13 Aralık 2019 Cuma

SEYAHATNAMELERDEKİ BURSA ULUCAMİ

Giriş

Gezilip görülen yerlerin anlatımına dayanan bir yazı türü olan seyahatname, kültür ve medeniyetin gelişmesinde önemli bir role sahiptir.
İnsandaki merak duygusunun doğal bir sonucu olarak, bilinmedik ve görülmedik yerleri keşfetme arzusunu gideren seyahat (gezi), akabinde oluşturulan bir metinle, geleceğe intikal ettirilir. Bu intikal ile birlikte, seyyahın görme açısı ve biçimine endekslenmiş nitelikte olsa da, pek çok değer, zamanın yıkıcı ve yok edici etkisinden yakasını kurtarmış olur.
Bunlar, seyyahın gezip gördüğü coğrafyaya ait tabii, tarihi ve kültürel donanım unsurlarıdır. Görsel bir keyif sunan her türden manzaraları: Yüksek dağları, geniş ovaları; akarsuları, göl ve denizleri; yaylaları, buzulları, çölleri; en başta da şehirleri… Şehirlerde asırları aşıp gelen tarihî manzumeleri: Külliyeleri, camileri, medreseleri, şifahaneleri, bedestenleri, çarşı ve pazarları, çeşmeleri, hanları, hamamları, mezarları, türbeleri, anıtları, evleri, kapıları,  köprüleri, yolları, kaldırımları… Folklorik değerleri: örfünden ananesine, ilminden irfanına, giyiminden kuşamına, yemesinden içmesine, düğününden derneğine, manisinden türküsüne, bilmecesinden bulmacasına, aletinden edevatına… Velhasıl, insanî olan her türlü birikim, seyahatnameler vasıtasıyla bir yandan okurun hayalinde, diğer yandan yazının sabitleyiciliğinde, yaşamaya devam eder…
Bir medeniyet şehri olarak Bursa, gerek yerli gerekse yabancı seyyahların her daim ilgi odağında bulunmuştur. Bu cazibenin bir sonucu olarak, Bursa’nın seyahat edebiyatı, zengin kütüphaneleri kıskandıracak bir boyuta ulaşmıştır. Yazımızın konusu bu boyutu gözler önüne sermek olmadığından, Bursa seyahatnameleri ile ilgili ayrıntılı malumat sunmayı düşünmüyoruz. Bunun ayrı bir çalışmanın nesnesi olacağını ve fakat bu yolda yapılacak bir çalışmaya talipli olacağımızı belirtiyoruz. Bu arada, bir fikir vermesi açısından, 1326-1923 yılları arasında Bursa’ya yolu düşen seyyahlar ve eserleri bağlamında konuyu dikkatlere sunan Heath W. Lowry’nin Seyyahların Gözüyle Bursa[1] kitabını, meraklı okurlarımıza tavsiye edebiliriz. Lowry’nin bu kitapta muhtelif dillerde yazılmış 180 seyahatname tespit ettiğini de belirtirsek, Bursa’nın seyyahlar için nasıl bir cazibe merkezi olduğu anlaşılmış olur.  Haddizatında, işbu yazımız içeriğinden zikredilecek kaynaklar da, söz konusu zenginliği görmek isteyenler için yeterli ipuçları sunacaktır.


















Bursa’yı seyahatine mekân yapanların bu şehirde ziyaret etmekten vazgeçemeyeceği yerlerin nereleri olduğu üç aşağı beş yukarı bilinir. Ulucami, bunların en başında gelir, gelmektedir.
Peki, Ulucami seyahatnamelere hangi özellikleriyle konu olmuş, nasıl yansıtılmıştır?
Seyyahların Ulucami’yi gündemlerine alışlarının farklı sebepleri vardır elbet. Biz bunları bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz. Sınıflandırmamızın ilk kategorisini, bu şaşaalı mekânın maddi özellikleriyle ilgili yaklaşımlar oluşturacaktır. Bu bağlamda, mekânın dış ve iç mimarî unsurları, estetik donanımları, sözgelimi kubbeleri, hatları, şadırvanları, vs. öne çıkmaktadır. Ulucami’yi bir vesileyle mekân tutan insanların sosyal ve ruhî portrelerinin dikkate alınması da önemlidir ki bununla Ulucami’nin manevî çehresine ait kategori ortaya çıkmaktadır.
Kabaca yaptığımız bu sınıflandırmayı bir tarafta tutup, tamamı hayli yekûn tutan Bursa seyahatnamelerinden bir kısmını incelemeye geçebiliriz. Bir kısmını diyoruz, çünkü, bu çerçevede kaleme alınmış eserlerin tamamına değinmek pratik olarak mümkün değildir. Ayrıca, böyle bir yönelim, anlatımda tekrara düşme riskini de yükseltecektir. Bununsa bizi yüzeysel bir metinle karşı karşıya bırakacağını unutmayalım. Son tahlilde, burada esas olanın, Ulucami’nin, gezi edebiyatına hangi yönleriyle ve nasıl konu edinildiği hususudur.
Bu noktada, seyyahların kavmî ve coğrafî kimliklerine yönelik bir kıstası da göz önüne almayacağımızı belirtmek isteriz. Bu tür kıstaslar yerine, Ulucami’nin geçirdiği evreleri daha iyi görebilmek düşüncesiyle, seyyahların Bursa’ya gelişlerine bağlı kronolojik bir sıralamanın daha esaslı bir tercih olacağını düşünüyoruz. Kuşkusuz, başlangıç noktasına Türk edebiyatında seyahatname türünün kurucusu olan Evliya Çelebi (1611- ?)’yi yerleştirmek şartıyla…

Evliya Çelebi: “Bursa’nın Ayasofyası”

Evliya Çelebi,  Seyahatname’sinin ikinci cildine başlarken bir Mudanya kayığı ile İstanbul’dan Bursa’ya geçtiğini bildirir. 1640’da gerçekleşen bu seyahatte, “İpek Şehri” Bursa’nın vasıflarını ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bursa camilerini “Evsâf-ı câmi‘hâ-yı selâtîn ve gayr-ı selâtin” (“Sâlâtin ve Diğer Câmilerin Vasıfları”) başlığı altında anlatmaya başlayan Evliya Çelebi, “Evvelâ cümleden Ulu Câmi‘-i Kebîrdir” diyerek Ulucami’yi ilk sırada ele alır ve camiyi kimin yaptırdığı, konumu, iç ve dış donanımları ve daha nice özelliklerini keyifli bir üslupla anlatır.[2] Kuşkusuz bu anlatımın orijinalini burada sunmak isterdik. Fakat bir yönüyle popüler bir eserin parçası olan yazımızda, bu mümkün değildir. Bu yüzden, Seyahatnâme’nin Bursa kısmı üzerinde yakın zamanlarda bir çalışma yapan Hasan Basri Öcalan’ın günümüz Türkçesi’ne yaptığı aktarımdan yararlanmakla yetineceğiz:
Ulu Cami (Büyük Cami): Hepsinden büyük olan bu camiyi Yıldırım Bayezid Han yaptırmıştır. Sanki bir Kahkaha Kalesi’dir. Bursa’nın havadar, yüksek bir yerinde yapılmış büyük bir camidir. Caminin içinde dört köşe pâye sütunlar vardır ki, her birisinin alttan insan boyu kadar olan kısmı süslü, nakışlı ve altın yaldızlıdır. Sütunların üstlerinde dört tarafta ise ‘Yâ Hannân, Yâ Mennân, Yâ Deyyân, Yâ Sübhân’, şeklindeki Esmâ-i Hüsnâ çeşit çeşit yazılarla yazılıdır. Hatların harfleri, elifleri üçer zıra’dır (arşın) ki, bu tür yazılar Hattat Musta’sım tarzında yazılmıştır. Sütunların üstünde 19 tane kemerli kubbe vardır. Kubbelerin tamamı kurşun ile kaplanmıştır. Her kubbenin üstünde yer alan âlemi, parlayan güneş gibi ışık verir. Yirminci kubbenin yeri ise caminin ortasında bulunup, caminin içine güneş ışıkları girsin diye üstü açık bırakılmıştır. Ancak kuşlar, yabani hayvanlar girmesin diye balık ağı gibi sarı pirinç telle örtülmüştür. Bu kubbenin altında Hanefi mezhebine göre abdest almanın uygun olduğu, eni ve boyu 10 arşın olan bir havuz vardır. Havuzun içinde çeşit çeşit balıklar yüzmektedir. Camiye gelen cemaat bu havuzdan abdest alır ve ibadetlerini yaparlar.
Ulu Cami’nin çok güzel bir de minberi vardır. Minberi yapan usta, öyle bir beceri göstermiştir ki, diller bunu anlatmaktan aciz kalır. Ceviz ağacından siyah bir levha üzerine ustalığını göstererek, bir mâni gibi nakşetmiştir. Burada Bursa’nın Fahrî oyması gibi, şukûfe, turuncu, islimi, çâr-gül, mutabbak gül, katmer gülleri, çeşit çeşit mutahhil süsleri ve kitabeleri vardır ki dünyanın ressamları bir araya toplansalar bir benzerini yapamazlar. Kuyumcuların kalemkâri nakşı gibi süslü, görmeğe değer yüksek bir minberdir. Bu minberin benzeri sadece Karadeniz sahilinde bulunan Sinop Camii’ndeki nakışlı minberdir. Caminin bir de o kadar güzel nakışlı bir müezzin mahfili vardır ki, sanki cennetten bir köşktür.
Dört tarafı billur camlarla kaplı pencerelerle üslenmiş aydınlık bir camidir. Vakıf gelirleri çok olduğundan buradaki halıçalar başka camilerde yoktur. Her gece yedi bin kandil ile aydınlatılır, cemaati gece gündüz oldukça kalabalıktır. Caminin içinde yetmiş yerde hocalar ders verir ve bunların etrafında toplanan iki bin talebe onlardan ders alırlar.
Caminin bir taraftaki kapıdan öbür kapıya kadar olan mesafe (boyu) 350 ayaktır. Kıble kapısından mihraba olan mesafe ise (eni) 180 ayaktır. Üç kapısı vardır, sol taraftaki Hünkâr mahfilinin altında yer alan Hünkâr Kapı, sağ taraftaki Mahkeme Kapısı, Kıble Kapısı. Kıble Kapısı’nın olduğu tarafta dışarıda sofası vardır. Ulu Cami’nin diğer camiler gibi büyük avlusu olmayıp, küçük bir avlusu vardır. Avlunun ortasına Şeyhülislam Abdülaziz Efendi bir abdesthâne havuzu ve musluklar yaptırmıştır.
Ulu Cami’nin sağında ve solunda tuğladan yapılmış, göğe başkaldırmış birer minare vardır. Mahkeme tarafındaki minarenin ustası minareye bir kadeh (su havuzu) yapmış ve Keşiş Dağı’ndan getirttiği suyu buraya akıtarak büyük bir ustalık sergilemiştir. Ama zamanla suyolları harap olmuş ve fıskiye de bozulmuştur. Yağmur yağdığı zaman minarenin şerefesine biriken sular, bu kadehe birikir ve kuşlar bu sudan içerek susuzluklarını giderirler.
Sözün özü, Bursa içinde böyle ruhaniyetli bir cami yoktur. Bu cami Bursa’nın Ayasofya’sı olduğu, şehrin güzide bir yerinde bulunduğu için oldukça çok cemaati vardır. Yeryüzünde benzeri yoktur, insanoğlu böyle bir camiyi yapmaktan ve tarif etmekten aciz kalmaktadır. Bütün camilerin en büyüğü olduğu için öncelikle bu ibadethâneden bahsedilmiştir.”[3]
















Şehrin merkezinde…

Alman bilim adamı ve seyyahı Carsten Nıebuhr (1733-1815) 1767 yılında Bursa’yı gezmiştir. Bu seyahatini Reisebeschreibung nech Arabien und Anderen umliegenden Löndern (Kopenhagen, 1774) adlı çalışmasında anlatmıştır. Bu seyyahın Ulucami’yle ilgili cümleleri, caminin boyutları ve kimi maddi özellikleri çerçevesindedir: “Ulucami ikiyüz ayak uzunluğunda ve takriben yüzaltmış ayak genişliğinde olup çok yüksektir ve dış duvarları mermerle ve kubbeleriyse kurşunla örtülüdür.”[4]
Fransız âlimlerden Charles Texier (1802-1871), 1834’te Bursa’ya gelmiş, bu seyahatini Asie Mineure adlı eserinde anlatmıştır. Bu eserin Ali Suat Bey tarafından yapılmış bir tercümesi eski yazıyla neşredilmiştir. Bu eserden, Fâzıl Yenisey’in Edebiyatımızda Bursa adlı çalışmasına İlhan Pınar’ın tercüme ettiği bir metin alınmıştır. Orada Taxier, şehrin kuruluş plânı ve mahallelerini anlatırken, sözü merkezî bir unsur olarak camilere getirir. Buna göre, o yıllarda Bursa’nın iki merkezî mahallesi vardır. Emirsultan ve Çekirge. Texier şöyle yazmaktadır: “İki güzel cami bu iki mahallenin merkezlerini teşkil ederler ve belki mahallelerin etrafında teşekkülüne camiler sebep olmuştur. Bu camilerden şarktaki Sultan Bâyezid ve garptaki Sultan Murad tarafından inşa ettirilmiştir. Etrafı serviler ve çınar ağaçlarıyla muhat olan bunlar elân ahalinin mergup bir ziyaret ve tenezzüh yeridir.”[5] Bunlardan “şarktaki” Ulucami’dir.
İngiliz seyyahı Miss Julia Pardoe (1806-1862) 1835’de yaptığı Bursa seyahatinden edindiği izlenimlerini The City of the Sultan and Demestic Manners of Turks (London, 1837) adlı eserinde anlatmıştır. İstanbul’dan Bursa’ya gidişini uzun uzun anlatan Pardoe, canlı çevre tasvirlerine yer verir. Yazarın Ulucami’yle ilgili gözlemleri “Bursa’nın Özellikleri”yle ilgili olan bölümdedir. Pardoe burada Bursa camileriyle ilgili İstanbul camilerini gezip görebilmek açısından karşılaştırır: “Bursa’da üzerimde özellikle etki yapan şey, bir camii gezmenin kolaylığı oldu. Oysa İstanbul’da camileri, bir turistin görmesi, çok zordur. Bursa’daysa, bir camie küçük bir ücret karşılığı girilebilir. Bunların birçokları da görülmeye değer.” Bu cümlelerin akabinde sözü Ulucami’ye getiren yazar, Ulucami’nin büyüklüğü, kubbeleri ve havuzunun özellikleri açısından değerlendirir: “Şehrin göbeğindeki Ulucami, hepsinden büyük ve hepsinden güzeldir. Damı, yirmi güzel kubbeden oluşmuştur. Bunlardan ortadaki, içeriye ışık geçirmesi için, ince, demir kafesle örtülmüştür. Bu kubbenin altında, beyaz mermerden fıskiyeli bir havuz vardır. Bu havuz, sazan balıkları ile doludur. İçini fıskiye besler. Çünkü fışkıran sular, bu havuza dökülür. Bu suların çıkardığı sürekli şıpırtılar, geniş yapının içinde tatli bir yankı yapar. Bu camide ilk kez gördüğüm bu görkemli fıskıyenin üzerimde bıraktığı etki, çok büyük oldu. Fışkıran suyun duru ve solgun parlaklığı, duvarın koyu nakışları ve yere döşenen hasırları üzerine serpiştirilen rengârenk namaz seccadeleri ile, zıt bir etki yapıyordu. Minber, oyma ve kakma işli tahtadan yapılmıştı. Merdivenlerin iki yanı da öyleydi. Binanın bütünü, zengin ayrıntılarından çok, her şeyin birbirine uygun olması ve güzel fıskiyesiyle göze çarpıyordu. Allah’ın, Peygamber’in ve Dört Halife’nin adları yazılı tablolar, çok güzel yapılmışlardı. Mabedin sağ yanındaki kemerli hücre de böyle bir güzellikle süslüydü.”
Pardoe daha sonra sözü camideki insanlara, onların camide bulunuş şekillerine getirir. Bu çerçevede, camiin imamı, sofu Müslümanlar, kadınlar, gençler,  camide bulunuş şekilleriyle anlatılır: “Biz camie girdiğimiz zaman, hoca, başında yeşil sarığı, cüppesi de yere yayılmış; oturmuş kuran okuyordu. Okuyuşu, çabuk ve hep tekdüze bir tondaydı. Bir yandan da bedenini öne, arkaya sallıyordu. Bu da karşıdakine, hoş etki yapmıyordu. Biz yanına yaklaşınca, hemen okumasını bıraktı ve bizi büyük bir ilgiyle süzdü. Sonra, okuduğu Kuran’ı bitirerek davetsizce yanına sokulan bizlere bir daha baktı. Yanından geçtiğimiz köşelerden birinde, bir adam yatmış uyuyordu. Öbüründe de Allah tablosunun altında, diz üstü oturmuş bir kadın ellerinin avuçlarını yukarı kaldırmış, dua ediyordu. Bir seccadenin üstüne oturmuş bir hoca, camiin medresesine bağlı oldukları anlaşılan beş altı delikanlıyı çevrense toplamış, dua ediyordu. Öte yandan, her köşede sofu Müslümanlar, diz üstü oturmuşlar, önlerindeki rahlelerde bulunan Kuran’lardan o güne düşen hatim (bitiriş) parçasını okuyorlardı.
Camii bize gezdiren imam, terlik kadar hafif bulduğu ayakkabılarımı çıkarmadan gezmeme izin verecek kadar, her şeyi hoş gören bir adamdı. Minarelerden birine çıkmak istediğmizi söyleyince, kapıyı açmak ve bizi minareye çıkarmak için camiin kayyumunu (odacısını) çağırdı. Çağırılır çağırılmaz, yıldırım gibi gelen bu adamı, kolay kolay unutamayacağım. Türbe yeşili sarığı alnına kadar inmiş, çarpık bedeni pamuklu bir hırkanın içine sarılmıştı. Eğri büğrü bacaklarında kaba tozluklar vardır. Çıplak ayaklı, uzun sakallı, cüce boylu bir adamdı. Bir deri bir kemik ellerinde, uzun bir sırık vardır. Bizi büyük bir ilgiyle baştan aşağı süzdükten sonra, yanımızdaki uşağın yanına yaklaştı. “Bahşiş” diye mırıldanarak, cüppesinin şurasında, burasında minarenin anahtarını arar gibi yaptı. Sonunda sırıtarak çıkardı.
Elindeki sarığı bir yığın seccadenin arkasına iyice gizledikten ve minarenin kapısını ardına kadar açtıktan sonra, basamakları kopuk ve korkulacak, koyu karanlık içindeki merdivenlerden çıkarak bize yol gösteriyor, bir yandan da bahşiş alacağı sevinci içinde sırıtıyordu. Arkasından gidenlerde bir kararsızlık ve gecikme olduğu zaman da, işitilecek biçimde, “Bahşiş” sözcüğünü mırıldanıyordu. Merdiven, bir küçük kapının önünde sona erdi. Bu kapı, müezzinin ezan okuduğu yere açılıyordu. Kapı açılır açılmaz, içeriye dolan ışık, birdenbire, gözlerimizi kamaştırdı. Minarede durmak da çok zevkli olmadı. Çünkü, minare o kadar yüksek, yanlarındaki şerefeler o kadar alçak ve dolaşılacak yer de o kadar dardı ki, bu durum, izleyicinin önüne serilen eşsiz görünümün tadına varmasına olanak tanımıyordu. Buradan, yalnızca uçsuz bucaksız uzanan ovalar değil, aynı zamanda şehrin çevresini çevreleyen dağlar da görülüyordu.
Epeyce sendeleme, ayak kayması ve tutunmadan sonra, kendimizi yeniden Ulucami’in fıskıyeli havuzu önünde bulduk. Camiden çıkarken, gözüme çarpan bir şey de, her bir minarenin dörtte bir bölümünün nakışlarla süslenmiş olmasıydı.”[6]  

“Müslüman, Allah’a hamd ederken, suyun şıkırtısını duymayı sever.”

Helmuth Von Moltke (1800-1891) bir Alman mareşalidir. 1835-1839 yılları arasında yaptığı seyahatlerini Briefe über Zustönde und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835 bis 1839 (Berlin,1841) adlı eserinde anlatmıştır. Hayrullah Örs tarafından Türkçe’ye de çevrilen[7] bu eserin 14. bölümü Bursa’ya ayrılmıştır. Moltke, bu bölümde bir ara Bursa’nın dışarıdan görünüşündeki güzelliğe temas eder. Fakat şehrin muhteşem dış görünüşü içine girince kaybolur. Bu bakımdan sadece Bursa değil, İstanbul ve Edirne de geridir. Hatta en küçük Alman kasabası onlardan üstündür. Zira bahsedilen Türk şehirlerinde sadece camiler, hanlar, kervansaraylar, camiler ve hamamlar olağanüstüdür. Bu yargılarından sonra sözü Bursa camilerine getiren Moltke şunları kaydeder: “Osmanlı saltanatının eski devirlerinde hiçbir padişah kâfirlere karşı bir harp kazanmadan bir cami yaptırmak hakkını haiz değildi. Bursa’daki camiler, daha sonra yapılanlardan büyüklük ve güzellik itibarile geride kalır, fakat tarihî hatıraları ve Orhan, Süleyman, Murat, hulâsa İslâmın zafer devresinin bütün kahramanlarının adlarile alâka çekerler. Bunların arasında inşa tarzı bakımından bana en mükemmel gibi görünen, Türklerin Yıldırım dedikleri Bayazıt’ın camiidir. Nihayet mağlûp olup, masala göre bir kafes içinde ölün bu ulu fatihin anıtı muazzam servilerin altında yalnız başına durmaktadır. Camilerin en büyüğü bir Hıristiyan katedralidir.[8] Işığını üstten, tamamile açık olan orta kubbeden alır. Güzel, yıldızlı Asya gökü bu mâbedin üzerinde kubbelik eder. Bir tel kafesle örtülü olan bu açıklığın altında yağmur sularını toplayan ve ortasındaki bir fıskiyeden sular fışkıran bir havuz vardır.[9]
Fransız tarihçi Baptistin Poujoulat (1809-1864) Voyage dans L’Asie Mineure et en Mésopotamie (Paris, 1840) adlı eserinde Bursa’da 150 cami olduğunu kaydeder. Poujoulat bunlar arasında Ulucami’ye ayrı bir önem verir. J. L. Mattei’nin çevirisiyle okuyalım:
Bu camilerin en güzeli, kentin merkezinde bulunuyor ve Ulucami adını taşıyor. Kare şeklinde ve yontulmuş taştan yapılmış koskocaman bir yapıdır. Çok yüksek olan iki tane minaresi ve Berberi mimarisinin tüm garip zarafetini gösterin iki tane şahane kapısı vardır.  Ulucami’nin içi çok sade, tabanı güzel halılarla kaplı, duvarları çıplak, sadece arada sırada büyük ve siyah harflerle çizilmiş Kur’an ayetleri görülüyor. Caminin ortasında abdest almak için üç fıskiyeli güzel bir çeşme vardır. Müslüman, Allah’a hamd ederken, suyun şıkırtısını duymayı sever. Bursa’nın öteki kubbeleri gibi, bu caminin kubbesi kurşunlu kaplı değil, birbirine giren demir çubuklardan oluşuyor ve bu parmaklıklar, yapının içine çılız ışınların geçişini sağlıyor.”[10]
Eliza Cheney Abbott Schneider (1809-1856), Alman kökenli Amerikan vatandaşı olan eşi Benjamin Schneider ile birlikte misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak üzere 1933’te Türkiye’ye gelmiştir. Schneider’ler 1848’de Bursa Protestan Kilisesi’ni kurmuştur. Faaliyetlerinde oldukça başarılı bir performans sergileyen bu aileden geriye bir de kitap kalmıştır. Eliza Cheney Abbot Schneider’in Letter from Broosa, Aia Minor (1846) adıyla yayınladığı bu kitap, Bursa Mektupları - Bir Osmanlı Kentinde Müminler ve Kâfirler[11] adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir. Amerika’daki Alman Protestan Kilisesi’ne hitaben yazılmış 28 mektubun bulunduğu kitabı E. C. A Schneider bir önsöz ile takdim etmiş. Eserin sonuna ise çeşitli resim ve tablolar ekleyen yazar, söz konusu mektupların beşincisinde Müslümanları, camileri ve camilerde yapılan ibadetleri, türbe, medrese, konak, harem gibi diğer mekânları, ramazan ve bayram adetlerini, kimi batıl inançları ele almaktadır. Bu mektubunda Schneider, Ulucami’yi kısaca anlattıktan sonra, bu camiyle ilgili ukdesini de dile getirmektedir: “Ulu Cami şehrin en büyük ve en güzel camii. Bu cami 50 metre uzunlukta ve 35 metre genişlikte. Dört vaiz aynı anda farklı noktalardan, sesleri birbirine karışmaksızın vaaz verebilir. Ve oradan her geçişimizde bir gün o duvarların arasında Tanrı’nın Oğlunun İncili Şerifi’nin okunup okunmayacağını soruyoruz kendimize.[12]
Avusturyalı hekim Charles Ambroise Bernard (1808-1844), 1842’de geldiği Bursa’yı aynı yıl yayınlanan Les Bains de Brousse[13] adlı kitabında anlatmıştır. Eserin üçüncü bölümünde “Cami ve Türbeler” başlığı altında ele alınan Ulucami, şu satırlarla dikkatlere sunulur: “Bursada cami ve mescit gibi binalar pek çoktur. Biz burada, meşhur bazı camileri sayacağız. Bunların hepsinden büyüğü, nadir binalardan birisi ‘Ulu Cami’dir. On dokuz kubbelidir; bir kubbelik yerin de üstü tel kafesle örtülerek, pencere halinde açık bırakılmıştır. Birinci Murat, Yıldırım Beyazıt ve Çelebi Mehmet; yaptırdıkları camilerden başka Ulu Camiin inşası için, her biri ayrı ayrı gayret sarfetmişlerdir. İçindeki kürsülerin oymaları gayet nefistir; duvarlardaki yazıların eşi yok dense yeri vardır. Üç kapısının en büyüğü kıble kapısıdır.[14]
1844, 1851 ve 1863 yıllarında Bursa’ya gelen Hayrullah İbni Abdülhak Efendi 1818 -1866) bu yolculuklarını mukayeseli bir şekilde anlatmıştır. Vedat Nedim Tör ve Şevket Rado onun bu yolculuklardan tuttuğu notları Hayrullah Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa[15] adıyla yayınlamışlardır. İsmail Hâmi Danişmend de Hayrullah Efendi’nin çalışması hakkında mütalaada bulunmuştur.
Hayrullah Efendi, Ulucami’yle ilgili izlenimlerine ikinci ve üçüncü seyahatlerinde yer vermektedir. Buna göre, Hayrullah Efendi 1851’de Bursa’ya geldiğinde Bursa büyük depremlerle yerle bir olmuş, yıkılmıştır.  Bundan Ulucami de nasibini almıştır: “… İkinci def’aki azîmetimiz hareket-i arzın akîbinde olduğundan, ne kadar ebniye-i atîka var ise mecmûu hâke beraber olmuş, esvâkı taş ve toprak molozlarıyla dolmuş, Ulu Câmi’in içine girilmez. Çelebi Sultan Mehmed’in câmii ve türbesi tarafına varılmaz, …
Hayrullah Efendi Bursa’ya üçüncü kez geldiğinde yeni ve farklı bir şehirle karşılaşır: “Geçen sene kaplıcalara girmek üzere gittiğimde şehrin vasatı makamında olan meşhur Câmi-i Kebîr’in müceddeden yapılmış ve mihrâb u minberi tanzîm olunmuş, etrafında gasb ile yapılmış olan salaş gibi dükkânlar kaldırılarak güzel bir meydan açılup hey’et-i kadîmesine ircâ olunmuş, …[16] Bu seyahati sırasında şehirdeki yeniliklerden bahsederken açılan caddeler hakkında da bilgi verir. Bunlardan birisi de Ulucami ile Yeşil İmâret arasında açılan caddedir.

Ulucami: “Cami-i Şerife…”

Başpatrik Dördüncü Kevork Keresteciyan (1812- 1882) bir dönem (1844-1854) Bursa’da Ermeni mahrasallığında (temsilciliği) bulunmuştur. Kaleme aldığı Vahram Başpiskopos Menguni (1812-1882 Yazma Biyografi) adlı üç nüshalık yazma eserde Bursa’yla ilgili malumatlara yer verir. Bunlar arasında, 1855’te Bursa’da vukubulan büyük deprem ve depremle birlikte meydana gelen yangınları anlatırken, sözü Ulucami’ye getirir: “Haftalarca deprem devam etti ve sevgililerini kaybedenlerin yürekleri sızlatan âh u zârı sona ermedi. Bu defa hanlar, minarelerin üst kısımları, camiler ve birçok hamamlar, Ulucami denilen büyük caminin bazı kemerleri ve kubbeleri, sayısız evler ve dükkânlar, yananlar hariç, yıkılıp harap oldular.”[17] 
Fransız arkeolog Georges Perrot (1832-1914), Souvenirs d’un Voyage en Asie Mineure (Paris, 1864) başlıklı günlüğünde Ulucami’ye temas eder. Günlüğün 10, 11, 12 Mayıs tarihli bölümünde Türklerin uygarlık anıtı niteliğinde ortaya koydukları mimari eserler üzerinde durur, bunların bakımı hakkında bilgiler sunar. Bir ara sözü Ulucami için yapılan harcamaya getirir: “Kendi tarzlarındaki uygarlıklarıyla Türkler, ilk asırlarda çok sayıda cami, yol, köprü, su kemeri yaptırmıştı. Üstelik önceki uygarlıkların anıtları da korunuyordu. Fakat çoktan beri Türkiye’de anıt yaptırmıyorlar. Üstelik doğa ve insanların yok ettiği yapılar da tamir edilmiyor. Topu topuna Ulucami için yapılan şeyler, 3-4 cami için de yapılıyor. Sıva, yontmataşının, kaba hatlar ise mozaiğin yerini alıyor. Üstelik, mermerin yaralarını örtmek için yapılan badana, sözkonusu taşın parlaklığını söndürüyor. Açıkçası, yarım yamalak yapılan bu tamiratın yerine gerçek bir harabe bana daha dokunaklı görünüyordu.” Perrot bu yargılarından biraz sonra sözü Bursa camilerine getirecek, onlar hakkında çarpıcı ifadelerde bulunacaktır: “Defalarca betimlenmelerine karşın Bursa camileri tek başına büyük ve kapsamlı bir esere layık. Sözkonusu camiler yokolmadan önce onları düşünmemiz şart. Kentin merkezinde bulunan Ulucami en önemlisidir. Tamamen özgün bir planı var fakat resterasyonu kelimenin tam anlamıyla bir felaket.”[18]
Vasıleıos I. Kandes (? - ?)’in 1883’de Atina’da yayınlanan ve Türkçe’ye Kuruluşundan XIX. Yüzyıl Sonlarına Kadar - Bursa[19] adıyla tercüme edilen eserinde Bursa antik dönemden 19. yüzyıl sonlarına kadar yazıtlar, haritalar ve fotoğraflar eşliğinde, arkeolojik, tarihi, coğrafi ve dini yönleriyle tanıtılır. “Camiler, Türbeler ve Tekkeler” genel başlığı altında ve ilk sırada dikkatlere sunulan “Ulu Cami ya da Cami-i Kebir”, bütün özellikleriyle ve geniş bir şekilde tanıtılmıştır:
Özgün şekli ve karakteri ile Ulu Cami en büyük ve aynı zamanda en sade olan camidir. Tüm çevre yerleşim birimlerine hâkim konumda olan, kentin merkezî bir yerindeki tepenin üzerinde bulunan cami, Osmanlıların eski başkentinin pitoresk bir panoramasının ana unsurunu oluşturmaktadır. Camiler genellikle adlarını kurucularından alırlar. Ancak sözünü ettiğimiz Ulu Cami birbirini izleyen üç sultan tarafından inşa edildiği için (I. Murat, Beyazıt ve Murat’ın torunu I. Mehmet’ten oluşan bu sultanlardan her biri Bursa’ya ayrı camiler de inşa ettiler ve bu camiler bugün de hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler ve ayrı ayrı bu sultanların isimlerini taşımaktadırlar.) ‘Ulu Cami’ şeklindeki belirsiz bir isimle anıla gelmişti. Cami dört köşeli olup her bir köşenin arasındaki mesafe 100 metredir ve beş eşit kısma bölünmektedir, yani caminin tamamı, tümü kubbelerle örtülmüş 25 dörtgenden oluşmaktadır. Sadece ortadaki ve merkezi konumdaki bölme üzeri açık durumdadır. Bronz, birbirine geçmeli ağ şeklindeki bir tel örgü ile bezenmiştir. Buradan caminin içine rahat bir şekilde temiz havanın yanı sıra göz kamaştırıcı ışık girmektedir. Bu bronzdan örgülü telin altında ve caminin orta yerinde mermerden büyük bir havuz bulunmaktadır ve ortasındaki fıskiyeden sürekli temiz su fışkırmaktadır. Bu havuzun içinde bir zamanlar balıklar yaşamaktaydı. Caminin pencereleri de birbirine geçmeli bronzdan tellerle örülmüş durumdadır, çok büyük olan bu pencerelerin yükseklikleri saçaklığa kadar altın kaplama idi ve dört köşeli sütunları üzerinde altın harflerle Kur’andan en önemli surelere ait bölümler yer almaktaydı. Ancak 1885 tarihinden itibaren (1271) tüm bu görkem ve ihtişam yok oldu ve bugün tüm sütunlar beyaz sıva ile kaplı olup bunun üzerinde mürekkeple ve çok büyük boyutta harflerle Allah’ın kimi sıfatları (Rahman, Rahim) yazılıdır.
Bu caminin minberi çok tanınmış bir Arap yontu ustasının eseri idi. Bu kişinin olağanüstü güzellikteki yontuları sadece çiçek, meyve, tomurcuk, yaprak ve filizleri değil, bunların yanında çok güzel ipekli kumaş desenlerini de tasvir ediyordu. Tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece Sinop Camisi’nin meşhur minberi ağaç işlemeleriyle burada sözü edilen Ulu Cami’deki minberle yarışabilirdi. Caminin 1855 yılındaki depremden sonra restore edilen iki minaresi (Kıble Kapısı denilen ana girişin sağında ve solunda) caminin ön tarafında iki köşesinde binanın kalan kısmından ayrılmış olarak sağlam temellere oturmuş vaziyette yükselmektedirler. Bu minareler bir zamanlar yeşil renkli porselenle kaplanmış idi ve sağ taraftaki minarenin çatısı üzerinde Uludağ’ın yamaçlarından süzülen suyu taşıyan bir boru bulunmaktaydı ve bu borudan gelen su bu yükseklikten caminin içine akmaktaydı.
Esas girişin dışında iki giriş daha bulunmaktadır. Bunlardan birisi sultanın camiye girişi için tahsis edilmişti, diğeri ise ‘Mahkeme Kapısı’ adını taşımaktadır.”[20]
















Bursa’nın Aynası…

Şam Kâdısı Hasan Tâib Efendi (? -?), emekliliğini Bursa’da geçirmiş, bu arada Bursa’yla ilgili gözlemlerini 1905’de Hâtıra Yâhud Mir’ât-ı Burûsa adlı bir kitapla anlatmıştır. Hatıra ya da Bursa’nın Aynası[21] adıyla Bursa İl Özel İdaresi tarafından yayımlanan bu kitapta Hasan Tâib Efendi Ulucami’ye geniş bir yer ayırmıştır:
Ulucami 797 (1395) tarihinde Sultan Yıldırım Bâyezîd tarafından yaptırılmıştır. Bu ulu mabet, kareye yakın bir dikdörtgen plana sahip, her birinin kenarı yaklaşık bir buçuk metre olan on iki adet kare sütun üzerine oturtulmuş yirmi kubbe ile örtülüdür. Ortadaki kubbenin üzeri açıktır ve tel ile örtülmüştür. Bu orta kubbenin altında son derece sanatlı, mermerden yapılmış büyük bir şadırvan mevcuttur; sürekli akıp duran suyun şarıltısının meydana getirdiği yankı kulakları okşar. Bu şadırvanın etrafı maksurelerle çevrilmiştir. Ulucamiin duvarları çeşitli ve pek çok nefis hatlarla süslüdür; ayetler, hadisler ve diğer hayırlı dualar nakşedilmiş, büyük levhalar asılmıştır. Öyle ki bu sanat eserlerinin her birini ayrı ayrı kitabımıza kaydetmeye kalksak, birçok kitap daha yazmak zorunda kalırız. Bu nefis hatlar ve büyük levhalar, zamanın yıpratmasıyla neredeyse okunmayacak bir hale gelmişken, bu durum eski valilerden Halil Paşa’nın dikkatini çekmiş ve Padişahın özel yardımlarıyla, silme ve tamir metotları kullanılarak yenilenmiştir.
Ulucami’nin iki adet büyük, birer şerefeli minaresi vardır. Eski vali Mahmud Celaleddin Paşa zamanında, civardaki bir leblebici dükkânından çıkan yangında, şerefelerden yukarısı yanmıştır. Padişahımızın sayesinde minareler gayet güzel bir mimarî ile onarılmış ve hatta üzerlerine paratonerler de yerleştirilmiştir.
Ulucami’nin doğu, kuzey ve batı yönlerinde birer kapısı bulunmaktadır. Doğu kapısının üzerinde “Bel-hüve Kur’ânün-mecid” (“O, Kutlu Kur’ân’dır” Buruc Sûresi, 85/21; C.A) ayeti; kuzeydeki kapısının üzerinde –makamı cennet olsun- Sultan Abdülaziz’in tuğrası bulunmaktadır. Batıdaki kapıdan girilince, ilk sütun üzerine asılmış, Üftade Hazretlerinin hünerli elinden çıkmış şu beytin yazılı olduğu levha görülür:
Yâ câmi‘a‘l-kebîr ve yâ mecma‘a‘l-kibar
Tûbâ li-men yezûruke fi‘l-leyli ve’n-nehâr
Ulucamideki pek çok nefis yazının ve levhanın hattatı olan merhum Şikkegenbaşı Hacı Abdülfettah Efendinin, duvarda asılı, ağaçtan yapılmış büyük kalemi şaşkınlık uyandırmaktadır.
Camiin, şaşırtıcı bir güzellikteki, siyah abanozdan yapılmış, üzeri türlü çiçeklerle ve güzel resim yazılarla nakşedilmiş minberi anlatılamaz; ancak görülmekle anlaşılabilir. Minberin yanı başındaki mihrap da tamir sırasında yeniden, benzeri görülmedik bir tarzda inşa edilmiştir. Mihrabın çevresinde kûfî yazı ile “Yâ ze‘l-celâli ve‘l-ikrâm” (Ey güç ve cömertlik sabihi); içinde ise yine kûfî hatla ihlâs suresi ve sülüs yazı ile “Rabbenâ Âtinâ” (Rabbimiz bize dünyada da ahrette de iyilikler ver.) ayeti yazılmış ve mihrabın etrafı rengarenk çiçeklerle süslenmiştir. Bu cami, Bursa şehrinin en büyük camiidir ki zaten bu nedenle Ulu cami adını almıştır. Gerçekten de büyüklükçe Şam ve Ayasofya camilerinden sonra gelir; son derece ferahtır. Camiin içinde camekânlı bir kütüphane mevcuttur ve çok sayıda, çeşitli kitabı içermektedir. Bu kitapların büyük çoğunluğu Telli Tekke’de gömülü merhum Münzevî  Abdullah Efendi tarafından vakfedilmiştir. Kütüphanenin üstü, altın yaldızlı, oyma çiçekli parmaklıklarla çevrili Hünkâr mahfilidir.
Ulucaminin avlusunda, kuzey kapısı karşısında, gönül alıcı bir mimarî ile yapılmış mermer çeşme, eski valilerden Münir Paşa’nın hayır eserlerindendir. Bu çeşmeden akan lezzetli su, şehrin en bilindik sularından Kavak Suyu’dur. Bu su, demir borularla çeşmeye kadar getirilmiştir. Münir Paşa, camiin batı kapısı ilerisinde cadde kenarındaki meydanda, değişik mimariye sahip bir çeşme daha yaptırmıştır. Bu çeşmeden de Kavak Suyu akmakta ve çeşmenin üzerindeki “Hüdâvendigâr Valisi Ahmed Münir Paşa” yazısıyla ismi anılmakta, ruhu şad olmaktadır.”[22]
İbnü’l-Celâl Sezâi (? - ?), 1884’de gezdiği Bursa’yı, Burûsaya Seyahat (İst., 1892) adlı eserde anlatmıştır. Yazar Ulucami hakkında şunları zikreder: “Bursa’nın meşhur Cami-i Kebirini ziyaret eyledik. Bu cami-i şerife, Türkçe olarak Ulu Camii denilir. Ulu Camii hakikaten hem ferah, hem de büyüktür. Kubbenin ortası açık camekân olduğundan içerisi aydınlıktır. Duvarlarını Osmanlı’nın meşhur hattatlarının büyük ve nadide levhaları süslemiştir. Kubbenin açık yerinin tam altında olmak üzere şadırvan hizmetini görmekte olan, etrafı parmaklıklı, bir de havuz mevcuttur. Havuzun üstündeki fıskiyenin şarıltısı kulağı titretmektedir. Bu cami-i şerifi de görmekle mutlu olduktan sonra, yapımcısı dördüncü padişah cennetmekân Sultan Yıldırım Bayezid Han Hazretlerini ziyaret eyledik.”[23]

“Sabahın erken saatlerinde, Ulucami’de”

Georgina Adelaide Müller (1835 - 1916) 1893’te, İngiliz milletvekili olan eşi Friedrich Max Müller ile Bursa’ya gelmiştir. Bu seyahatini Letters From Constantinople (London, 1897) adlı eserinde anlatmıştır. Bu eser Türkçe’ye İstanbul’dan Mektuplar[24] ve On Dokuzuncu Asır Biterken İstanbul'un Saltanatlı Günleri[25] adlarıyla çevrilmiştir. Eserde dördü eşi, on ikisi Georgine Max Müler tarafından yazılmış on altı mektup vardır. Bu eserde Ulucami’yle ilgili izlenimler şöyle dile getirilir: “Sabahın çok erken saatinde kalkmış dışarıya çıkmıştık. Zira söylentiye göre Bursa’da gezilecek cami ve türbe adedi senenin her gününü dolduracak kadar çok imiş. Girdiğimiz Ulu Cami kare biçiminde olup, eski cami planlarına uygun bir tarzda yapılmıştır. Hemen hemen Ayasofya’nın bir kopyası olan İstanbul camilerinden çok değişik bir biçim arzeden bu cami üst tarafında birer mihrap bulunan tam bir dörtgendir. Ulu Cami’de beş tane kenar bölme bulunmaktadır. Orta kısmın üstü açık bırakıldığından burada bulunan şadırvanın üstüne güneş vurmaktadır. Nefis bir şekilde oyulmuş minberinden başka bu geniş cami bize, bilhassa son dere dekoratif olan İstanbul camilerinden sonra, pek sade ve çıplak göründü.[26]
Fatma Fahrûnnisa Hanım (?- ?), 1896’da Bursa’ya gelmiş, bu seyahatini 14 bölüm halinde Hanımlara Mahsus Gazete’nin 42-63 arası sayılarında yayınlamıştır. Hüdâvendigâr Vilayetinde Kısmen Bir Cevelân başlıklı bu seyahatname yakın zamanlarda 1896 Baharında Bursa[27] adıyla yayınlanmıştır. Bu eserin “Sekizinci Bölüm”ünde Fatma Fahrûnnisa Hanım Ulucami’yle ilgili olarak şunları kaydeder:
Câmi-i Kebir ya da Ulu Cami olarak anılan, şehrin ortaında 20 kubbeli iki minareli olarak inşa edilmiş olan cami Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Gayet kalın 11 sütun üzerine kurulmuş olan bina bu sütunlar üzerinde fevkalade büyük ve güzel hat levhaları ile süslenmiştir.
Minber ve mihrabı asrın en nefis ve zarif eseri sayılabilecek mükemmellikte usta elinden çıkmış eserlerdir. Hele ortasında pek güzel bir fıskiyesi bulunan büyük şadırvan camiye ruhani bir ferahlıkla birlikte güzellik ve şirinlik vermekteydi.
Şadırvanın üzerindeki cam ve demirden yapılmış kubbe camiyi pek güzel aydınlatarak nurlu bir aydınlık veriyordu. Şimdiye kadar inşa edilen camilerin hiç biriyle mukayese edilmeyecek derecede güzel ve ferah olan bu camiyi iki defa ziyaret ederek şereflendik.”[28]
Mecmua-i Hatıratımdan Bir İki Yaprak yahud İlk Seyahatim (İst., 1896) adlı bir seyahatnamenin yazarı olan Nâfizâde Ahmet Fuad, 1897’de Bursa’ya gelmiştir. Onun bu seyahatte tuttuğu notlar “1897’de Bir Bursa Seyahati Notları” başlığıyla J. E. Dauzats’ın 1588’de Anadolu’nun Bir Köşesi adlı[29] kitabın ‘eki’nde yer almıştır. Bu notlarda Ulucami’ye şu satırlar ayrılmıştır: “Cami-i şerifin içinde şadırvan hizmetini görmekte olan büyük bir havuz mevcut olup havuzun üstündeki fıskiyenin şarıltısı kulakları titretmektedir. Abdest burada alınır. Kubbenin orta yeri camekân olduğundan içerisi oldukça aydınlıktır. Cami-i şerif içinde birçok görülecek şeyler vardır ki bunlardan birincisi cami-i mezkûrun duvarlarını meşhur Osmanlı hattatlarının büyük ve nadide levhaları süslemiştir. Mihrabın yüksek yerine asılmış bir kalem ile banoz ağacından inşa edilmiş cami-i şerif minberi hakikaten görülmeye değerdir. Ekser tarafları çini taşları ile müzeyyen olup insan seyire doyamaz bir halde bulunur.[30]

“Öğleyin Ulucami’de…”

İbnülcemal Ahmet Tevfik (? - ?) 1900 yılında yayımlanan Velosipet ile Bir Cevelan adlı kitabında İstanbul’dan Bursa’ya bisikletle yaptığı seyahati anlatmıştır. Yazar kitabın “Bursa’da Birkaç Gün” başlıklı kısmında Ulucami’ye şöyle temas eder: “Öğleye yakın Ulucami’ye geldik. Ne kadar şehri dolaşmaya çıksak mutlaka bu cami-i şerife bir kez uğramakta idik. Adeta ferah ve serin olduğu için insana taze hayat arzusu veriyor.”[31]
Bir İngiliz seyyahı olan Richard Davey’in 1906’da Bursa’ya geldiği tahmin edilmektedir. Davey 1907’de yayınlanan Sultan ve Tebaası (The Sultan and His Subjets) adlı eserin 15. bölümünde Bursa’yı değişik özellikleriyle anlatır. Bu anlatımda Ulucami’ye de yer verilmiştir: “I. Murat tarafından başlanıp I. Bayezit tarafından bitirilmiş olan Ulu Cami şehrin orta yerinde çok sayıdaki ufak kubbesiyle dikilmekteydi. Haremi şehir halkı için bir forum olarak kullanılan bu cami, her zaman oturmuş, sigarasını tütüren eski topraklarla dolu idi. Burada saatlerce oturup Doğu hayatını gözlemleyebilir, farklı kıyafetleriyle gelip giden değişik grupları görebilirsiniz. Caminin içi harika demir işleriyle doluydu ve geniş sekiz kenarlı havuzu sıcak bir yaz gününde serin ve rahatlatıcıydı.”[32]
Rus gezgin Andrey N. Muravyov (1806-1874) 1849’da çıktığı seyahatte Türkiye’ye ve dahi Bursa’ya uğrar. Seyahatini 1849-1850 Yıllarına Ait Doğu Mektupları adıyla kitaplaştıran Muravyov, Bursa’yı anlattığı satırlara “Bursa Mektubu” başlığını koyar. Bursa Mektubu’nda Ulucami’ye şu şekilde yer verilir: “Bayezit’in, onun korkunç babası Murat’ın ve asil oğlu Mehmet’in bir yapısı daha bütün güzelliğiyle başkentlerinin ortasında yükselir –bu, I. Murat’ın başlattığıve I. Mehmet’in tamamladığı, Doğu mimarisinin en üstün yapıtlarından biri olarak kabul edilen ve Ulu adıyla bilinen camidir; gerçi, itiraf etmem gerekirse sultanların diğer camilerinden daha çok etkilendim. 20 adet kubbe onun yüksek çatısını taçlandırır, ortası açıktır ve göklerin mavi kubbesi altında bu caminin ana süsü niteliğindeki şadırvanın duru suları parıldar –bu tapınağın arabeskleri çok ünlü olup mollanın (imamın) kürsüsü mermer oymacılığıyla olağanüstü dikkat çekicidir. Biz camiye girdiğimizde ibadete gelen kalabalık şadırvandan su alırken homurdanarak kutsal iç mekâna girme cesaretinde bulunan yabancılara bakıyordu, çünkü Şam’da da olduğu gibi, bu iki başkentin eski şanlarından dolayı, bağnazlık Bursa’da halen gücünü yitirmemiştir, hatta şimdiki sultan Abdulmecit’in ziyareti sırasında yaşlı bir kadın, atalarının eski başkentinden tüm Frenkleri kovulması için bir dilekçe arz etmiş. Dikkate değer başka bir örnek de şimdiki durumun özeti niteliğindedir- Bursa’da duyduğuma göre, padişah, ziyaretiyle bu şehri onurlandırmaya karar verdiğinde, sıradan halk bunu sultanların atalarının ilk yuvası olan bu şehre döneceklerinin bir işareti olarak algılamış, çünkü İstanbul’un fethinden sonra aralarından hiçbiri Bursa’yı ziyaret etmemiş.”[33]
Osmanlı saray memurlarından olan Ömer Suphi (?- ?) 1889’da geldiği Bursa’yı bir hafta gezer, gözlemler. İzlenimlerini Sultan II. Abdülhamid’e ithaf ettiği bir risalede anlatır. Hüdavendigâr Vilayetinde Bir Hafta Seyahat başlığıyla Nezaket Özdemir’in günümüz Türkçesi’ne aktardığı risalede Ulucami’ye şu satırlar ayrılmıştır:
“… Çarşıdan çıkar çıkmaz pek yakında bulunan Ulu Cami’nin avlusuna girdik. Ulu Cami’nin içi birçok direklerle 24 parçaya bölünmüş ve en ortasındaki bölüm dışında diğer bölümlerin üzeri birer kubbe ile örtülmüştür.
Ortadaki bölümün üzeri caminin içine hava ve aydınlık girmesi için açık bırakılmış ve altına gayet güzel bir şadırvan yapılmıştır…
Caminin direkleri tamamen yaldız ile süslü ve üzerlerinde ayet-i kerime ve hadis-i şerifler yazılı olduğu rivayet edilmekte ise de bunlardan eser yoktu.
Ulu Cami şehrin tam ortasında ve pek kalabalık bir noktasındadır. Gayet güzel olan dış görüntüsü iki minaresiyle beraber şehrin manzarasına bir başka güzellik katar. Ulu Cami denmesini büyüklüğünden değil üç hükümdarın; yani Hüdavendigâr Gazi ile Yıldırım Bayezid ve Çelebi Sultan Mehmed hazretlerinin döneminde inşaatına devam edilmiş olmasındandır.[34]

