Oysa şöyle de tahlil edebiliriz aynı cümleyi, farklı bir anlam yükleyerek:
İlk ‘iyi yazar’ özne, ikincisi yüklem. Böyle düşünmemiz için cümleyi isim
cümlesi şeklinde okumalıyız: “İyi yazar, iyi yazar (dır).”
Dil kimi zaman aciz bırakır kendisini bilmeyeni. Dikkat edin, bu cümledeki
‘kendisini bilmeyeni’ ifadesi bir anlatım bozukluğuyla boğuşuyor. ‘Kendisini
bilmeyen’ kim yahut ne? Kişinin dili bilmeyişi mi yoksa kişinin kendisini
bilmeyişi, insanlığının farkında olmayışı mı?
Laf olsun diye değil dille yaptığımız bu cenk oyunu. Bir hakikate parmak
basacağız. Bir şeyin esasına temas
edeceğiz, bir işin özüne hâkim olmaktan dem vuracağız. Üstelik, başlıktaki
göndermeden hareket ederek…
Öyleyse şu cümleyle devam edelim: İyi yazar, ele aldığı bir konuya içerden
bakar, künhünden. O künhe vakıf olur.
İşin künhü, o şeyin temel yapı taşlarını ihtiva eder; olmazsa olmazlarını.
Sözgelimi şiirin ontolojisinde duygu, düşünce, hayal gibi muhteva
unsurlarının yanı sıra biçim unsurlarına da yer vardır; nazım şekli, vezin,
kafiye, ritim, armoni gibi…
Tahkiyenin (öykülemenin) şartları arasında olay, yer, zaman ve kişilerin
özgün bir üslupla işlenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Onları bir sarmaşık
gibi birbirine sarıp sarmalamalı hikâyeci…
Ele gelsin gelmesin, yazıya yahut söze gelen hemen her bir şey demek ki
derunî (içsel) kaidelerle örgülü. Biz onları oralarından, kaide diye
adlandırıverdiğimiz tutulacak yerlerinden tutarız. Somut yahut soyut, açık
yahut kapalı anlatırken, mutlaka, ama mutlaka o noktalarından ele alırız.
Gelişigüzel bir sıralamayla örneklendirelim: Üçgen, hücre, kapı, gemi, ışığın
saniyedeki hızı, bir gölgenin boyu, incirin çekirdeği, sakarmeke kuşu, gönül
oyunu, ideolojik tutum, medeniyet algısı, iman, vs…
Kâinatı dolduran hemen her şeyi burada sayabiliriz, lakin maksat anlaşılmış
olmalıdır. İşbu noktada şu soruyla muhatap kabul alınabiliriz: İyi de, bir
yazar bütün bunlarla ilgili künh bilgisini nasıl edinecektir?
Çalışacak.
Ele (söze, yazıya) alacağı konuyla ilgili birikimler kazanacak. Araştıracak,
okuyacak, gözlemler yapacak, deney ve tecrübelerden yararlanacak…
Haydi itiraz edin. Deyin ki: “Yaptığınız bu tanımla ancak ve ancak
zanaatkârlık imzası atarsınız!” Hatta imza değil, imlâ...
Haklısınız, zira yazarlık, Jean Jacques Rousseau’nun da dediği gibi, “ne
kadar zanaatkârlıktan uzak kalırsa o kadar parlak, saygın bir meslek olur.”
Öyleyse orada kalmamalı, şu cümleyi mutlaka söylemeli: İşin teknik kısmını
oluşturan zanaatkârlığı gönle ait maceralarla çevrelemeli, donatmalı…
Gönül macerası diyebilir miyiz bu donanmaya bilmem. “Yazmasam ölürüm”
dedirten, yazarı ebediyen yaşatan saik
bu mudur?
Bu noktada şunu da unutmayalım: Yazarlık bir ihtiyaca yahut ihtirasa çivi
çakmışsa, oradan sağlam bir eser çıkmaz. Para pul hırsı ile şan ve şöhret
döngüsü aynı şeydir. Hakikatli olanın kalabalıklara seslenme diye bir kaydı
olamaz. Çok satmanın cazibesi de böyledir.
Yazarlık vakarı diye bir şeyden dem vurulacaksa, o şudur: Ruhunun sesini
dinlemek...
Ruhunun sesini dinlemek hürriyet kuşunun kanatlarında olmak gibidir.
O kanatlarda göksel bir safa süren yazara ne Hades ülkesinin iniltilerden
mürettep ırmakları etki eder ne de Şeyh Galip’in sınavlara tabi tutan ateşten
denizleri…
Platon’un Devlet kuramı da set çekemez onun önüne, Demokles’in kılıcı da…
Zirâ, hikmete râm olmuştur bir kere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder