylece.
Olacak ya, işte oldu: Yazdığım tezlerden birisinde bir şeyleri eksik
bırakmışım. Yakın arkadaşlık kurduğum bir grubun üyesiydi tezini yazdığım
öğrenci. Talep etti, daktilomu ödünç istedi. Verdim.
………
Günler geçti; geceler de… Haftalar, aylar hatta… Daktilom gelmedi…
Niye gelmedi? Emanete hayınlık değil!
Arkadaşımın evini, o yıllarda sıkça olduğu üzere, polis basıyor.
Arkadaşımla birlikte daktilom da emniyete gidiyor. 12 Eylül darbesi sonrası, o
daktiloyu “Emniyet”ten (!) kurtarmak mümkün mü? Kalıyor öylece…
Daktilomla ayrılığımızın hikâyesi böyledir. Dediğim gibi, kederlidir bu
ayrılığın hikâyesi… Pek tabii, görünmez kederleri, ince içlenmeleri, için için
ağlamaları yaşamak benim kaderime düşmüştür… Öyledir…
***
Yaşamayı hatırlamak katına çıkaran kimi gelişmeler olmasa, yaralar da
tazelenmeyecek. Şimdi, daktilomla benim gönül maceramı hatırlatan, böylece
kederli ‘son’u bir kez daha yaşatan bir başka ‘son’a geldi sıra: Bu bir haber…
“Dünyanın son daktilo fabrikası kapandı. Hindistan’ta bulunan Godrej and
Boyce adlı fabrikanın yetkilileri, ellerinde kalan birkaç yüz daktiloyu da
sattıktan sonra üretim yapmayacaklarını söylediler.”
İnsanlığın daktilodan tamamen vazgeçtiğini söyleyen bu haber, başkalarını
bilemem, beni mahvetti. Bu yazı o mahvoluşun hâl-i pür melâline nişanedir…
Tam da bu noktada, işte, daktilomun sesini hatırlıyorum yine:
Tık tıkı tık tık tık tıkı tık…
“Kara kara kartallar karlı kara tarlalar ararlar…”
İlk kez Milli Gazete'de (2 Haziran 2011) yayımlanmıştır.
İlk kez Milli Gazete'de (2 Haziran 2011) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder