30 Temmuz 2020 Perşembe

MIRNÂME'NİN NEO-FAŞİST KEDİSİ




Mırnâme, Yalvaç Ural ile Feridun Oral'ın "Büyüklere Kedi Şiirleri" (Aksoy Yay., İst., 1999) üst başlıklı kitabı. Birbirinden cazip çizimlerle (desenlerle) donatılmış kitapta, yirmiden fazla kedi bağlamlı (korku, nankörlük, ölüm, yaşam, fare, sandık, çaydanlık, kafes, ayna, vb.) şiirsel metin var. Kitaptaki metinler Ural'a, desenler Oral'a ait. 

Kitaptaki pek çok metin ve desen ilgi çekiciydi. Fakat 41. sayfada yer alan "Neo Kedi" ve onu tamamlayan desen, benim için, kendileri üzerinden birkaç kelam  etme fırsatı veriyor, dahası kışkırtıyordu. Öyleye, bu fırsat sayesinde, sanat ve edebiyat ile devrin ruhu ilişkisine dair kimi tespitler de yapabilirdik...

"Neo Kedi" metninin ilk dizesinde, bahsi geçen kedinin "hiç kimseyi öldürme"diği vurgulanıyor. Bu normal, zira herhangi bir "kimse"yi (insanı) öldürmesi pratik olarak mümkün değil. Fakat bu kedi "fare bile yakala"yamamıştır. Bu ise abes. Demek ki beceriksiz, başarısız, yeteneksiz, liyakatsiz bir kedi var karşımızda. Onunla ilgili bu tespitlerimizi sabitleyen net durum ise şu: "Aç kaldığı bir gün,/Yavrularını yedi."

Onun, açlıkla karşı karşıya kaldığında yavrularını yemiş olması, bir sefih, bir alçak, bir zalim, bir faşist, bir diktatör olmasına yetmiştir: "Adolf olabilmesi için/Zaten/Bu kadarı da/Yeterliydi." Yalvaç Ural böyle bağlamış metnini. Feridun Oral da, neo faşist kedinin ön sol ayağına nazizmin gamalı haçını takıvermiş. Bununla da yetinmeyip, zavallının suratını Adolf Hitler'e teşbih edivermiş... 

Sözümü bu şekilde noktalamayı planlarken, aklıma geldi. Dünya tarihinin insanlık haini diktatörlerini şöyle bir inceleyeyim dedim. Baktım, hangi birisini sayayım, hemen hepsi, kendi halklarına indirmiş ilk ve asıl darbeyi. Kendi evlatlarını yemiş, mahvetmiş; yiyor, mahvediyor... 

Işıklar, 30 Temmuz 2020

28 Temmuz 2020 Salı

LATİF DEMİRCİ'NİN "KÖPEK SÜRÜLÜ AVCI" KARİKATÜRÜ




Latif Demirci'nin National Geoglathif (İletişim Yay., İst., 2014) adlı albümünde yer alan bu karikatür, farklı yorumlara kapı aralayan bir çok boyutluluğa sahip. Onun sunduğu imkanları zorlamaya tabi olduk. Bakalım neler söyleyeceğiz...

Genel bakış neyi görüyor karikatürde? Şunu: Hayli kalabalık bir köpek sürüsü ve sürünün ortasına konuşlandırılmış silahlı bir avcı. 

Görüntünün odak noktasında bulunan ve avcı olarak adlandırdığımız kişinin omzundaki silah tüfek. Tüfeğin nitelikleriyle ilgili bir yorum yapmak imkansız gibi. Kırmızı üst giysi üzerine kuşanılmış olan yelek, avcılara mahsus. Diğer bir ifadeyle üniformal bir arka plana delalet ediyor. Sağ eliyle tüfeğini tutan üniformalı, sol elini sanki beline bağlamış. Bununla birlikte kendinden emin yahut güvenli bir duruşu yansıtıyor. Bu sahih bir hale mi tekabül ediyor yahut yapay bir duruş mu, çözemiyoruz. Fakat köpek sürüsünün arasında, dahası ortasına konuşlanması, ona bir güvenlik alanı sağlıyor. Peki, bu alan aynı zamanda bir korku adası olarak görülemez mi?

Sürüye gelelim. Sürü, adı üstünde, sürü. Köpek sürüsü. Yoğun bir kalabalıktan oluşuyor. Dikkatle baktığımızda benzer ve farklı renklerde köpekler görüyoruz. Bu ifade, birbirinin benzeri köpekler olduğu gibi, sürüde farklı cinste köpeklerin olduğuna yahut olabileceğine dair kanaatler uyandırıyor. Şu veya bu renk, şu veya bu cins, bunların davasını gütmeyeceğiz. Fakat şu muhakkak, bu sürüde nevi şahsına münhasır yani özgün bir köpek olmadığı gibi, hür ve özgür bir köpek de yok. Her bakımdan böyle bu. Hem tek bir kişinin emrine amade olmaklık bakımından böyle, hem de o tek bir şahsın koruyuculuğuna soyunmak bakımından...

Burada bir başka güvenlik imkanından da bahsetmek istiyoruz. Hem üniformalı kişi hem de köpekler bakımından. Yakın planda görülen çitlerden bahsediyoruz. Bu çitler bir sınıra tekabül ediyor olabilir mi? En dışta, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı oluşturulmuş bir güvenlik şeridi? 

Peki bunca koruma kollama unsuru ve onlara iliştirilmiş silah, ilgili eşhasın hayat memat sahnesine hangi artı değerleri katacak? 

Bilmiyoruz. 

Balıkesir, 29 Temmuz 2020.


17 Temmuz 2020 Cuma

İBRAHİM ERYİĞİT YAZDI: "Şİ'R-PENÇE"


Şair-yazar Cevat Akkanat son çıkan kitabının kapak fotoğrafını gönderdiğinde, kitap adının Şi’r-pençe olduğunu görünce ister istemez şirpençe hastalığı geldi aklıma.  Şirpençe, Osmanlı padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim'in ölümüne neden olmasıyla bilinmektedir. Vücut üzerinde birden fazla kan çıbanının meydana gelerek yayılması sonucu ortaya çıkan mikrobik bir hastalık türüdür. Bu rahatsızlık kendisini şiddetli ağrı, ateş, titreme, halsizlik ve baş ağrısı gibi belirtilerle gösterir. Bu belirtilere bir de kuru öksürük eklendiğinde Korona’nın belirtilerini çağrıştırıyor. Şi’r kelimesinin şiirde ölçüyü tutturmak için bu şekilde kullanıldığını biliyoruz. Pençe kelimesinin anlamı zaten açık: Vahşi bir hayvanın pençesinin üç tırnağının bıraktığı kanlı izi çok güzel yansıtılmış. Şirpençe kelimesiyle hafif oynanarak Şi’r-Pençe haline dönüştürülmesinin bana biraz muzipçe geldiğini söylemeliyim. Şi’r-Pençe adının poetik/polemik şeklindeki alt başlığıyla kapak fotoğrafına birlikte bakıldığında bu kapak tasarımının, söylediklerimle birebir örtüştüğünü görüyoruz. Polemik kelimesinin anlamının söz dalaşması veya kalem kavgası olduğundan hareketle kitabın içeriğindeki temanın kendini baştan ele verdiğini söyleyebiliriz. Zaten bunu Cevat Akkanat Sunu başlığında kendisi söylüyor: “Bizi önceden beri takip edenlerin de bildiği gibi, Şi’r-pençe, her nasılsa şiir dünyası içinde yer alma şansı yakalamış alan bazılarının uykusunu bölmektedir, bölecektir. Son aşamada yaşanan bu durum, kuşkusuz yazarınız Can Siirt*’e hayli ‘ok’un yöneltilmesine sebep olmaktadır. Fakat ‘ok’ sahiplerinin ‘şiir’ alanındaki zayıflık ve zaafları, onları ‘karavana atış’ gibi bir ‘âkıbete’ sürüklemektedir. Kanaatimiz, yazılarımızın onlar için korku tüneli, şiirin has izleyicileri içinse keyif çatma ortamı oluşturacağı yolundadır."
Yüksek Lisansını Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri başlıklı tezle tamamlayan Cevat Akkanat, karakteri gereği polemiksever bir şair/yazar olarak bilinir edebiyat dünyamızda.  

Daha çok Kara Oyun, Güz Klâsiği, Sen Bir Sevda Ağacısın Türküler Büyütür Yüzün, Tan Tan Traska!, Hüzn ü Aşk ve Korku Islığı  adlı şiir kitaplarıyla tanınan Akkanat’ın Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri, Edebiyat Hayat Memat, İlhan Berk’in Haşeması, Şiirin İpek Sesi, Şiirin Şiddeti, Köpekler Lügati ve Deneme Tahtası adlı deneme, inceleme ve eleştiri kitaplarının yanında bir çok derleme ve antoloji çalışmalarının olduğunu biliyoruz.

Şi’r-Pençe’de yer alan toplam 31 yazının ilkinin başlığı, ‘Şiir Tenkidi Geleneği’ adını taşıyor. Şiir eleştirmenlerinin geniş bir dökümünün yapıldığı bu yazı, eleştiri alanında çalışma yapanlara, özellikle de genç araştırmacılara hayli faydalı olacaktır. 

Merkezin Şiirsizlik HâliMerkezî Türk Şiirinde Trajedi‘Reprodüksiyonlar Dönemi’ Türk Şiiri ve ‘Reprodüksiyonlar Dönemi’ Türk Şiiri başlıklı yazıdan kısa bir bölüm alıntılıyorum: “Yasir, andığımız son yazısında, Atlılar dergisinde süreğen bir tema olarak işlenen “Neo-Epik Şiir” üzerine yöneliyor. Sanki Metin Önal Mengüşoğlu’nun aynı ay içinde Taşra Edebiyat dergisinde (3. Sayı, s. 14-17) yayımlanan “Genç Türk Şiiri Neden Korkuyor?” başlıklı yazısında kendisine verdiği bazı öğütleri hissetmişçesine... Hatırlarsak, bu öğütlerden birisi şöyleydi: “... Atlılar dergisinin herhangi bir sayısındaki şiir denilen metinleri incelesin bir de. Bunu yapacağına yanlış anlamıyorsam onlarla birlik olup Nurullah Genç’i taşlamak istiyor ki bence bu durum şık durmuyor.”  

Mengüşoğlu’nun dile getirdiği Atlılar’la ‘birlik ol’ma tavrı Mustafa Yasir’in “Neo-Epik Üzerine” başlıklı yazısında da sürüyor. Hatta bu ‘birlik’teliğe yazdığı dergiyi de ortak ediyor: “... Kırklar’ın ve Atlılar’ın aynı kulvarda ilerleyen değil, aynı stadın içindeki başka sahalarda top koşturan iki dergi olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim.” Yazının sonlarına doğru kullanılan bu ifadenin içindeki mesaj, aslında bütün yazıya sinmiş durumdadır.” ( Sahi, Mustafa Yasir nerelerde şimdi? Her dönemde, özellikle de 90’lı yıllarda parlatılan çoğu şair nerelerde? Hiçbirinin esamisi bile okunmuyor şimdilerde! İE).

Niteliksiz Şiir Tutumları Paneli başlıklı yazısında da, “Bursa’da 25 Ekim 2008 günü düzenlenen “Şiirimizin Son Otuz Yılı” başlıklı panele Osman Özbahçe’nin başkanlığında Enis Akın, Hakan Şarkdemir ve Murat Üstübal katıldılar. Yücel Kayıran ile Serkan Işın ise adları daha önceden ilan edildiği halde katılmadılar.” dedikten sonra sırayla panelistlerin konuşmalarından cümleler aktarıyor ve devam ediyor Akkanat: Oturum başkanına geldi sıra. Osman Özbahçe’nin notunu da zayıf vereceğim. Zira sergilediği performans kötüydü. Konuşmacılara gerekli hallerde müdahale etmedi. Zamanı iyi kullanamadı. Konuşma aralarında ve panel sonunda toparlayıcı olamadı. Paneli foruma dönüştürmek için herhangi bir çaba sarf etmedi. Bir de şunu söyledi: “Postmodern Türk Şiiri Google’da arandığında sıfır çıkıyor!” Aman Allah’ım!

Yazımı bitirirken bir noktayı aydınlatayım: Bu kadar itirazım vardı da niye panel ortamında dile getirmedim? Birincisi buna müsaade edilmedi. Ayrıca edilseydi de o ortamı farklı boyutlara taşımaktan çekinecektik. Bu ikinci husus tahmin ediyorum ki sadece benim düşüncem değil. Dinleyiciler arasında bulunan ev sahibi şairler ve edebiyat akademisyenleri  –üstelik yok sayılmalarına rağmen- sanırım yine aynı sebeple, hamiyetli bir tutum sergilediler ve dinleyip geçtiler…” 

Cahit Koytak, Metin Önal Mengüşoğlu, Ahmet Oktay, Cahit Yeşilyurt, Nureddin Durman, Hüseyin Avnî, Müslim Çelik, Mehmet Yaşın, Ahmet Telli, Osman Özbahçe,  Hakan Arslanbenzer, Murat Menteş, Lale Müldür, Sina Akyol, Ahmet Ada, Orhan Duru, Nevzat Çelik,  Yılmaz Odabaşı, Refik Durbaş, Özdemir İnce, Roni Margulies, Seyyit Nezir,  Hilmi Yavuz, Haşmet Babaoğlu, Mehmet H. Doğan, Hakan Şarkdemir, Mustafa Yasir, Veysel Çolak, Ülkü Tamer, Abdulkadir Budak, Ataol Behramoğlu, Salih Bolat, Fahrettin Koyuncu, Can Bahadır Yüce, Enis Akın ve Murat Üstübal gibi şair ve yazarlarla ilgili çok önemli değerlendirmelerin yer aldığı Şi’r-Pençe edebiyat dünyamızda hayli ses getireceğe benziyor.

Yazımı, kitabın arka kapağında yer alan yazıyla bitirmek istiyorum: “Şi’r-Pençe Cevat Akkanat’ın, bir kaçı hariç, vaktiyle Can Siirt imzasıyla yazdığı yazılar toplamı. 

Eleştirel bir yol, yordam, yöntem, usul gözetilerek oluşturulmuş bir kitap. 

Daha çok çağının uluorta (kanonik) eserleri üzerinden yol alıyor. Şiirler, şiir kitapları, dergiler, yıllıklar, antoloji ve seçkiler. Tabii bütün bunlarla birlikte, şairler. Böylece, oluş halindeki bir şiirin gidişatına müdahale ediliyor.    

Bu yönüyle kitap, genel olarak 2000’li yılların şiirine ve şiir sorunlarına dair eleştirel tespitler içeriyor. Söz konusu tespitler bağlamında güncel şiirin arka plânı çıkarılmış oluyor. 

Kitapta şiirle bağlaşıklık oluşturan anahtar kavramlar arasında, -haydi alfabetik bir sıralamaya tabi tutalım- ahenk, bağdaştırma, denge, estetik, etkilenme, gelenek, intihal, ontoloji, ölçü, öykünme, ritim, ses, siyaset, söylem, tefekkür, tektiplilik, toplumsallık, yabancılık, yerlilik, zihniyet… yer almaktadır. 

Ve bütün bunlarla birlikte, yazarın -kimilerini rahatsız eden- olağanüstü dinamik dili.

*Şi’r-Pençe’deki yazıların pek çoğunu o yazmıştı.

[ Şi’r-Pençe, Poetik/Polemik, Cevat Akkanat, 144 sayfa, SR Yayınları, Nisan 2020, Ankara ]
Bu yazı ilk kez BİRNOKTA Dergisinin 222. (Temmuz 2020) sayısında (s. 28-29) yayımlanmıştır.

16 Temmuz 2020 Perşembe

BU YAZIYI YAZARKEN GECE SAAT 22.20'DE DARBE HABERİ GELDİ 15 TEMMUZ'DA*

YENİ TÜRKİYE için iki tip hain olduğunu düşünüyorum:

1. Aleni hainler: Bunlar malum düşman unsurlardır...

2. Yapışık hainler: Bunlar bünyeye sirayet etmiş hainlerdir.

Bu ikinciler açıklanmaya muhtaç:

Yapışık hainler "bir şekilde" yapının içine girmişlerdir. Bir kısmını niteliksiz atanmışlar örneği olarak takdim edebiliriz. Yeni oluşum için herhangi bir risk almazlar. Aslında statükoyu farklı bir şekilde tekrar etmeye adapte olmuşlardır. Onlara bakar ve uyarsak gidilecek tek yol vardır: Yeni Türkiye değildir bu; eski vesayetin tekerrürüdür, sözgelimi Yeni Kemalizm'dir.

Bu risksizler güruhu bir an evvel tespit edilip işte el çektirilmelidir. Yapışık hainlerin bir başka örneği sivil ve sözde gönüllü oluşumlarda tezahür eder. Zor zamanlarda ölü taklidi yapan bu yapılar, son yıllarda Yeni Türkiye söyleminin güçlenmesiyle tava gelmişler, gubarmışlar, azıcık heyecan duyar olmuşlardır. Amma velakin, gerek zihni gerekse fikri yeni ve diri atraksiyonlar gösterme refleksine sahip olmadıklarından iş çıkarma hususunda başarı gösteremezler. Bununla birlikte bir takım sebeplerle bunlara verilen emanetler -kusursuz bir iyi niyet gösterisi sonucu (!) ihanetle sonuçlandırılır. Sözgelimi, bu hainlerin el verdiği bürokratların ekserisi çapsız çıkar. Aynı şekilde, bu güruhun yönettiği kimi faaliyetler başarısızlığa mahkum olur.

Yapışık hainlerin ihanetleri arasında sayılabilecek bir başka husus, içten içe iç hesaplaşma faaliyetlerinin fitilinin yakılmasıdır. "Öteki"yle bilek güreşine girme erdemini gösteremeyen bu hainler güruhu, "diri"liğe davet eden kendi unsurlarını "öteki"leştirerek yok etme onursuzluğunun çukuruna kürek çekmektedirler...

7 Haziran'ın müsebbibleri arasında bulunan bu yapılar, önümüzdeki süreçte 1 Kasım'ı suistimal edeceğe benzemektedir. Muhafazakar Demokrat bir iktidar dönemi eğer ileride (Allah muhafaza!) başarısızlıkla anılacak olursa, bunda birinci derecede mesuliyet muhafazakar STK'larındır.
Şov peşine düşen STK'lar bir yana, popüler etkinlikler düzenleyerek günü kurtaranlar, niteliksizlik boyunduruğunu takınmış olanlar...