Ulucami’de akşam ve kandil…

Bir Bulgar araştırmacısı olan Nikola Naçov (1859-1940)  babası Bursa’da yaşamış, Uzunçarşı’da çalışmıştır. Babasının ölümünden sonra Nikola Naçov, miras araştırması amacıyla amcası Manol ile Bursa’ya gelir. 1879’da gerçekleşen bu seyahat, günü gününe tutulan bir defterle kayıt altına alınmıştır. Bu defter 1934’te Bulgaristan’da kitaplaşmış, yakın bir zamanda da Hüseyin Mevsim tarafından Bursa Yolculuğu başlığıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Eserde Ulucami’ye ayrıntılı temas edilmemiş olmakla birlikte, sonlara doğru bir Mevlid Kandili dolayısıyla Bursa camilerinin manzarasını anlatırken bu ulu yapıdan da bahseder: “Müminlerle dolu görkemli ve devasa camiler içerden kubbeden sarkan çok renkli kandillerle ışıklandırılıyor ve minarelerden hocalar melodik seslerini dalgalandırıyorlardı. Ulu Cami’de insan baldırı kadar kalın mumlar yanıyordu, yüksek minareler arasında çeşitli urganlarda başka kandil ve fenerler dizilmişti, özel kişiler bunları iplerle hareket ettiriyor ve böylece bunun için uygun olan Türk alfabesini örgüleyerek upuzun cümleler şekillendiriyorlardı, bunlar sonra esrarlı biçimde yenilerine dönüşüyor ve karanlık gökyüzünde parlıyorlardı.”[35]
İngiliz yazar, heykeltıraş ve ressamı Clare Sheridan (1885-1970), 1924-1925 yıllarında Türkiye’ye gelmiş ve içlerinde Bursa’nın da olduğu çeşitli şehirleri gezmiştir. Seyahati sırasında yaptığı gözlemleri Turkish Kaleidoscope adlı kitapta yayımlayan (Londra, 1926; bu eser Sade Türk Kahvesi[36] adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Clare Sheridan, Bursa’ya çeşme, cami ve çınarlar şehri olarak hayran kalmıştır. Clare Sheridan’ın Bursa’sıyla ilgili bir bölüm “Çeşmelerin Şehri” başlığını taşır. Bu bölümde Ulucami şöyle anlatılmaktadır:
Şehrin ortasındaki Büyük Cami, aslında estetik değerlerden yoksundur. Ama, caminin ortasında duran, bele kadar gelen, içinde kırmızı balıkların oynaştığı, ağzına kadar suyla dolu, mermer havuz, bu camiye tahmin edilmeyecek kadar sevimli bir hava katar. Suyun birinden diğerine aktığı dört ayrı kademeden oluşan havuzun yanında, insan akan suyun şarkısını dinleyebilir. Havuzun dış kenarları boyunca dizili musluklar sayesinde, ibadetedenler, caminin avlusu yerine içinde abdest alabilirler.
Akan suyun sesi dış dünyadan gelen bütün sesleri bastırırken, insanın kendi iç dünyasına dönüp ruhunu dinlendirmesine vesile olur. Yaşlı ve sarıklı hocalar, seccadelerinin üzerine bağdaş kurup yüksek sesle Kur’an okurlar…
İnsan namaz vakti caminin içine girmeye tereddüt ediyor. Kapı ağzında saygıyla beklediğimi göre, daha önce Mekke’ye gitmiş yaşlı bir Hacı, beni içeri davet etti. Ne kadar karşı koyup, kafamı salladıysam da fayda etmedi. Sonunda, ayakkabılarımı çıkartmak ve beni caminin iç taraflarına doğru götürmesine izin vermek zorunda kaldım.”[37]
Bulgar bilim, eğitim ve siyaset adamlarından olan seyyah Vasil Kınçev (1862-1902), 1899’da Türkiye’ye gelmiş, Bursa’da bir süre kalmıştır. Bu seyahati sırasında tuttuğu notları aynı yıl Küçük Asya’da adıyla kitaplaştıran Kınçev’in “Bursa”sını Hüseyin Mevsim Türkçe’ye çevirmiştir. Kınçev’in Ulucami’yle ilgili cümleleri şöyledir:
Kentin içinde, çarşıların yakınındaki güzel bir alanda en büyük Bursa camisi olan Ulu Cami bulunmakta. Cami, Murat I tarafından başlatılan, Bayezid’in devam ettirdiği ve Mehmet I tarafından tamamlanan devasa bir taş yapı. 20 adet kurşun kubbesi var. İçinde, tam ortada büyük bir şadırvan bulunuyor. Zemin, değerli halılarla kaplı. Büyük depremde caminin bir kısmı tahrip olmuş, ayrıca zarar gören değerli çini süslemeleri varmış. Şimdi içinden badanayla aklanmış ve sıradan arabesklerle süslenmiş. Ulu Cami en çok ibadetiçin gelen Müslümanlar tarafından ziyaret edilmekte. Sabahtan akşama kadar insanla dolu.Birkaç müezzin gün boyunca Kur’an okuyor. Caminin çevresindeki alanda her Pazar kent pazarları düzenlenmekte.”[38]
İngiliz kadın gazetecisi Grace M. Ellison 1924’te Türkiye’ye gelmiş, bu seyahatinin bir bölümünü Bursa’da geçirmiştir. Yazar Türkiye izlenimlerini Morning Post gazetesinde yayınlamıştır. Grece M. Ellison’un Bursa gözlemleri “Kurtuluş Savaşı Ertesinde Bursa’da Birkaç Gün” başlığıyla Türkçe’ye kazandırılmıştır. Dönemin Ulucami’sini ve çevresindeki sosyal hayatı Ellison şöyle anlatır:
Ulu Cami çok fazla süslenmiş Arap yazılarıyla biraz bozulmuş. Fakat çok güzel çeşmesi bütün camilerin özelliğini üzerinde toplamış. Camide çok acayip eski saat koleksiyonu var. Hepsi de Türk saatlerini gösteriyor. Avluda çeşmeler, güvercinler ve halka mektup yazan arzuhalciler var. Şimdi biri oldukça cömert bir müşteriye yardım etmektedir. Ben de bir zamanlar amatör olarak mektup yazma işinde bulunduğum için mektup yazmanın kolay bir meslek olacağını hiç sanmıyorum.”[39]
Bulgar ressam ve mizah yazarı Dimitır Çorbadjiyski (yaygın adıyla Çudomir, 1890-1967), 1932 yılında bir grup vatandaşıyla birlikte resmî bir ziyarette bulunur. Refakatçileri arasında Reşat Nuri Güntekin’in de bulunduğu bu ziyarette Çudomir gördüklerini bir deftere kaydetmiştir. Çudomir’in Bursa gezisi notları arasında Ulucami’ye ait satırlar da vardır ve şöyledir: “Birinci Murat’ın başlattığı, Beyazıt’ın tamamladığı Ulu (Büyük) Cami, 14. yüzyıl sonu. Pandantifler ve eski yaşamı gösteren tertip. 7 Arap yazı türü. Bizim oymacılığımızın çok şeyler aldığı ağaç oymacılığı, kakmalar, devasa ölçüler.”[40]
 Tabiplik, ressamlık, musikişinaslık, yazarlık gibi pek çok marifeti şahsında taşıyan Süheyl Ünver (1898-1986) 1 - 4 Ağustos 1958 tarihlerinde Bursa’da bulunmuş ve bu seyahatinde tuttuğu notları Bursa Defterleri’ne kaydetmiştir.  Süheyl Ünver’in bu çalışmasında Ulucami’ye ait satırlar dikkat çeker.  Sözgelimi aşağıdaki kayıt 1 Ağustos1958 tarihinde 92 nolu deftere düşülen üçüncü kayıttır:
“… Zeyniler camii’nde akşam namazına yetiştim. Oradan Emir Sultan’ı ziyaretten sonra hemen oradan kalkan otobüsle Ulucami önüne. Oradan Merkez lokantasına. Onda bu satırlar. Yatsı namazına Ulucamii’ne gittim. Namazdan önce güzel bir mukabele oldu. Peygamberimizin sevmesinden sünnet olan su şırıltısı ile dinledim. Namaz çok ruhnüvazdı. Sonra dondurma ve yatak.”[41]
Süheyl Ünver defterinin bir başka sayfasında Somuncu Baba’ya dair bilgiler aktarırken, sözü Somuncu Baba’nın Ulucami’deki ilk Cuma namazını kıldırışına getirir. Bu arada Ulu Cami’nin adının kaynağı hakkında bir rivayetten bahseder: “…Ulucami küşad resminde bir Cuma namazında 70 evliya bulunmuş. Emir Sultan’a, ilk Cuma’yı sen kıldır, demişler. O da, gavs-i a’zam somuncu varken bana düşmez, buyurmuş. O da namazı kıldırıyor. Bir de va’z veriyor. Onda: anlattıklarımın birini hepimiz biliriz, diğerini kimimiz bilir, kimimiz bilmez, diyor. Camiden çıkarken görüyorlar ki yürüyor. Dur ya Ulu, demesiyle duruyor ve cami ismi ondan Ulu kalıyor. Somuncu Baba, Emir Sultan’a, sırrımı dışarıya verdin, mahşere kadar başın gürültüden kurtulmasın, diyor. Hergün Emir Sultan’da ziyaret, sık sık mevlid olur ve çoluk çocuk bir kıyamettir gider.”[42]