En kötüsü de fesatlık bataklığına batıp kalmış olanlardan gelen pis kokular... Her bir samimiyetsizlik sahibi, bir gün perçeminden tutulacağını bilmeli...
*(Bu yazı o haberle birlikte böylece kalakaldı.)

Not: Metin bu haliyle ilk kez şu linkte yayımlanmıştır:  Tıklayınız.

Güncel Not: Dört yıl sonra işbu yazıya herhangi bir müdahalede bulunmak imkânı görülmemektedir. (15 Temmuz 2020, Saat: 22.20)

13 Temmuz 2020 Pazartesi

BİR MELALNÂME: İHTİYARIN VEFATI

İhtiyarın Vefatı adını taşıyan bir kitabı okumanın ne gibi bedeli olabilir? Bence, melâle müşteri olmalı bu kitabın okuru.

Polat Onat’ın ikinci kitabıdır İhtiyarın Vefatı… 2009’da yayımlanan ilk kitabının taşıdığı isim de ilginç: Son!

1979 doğumlu bir şair Polat Onat. İlginç bir yazı serüveni var. 2000’de yazmaya başlamış, dört yıl kadar dergilerde görünmüş. Ortalamanın altında eser yayınlayan dergiler bunlar genelde. Bu yüzden midir bilmiyoruz, şair, 2005’ten itibaren dergilerde görünmekten imtina etmiş…

İhtiyarın Vefatı’na gelelim… Hayatın merdivenlerini tırmanmış birisinin böyle bir kitap ismiyle karşımıza çıkmasını tuhaf karşılamayız, peki, genç bir şairin, eserine İhtiyarın Vefatı adını koyması garip karşılanmaz mı? Kitabın içeriğiyle bu kadar uyumluysa adlandırma, niye karşılansın?  Aksine, güzel bir tercihtir aynı zamanda...

Adı üstünde, tematik bir kitap İhtiyarın Vefatı. “I. B/ölüm: Yaşlanmanın Ölümsüzlüğü” ve “II. B/ölüm: Ölümlerle Yaşlanan” diye iki bölümden oluşuyor. Görüldüğü üzere, ölümle pençeleşen bir ihtiyarlığın takdimini yapıyor Polat Onat. Başlıklar değil sadece, Cenap Şehabettin, Abdülkadir Budak ve Mark Twaın’dan yapılan epigraflar da bu pençeleşmeye delil sayılmalıdır. Fakat daha da ileri götürebiliriz örneklemeyi: Hemen her şiirin kapısı, aynı ağıtla kafiyeli…

 Tam da söylediği gibi, “Günümüz yönelimlerinden uzak” “garip” bir şairle karşı karşıyayız…

Ayrıntıya geçmeden önce şu ilk bakış yargısını da bildireyim: Kavramlardan, adlardan, hele ki nesnelerden ibaret tek kelimelik şiirleri, evet, sadece adlarından ötürü, Sedat Umran’ın metinleriyle yakın, hatta akraba görebilirsiniz. Böylesi bir tehlikenin sınırından dönmeniz için Polat Onat’ın şiirlerini sabırla okumanızı tavsiye ederim. Fakat hangisini tercih edersiniz bilemem, Umran’ın şiirleri hayatın damarına çağırırken bizi, Onat’ınkiler ölümle yüzyüze bırakarak hayat memat arası bir sınırı zorluyor…

İşte birkaç başlık ve onlardan yapılmış manidar mısralar:

Anahtar: “Paslanmış bir anahtar uzatıyorsun bana/artık hiçbir kapıyı açmayacak bir anahtar”

Huzurevi: “yürüyoruz şimdi arkadaşlarla efkârlı/ikindi güneşi tatlı tatlı okşuyor mezarlık yolunu”

Rahmetli: “… bekleyen son günlerine özlem renginde/derinlerden derin gülümsüyor toprak olmuş dudakların”

Serseri: “Karanlık bir balad yazacağım ölmeden/belli ki yerim var düşlerinde/kış güneşi sevdiğim/…”

“Mezar: “acaba hiç şiir yazmış mıdır burada yatan ölü”

Kitabın işaret ettiğim çerçevesini ele vermesi bakımından bu sıralama bir fikir vermiş olmalı; pekiştirmek için daha tasarruflu bir yol var mıdır? Şiirlerin adlarını şiirin metninden bir kelime yahut kelime grubuyla kodlasak: Baston: “beyhude geçmiş ömür”, Bagaj: “tabut”, Teşekkür: “kocadım”, Pişman: “geleceğin ölüleri”, Arkadaş: “hastane/morg/mezar”; Bu tarz metinler “İlaç”ta, her bir derde yakalanmış birisinin ilaç sayım dökümü ile zirve yapıyor…

İhtiyarlık ötesi bir durumla (hayat memat demiştik biz buna) bizi yüz göz eden İhtiyarın Vefatı’nda mutlaka okunması gereken şiirler belirledim. Sözün sanatla kanatlandığı bu şiirlerden birkaç isim anayım: Bilge (s. 19), Köy (s. 36), Anne (s. 39), Gözlük (s. 41), Kıyamet (s. 47), Avlu (s. 50), Gölge (s. 56), Şato (67), Derdo (s. 69), Maç (s. 77), Şair (s. 95), Kekeme (s. 97), Alevler (s. 109)…

Polat Onat’ın genel bir tutumu üzerinde de durmak gerekir burada: Oyun oynuyor sürekli. Söz oyunu olsa mesele değil; daha ziyade şekillerle oyalanıyor. Bunlar daha önce birileri tarafından denenmiş şeyler; ama şairimiz yeniden denemeye girişiyor. Tabii ki kimi başarısız metinler de çıkıyor ortaya; yer yer küçük bir espriyle biten denenmiş kombinezonlar... Bunlar ne kadar görsel, müziksel unsurla desteklenirse desteklensin, cürmü esprisiyle müsemma oluyor… Şu başlık altındaki metinler bence öyledir: Yaşamak (s. 28), Sandık (s. 31), Arkadaş (s. 43), İlaç (s. 48), Akvaryum (s. 54), Otopsi (s. 59), Biyografi (s. 78), Suskun (s. 82), Koleksiyoncu (s. 87)…

Fakat dikkat edilsin, bütün oyunlara karşı değilim. Mesela, yukarıda da olumlu puanla andığım şiirlerden Derdo (s. 69) başlıklı metinde yerel ağız mükemmel bir ustalıkla kullanılmış: “… teneşirden kaldırırkene nice hafif/çahıyınan tezine mezer gazılmas/de get oglim de get derdim böyühtür/yilanlara çeres olacik kızanımın saçları.”

Şunu da söyleyeyim: İhtiyarın Vefatı’nda benim favori şiirim geleneğimizde hayli örnekleri olan bir denemeyle oluşturulmuş Kekeme (s. 97) şiiridir… Şimdi, lisan-ı pepegiyle yazılmış olan bu şiiri okuyalım:

te te terliydi sevdiğimin i i ilk

tu tu tuttuğumda heyecanla e e elleri

a a ardı ardına bitirilmiş gü gü günler

kı kı kırıldıysa aynası bu s asa sağır gözün

ne ne nefes almak ço ço çok güzeldi

kurtlar ve sos o solucanlardan hep korktum

yo yo yoğun endişeler iç iç içindeyim bayım

çü çü çürüyecek pamuk narinliğindeki o e e eller.


Netice: İhtiyarın Vefatı, son yıllarda yazılmış kendinden menkul (orijinal) bir kitap. Ortak dili zorlayan, yer yer yıkan bu tarz eserlere ihtiyacımız var…

(İhtiyarın Vefatı, Şiirden Yay., İst., 2011, 126 s.)

Bu metin ilk kez 26 Mayıs 2011'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.



11 Temmuz 2020 Cumartesi

SREBRENİTSA CEHENNEMİ’Nİ UNUTMA

Adı, gümüş anlamına gelen `Srebren` kelimesinden doğan Srebrenitsa’nın “Cehennem”le birlikte anılması, Türkçe’nin azizliğinden kaynaklansa gerek. Zengin maden ocaklarının ve şifalı suların bu güzel şehri, 1995’de Sırplar tarafından yapılan soykırımla, cehennemî bir hâl yaşamıştır. Bosna milli şairi Cemaleddin Latiç ise bu hâlin ağıtını kâğıda dökmüştür…
1992’nin ilk aylarında başlayan Bosna-Sırp Savaşı, Sırpların insanlık dışı savaş etkinliklerine sahne oldu. Bu etkinlikleri tek kelimeyle özetlemek mümkündür: Soykırım…
Sırplar, savaş boyunca herhangi bir kurala bağlı kalmamıştır. Birleşmiş Milletler’in kararlarını ise kesinlikle dikkate almamıştır. Üstelik, BM’nin karar ve uygulamalarının da pek ciddiye alınacak bir yanları olmamıştır.
Sırpların 1992’den başlayarak, derece derece gelişen soykırım faaliyetleri savaşın sonlarına doğru, tam da Bosnalı Müslümanların zafer ilan edeceği bir dönemde BM tarafından Dayton Barış Görüşmeleri öne çıkarılmıştır. Bu görüşmeler sırasında, Sırplar başta BM olmak üzere bütün dünyanın gözü önünde Grojde ve Srebrenitsa’ya saldırmışlar ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra görülen en büyük katliamı yapmışlardır.
Oysa Srebrenitsa, Yugoslavya ordusunun bütün imkânlarını kullanan Sırplara karşı 1993’te BM tarafından güvenli bölge ilan edilmişti. 1995’in 11 Temmuz’unda, BM’nin bu sözde “güvenli bölge”lerinin Sırp canilerce trajik bir şekilde soykırıma tabi tutulması, BM ve eşgüdüm içinde hareket eden uluslararası güçlerin göz yummasıyla açıklanabilirdi.
Srebrenitsa’da yaşanan soykırımda resmî rakamlara göre 8372 kişi katledilmişti. Şehit sayısının gerçekte ne kadar olduğunu ise ancak Allah biliyordu.
Srebrenitsa’da Müslümanlara uygulanan bu soykırımın dünya kamuoyuna ve insanlık âlemine anlatılması oldukça önemliydi. Bu, en başından itibaren farklı dil ve iletişim mekanizmalarıyla elbette yapıldı. Şiirini ise, Boşnak milli şairlerinden Cemalettin Latiç yazdı.
Bosna’nın Bilge Kralı Aliya İzzetbegoviç’in daima yanında bulunmuş olan Cemalettin Latiç, 1957 doğumludur. Saraybosna’da İslamî İlimler, Zagrep’te ise felsefe öğrenimi görmüştür. 1983’te Genç Müslümanlar Örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanmış ve üç yıl hapis yatmıştır. Bosna-Hersek’te İslamî atmosferin canlanmasına katkıda bulunan fikrî ve edebî çalışmalarının yanı sıra Cemalettin Latiç, 1992-1995 yıllarındaki savaş boyunca millî marş olarak söylenen “Ja Sin Sam Tvoj” (Ben Senin Oğlunum)’un da şairi olmuştur. Latiç’in Srebrenitsa Cehennemi ve Endülüs Gecelerinin Ayışığı gibi kitapları vardır. 

Srebrenitsa Cehennemi, Cemalettin Latiç’in bizzat tanıklıklarına bağlı olarak, soykırımdan sonraki yıllarda kaleme alınmıştır. Efsanevî Komutan, Bilge Kral İzzetbegoviç, bu kitabı vefatından kısa bir süre önce okumuş ve olabildiğince fazla basılmasını istemiş, bütün dünyaya dağıtılmasını talep etmiştir. Böylece, yaşanan soykırımın şiir diliyle bütün insanlık âlemine duyurulmasını arzulamıştır.
Bu bağlamda, 2004 yılında eser Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Bursa İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (BİHMED) tarafından yayınlanan bu eseri Suat Engüllü tercüme etmiştir. Nihat Nasır’ın yazdığı önsözde de belirtildiği gibi, eserin tercümesinde Hakan Albayrak’ın da önemli katkıları olmuştur.
Srebrenitsa Cehennemi’ni “Meçhul Boşnak Bacı’ya” ithaf etmiş Cemalettin Latiç. Eser “18 Bab” ve “Şahoviçi” adlı bir metinden oluşuyor. 144 sayfa tutarındaki bu kitaplık çaptaki ağıta besmele ile başlayan şair, eserini “rahmet” dilekleriyle bitiriyor.
Eserde, dinî ve tarihî pek çok unsurun yanı sıra, esas olarak Sırpların yaptığı insanlık dışı tecavüzler tel’in edilmektedir. Bununla ilgili olarak “İkinci Bab”ın özeti mahiyetindeki cümleleri buraya aktaralım:
“Meçhul Boşnak Bacı’nın yaşadığı küçük köyün üzerine çöken ölüm kâbusu ile ilgili haberler. Irz düşmanı saldırganların ilk görüldüğü an. Eşinin ve oğlunun götürülüşü. Eşi ve oğlu boğazlanır. Başları üstünde uçuşan pervaneler ve esrarengiz koro. Irz düşmanları kızını alıp götürürler. Toplama kampına götürülüş.”
Cemalettin Latiç, hemen her “Bab”ın başında bu türden özet bilgiler sunmuştur. Böylece, eserinin daha bilinçli bir şekilde okunmasını sağlamıştır.
“Srebrenitsa’da Müslüman soykırımının üstünden 17 yıl geçti. Bu soykırımın unutulması mümkün değil. Avrupa’nın ortasında, dünyanın kalbinde gerçekleşen kanlı kıyımı geleceğe aktaran edebî metinlerden birisi olarak, Latiç’in eserini mutlaka okumalı. Fakat bunun için, Srebrenitsa Cehennemi’nin yeni baskıları gerek. Oysa şimdiye kadar bu kitabı, BİHMED’den başka bir de sadece 2007’de Sakarya Valiliği basmış. Şu halde, başta STK’lar olmak üzere, insanlığı yerle bir eden soykırımı telin edecek hemen her kuruluş, bu kitabın basımına talip olmalı.
Son olarak, Bosna’da yaşanan soykırımın Türk şiirinde derin bir yankı bulduğunu belirtelim. Söz konusu yankıyı yeterince temsil eder mi bilmeyiz, fakat Mücait Koca’nın Bosna Kitabı (Sur Yay., İst., 1999) adıyla verdiği telif eser ile, Mehmet Aycı’nın Bosna Şiirleri -Akma Turna Akma (Ank., 1993) adlı antolojisi, aklımıza gelen münferit eserlerdir... 
Bu yazı ilk kez 12 Temmuz 2012'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.

POLYGRAFPH POLYGOVİCH SHARİKOV NASIL HAVLAR?


Rusya’nın üzerine bir kara kış olarak çöken 1917 Ekim Devrimi, toplumsal hayatın hemen her alanına olduğu kadar, edebiyat dünyası üzerine de karabasanlar salmıştır. 1921’de kurulan Rus Proleter Yazarlar Derneği, yazarların hak ve hukuklarını arama teşkilatı olmak yerine, bir sansür kurulu işlevi görmüş, özgür düşünceli yazarları denetlemek bahsinde her tür haltı yemiştir.

RPYD yiyeceğini yemiştir ama uyguladığı zorbalıklara direnen dik duruşlu yazarlarla da karşılaşmaktan kendisini kurtaramamıştır. Mikhail Bulgakov bu bağlamda listenin başındaki onurlu ve haysiyetli isimlerden birisidir…

Bulgakov yaşadığı süre içinde sadece RPYD’ye meydan okumamış, onun ötesinde Ekim Devrimi’nin ipini pazara çıkarmıştır. Heart Of A Dog (Köpek Kalbi) onun bu yoldaki abidevi eseridir. Bulgakov’un gençlik yıllarında yazdığı bu eser, yazarın ölümünden ancak yirmi sekiz yıl sonra yayımlanabilmiştir. Sadece bu bile Rusya’daki dik duruşlu yazar çizer takımının ahvalini yansıtmaya yeter…

Köpek Kalbi üzerinde yoğunlaşan farklı disiplin mensupları bu eseri çok katmanlı okumalara tâbî tutabilirler. Biz sadece şuradan tutsak, bu metni amacımıza hizmet eder hale getirebilir, yazdığımız satırların keyfini sürebiliriz: Maruz kaldığı bir ameliyattan sonra "köpek-insan" olan Sharikov, egemen ideolojinin sağladığı imkanlarla sosyal statüsünü yükselten kaltabanları temsil eder.

Teknik olarak bir bilimkurgu romanı olan Köpek Kalbi, içerdiği ironik göndermelerle sosyal bir eleştiri mahiyetindedir. Romandaki eleştirel tutumlar başlarda köpeğin gözlemleri üzerinden verilirken, bahsettiğimiz tıbbi müdahaleden sonra müdahaleyi yapan ekibin mensupları gözünden dile getirilir. Sözgelimi, romanın daha ilk sayfasında, zavallı köpeğin üzerine “kirli kasketli alçak Sovyet Halk Ekonomisi Merkezi Genel Kafeteryası Ahçısı” kaynar su dökmüştür. Burada şöyle konuşturulur köpek: “Pislik herif, bir de kendisine proleter diyor!” Ve şöyle: “Ben ona ne kötülük yaptım? Kapı önündeki çöp yığınını eşelemişsem, bununla Sovyet Halk Ekonomisi daha fakir hale mi gelecek? Açgözlü hayvan!

(14 Temmuz 2016 tarihinde buraya kadar yazılmış olan bu yazının devamı bir gün inşallah gelecek...)

Yazdıktan sonra unuttuğum, fakat daha sonra bulduğum işbu metnin aslı şuradadır, tıklayınız.

GÖLGE FAŞİST ALENİ

                         - Erdal Noyan'ın Çay Molası 
               kitabının 101. Sayfasına yazılmış idi.-


"içer"- "şarkılar söyler"- "dans eder"-
        -di                       -di                 -di
şimdi küskün şimdi yılgın ölgün şimdi

çünkü bir felaketin emir eri geldi
bir giyotindi kesti her bir sevinci
bir nefretti eli hayatları mahvetti
bütün renkleri karartıp katletti

gölge faşist aleni şimdi
emziriyor göğsünde geceyi...

Ankara, 12 Haziran 2019

MATEMATİK ŞİİRDEN NE ANLAR?


İbrahim Eryiğit, matematikçi, şair.  1958’de dünyaya gelmiş. Ankara’da yaşıyor. Resmi ve özel kurumlarda uzun yıllar Matematik öğretmenliği yapmış. Basın yayın dünyasıyla ilgilenmiş. Arkadaşlarıyla birlikte dergiler çıkarmış, yönetmiş. Sivil toplum kuruluşlarında aktif roller üstlenmiş. Aslına bakılırsa bunların tamamını hâlen yapmaya devam ediyor. Matematik anlatmayı, şiirler yazmayı, dergilerle ilgilenmeyi, STK’larda aktif rol almayı sürdürüyor. Sonuncusunu örneklendirelim sadece: Türkiye Yazarlar Birliği’nin Ankara Şubesi Başkanlığı görevindeler mesela…

Kayıtsız Sevdalar (1990), Eylülde Su (1998), Hurûfat (2012), Gezgin Gönül Rehberi (2017) adlı şiir kitaplarının yanı sıra Kur’ân’la Konuşan Şair (2011) adlı romanı bulunan Eryiğit, Matematik Şiirden Ne Anlar (Örnek Akademi Yay., Ank., 2017, 281 s.) adlı şiir kitabı ile pek çok düşünürün asırlar boyu dile getirdiği bir gerçeği örneklendirmiş oldu. 


Matematik ve Şiir

Matematik ile şiirin, matematikçi ile şairin birbirlerine içkinliği hususunda kimler ne demiş? Mesela Kant, “Matematik katıksız bir şiirdir.” cümlesini kurmuş. Alman matematikçi Karl Weierstrass ise şöyle bir senteze ulaşmış: “Bir matematikçi, aynı zamanda şair değilse iyi bir matematikçi sayılamaz.” İmam Şâfi bu sentezi çocuk eğitiminden başlatır: “Çocuklarınıza matematik ve şiir öğretiniz.” Napolyon ise sanki Şâfi’nin söylediğini genelleştirir: “Her insan biraz matematik biraz da şiir bilmelidir.” Matematik, felsefe ve edebiyat alanlarında çalışmaları bulunan Bertrand Russell ise “Matematik doğru açıdan bakıldığında, yalnızca gerçek değil, şahane bir güzellik de içerir.” derken, matematiğin şiirsel estetikle olan ilişkisine atıf yapar.

Malumu ilam edersek, şiir dediğimiz şey, duygu, hayal ve düşüncelerin, belirli bir düzen içinde ve etkileyici bir şekilde anlatımıdır. Şiirde etkileyicilik dediğimiz zevk ve hazzın yanı sıra, ahenk de önemlidir. Şiirsel ahenk başta ölçü ve uyak olmak üzere sese dayalı bir takım uyumlarla sağlanır. Uyum ile matematikteki birtakım formülleri birbiriyle ilişkilendirebiliriz. Zira matematik dilindeki formülleri şiire benzetebiliriz. Öyle ya, matematiksel doğruları formüllerle ispat ederken, duygularımızı da şiirlerle sabitleriz. Formüller matematiksel gerçekliği ahenkli bir şekilde izah etmeye yararken şiirler de duygularımızın ritmik ve armonik yansımalarıdır. Şiir nasıl heyecana bağlı bir sanatsa, matematiksel süreçler de o derece heyecan vericidir. Son olarak, şiir bize duygular evreninin anahtarını takdim ederken, matematik bütün evrenin şiirine kapı aralar. Peki, matematikçi şair ne yapar?


Matematikçi Şairin Yaptığı

Yılların matematikçisi şair İbrahim Eryiğit, bizim yukarıdan beri söylemeye çalıştığımız şeyleri almış, bir kitap halinde önümüze koymuş: Matematik Şiirden Ne Anlar.

Bir “Önsöz”le başlanmış kitaba. Öyle ya, “Nereden çıktı bu matematik ile şiir ilişkisi?” sorusuna yanıt bekleyen okurlar olabilir. Cevabı “Matematik Şiir Olup Akar Yüreklere” cümlesini başlığa çıkararak verir Eryiğit. Burada, bizim üstte dile getirdiklerimize eklediği önemli bir husus vardır: Şiirle matematiğin “imge” paydasında kesişmeleri. Bu kesişimin içeriğini ise simgeleştirme, soyutlama, bağlantı kurma, örnekleme ve değerleri eşleyip bir düşüncede birleştirme yollarıyla yaptıkları…  

Önsöz metninin son cümleleri ise şairin işbu kitaptaki şiirlerin teknik özellikleriyle ilgili: “Sözlerimi bitirirken, matematik ve geometri konularını dörtlükler şeklinde, 19’luk hece ölçüsü ve a-a-b-a kafiye düzeninde yazdığımı belirterek, şiirlerle sizi baş başa bırakıyorum…”


Sayılar, İşlemler, Denklemler, Şekiller, Şiirler…  

İki bölümden oluşuyor kitap. “Matematik” bölümü, “Geometri” bölümü… İlkinde 89 matematiksel bağlam üzere şiir var. Peki, hangi konular? Hepsini saymak mümkün değil, gelişigüzel sayalım: Rakamlardan başlayan serüven taban aritmetiğine, faktöriyelden el alıp kesir sayılara, ondalık sayılarda konaklayıp üslü ve köklü sayılara, oran orantıda nefelenip Hayyam üçgenine…  Daha onlarca konu var sırada: Mutlak değer ve denklemlerden sayı, kesir, yaş, hareket, işçi ve havuz problemlerine, kümelerden kartezyen çarpıma, fonksiyondan polinoma, parabolden trigonemetriye, logaritmadan olasılığa, diziler ve limitten türev, integral, matris ve determinanta…

Birinci bölümden birkaç örnek verelim. İşte “Basit Kesrin Aşkı” dörtlüğü:

“Sensiz basit kesirim ben senle bileşik kesre dönüşürüm

Tamsayı olarak yanımda olmazsan ayazlarda üşürüm

Sadeleşme işlemi uygula payıma paydama ruhuma

İşte o an rasyonel sayılara karışmayı düşürüm.” (s. 34)



Şu da “Hayyam Üçgeni”:

“Ömer Hayyam’dan bizlere eşsiz hediyedir Hayyam Üçgeni

Paskal, Hayyam’dan intihalle üçgene verir kendi ismini

İki terimlinin açılımının katsayıları yer alır

Rubaileriyle meşhur şair Hayyam matematik bilgini” (s. 86)



Kitabın ikinci bölümü olan “Geometri”de ise 45 şiir var. Burada da yolculuk “Geometri”nin çerçevesini çizen şiirle başlıyor:

“İnsan bilincinin üst düzeylerine birm giriş kapısıdır

Üçgen, kare ve daire geometrinin üç temel şeklidir

Zihin, beden, ruh gibi varoluşun üç seviyesinden mülhem

Kâinatın her alanında geometrik bir şekil gizlidir.” (s. 200)



Üçgen çeşitlerinden Pisagor bağıntısına, dörtgenlerden dörtgen çeşitlerine, kare, dikdörtgen, paralelkenar, eşkenar dörtgenden yamuk, deltoid, çembere, teğetten Pi sayısına, daire, prizma ve küreden piramit, koni ve hiperbole…

İşte “Pi Sayısı” şiiri:

“Hayatın her alanında mucize var görmesini bilene

Her sorunun cevabı kendi içinde çözmesini bilene

Mucizevî biçimde sonsuza kadar uzanır Pi sayısı

Çember çevresi çapa bölünüp eklenir şair nefesine.” (s. 254)



Sonsöz Yerine

Genel geçer bir yargı olarak Matematik zordur, sevimsizdir denilir. Matematik Şiirden Ne Anlar kitabını okuduktan sonra bu tür olumsuz yargıların geçersizliği hemen kabul edilecektir. Bunda matematikçi şair İbrahim Eryiğit’in matematiksel ve geometrik konuları şiirselleştirme başarısı kadar, kitabın görsel tasarımının etkisi de etkendir: Karikatürler, resimler, geometrik şekil oyunları, sayı görselleri, rengârenk sayfalar, vb…

Yazımızı “Sonsöz Yerine” şiiriyle bitirelim:

“Matematik şiirleşip coşkuyla gezinirken gönüllerde

Şairin sesi cisimleşir matematikçinin ellerinde

Matematik ve şiir birbirinin alt kümesidir her zaman

Şiirin hayali canlanır matematiğin formüllerinde.”(s. 280)

15 Aralık 2017

(Bu yazı ilk kez MEB YEĞİTEK Ebabil dergisinde yayımlanmıştır.)

İbrahim Eryiğit ile ilgili diğer yazılar:

"Kur'anla Konuşan Şair" yazısı için tıklayınız

İbrahim Eryiğit şu kitabı yazdı: "Şi'r-Pençe"


10 Temmuz 2020 Cuma

AH'LAR KİTABI'NDAN-8

Ahlar İstanbulini bilmez
Kibir elbisesi hiç giymez
Yaradana sığınır sade
Zalimleri nice kılmaz?!.

Ankara, 29 Mayıs 2020

8 Temmuz 2020 Çarşamba

AH'LAR KİTABI'NDAN-7

Ahlar Hamur adlı oyuncak
Bir köpeğe söyle ne yapacak
Kurt köpeği düşünsün bunu
Tutacak perçeminden Hak...

Ankara, 28 Mayıs 2020


6 Temmuz 2020 Pazartesi

GÖLGE ŞAİR TASARILARI-4

25

"Şiddeti savunanların nihilizmi". Diyebilirim ki bu alçaklık nihilizmiyle mücadele içinde geçti ömrüm. Katliamlar, vahşetler, soykırımlar şeklinde tezahür eden bir pratik vardı karşımda. Daha doğrusu, düşünce ve eylemlerimle, onların hedefindeydim. Hedefe yerleştirdiklerinin üstüne, çerleri çöpleriyle, hile ve desiseleriyle, yasa ve yasaklarıyla hücum ediyorlar, farklı kılıklara büründürdükleri silahlı aygıtlarıyla hayat alanlarını taciz ediyorlardı: Kameralar, dijital ışınlar, buldozerler, çimento karıştırıcıları, duvarlar, gettolar, esaret kampına dönüşen ev hapisleri... Doğrusu bu ve benzeri mekanizmalar şeklinde görünürlük kazanan "kuvvet" ile mücadele etmek, onlara eklenmiş şu yedek parça aletleriyle mücadeleden daha kolaydı: Medyaya, sanal aleme, kültür, sanat ve edebiyat dünyasına yerleştirilmiş "tayyareler"!  Şairinizin daha fazla konuşup yazmasının, daha fazla çalışmasının gerekçesi bu alçakların nihilizmi olsa az mı? (Said Galut)

Ankara, 6 Temmuz 2020



5 Temmuz 2020 Pazar

NASILSINIZ?

28

der lânet ses:
[...keçileri dağıtın, bir araya gelmesin, atın oğlaklarla analarını,
sürgün günüdür, kavuşamayıp melesinler acı acı, uçurumdan aşağı...]
***
deriz:
biz, yani onlar, ana keçiler ve oğlakları!
atılalım ve uçuşsun fırtınamız, şarlayıp, şelale olup, 
ulaşsın her yana, yukarı
...ne düşüştür o, parça parça dökülüş, tek ve tenha
bir dille,  darmadağın bir oluş, yukarı...
kavuştuk ya yine de, olsun varsın,
uçurumdan sonra da, yukarı...
bozulacakmış, bize ne, bozulsun suratımız!
bozulsun  gitsin, bakarız her halde keyfimize, yukarı...
***
çayırlarda mı, kolsuz kanatsız atlar oynaşsın tabii, 
onlar essin biraz da, hani, denebilirse yel, arada..
o kalleş haşerât! kırk ayaklı çapraz ateş,  kaş çatıp, silah çatıp,
üstümüze mi sürüyor, gücünü kuvvetini,
sürsün, sahi, güç ve kuvvetse, arada...
***
çeteler edebiyatı, arada...
işbirlikçiler edebiyatı, arada...
belirsiz sunuşlar edebiyatı, arada...
heyecansızlıklar edebiyatı, arada...
***
diyoruz:
bir kez daha selam verebilmenin heyecanıyla...

Likâ Edebiyat, S. 28 (15 Mayıs 2001), s. 1.