Her daim Ulucami…

Cami-i Kebir, yani Ulucami; görüldüğü gibi, sadece Bursa’nın yahut Türkiye’nin değil, bütün bir dünyanın gözbebeği. Dünyanın dört bir diyarından gelip Ulucami’yi bir vesileyle tavaf eden insanlar, işbu araştırma ve derleme metninden de anlaşılacağı üzere, onu anlatmadan duramıyorlar. Ulucami, kendisine yönelenlerin bu anlatımlarıyla, yeniden anlamlar kazanmakta, böylece kâinatı kucaklayan İslâm’ın bir hayat evi ve sanat abidesi olarak gönüllerde büyümekte, zihinlerde genişlemektedir…



[1] Heath W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa  (1326-1923), (Çev: Serdar Alper), Eren Yay., İst., 2004, 189 s.
[2] Evliya Çelebi’nin anlatımıyla Ulucami’yi tanımak isteyenler  Seyahatname’nin, “Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 304 Numaralı Yazma”sı dikkate alınarak hazırlanan (Haz: Zekeriya Kurşun, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, 2. Kitap,  2. Bas., YKY Yay., İst., 2006, s. 12.) nüshasını okuyabilir.
[3] Hasan Basri Öcalan, Seyahatnâme’ye Göre Ruhaniyetli Şehir Bursa, Bursa İl Özel İdaresi Yay., İst., 2008, s. 39-41; Ayrıca bkz. Evliya Çelebi, Tam Metin-Seyahatname, C. 1-2, Üçdal Neşriyat, İst., tarihsiz, s. 399-400.
[4] Bu metin için bkz. Rıza Akdemir (Çev:), ‘Milli Kültür Dergisi’ T. C. Kültür Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü, S. 64, s. 99-102.
[5] Fazıl Yenisey, Edebiyatımızda Bursa, Bergsoy Basımevi, İst., 1956, s. 280
[6] Bedriye Şanda, 18. Yüzyılda İstanbul,  İnkılâp Kitabevi, İst., 1997’den aktaran Nurşen Günaydın-Raif Kaplanoğlu, Seyahatnamelerde Bursa, Bursa Ticaret Borsası Yay., Bursa, 2000, s. 87-88.
[7] Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, (Çev: Hayrullah Örs) Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ank., 1960.
[8] Moltke, Ulucami’yi eski bir katedral olarak zikrediyor ki bu bilgi yanlıştır.
[9] Seyahatnamelerde Bursa, s. 101
[10] Seyahatnamelerle Bursa, s. 107.
[11] Bursa Mektupları -Bir Osmanlı Kentinde Müminler ve Kâfirler, (Çev: Neşe Akın), Dergâh Yay., İst., 2009, 159 s.
[12] Age., s. 33.
[13] Türkçe’ye, Kaplıca Risalesi (İst., 1848); ve Bursa Banyoları (Çev: Rıza Ruşen Yücer, Kenan Matbaası, İst., 1943)  adlarıyla da çevrilmiştir.
[14] Seyahatnamelerle Bursa, s. 114.
[15] Hayrullah İbni Abdülhak Efendi, Hayrullah Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa, (Haz: Vedat Nedim Tör – Şevket Rado), Doğan Kardeş Yay., İst., 1948
[16] Fazıl Yenisey, Edebiyatımızda Bursa, “Hayrullah Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa”, (Metin: İsmail Hâmi Danişmend), Bergsoy Basımevi, İst., 1956, s. 42-43.
[17] “Bursa’nın 1885 Yılı Büyük Depremi”, (Çev: Kevork Pamukciyan), Tarih ve Toplum dergisi, S. 31, İst., 1986, s. 23-25
[18] Seyahatnamelerle Bursa, “Georges Perrot” (Çev.J. L. Mattei), s. 143-144.
[19] Vasıleıos I. Kandes, Kuruluşundan XIX. Yüzyıl Sonlarına Kadar Bursa, (Yayına Hazırlayan: Selahattin O. Tansel, (Çev: İbrahim Kelağa Ahmet), 2. Bas., Gaye Kitabevi, Bursa 2008, 262 s.
[20] Age., s. 116-118.
[21] Hatıra ya da Bursa’nın Aynası, (Haz: Mehmet Fatih Birgül), Bursa İl Özel İdaresi Yay., İst., 2007, 231 s.
[22] Age., s. 80-83.
[23] Seyahatnamelerle Bursa, s. 167-168.
[24] Georgina Adelaide Müler, Türkçe’ye İstanbul’dan Mektuplar, (Çev: Afife Buğra), Tercüman Yay., İst., 1978.
[25] Georgina Adelaide Müler, On Dokuzuncu Asır Biterken İstanbul'un Saltanatlı Günleri, (Çev: Hamidiye Betül Kara), Dergâh Yay., İst. 2010.
[26] Seyahatnamelerde Bursa., s. 181.
[27] Nezaket Özdemir (Günümüz Diline Uyarlayan), Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yay., Bursa, 2010, 133 s.
[28] Age., s. 29; Fatma Fahrunnisa Hanım’ın bu metnine şu kaynaklardan da ulaşmak mümkündür: Seyahatnamelerde Bursa, s. 191;Hatice Bayraktar, Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Mezuniyet Tezi, İst., Haziran 1997.
[29] J. E. Dauzats, 1588’de Anadolu’nun Bir Köşesi, (Çev: Reşat Ekrem Koçu), Çığır Kitabevi, İst., 1940
[30] Seyahatnamelerle Bursa, s. 207.
[31] Velosipet ile Bir Cevelan, İbnülcemal Ahmet Tevfik (Haz.: Cahit Kayra, İş Bankası Kültür Yay., İst., 2006, s. 46
[32]Richard Davey, “Bursa”, Bursa’da Yaşam Dergisi, Kasım 2005, s. 68
[33] Andrey N. Muravyov, “Bursa Mektubu”, (Çev: Hüseyin Mevsim), Bursa’da Yaşam Dergisi, Aralık 2006, s. 44.
[34] Ömer Suphi, “Hüdavendigâr Vilayetinde Bir Hafta Seyahat”, (Haz.: Nezaket Özdemir), Bursa’da Yaşam Dergisi, Aralık 2006, s. 72.
[35] Nikola Naçov, “Bursa Yolculuğu” (Çev: Hüseyin Mevsim), Bursa’da Yaşam Dergisi, Aralık 2006, s. 120; Ayrıca bkz. Hüseyin Mevsim, Burgar Gözüyle Bursa, Kitap Yay., İst., 2009.
[36] Clare Sheridan, Sade Türk Kahvesi, Çev: Zeynep Güden, Arion Yay., İst. 2004
[37] Clare Sheridan, “Çeşmelerin Şehri”, (Çev: Zeynep Güzen), Bursa’da Yaşam Dergisi, Haziran 2007, s. 24-25.
[38] Vasil Kınçev, “Küçük Asya’da”, (Çev: Hüseyin Mevsim), “Bursa’da Yaşam Dergisi, Haziran 2007, s. 74.
[39] Grace M. Ellison, “Bursa’da Birkaç Gün”, (Çev. İbrahim S. Turek), Bursa’da Yaşam Dergisi, Haziran 2007, s. 108
[40] Hüseyin Mevsim,”Çudomir Bursa’da”,  Bursa’da Yaşam Dergisi, Mayıs 2011, s. 141.
[41] Süheyl Ünver, Bursa Defterleri, (Haz. Gülbün Mesara-Mine Esiner Özen), Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı Yay., İst., 2011, s. 162.
[42] Age, s. 166.

Hiç yorum yok: