Giriş
Gezilip görülen yerlerin anlatımına dayanan bir yazı türü olan seyahatname,
kültür ve medeniyetin gelişmesinde önemli bir role sahiptir.
İnsandaki merak duygusunun doğal bir sonucu olarak, bilinmedik ve görülmedik
yerleri keşfetme arzusunu gideren seyahat (gezi), akabinde oluşturulan bir
metinle, geleceğe intikal ettirilir. Bu intikal ile birlikte, seyyahın görme
açısı ve biçimine endekslenmiş nitelikte olsa da, pek çok değer, zamanın yıkıcı
ve yok edici etkisinden yakasını kurtarmış olur.
Bunlar, seyyahın gezip gördüğü coğrafyaya ait tabii, tarihi ve kültürel
donanım unsurlarıdır. Görsel bir keyif sunan her türden manzaraları: Yüksek
dağları, geniş ovaları; akarsuları, göl ve denizleri; yaylaları, buzulları, çölleri;
en başta da şehirleri… Şehirlerde asırları aşıp gelen tarihî manzumeleri: Külliyeleri,
camileri, medreseleri, şifahaneleri, bedestenleri, çarşı ve pazarları, çeşmeleri,
hanları, hamamları, mezarları, türbeleri, anıtları, evleri, kapıları, köprüleri, yolları, kaldırımları… Folklorik
değerleri: örfünden ananesine, ilminden irfanına, giyiminden kuşamına,
yemesinden içmesine, düğününden derneğine, manisinden türküsüne, bilmecesinden
bulmacasına, aletinden edevatına… Velhasıl, insanî olan her türlü birikim,
seyahatnameler vasıtasıyla bir yandan okurun hayalinde, diğer yandan yazının
sabitleyiciliğinde, yaşamaya devam eder…
Bir medeniyet şehri olarak Bursa, gerek yerli gerekse yabancı seyyahların
her daim ilgi odağında bulunmuştur. Bu cazibenin bir sonucu olarak, Bursa’nın
seyahat edebiyatı, zengin kütüphaneleri kıskandıracak bir boyuta ulaşmıştır. Yazımızın
konusu bu boyutu gözler önüne sermek olmadığından, Bursa seyahatnameleri ile
ilgili ayrıntılı malumat sunmayı düşünmüyoruz. Bunun ayrı bir çalışmanın nesnesi
olacağını ve fakat bu yolda yapılacak bir çalışmaya talipli olacağımızı
belirtiyoruz. Bu arada, bir fikir vermesi açısından, 1326-1923 yılları arasında
Bursa’ya yolu düşen seyyahlar ve eserleri bağlamında konuyu dikkatlere sunan Heath W. Lowry’nin Seyyahların Gözüyle Bursa[1] kitabını, meraklı
okurlarımıza tavsiye edebiliriz. Lowry’nin
bu kitapta muhtelif dillerde yazılmış 180 seyahatname tespit ettiğini de
belirtirsek, Bursa’nın seyyahlar için nasıl bir cazibe merkezi olduğu
anlaşılmış olur. Haddizatında, işbu
yazımız içeriğinden zikredilecek kaynaklar da, söz konusu zenginliği görmek
isteyenler için yeterli ipuçları sunacaktır.
Bursa’yı seyahatine mekân yapanların bu şehirde ziyaret etmekten vazgeçemeyeceği yerlerin nereleri olduğu üç aşağı beş yukarı bilinir. Ulucami, bunların en başında gelir, gelmektedir.
Peki, Ulucami seyahatnamelere hangi özellikleriyle konu olmuş, nasıl
yansıtılmıştır?
Seyyahların Ulucami’yi gündemlerine alışlarının farklı sebepleri vardır
elbet. Biz bunları bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz. Sınıflandırmamızın ilk
kategorisini, bu şaşaalı mekânın maddi özellikleriyle ilgili yaklaşımlar
oluşturacaktır. Bu bağlamda, mekânın dış ve iç mimarî unsurları, estetik
donanımları, sözgelimi kubbeleri, hatları, şadırvanları, vs. öne çıkmaktadır.
Ulucami’yi bir vesileyle mekân tutan insanların sosyal ve ruhî portrelerinin
dikkate alınması da önemlidir ki bununla Ulucami’nin manevî çehresine ait
kategori ortaya çıkmaktadır.
Kabaca yaptığımız bu sınıflandırmayı bir tarafta tutup, tamamı hayli yekûn
tutan Bursa seyahatnamelerinden bir kısmını incelemeye geçebiliriz. Bir kısmını
diyoruz, çünkü, bu çerçevede kaleme alınmış eserlerin tamamına değinmek pratik
olarak mümkün değildir. Ayrıca, böyle bir yönelim, anlatımda tekrara düşme
riskini de yükseltecektir. Bununsa bizi yüzeysel bir metinle karşı karşıya
bırakacağını unutmayalım. Son tahlilde, burada esas olanın, Ulucami’nin, gezi
edebiyatına hangi yönleriyle ve nasıl konu edinildiği hususudur.
Bu noktada, seyyahların kavmî ve coğrafî kimliklerine yönelik bir kıstası da
göz önüne almayacağımızı belirtmek isteriz. Bu tür kıstaslar yerine,
Ulucami’nin geçirdiği evreleri daha iyi görebilmek düşüncesiyle, seyyahların
Bursa’ya gelişlerine bağlı kronolojik bir sıralamanın daha esaslı bir tercih olacağını
düşünüyoruz. Kuşkusuz, başlangıç noktasına Türk edebiyatında seyahatname
türünün kurucusu olan Evliya Çelebi
(1611- ?)’yi yerleştirmek şartıyla…
Evliya Çelebi: “Bursa’nın Ayasofyası”
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin
ikinci cildine başlarken bir Mudanya kayığı ile İstanbul’dan Bursa’ya geçtiğini
bildirir. 1640’da gerçekleşen bu seyahatte, “İpek Şehri” Bursa’nın vasıflarını ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bursa
camilerini “Evsâf-ı câmi‘hâ-yı selâtîn ve gayr-ı selâtin” (“Sâlâtin ve Diğer Câmilerin Vasıfları”)
başlığı altında anlatmaya başlayan Evliya
Çelebi, “Evvelâ cümleden Ulu Câmi‘-i Kebîrdir” diyerek Ulucami’yi ilk
sırada ele alır ve camiyi kimin yaptırdığı, konumu, iç ve dış donanımları ve
daha nice özelliklerini keyifli bir üslupla anlatır.[2] Kuşkusuz bu anlatımın
orijinalini burada sunmak isterdik. Fakat bir yönüyle popüler bir eserin
parçası olan yazımızda, bu mümkün değildir. Bu yüzden, Seyahatnâme’nin Bursa kısmı üzerinde yakın zamanlarda bir çalışma
yapan Hasan Basri Öcalan’ın günümüz
Türkçesi’ne yaptığı aktarımdan yararlanmakla yetineceğiz:
“Ulu Cami (Büyük Cami): Hepsinden
büyük olan bu camiyi Yıldırım Bayezid Han yaptırmıştır. Sanki bir Kahkaha
Kalesi’dir. Bursa’nın havadar, yüksek bir yerinde yapılmış büyük bir camidir.
Caminin içinde dört köşe pâye sütunlar vardır ki, her birisinin alttan insan
boyu kadar olan kısmı süslü, nakışlı ve altın yaldızlıdır. Sütunların
üstlerinde dört tarafta ise ‘Yâ Hannân, Yâ Mennân, Yâ Deyyân, Yâ Sübhân’,
şeklindeki Esmâ-i Hüsnâ çeşit çeşit yazılarla yazılıdır. Hatların harfleri,
elifleri üçer zıra’dır (arşın) ki, bu tür yazılar Hattat Musta’sım tarzında
yazılmıştır. Sütunların üstünde 19 tane kemerli kubbe vardır. Kubbelerin tamamı
kurşun ile kaplanmıştır. Her kubbenin üstünde yer alan âlemi, parlayan güneş
gibi ışık verir. Yirminci kubbenin yeri ise caminin ortasında bulunup, caminin
içine güneş ışıkları girsin diye üstü açık bırakılmıştır. Ancak kuşlar, yabani
hayvanlar girmesin diye balık ağı gibi sarı pirinç telle örtülmüştür. Bu
kubbenin altında Hanefi mezhebine göre abdest almanın uygun olduğu, eni ve boyu
10 arşın olan bir havuz vardır. Havuzun içinde çeşit çeşit balıklar
yüzmektedir. Camiye gelen cemaat bu havuzdan abdest alır ve ibadetlerini
yaparlar.
Ulu Cami’nin çok
güzel bir de minberi vardır. Minberi yapan usta, öyle bir beceri göstermiştir
ki, diller bunu anlatmaktan aciz kalır. Ceviz ağacından siyah bir levha üzerine
ustalığını göstererek, bir mâni gibi nakşetmiştir. Burada Bursa’nın Fahrî
oyması gibi, şukûfe, turuncu, islimi, çâr-gül, mutabbak gül, katmer gülleri,
çeşit çeşit mutahhil süsleri ve kitabeleri vardır ki dünyanın ressamları bir
araya toplansalar bir benzerini yapamazlar. Kuyumcuların kalemkâri nakşı gibi
süslü, görmeğe değer yüksek bir minberdir. Bu minberin benzeri sadece Karadeniz
sahilinde bulunan Sinop Camii’ndeki nakışlı minberdir. Caminin bir de o kadar
güzel nakışlı bir müezzin mahfili vardır ki, sanki cennetten bir köşktür.
Dört tarafı billur
camlarla kaplı pencerelerle üslenmiş aydınlık bir camidir. Vakıf gelirleri çok
olduğundan buradaki halıçalar başka camilerde yoktur. Her gece yedi bin kandil
ile aydınlatılır, cemaati gece gündüz oldukça kalabalıktır. Caminin içinde
yetmiş yerde hocalar ders verir ve bunların etrafında toplanan iki bin talebe
onlardan ders alırlar.
Caminin bir
taraftaki kapıdan öbür kapıya kadar olan mesafe (boyu) 350 ayaktır. Kıble
kapısından mihraba olan mesafe ise (eni) 180 ayaktır. Üç kapısı vardır, sol
taraftaki Hünkâr mahfilinin altında yer alan Hünkâr Kapı, sağ taraftaki Mahkeme
Kapısı, Kıble Kapısı. Kıble Kapısı’nın olduğu tarafta dışarıda sofası vardır.
Ulu Cami’nin diğer camiler gibi büyük avlusu olmayıp, küçük bir avlusu vardır.
Avlunun ortasına Şeyhülislam Abdülaziz Efendi bir abdesthâne havuzu ve
musluklar yaptırmıştır.
Ulu Cami’nin
sağında ve solunda tuğladan yapılmış, göğe başkaldırmış birer minare vardır.
Mahkeme tarafındaki minarenin ustası minareye bir kadeh (su havuzu) yapmış ve
Keşiş Dağı’ndan getirttiği suyu buraya akıtarak büyük bir ustalık
sergilemiştir. Ama zamanla suyolları harap olmuş ve fıskiye de bozulmuştur.
Yağmur yağdığı zaman minarenin şerefesine biriken sular, bu kadehe birikir ve
kuşlar bu sudan içerek susuzluklarını giderirler.
Sözün özü, Bursa
içinde böyle ruhaniyetli bir cami yoktur. Bu cami Bursa’nın Ayasofya’sı olduğu,
şehrin güzide bir yerinde bulunduğu için oldukça çok cemaati vardır. Yeryüzünde
benzeri yoktur, insanoğlu böyle bir camiyi yapmaktan ve tarif etmekten aciz
kalmaktadır. Bütün camilerin en büyüğü olduğu için öncelikle bu ibadethâneden
bahsedilmiştir.”[3]
Alman bilim adamı ve seyyahı Carsten
Nıebuhr (1733-1815) 1767 yılında Bursa’yı gezmiştir. Bu seyahatini Reisebeschreibung nech Arabien und Anderen
umliegenden Löndern (Kopenhagen, 1774) adlı çalışmasında anlatmıştır. Bu
seyyahın Ulucami’yle ilgili cümleleri, caminin boyutları ve kimi maddi
özellikleri çerçevesindedir: “Ulucami
ikiyüz ayak uzunluğunda ve takriben yüzaltmış ayak genişliğinde olup çok
yüksektir ve dış duvarları mermerle ve kubbeleriyse kurşunla örtülüdür.”[4]
Fransız âlimlerden Charles Texier
(1802-1871), 1834’te Bursa’ya gelmiş, bu seyahatini Asie Mineure adlı eserinde anlatmıştır. Bu eserin Ali Suat Bey tarafından yapılmış bir
tercümesi eski yazıyla neşredilmiştir. Bu eserden, Fâzıl Yenisey’in Edebiyatımızda
Bursa adlı çalışmasına İlhan Pınar’ın
tercüme ettiği bir metin alınmıştır. Orada Taxier,
şehrin kuruluş plânı ve mahallelerini anlatırken, sözü merkezî bir unsur olarak
camilere getirir. Buna göre, o yıllarda Bursa’nın iki merkezî mahallesi vardır.
Emirsultan ve Çekirge. Texier şöyle
yazmaktadır: “İki güzel cami bu iki
mahallenin merkezlerini teşkil ederler ve belki mahallelerin etrafında
teşekkülüne camiler sebep olmuştur. Bu camilerden şarktaki Sultan Bâyezid ve
garptaki Sultan Murad tarafından inşa ettirilmiştir. Etrafı serviler ve çınar
ağaçlarıyla muhat olan bunlar elân ahalinin mergup bir ziyaret ve tenezzüh
yeridir.”[5]
Bunlardan “şarktaki” Ulucami’dir.
İngiliz seyyahı Miss Julia Pardoe
(1806-1862) 1835’de yaptığı Bursa seyahatinden edindiği izlenimlerini The City of the Sultan and Demestic Manners
of Turks (London, 1837) adlı eserinde anlatmıştır. İstanbul’dan Bursa’ya
gidişini uzun uzun anlatan Pardoe,
canlı çevre tasvirlerine yer verir. Yazarın Ulucami’yle ilgili gözlemleri
“Bursa’nın Özellikleri”yle ilgili olan bölümdedir. Pardoe burada Bursa
camileriyle ilgili İstanbul camilerini gezip görebilmek açısından karşılaştırır:
“Bursa’da üzerimde özellikle etki yapan
şey, bir camii gezmenin kolaylığı oldu. Oysa İstanbul’da camileri, bir turistin
görmesi, çok zordur. Bursa’daysa, bir camie küçük bir ücret karşılığı
girilebilir. Bunların birçokları da görülmeye değer.” Bu cümlelerin
akabinde sözü Ulucami’ye getiren yazar, Ulucami’nin büyüklüğü, kubbeleri ve
havuzunun özellikleri açısından değerlendirir: “Şehrin göbeğindeki Ulucami, hepsinden büyük ve hepsinden güzeldir.
Damı, yirmi güzel kubbeden oluşmuştur. Bunlardan ortadaki, içeriye ışık
geçirmesi için, ince, demir kafesle örtülmüştür. Bu kubbenin altında, beyaz
mermerden fıskiyeli bir havuz vardır. Bu havuz, sazan balıkları ile doludur.
İçini fıskiye besler. Çünkü fışkıran sular, bu havuza dökülür. Bu suların
çıkardığı sürekli şıpırtılar, geniş yapının içinde tatli bir yankı yapar. Bu
camide ilk kez gördüğüm bu görkemli fıskıyenin üzerimde bıraktığı etki, çok
büyük oldu. Fışkıran suyun duru ve solgun parlaklığı, duvarın koyu nakışları ve
yere döşenen hasırları üzerine serpiştirilen rengârenk namaz seccadeleri ile,
zıt bir etki yapıyordu. Minber, oyma ve kakma işli tahtadan yapılmıştı.
Merdivenlerin iki yanı da öyleydi. Binanın bütünü, zengin ayrıntılarından çok,
her şeyin birbirine uygun olması ve güzel fıskiyesiyle göze çarpıyordu.
Allah’ın, Peygamber’in ve Dört Halife’nin adları yazılı tablolar, çok güzel
yapılmışlardı. Mabedin sağ yanındaki kemerli hücre de böyle bir güzellikle
süslüydü.”
Pardoe daha sonra sözü
camideki insanlara, onların camide bulunuş şekillerine getirir. Bu çerçevede,
camiin imamı, sofu Müslümanlar, kadınlar, gençler, camide bulunuş şekilleriyle anlatılır: “Biz camie girdiğimiz zaman, hoca, başında
yeşil sarığı, cüppesi de yere yayılmış; oturmuş kuran okuyordu. Okuyuşu, çabuk
ve hep tekdüze bir tondaydı. Bir yandan da bedenini öne, arkaya sallıyordu. Bu
da karşıdakine, hoş etki yapmıyordu. Biz yanına yaklaşınca, hemen okumasını
bıraktı ve bizi büyük bir ilgiyle süzdü. Sonra, okuduğu Kuran’ı bitirerek
davetsizce yanına sokulan bizlere bir daha baktı. Yanından geçtiğimiz
köşelerden birinde, bir adam yatmış uyuyordu. Öbüründe de Allah tablosunun
altında, diz üstü oturmuş bir kadın ellerinin avuçlarını yukarı kaldırmış, dua
ediyordu. Bir seccadenin üstüne oturmuş bir hoca, camiin medresesine bağlı
oldukları anlaşılan beş altı delikanlıyı çevrense toplamış, dua ediyordu. Öte
yandan, her köşede sofu Müslümanlar, diz üstü oturmuşlar, önlerindeki
rahlelerde bulunan Kuran’lardan o güne düşen hatim (bitiriş) parçasını
okuyorlardı.
Camii bize gezdiren
imam, terlik kadar hafif bulduğu ayakkabılarımı çıkarmadan gezmeme izin verecek
kadar, her şeyi hoş gören bir adamdı. Minarelerden birine çıkmak istediğmizi
söyleyince, kapıyı açmak ve bizi minareye çıkarmak için camiin kayyumunu
(odacısını) çağırdı. Çağırılır çağırılmaz, yıldırım gibi gelen bu adamı, kolay
kolay unutamayacağım. Türbe yeşili sarığı alnına kadar inmiş, çarpık bedeni
pamuklu bir hırkanın içine sarılmıştı. Eğri büğrü bacaklarında kaba tozluklar
vardır. Çıplak ayaklı, uzun sakallı, cüce boylu bir adamdı. Bir deri bir kemik
ellerinde, uzun bir sırık vardır. Bizi büyük bir ilgiyle baştan aşağı süzdükten
sonra, yanımızdaki uşağın yanına yaklaştı. “Bahşiş” diye mırıldanarak,
cüppesinin şurasında, burasında minarenin anahtarını arar gibi yaptı. Sonunda
sırıtarak çıkardı.
Elindeki sarığı bir
yığın seccadenin arkasına iyice gizledikten ve minarenin kapısını ardına kadar
açtıktan sonra, basamakları kopuk ve korkulacak, koyu karanlık içindeki
merdivenlerden çıkarak bize yol gösteriyor, bir yandan da bahşiş alacağı
sevinci içinde sırıtıyordu. Arkasından gidenlerde bir kararsızlık ve gecikme
olduğu zaman da, işitilecek biçimde, “Bahşiş” sözcüğünü mırıldanıyordu.
Merdiven, bir küçük kapının önünde sona erdi. Bu kapı, müezzinin ezan okuduğu
yere açılıyordu. Kapı açılır açılmaz, içeriye dolan ışık, birdenbire,
gözlerimizi kamaştırdı. Minarede durmak da çok zevkli olmadı. Çünkü, minare o
kadar yüksek, yanlarındaki şerefeler o kadar alçak ve dolaşılacak yer de o
kadar dardı ki, bu durum, izleyicinin önüne serilen eşsiz görünümün tadına
varmasına olanak tanımıyordu. Buradan, yalnızca uçsuz bucaksız uzanan ovalar
değil, aynı zamanda şehrin çevresini çevreleyen dağlar da görülüyordu.
Epeyce sendeleme,
ayak kayması ve tutunmadan sonra, kendimizi yeniden Ulucami’in fıskıyeli havuzu
önünde bulduk. Camiden çıkarken, gözüme çarpan bir şey de, her bir minarenin
dörtte bir bölümünün nakışlarla süslenmiş olmasıydı.”[6]
“Müslüman, Allah’a hamd ederken, suyun şıkırtısını
duymayı sever.”
Helmuth Von Moltke (1800-1891) bir
Alman mareşalidir. 1835-1839 yılları arasında yaptığı seyahatlerini Briefe über Zustönde und Begebenheiten in
der Türkei aus den Jahren 1835 bis 1839 (Berlin,1841) adlı eserinde
anlatmıştır. Hayrullah Örs
tarafından Türkçe’ye de çevrilen[7]
bu eserin 14. bölümü Bursa’ya ayrılmıştır. Moltke,
bu bölümde bir ara Bursa’nın dışarıdan görünüşündeki güzelliğe temas eder.
Fakat şehrin muhteşem dış görünüşü içine girince kaybolur. Bu bakımdan sadece
Bursa değil, İstanbul ve Edirne de geridir. Hatta en küçük Alman kasabası
onlardan üstündür. Zira bahsedilen Türk şehirlerinde sadece camiler, hanlar,
kervansaraylar, camiler ve hamamlar olağanüstüdür. Bu yargılarından sonra sözü
Bursa camilerine getiren Moltke
şunları kaydeder: “Osmanlı saltanatının
eski devirlerinde hiçbir padişah kâfirlere karşı bir harp kazanmadan bir cami
yaptırmak hakkını haiz değildi. Bursa’daki camiler, daha sonra yapılanlardan
büyüklük ve güzellik itibarile geride kalır, fakat tarihî hatıraları ve Orhan,
Süleyman, Murat, hulâsa İslâmın zafer devresinin bütün kahramanlarının adlarile
alâka çekerler. Bunların arasında inşa tarzı bakımından bana en mükemmel gibi
görünen, Türklerin Yıldırım dedikleri Bayazıt’ın camiidir. Nihayet mağlûp olup,
masala göre bir kafes içinde ölün bu ulu fatihin anıtı muazzam servilerin
altında yalnız başına durmaktadır. Camilerin en büyüğü bir Hıristiyan
katedralidir.[8] Işığını üstten, tamamile açık olan orta
kubbeden alır. Güzel, yıldızlı Asya gökü bu mâbedin üzerinde kubbelik eder. Bir
tel kafesle örtülü olan bu açıklığın altında yağmur sularını toplayan ve
ortasındaki bir fıskiyeden sular fışkıran bir havuz vardır.[9]
Fransız tarihçi Baptistin Poujoulat (1809-1864) Voyage dans L’Asie Mineure et en Mésopotamie (Paris, 1840) adlı
eserinde Bursa’da 150 cami olduğunu kaydeder. Poujoulat bunlar arasında Ulucami’ye ayrı bir önem verir. J. L. Mattei’nin çevirisiyle okuyalım:
“Bu camilerin en güzeli, kentin
merkezinde bulunuyor ve Ulucami adını taşıyor. Kare şeklinde ve yontulmuş
taştan yapılmış koskocaman bir yapıdır. Çok yüksek olan iki tane minaresi ve
Berberi mimarisinin tüm garip zarafetini gösterin iki tane şahane kapısı
vardır. Ulucami’nin içi çok sade, tabanı
güzel halılarla kaplı, duvarları çıplak, sadece arada sırada büyük ve siyah
harflerle çizilmiş Kur’an ayetleri görülüyor. Caminin ortasında abdest almak
için üç fıskiyeli güzel bir çeşme vardır. Müslüman, Allah’a hamd ederken, suyun
şıkırtısını duymayı sever. Bursa’nın öteki kubbeleri gibi, bu caminin kubbesi
kurşunlu kaplı değil, birbirine giren demir çubuklardan oluşuyor ve bu
parmaklıklar, yapının içine çılız ışınların geçişini sağlıyor.”[10]
Eliza Cheney Abbott
Schneider (1809-1856), Alman kökenli Amerikan vatandaşı olan eşi Benjamin Schneider ile birlikte
misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak üzere 1933’te Türkiye’ye gelmiştir. Schneider’ler 1848’de Bursa Protestan
Kilisesi’ni kurmuştur. Faaliyetlerinde oldukça başarılı bir performans
sergileyen bu aileden geriye bir de kitap kalmıştır. Eliza Cheney Abbot Schneider’in Letter from Broosa, Aia Minor (1846) adıyla yayınladığı bu kitap, Bursa Mektupları - Bir Osmanlı Kentinde Müminler ve Kâfirler[11] adıyla Türkçe’ye de
çevrilmiştir. Amerika’daki Alman Protestan Kilisesi’ne hitaben yazılmış 28
mektubun bulunduğu kitabı E. C. A
Schneider bir önsöz ile takdim etmiş. Eserin sonuna ise çeşitli resim ve
tablolar ekleyen yazar, söz konusu mektupların beşincisinde Müslümanları,
camileri ve camilerde yapılan ibadetleri, türbe, medrese, konak, harem gibi
diğer mekânları, ramazan ve bayram adetlerini, kimi batıl inançları ele
almaktadır. Bu mektubunda Schneider,
Ulucami’yi kısaca anlattıktan sonra, bu camiyle ilgili ukdesini de dile
getirmektedir: “Ulu Cami şehrin en büyük
ve en güzel camii. Bu cami 50
metre uzunlukta ve 35 metre genişlikte. Dört
vaiz aynı anda farklı noktalardan, sesleri birbirine karışmaksızın vaaz
verebilir. Ve oradan her geçişimizde bir gün o duvarların arasında Tanrı’nın
Oğlunun İncili Şerifi’nin okunup okunmayacağını soruyoruz kendimize.”[12]
Avusturyalı hekim Charles Ambroise
Bernard (1808-1844), 1842’de geldiği Bursa’yı aynı yıl yayınlanan Les Bains de Brousse[13]
adlı kitabında anlatmıştır. Eserin üçüncü bölümünde “Cami ve Türbeler” başlığı
altında ele alınan Ulucami, şu satırlarla dikkatlere sunulur: “Bursada cami ve mescit gibi binalar pek
çoktur. Biz burada, meşhur bazı camileri sayacağız. Bunların hepsinden büyüğü,
nadir binalardan birisi ‘Ulu Cami’dir. On dokuz kubbelidir; bir kubbelik yerin
de üstü tel kafesle örtülerek, pencere halinde açık bırakılmıştır. Birinci
Murat, Yıldırım Beyazıt ve Çelebi Mehmet; yaptırdıkları camilerden başka Ulu
Camiin inşası için, her biri ayrı ayrı gayret sarfetmişlerdir. İçindeki
kürsülerin oymaları gayet nefistir; duvarlardaki yazıların eşi yok dense yeri
vardır. Üç kapısının en büyüğü kıble kapısıdır.”[14]
1844, 1851 ve 1863 yıllarında Bursa’ya gelen Hayrullah İbni Abdülhak Efendi 1818 -1866) bu yolculuklarını
mukayeseli bir şekilde anlatmıştır. Vedat
Nedim Tör ve Şevket Rado onun bu
yolculuklardan tuttuğu notları Hayrullah
Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa[15] adıyla
yayınlamışlardır. İsmail Hâmi Danişmend
de Hayrullah Efendi’nin çalışması hakkında
mütalaada bulunmuştur.
Hayrullah Efendi, Ulucami’yle
ilgili izlenimlerine ikinci ve üçüncü seyahatlerinde yer vermektedir. Buna
göre, Hayrullah Efendi 1851’de
Bursa’ya geldiğinde Bursa büyük depremlerle yerle bir olmuş, yıkılmıştır. Bundan Ulucami de nasibini almıştır: “… İkinci def’aki azîmetimiz hareket-i arzın
akîbinde olduğundan, ne kadar ebniye-i atîka var ise mecmûu hâke beraber olmuş,
esvâkı taş ve toprak molozlarıyla dolmuş, Ulu Câmi’in içine girilmez. Çelebi
Sultan Mehmed’in câmii ve türbesi tarafına varılmaz, …”
Hayrullah Efendi Bursa’ya üçüncü
kez geldiğinde yeni ve farklı bir şehirle karşılaşır: “Geçen sene kaplıcalara girmek üzere gittiğimde şehrin vasatı makamında
olan meşhur Câmi-i Kebîr’in müceddeden yapılmış ve mihrâb u minberi tanzîm
olunmuş, etrafında gasb ile yapılmış olan salaş gibi dükkânlar kaldırılarak
güzel bir meydan açılup hey’et-i kadîmesine ircâ olunmuş, …”[16]
Bu seyahati sırasında şehirdeki yeniliklerden bahsederken açılan caddeler
hakkında da bilgi verir. Bunlardan birisi de Ulucami ile Yeşil İmâret arasında
açılan caddedir.
Ulucami: “Cami-i Şerife…”
Başpatrik Dördüncü Kevork
Keresteciyan (1812- 1882) bir dönem (1844-1854) Bursa’da Ermeni
mahrasallığında (temsilciliği) bulunmuştur. Kaleme aldığı Vahram Başpiskopos Menguni (1812-1882 Yazma Biyografi) adlı üç
nüshalık yazma eserde Bursa’yla ilgili malumatlara yer verir. Bunlar arasında, 1855’te
Bursa’da vukubulan büyük deprem ve depremle birlikte meydana gelen yangınları
anlatırken, sözü Ulucami’ye getirir: “Haftalarca
deprem devam etti ve sevgililerini kaybedenlerin yürekleri sızlatan âh u zârı
sona ermedi. Bu defa hanlar, minarelerin üst kısımları, camiler ve birçok
hamamlar, Ulucami denilen büyük caminin bazı kemerleri ve kubbeleri, sayısız
evler ve dükkânlar, yananlar hariç, yıkılıp harap oldular.”[17]
Fransız arkeolog Georges Perrot (1832-1914),
Souvenirs d’un Voyage en Asie Mineure
(Paris, 1864) başlıklı günlüğünde Ulucami’ye temas eder. Günlüğün 10, 11, 12
Mayıs tarihli bölümünde Türklerin uygarlık anıtı niteliğinde ortaya koydukları
mimari eserler üzerinde durur, bunların bakımı hakkında bilgiler sunar. Bir ara
sözü Ulucami için yapılan harcamaya getirir: “Kendi tarzlarındaki uygarlıklarıyla Türkler, ilk asırlarda çok sayıda
cami, yol, köprü, su kemeri yaptırmıştı. Üstelik önceki uygarlıkların anıtları
da korunuyordu. Fakat çoktan beri Türkiye’de anıt yaptırmıyorlar. Üstelik doğa
ve insanların yok ettiği yapılar da tamir edilmiyor. Topu topuna Ulucami için
yapılan şeyler, 3-4 cami için de yapılıyor. Sıva, yontmataşının, kaba hatlar
ise mozaiğin yerini alıyor. Üstelik, mermerin yaralarını örtmek için yapılan
badana, sözkonusu taşın parlaklığını söndürüyor. Açıkçası, yarım yamalak
yapılan bu tamiratın yerine gerçek bir harabe bana daha dokunaklı görünüyordu.”
Perrot bu yargılarından biraz sonra
sözü Bursa camilerine getirecek, onlar hakkında çarpıcı ifadelerde
bulunacaktır: “Defalarca betimlenmelerine
karşın Bursa camileri tek başına büyük ve kapsamlı bir esere layık. Sözkonusu
camiler yokolmadan önce onları düşünmemiz şart. Kentin merkezinde bulunan
Ulucami en önemlisidir. Tamamen özgün bir planı var fakat resterasyonu
kelimenin tam anlamıyla bir felaket.”[18]
Vasıleıos I. Kandes (? - ?)’in 1883’de
Atina’da yayınlanan ve Türkçe’ye Kuruluşundan
XIX. Yüzyıl Sonlarına Kadar - Bursa[19] adıyla tercüme edilen eserinde Bursa antik dönemden 19. yüzyıl
sonlarına kadar yazıtlar, haritalar ve fotoğraflar eşliğinde, arkeolojik,
tarihi, coğrafi ve dini yönleriyle tanıtılır. “Camiler, Türbeler ve Tekkeler”
genel başlığı altında ve ilk sırada dikkatlere sunulan “Ulu Cami ya da Cami-i
Kebir”, bütün özellikleriyle ve geniş bir şekilde tanıtılmıştır:
“Özgün şekli ve karakteri ile Ulu
Cami en büyük ve aynı zamanda en sade olan camidir. Tüm çevre yerleşim
birimlerine hâkim konumda olan, kentin merkezî bir yerindeki tepenin üzerinde
bulunan cami, Osmanlıların eski başkentinin pitoresk bir panoramasının ana
unsurunu oluşturmaktadır. Camiler genellikle adlarını kurucularından alırlar.
Ancak sözünü ettiğimiz Ulu Cami birbirini izleyen üç sultan tarafından inşa
edildiği için (I. Murat, Beyazıt ve Murat’ın torunu I. Mehmet’ten oluşan bu
sultanlardan her biri Bursa’ya ayrı camiler de inşa ettiler ve bu camiler bugün
de hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler ve ayrı ayrı bu sultanların isimlerini
taşımaktadırlar.) ‘Ulu Cami’ şeklindeki belirsiz bir isimle anıla gelmişti.
Cami dört köşeli olup her bir köşenin arasındaki mesafe 100 metredir ve beş
eşit kısma bölünmektedir, yani caminin tamamı, tümü kubbelerle örtülmüş 25
dörtgenden oluşmaktadır. Sadece ortadaki ve merkezi konumdaki bölme üzeri açık
durumdadır. Bronz, birbirine geçmeli ağ şeklindeki bir tel örgü ile
bezenmiştir. Buradan caminin içine rahat bir şekilde temiz havanın yanı sıra
göz kamaştırıcı ışık girmektedir. Bu bronzdan örgülü telin altında ve caminin
orta yerinde mermerden büyük bir havuz bulunmaktadır ve ortasındaki fıskiyeden
sürekli temiz su fışkırmaktadır. Bu havuzun içinde bir zamanlar balıklar
yaşamaktaydı. Caminin pencereleri de birbirine geçmeli bronzdan tellerle
örülmüş durumdadır, çok büyük olan bu pencerelerin yükseklikleri saçaklığa
kadar altın kaplama idi ve dört köşeli sütunları üzerinde altın harflerle
Kur’andan en önemli surelere ait bölümler yer almaktaydı. Ancak 1885 tarihinden
itibaren (1271) tüm bu görkem ve ihtişam yok oldu ve bugün tüm sütunlar beyaz
sıva ile kaplı olup bunun üzerinde mürekkeple ve çok büyük boyutta harflerle
Allah’ın kimi sıfatları (Rahman, Rahim) yazılıdır.
Bu caminin minberi
çok tanınmış bir Arap yontu ustasının eseri idi. Bu kişinin olağanüstü
güzellikteki yontuları sadece çiçek, meyve, tomurcuk, yaprak ve filizleri değil,
bunların yanında çok güzel ipekli kumaş desenlerini de tasvir ediyordu. Tüm
Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece Sinop Camisi’nin meşhur minberi ağaç
işlemeleriyle burada sözü edilen Ulu Cami’deki minberle yarışabilirdi. Caminin
1855 yılındaki depremden sonra restore edilen iki minaresi (Kıble Kapısı
denilen ana girişin sağında ve solunda) caminin ön tarafında iki köşesinde
binanın kalan kısmından ayrılmış olarak sağlam temellere oturmuş vaziyette
yükselmektedirler. Bu minareler bir zamanlar yeşil renkli porselenle kaplanmış
idi ve sağ taraftaki minarenin çatısı üzerinde Uludağ’ın yamaçlarından süzülen
suyu taşıyan bir boru bulunmaktaydı ve bu borudan gelen su bu yükseklikten
caminin içine akmaktaydı.
Esas girişin
dışında iki giriş daha bulunmaktadır. Bunlardan birisi sultanın camiye girişi
için tahsis edilmişti, diğeri ise ‘Mahkeme Kapısı’ adını taşımaktadır.”[20]
Şam Kâdısı Hasan
Tâib Efendi (? -?), emekliliğini Bursa’da geçirmiş, bu arada Bursa’yla
ilgili gözlemlerini 1905’de Hâtıra Yâhud
Mir’ât-ı Burûsa adlı bir kitapla anlatmıştır. Hatıra ya da Bursa’nın Aynası[21] adıyla Bursa İl Özel İdaresi
tarafından yayımlanan bu kitapta Hasan
Tâib Efendi Ulucami’ye geniş bir yer ayırmıştır:
“Ulucami 797 (1395) tarihinde Sultan
Yıldırım Bâyezîd tarafından yaptırılmıştır. Bu ulu mabet, kareye yakın bir
dikdörtgen plana sahip, her birinin kenarı yaklaşık bir buçuk metre olan on iki
adet kare sütun üzerine oturtulmuş yirmi kubbe ile örtülüdür. Ortadaki kubbenin
üzeri açıktır ve tel ile örtülmüştür. Bu orta kubbenin altında son derece
sanatlı, mermerden yapılmış büyük bir şadırvan mevcuttur; sürekli akıp duran
suyun şarıltısının meydana getirdiği yankı kulakları okşar. Bu şadırvanın
etrafı maksurelerle çevrilmiştir. Ulucamiin duvarları çeşitli ve pek çok nefis
hatlarla süslüdür; ayetler, hadisler ve diğer hayırlı dualar nakşedilmiş, büyük
levhalar asılmıştır. Öyle ki bu sanat eserlerinin her birini ayrı ayrı
kitabımıza kaydetmeye kalksak, birçok kitap daha yazmak zorunda kalırız. Bu
nefis hatlar ve büyük levhalar, zamanın yıpratmasıyla neredeyse okunmayacak bir
hale gelmişken, bu durum eski valilerden Halil Paşa’nın dikkatini çekmiş ve
Padişahın özel yardımlarıyla, silme ve tamir metotları kullanılarak
yenilenmiştir.
Ulucami’nin iki
adet büyük, birer şerefeli minaresi vardır. Eski vali Mahmud Celaleddin Paşa
zamanında, civardaki bir leblebici dükkânından çıkan yangında, şerefelerden
yukarısı yanmıştır. Padişahımızın sayesinde minareler gayet güzel bir mimarî
ile onarılmış ve hatta üzerlerine paratonerler de yerleştirilmiştir.
Ulucami’nin doğu,
kuzey ve batı yönlerinde birer kapısı bulunmaktadır. Doğu kapısının üzerinde “Bel-hüve
Kur’ânün-mecid” (“O, Kutlu Kur’ân’dır” Buruc Sûresi, 85/21; C.A) ayeti;
kuzeydeki kapısının üzerinde –makamı cennet olsun- Sultan Abdülaziz’in tuğrası
bulunmaktadır. Batıdaki kapıdan girilince, ilk sütun üzerine asılmış, Üftade
Hazretlerinin hünerli elinden çıkmış şu beytin yazılı olduğu levha görülür:
Yâ câmi‘a‘l-kebîr
ve yâ mecma‘a‘l-kibar
Tûbâ li-men
yezûruke fi‘l-leyli ve’n-nehâr
Ulucamideki pek çok
nefis yazının ve levhanın hattatı olan merhum Şikkegenbaşı Hacı Abdülfettah
Efendinin, duvarda asılı, ağaçtan yapılmış büyük kalemi şaşkınlık
uyandırmaktadır.
Camiin, şaşırtıcı
bir güzellikteki, siyah abanozdan yapılmış, üzeri türlü çiçeklerle ve güzel
resim yazılarla nakşedilmiş minberi anlatılamaz; ancak görülmekle
anlaşılabilir. Minberin yanı başındaki mihrap da tamir sırasında yeniden,
benzeri görülmedik bir tarzda inşa edilmiştir. Mihrabın çevresinde kûfî yazı
ile “Yâ ze‘l-celâli ve‘l-ikrâm” (Ey güç ve cömertlik sabihi); içinde ise yine
kûfî hatla ihlâs suresi ve sülüs yazı ile “Rabbenâ Âtinâ” (Rabbimiz bize
dünyada da ahrette de iyilikler ver.) ayeti yazılmış ve mihrabın etrafı
rengarenk çiçeklerle süslenmiştir. Bu cami, Bursa şehrinin en büyük camiidir ki
zaten bu nedenle Ulu cami adını almıştır. Gerçekten de büyüklükçe Şam ve
Ayasofya camilerinden sonra gelir; son derece ferahtır. Camiin içinde camekânlı
bir kütüphane mevcuttur ve çok sayıda, çeşitli kitabı içermektedir. Bu
kitapların büyük çoğunluğu Telli Tekke’de gömülü merhum Münzevî Abdullah Efendi tarafından vakfedilmiştir.
Kütüphanenin üstü, altın yaldızlı, oyma çiçekli parmaklıklarla çevrili Hünkâr
mahfilidir.
Ulucaminin
avlusunda, kuzey kapısı karşısında, gönül alıcı bir mimarî ile yapılmış mermer
çeşme, eski valilerden Münir Paşa’nın hayır eserlerindendir. Bu çeşmeden akan
lezzetli su, şehrin en bilindik sularından Kavak Suyu’dur. Bu su, demir
borularla çeşmeye kadar getirilmiştir. Münir Paşa, camiin batı kapısı
ilerisinde cadde kenarındaki meydanda, değişik mimariye sahip bir çeşme daha
yaptırmıştır. Bu çeşmeden de Kavak Suyu akmakta ve çeşmenin üzerindeki
“Hüdâvendigâr Valisi Ahmed Münir Paşa” yazısıyla ismi anılmakta, ruhu şad
olmaktadır.”[22]
İbnü’l-Celâl Sezâi (? - ?), 1884’de gezdiği
Bursa’yı, Burûsaya Seyahat (İst.,
1892) adlı eserde anlatmıştır. Yazar Ulucami hakkında şunları zikreder: “Bursa’nın meşhur Cami-i Kebirini ziyaret
eyledik. Bu cami-i şerife, Türkçe olarak Ulu Camii denilir. Ulu Camii hakikaten
hem ferah, hem de büyüktür. Kubbenin ortası açık camekân olduğundan içerisi
aydınlıktır. Duvarlarını Osmanlı’nın meşhur hattatlarının büyük ve nadide
levhaları süslemiştir. Kubbenin açık yerinin tam altında olmak üzere şadırvan
hizmetini görmekte olan, etrafı parmaklıklı, bir de havuz mevcuttur. Havuzun
üstündeki fıskiyenin şarıltısı kulağı titretmektedir. Bu cami-i şerifi de
görmekle mutlu olduktan sonra, yapımcısı dördüncü padişah cennetmekân Sultan
Yıldırım Bayezid Han Hazretlerini ziyaret eyledik.”[23]
“Sabahın erken saatlerinde, Ulucami’de”
Georgina Adelaide Müller (1835 - 1916)
1893’te, İngiliz milletvekili olan eşi Friedrich
Max Müller ile Bursa’ya gelmiştir. Bu seyahatini Letters From Constantinople (London, 1897) adlı eserinde
anlatmıştır. Bu eser Türkçe’ye İstanbul’dan
Mektuplar[24]
ve On Dokuzuncu Asır Biterken
İstanbul'un Saltanatlı Günleri[25] adlarıyla çevrilmiştir.
Eserde dördü eşi, on ikisi Georgine Max
Müler tarafından yazılmış on altı mektup vardır. Bu eserde Ulucami’yle
ilgili izlenimler şöyle dile getirilir: “Sabahın
çok erken saatinde kalkmış dışarıya çıkmıştık. Zira söylentiye göre Bursa’da
gezilecek cami ve türbe adedi senenin her gününü dolduracak kadar çok imiş.
Girdiğimiz Ulu Cami kare biçiminde olup, eski cami planlarına uygun bir tarzda
yapılmıştır. Hemen hemen Ayasofya’nın bir kopyası olan İstanbul camilerinden
çok değişik bir biçim arzeden bu cami üst tarafında birer mihrap bulunan tam
bir dörtgendir. Ulu Cami’de beş tane kenar bölme bulunmaktadır. Orta kısmın
üstü açık bırakıldığından burada bulunan şadırvanın üstüne güneş vurmaktadır.
Nefis bir şekilde oyulmuş minberinden başka bu geniş cami bize, bilhassa son
dere dekoratif olan İstanbul camilerinden sonra, pek sade ve çıplak göründü.”[26]
Fatma Fahrûnnisa
Hanım (?- ?), 1896’da Bursa’ya gelmiş, bu seyahatini 14 bölüm halinde Hanımlara Mahsus Gazete’nin 42-63 arası
sayılarında yayınlamıştır. Hüdâvendigâr
Vilayetinde Kısmen Bir Cevelân başlıklı bu seyahatname yakın zamanlarda 1896 Baharında Bursa[27]
adıyla yayınlanmıştır. Bu eserin “Sekizinci Bölüm”ünde Fatma Fahrûnnisa Hanım Ulucami’yle ilgili olarak şunları kaydeder:
“Câmi-i Kebir ya da Ulu Cami olarak
anılan, şehrin ortaında 20 kubbeli iki minareli olarak inşa edilmiş olan cami
Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Gayet kalın 11 sütun üzerine
kurulmuş olan bina bu sütunlar üzerinde fevkalade büyük ve güzel hat levhaları
ile süslenmiştir.
Minber ve mihrabı
asrın en nefis ve zarif eseri sayılabilecek mükemmellikte usta elinden çıkmış
eserlerdir. Hele ortasında pek güzel bir fıskiyesi bulunan büyük şadırvan camiye
ruhani bir ferahlıkla birlikte güzellik ve şirinlik vermekteydi.
Şadırvanın
üzerindeki cam ve demirden yapılmış kubbe camiyi pek güzel aydınlatarak nurlu
bir aydınlık veriyordu. Şimdiye kadar inşa edilen camilerin hiç biriyle
mukayese edilmeyecek derecede güzel ve ferah olan bu camiyi iki defa ziyaret
ederek şereflendik.”[28]
Mecmua-i
Hatıratımdan Bir İki Yaprak yahud İlk Seyahatim (İst., 1896) adlı
bir seyahatnamenin yazarı olan Nâfizâde
Ahmet Fuad, 1897’de Bursa’ya gelmiştir. Onun bu seyahatte tuttuğu notlar “1897’de
Bir Bursa Seyahati Notları” başlığıyla J.
E. Dauzats’ın 1588’de Anadolu’nun
Bir Köşesi adlı[29]
kitabın ‘eki’nde yer almıştır. Bu
notlarda Ulucami’ye şu satırlar ayrılmıştır: “Cami-i şerifin içinde şadırvan hizmetini görmekte olan büyük bir havuz
mevcut olup havuzun üstündeki fıskiyenin şarıltısı kulakları titretmektedir.
Abdest burada alınır. Kubbenin orta yeri camekân olduğundan içerisi oldukça
aydınlıktır. Cami-i şerif içinde birçok görülecek şeyler vardır ki bunlardan
birincisi cami-i mezkûrun duvarlarını meşhur Osmanlı hattatlarının büyük ve
nadide levhaları süslemiştir. Mihrabın yüksek yerine asılmış bir kalem ile
banoz ağacından inşa edilmiş cami-i şerif minberi hakikaten görülmeye değerdir.
Ekser tarafları çini taşları ile müzeyyen olup insan seyire doyamaz bir halde
bulunur.”[30]
“Öğleyin Ulucami’de…”
İbnülcemal Ahmet
Tevfik (? - ?) 1900 yılında yayımlanan Velosipet
ile Bir Cevelan adlı kitabında İstanbul’dan Bursa’ya bisikletle yaptığı
seyahati anlatmıştır. Yazar kitabın “Bursa’da Birkaç Gün” başlıklı kısmında
Ulucami’ye şöyle temas eder: “Öğleye
yakın Ulucami’ye geldik. Ne kadar şehri dolaşmaya çıksak mutlaka bu cami-i
şerife bir kez uğramakta idik. Adeta ferah ve serin olduğu için insana taze
hayat arzusu veriyor.”[31]
Bir İngiliz seyyahı olan Richard
Davey’in 1906’da Bursa’ya geldiği tahmin edilmektedir. Davey 1907’de
yayınlanan Sultan ve Tebaası (The Sultan and His Subjets) adlı eserin
15. bölümünde Bursa’yı değişik özellikleriyle anlatır. Bu anlatımda Ulucami’ye
de yer verilmiştir: “I. Murat tarafından
başlanıp I. Bayezit tarafından bitirilmiş olan Ulu Cami şehrin orta yerinde çok
sayıdaki ufak kubbesiyle dikilmekteydi. Haremi şehir halkı için bir forum
olarak kullanılan bu cami, her zaman oturmuş, sigarasını tütüren eski
topraklarla dolu idi. Burada saatlerce oturup Doğu hayatını gözlemleyebilir,
farklı kıyafetleriyle gelip giden değişik grupları görebilirsiniz. Caminin içi
harika demir işleriyle doluydu ve geniş sekiz kenarlı havuzu sıcak bir yaz
gününde serin ve rahatlatıcıydı.”[32]
Rus gezgin Andrey N. Muravyov
(1806-1874) 1849’da çıktığı seyahatte Türkiye’ye ve dahi Bursa’ya uğrar.
Seyahatini 1849-1850 Yıllarına Ait Doğu
Mektupları adıyla kitaplaştıran Muravyov,
Bursa’yı anlattığı satırlara “Bursa Mektubu” başlığını koyar. Bursa Mektubu’nda
Ulucami’ye şu şekilde yer verilir: “Bayezit’in,
onun korkunç babası Murat’ın ve asil oğlu Mehmet’in bir yapısı daha bütün
güzelliğiyle başkentlerinin ortasında yükselir –bu, I. Murat’ın başlattığıve I.
Mehmet’in tamamladığı, Doğu mimarisinin en üstün yapıtlarından biri olarak
kabul edilen ve Ulu adıyla bilinen camidir; gerçi, itiraf etmem gerekirse
sultanların diğer camilerinden daha çok etkilendim. 20 adet kubbe onun yüksek
çatısını taçlandırır, ortası açıktır ve göklerin mavi kubbesi altında bu caminin
ana süsü niteliğindeki şadırvanın duru suları parıldar –bu tapınağın
arabeskleri çok ünlü olup mollanın (imamın) kürsüsü mermer oymacılığıyla
olağanüstü dikkat çekicidir. Biz camiye girdiğimizde ibadete gelen kalabalık
şadırvandan su alırken homurdanarak kutsal iç mekâna girme cesaretinde bulunan
yabancılara bakıyordu, çünkü Şam’da da olduğu gibi, bu iki başkentin eski
şanlarından dolayı, bağnazlık Bursa’da halen gücünü yitirmemiştir, hatta
şimdiki sultan Abdulmecit’in ziyareti sırasında yaşlı bir kadın, atalarının
eski başkentinden tüm Frenkleri kovulması için bir dilekçe arz etmiş. Dikkate
değer başka bir örnek de şimdiki durumun özeti niteliğindedir- Bursa’da
duyduğuma göre, padişah, ziyaretiyle bu şehri onurlandırmaya karar verdiğinde,
sıradan halk bunu sultanların atalarının ilk yuvası olan bu şehre
döneceklerinin bir işareti olarak algılamış, çünkü İstanbul’un fethinden sonra
aralarından hiçbiri Bursa’yı ziyaret etmemiş.”[33]
Osmanlı saray memurlarından olan Ömer
Suphi (?- ?) 1889’da geldiği Bursa’yı bir hafta gezer, gözlemler.
İzlenimlerini Sultan II. Abdülhamid’e ithaf ettiği bir risalede anlatır. Hüdavendigâr Vilayetinde Bir Hafta Seyahat
başlığıyla Nezaket Özdemir’in günümüz Türkçesi’ne aktardığı risalede Ulucami’ye
şu satırlar ayrılmıştır:
“… Çarşıdan çıkar çıkmaz pek yakında
bulunan Ulu Cami’nin avlusuna girdik. Ulu Cami’nin içi birçok direklerle 24
parçaya bölünmüş ve en ortasındaki bölüm dışında diğer bölümlerin üzeri birer
kubbe ile örtülmüştür.
Ortadaki bölümün
üzeri caminin içine hava ve aydınlık girmesi için açık bırakılmış ve altına
gayet güzel bir şadırvan yapılmıştır…
Caminin direkleri
tamamen yaldız ile süslü ve üzerlerinde ayet-i kerime ve hadis-i şerifler
yazılı olduğu rivayet edilmekte ise de bunlardan eser yoktu.
Ulu Cami şehrin tam
ortasında ve pek kalabalık bir noktasındadır. Gayet güzel olan dış görüntüsü
iki minaresiyle beraber şehrin manzarasına bir başka güzellik katar. Ulu Cami
denmesini büyüklüğünden değil üç hükümdarın; yani Hüdavendigâr Gazi ile
Yıldırım Bayezid ve Çelebi Sultan Mehmed hazretlerinin döneminde inşaatına
devam edilmiş olmasındandır.”[34]
Ulucami’de akşam ve kandil…
Bir Bulgar araştırmacısı olan Nikola
Naçov (1859-1940) babası Bursa’da
yaşamış, Uzunçarşı’da çalışmıştır. Babasının ölümünden sonra Nikola Naçov, miras araştırması
amacıyla amcası Manol ile Bursa’ya
gelir. 1879’da gerçekleşen bu seyahat, günü gününe tutulan bir defterle kayıt
altına alınmıştır. Bu defter 1934’te Bulgaristan’da kitaplaşmış, yakın bir
zamanda da Hüseyin Mevsim tarafından
Bursa Yolculuğu başlığıyla Türkçe’ye
tercüme edilmiştir. Eserde Ulucami’ye ayrıntılı temas edilmemiş olmakla
birlikte, sonlara doğru bir Mevlid Kandili dolayısıyla Bursa camilerinin
manzarasını anlatırken bu ulu yapıdan da bahseder: “Müminlerle dolu görkemli ve devasa camiler içerden kubbeden sarkan çok
renkli kandillerle ışıklandırılıyor ve minarelerden hocalar melodik seslerini
dalgalandırıyorlardı. Ulu Cami’de insan baldırı kadar kalın mumlar yanıyordu,
yüksek minareler arasında çeşitli urganlarda başka kandil ve fenerler
dizilmişti, özel kişiler bunları iplerle hareket ettiriyor ve böylece bunun
için uygun olan Türk alfabesini örgüleyerek upuzun cümleler
şekillendiriyorlardı, bunlar sonra esrarlı biçimde yenilerine dönüşüyor ve
karanlık gökyüzünde parlıyorlardı.”[35]
İngiliz yazar, heykeltıraş ve ressamı Clare
Sheridan (1885-1970), 1924-1925 yıllarında Türkiye’ye gelmiş ve içlerinde
Bursa’nın da olduğu çeşitli şehirleri gezmiştir. Seyahati sırasında yaptığı
gözlemleri Turkish Kaleidoscope adlı
kitapta yayımlayan (Londra, 1926; bu eser Sade
Türk Kahvesi[36]
adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Clare
Sheridan, Bursa’ya çeşme, cami ve çınarlar şehri olarak hayran kalmıştır. Clare Sheridan’ın Bursa’sıyla ilgili
bir bölüm “Çeşmelerin Şehri” başlığını taşır. Bu bölümde Ulucami şöyle anlatılmaktadır:
“Şehrin ortasındaki Büyük Cami,
aslında estetik değerlerden yoksundur. Ama, caminin ortasında duran, bele kadar
gelen, içinde kırmızı balıkların oynaştığı, ağzına kadar suyla dolu, mermer
havuz, bu camiye tahmin edilmeyecek kadar sevimli bir hava katar. Suyun
birinden diğerine aktığı dört ayrı kademeden oluşan havuzun yanında, insan akan
suyun şarkısını dinleyebilir. Havuzun dış kenarları boyunca dizili musluklar
sayesinde, ibadetedenler, caminin avlusu yerine içinde abdest alabilirler.
Akan suyun sesi dış
dünyadan gelen bütün sesleri bastırırken, insanın kendi iç dünyasına dönüp
ruhunu dinlendirmesine vesile olur. Yaşlı ve sarıklı hocalar, seccadelerinin
üzerine bağdaş kurup yüksek sesle Kur’an okurlar…
İnsan namaz vakti
caminin içine girmeye tereddüt ediyor. Kapı ağzında saygıyla beklediğimi göre,
daha önce Mekke’ye gitmiş yaşlı bir Hacı, beni içeri davet etti. Ne kadar karşı
koyup, kafamı salladıysam da fayda etmedi. Sonunda, ayakkabılarımı çıkartmak ve
beni caminin iç taraflarına doğru götürmesine izin vermek zorunda kaldım.”[37]
Bulgar bilim, eğitim ve siyaset adamlarından olan seyyah Vasil Kınçev (1862-1902), 1899’da
Türkiye’ye gelmiş, Bursa’da bir süre kalmıştır. Bu seyahati sırasında tuttuğu
notları aynı yıl Küçük Asya’da adıyla
kitaplaştıran Kınçev’in “Bursa”sını Hüseyin Mevsim Türkçe’ye çevirmiştir. Kınçev’in Ulucami’yle ilgili cümleleri
şöyledir:
“Kentin içinde, çarşıların
yakınındaki güzel bir alanda en büyük Bursa camisi olan Ulu Cami bulunmakta.
Cami, Murat I tarafından başlatılan, Bayezid’in devam ettirdiği ve Mehmet I
tarafından tamamlanan devasa bir taş yapı. 20 adet kurşun kubbesi var. İçinde,
tam ortada büyük bir şadırvan bulunuyor. Zemin, değerli halılarla kaplı. Büyük
depremde caminin bir kısmı tahrip olmuş, ayrıca zarar gören değerli çini
süslemeleri varmış. Şimdi içinden badanayla aklanmış ve sıradan arabesklerle
süslenmiş. Ulu Cami en çok ibadetiçin gelen Müslümanlar tarafından ziyaret
edilmekte. Sabahtan akşama kadar insanla dolu.Birkaç müezzin gün boyunca Kur’an
okuyor. Caminin çevresindeki alanda her Pazar kent pazarları düzenlenmekte.”[38]
İngiliz kadın gazetecisi Grace M.
Ellison 1924’te Türkiye’ye gelmiş, bu seyahatinin bir bölümünü Bursa’da
geçirmiştir. Yazar Türkiye izlenimlerini Morning
Post gazetesinde yayınlamıştır. Grece
M. Ellison’un Bursa gözlemleri “Kurtuluş Savaşı Ertesinde Bursa’da Birkaç
Gün” başlığıyla Türkçe’ye kazandırılmıştır. Dönemin Ulucami’sini ve
çevresindeki sosyal hayatı Ellison
şöyle anlatır:
“Ulu Cami çok fazla süslenmiş Arap
yazılarıyla biraz bozulmuş. Fakat çok güzel çeşmesi bütün camilerin özelliğini
üzerinde toplamış. Camide çok acayip eski saat koleksiyonu var. Hepsi de Türk
saatlerini gösteriyor. Avluda çeşmeler, güvercinler ve halka mektup yazan
arzuhalciler var. Şimdi biri oldukça cömert bir müşteriye yardım etmektedir.
Ben de bir zamanlar amatör olarak mektup yazma işinde bulunduğum için mektup
yazmanın kolay bir meslek olacağını hiç sanmıyorum.”[39]
Bulgar ressam ve mizah yazarı Dimitır
Çorbadjiyski (yaygın adıyla Çudomir,
1890-1967), 1932 yılında bir grup vatandaşıyla birlikte resmî bir ziyarette
bulunur. Refakatçileri arasında Reşat
Nuri Güntekin’in de bulunduğu bu ziyarette Çudomir gördüklerini bir deftere kaydetmiştir. Çudomir’in Bursa gezisi notları arasında Ulucami’ye ait satırlar da
vardır ve şöyledir: “Birinci Murat’ın
başlattığı, Beyazıt’ın tamamladığı Ulu (Büyük) Cami, 14. yüzyıl sonu.
Pandantifler ve eski yaşamı gösteren tertip. 7 Arap yazı türü. Bizim
oymacılığımızın çok şeyler aldığı ağaç oymacılığı, kakmalar, devasa ölçüler.”[40]
Tabiplik, ressamlık, musikişinaslık,
yazarlık gibi pek çok marifeti şahsında taşıyan Süheyl Ünver (1898-1986) 1 - 4 Ağustos 1958 tarihlerinde Bursa’da
bulunmuş ve bu seyahatinde tuttuğu notları Bursa
Defterleri’ne kaydetmiştir. Süheyl
Ünver’in bu çalışmasında Ulucami’ye ait satırlar dikkat çeker. Sözgelimi aşağıdaki kayıt 1 Ağustos1958
tarihinde 92 nolu deftere düşülen üçüncü kayıttır:
“… Zeyniler camii’nde akşam namazına
yetiştim. Oradan Emir Sultan’ı ziyaretten sonra hemen oradan kalkan otobüsle
Ulucami önüne. Oradan Merkez lokantasına. Onda bu satırlar. Yatsı namazına
Ulucamii’ne gittim. Namazdan önce güzel bir mukabele oldu. Peygamberimizin
sevmesinden sünnet olan su şırıltısı ile dinledim. Namaz çok ruhnüvazdı. Sonra
dondurma ve yatak.”[41]
Süheyl Ünver defterinin bir
başka sayfasında Somuncu Baba’ya dair bilgiler aktarırken, sözü Somuncu Baba’nın Ulucami’deki ilk Cuma
namazını kıldırışına getirir. Bu arada Ulu Cami’nin adının kaynağı hakkında bir
rivayetten bahseder: “…Ulucami küşad
resminde bir Cuma namazında 70 evliya bulunmuş. Emir Sultan’a, ilk Cuma’yı sen
kıldır, demişler. O da, gavs-i a’zam somuncu varken bana düşmez, buyurmuş. O da
namazı kıldırıyor. Bir de va’z veriyor. Onda: anlattıklarımın birini hepimiz
biliriz, diğerini kimimiz bilir, kimimiz bilmez, diyor. Camiden çıkarken
görüyorlar ki yürüyor. Dur ya Ulu, demesiyle duruyor ve cami ismi ondan Ulu
kalıyor. Somuncu Baba, Emir Sultan’a, sırrımı dışarıya verdin, mahşere kadar
başın gürültüden kurtulmasın, diyor. Hergün Emir Sultan’da ziyaret, sık sık
mevlid olur ve çoluk çocuk bir kıyamettir gider.”[42]
Her daim Ulucami…
Cami-i Kebir, yani Ulucami; görüldüğü gibi, sadece Bursa’nın yahut
Türkiye’nin değil, bütün bir dünyanın gözbebeği. Dünyanın dört bir diyarından
gelip Ulucami’yi bir vesileyle tavaf eden insanlar, işbu araştırma ve derleme
metninden de anlaşılacağı üzere, onu anlatmadan duramıyorlar. Ulucami,
kendisine yönelenlerin bu anlatımlarıyla, yeniden anlamlar kazanmakta, böylece
kâinatı kucaklayan İslâm’ın bir hayat evi ve sanat abidesi olarak gönüllerde
büyümekte, zihinlerde genişlemektedir…
[1] Heath
W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa
(1326-1923), (Çev: Serdar Alper), Eren Yay., İst., 2004, 189 s.
[2]
Evliya Çelebi’nin anlatımıyla Ulucami’yi tanımak isteyenler Seyahatname’nin, “Topkapı Sarayı Kütüphanesi
Bağdat 304 Numaralı Yazma”sı dikkate alınarak hazırlanan (Haz: Zekeriya Kurşun,
Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, 2. Kitap,
2. Bas., YKY Yay., İst., 2006, s. 12.) nüshasını okuyabilir.
[3] Hasan
Basri Öcalan, Seyahatnâme’ye Göre Ruhaniyetli Şehir Bursa, Bursa İl Özel
İdaresi Yay., İst., 2008, s. 39-41; Ayrıca bkz. Evliya Çelebi, Tam
Metin-Seyahatname, C. 1-2, Üçdal Neşriyat, İst., tarihsiz, s. 399-400.
[4] Bu
metin için bkz. Rıza Akdemir (Çev:), ‘Milli Kültür Dergisi’ T. C. Kültür
Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü, S. 64, s. 99-102.
[5] Fazıl
Yenisey, Edebiyatımızda Bursa, Bergsoy Basımevi, İst., 1956, s. 280
[6]
Bedriye Şanda, 18. Yüzyılda İstanbul,
İnkılâp Kitabevi, İst., 1997’den aktaran Nurşen Günaydın-Raif
Kaplanoğlu, Seyahatnamelerde Bursa, Bursa Ticaret Borsası Yay., Bursa, 2000, s.
87-88.
[7] Türkiye’deki
Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, (Çev: Hayrullah Örs) Türkiye İş Bankası
Kültür Yay., Ank., 1960.
[8]
Moltke, Ulucami’yi eski bir katedral olarak zikrediyor ki bu bilgi yanlıştır.
[9]
Seyahatnamelerde Bursa, s. 101
[10]
Seyahatnamelerle Bursa, s. 107.
[11] Bursa
Mektupları -Bir Osmanlı Kentinde Müminler ve Kâfirler, (Çev: Neşe Akın), Dergâh Yay., İst., 2009, 159 s.
[12]
Age., s. 33.
[13]
Türkçe’ye, Kaplıca Risalesi (İst., 1848); ve Bursa Banyoları (Çev: Rıza Ruşen
Yücer, Kenan Matbaası, İst., 1943)
adlarıyla da çevrilmiştir.
[14]
Seyahatnamelerle Bursa, s. 114.
[15]
Hayrullah İbni Abdülhak Efendi, Hayrullah Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa, (Haz:
Vedat Nedim Tör – Şevket Rado), Doğan Kardeş Yay., İst., 1948
[16]
Fazıl Yenisey, Edebiyatımızda Bursa, “Hayrullah Efendi’nin Gördüğü Üç Bursa”,
(Metin: İsmail Hâmi Danişmend), Bergsoy Basımevi, İst., 1956, s. 42-43.
[17] “Bursa’nın
1885 Yılı Büyük Depremi”, (Çev: Kevork
Pamukciyan), Tarih ve Toplum dergisi, S. 31, İst., 1986, s. 23-25
[18]
Seyahatnamelerle Bursa, “Georges Perrot” (Çev.J. L. Mattei), s. 143-144.
[19]
Vasıleıos I. Kandes, Kuruluşundan XIX. Yüzyıl Sonlarına Kadar Bursa, (Yayına
Hazırlayan: Selahattin O. Tansel, (Çev: İbrahim Kelağa Ahmet), 2. Bas., Gaye
Kitabevi, Bursa 2008, 262 s.
[20]
Age., s. 116-118.
[21]
Hatıra ya da Bursa’nın Aynası, (Haz: Mehmet Fatih Birgül), Bursa İl Özel
İdaresi Yay., İst., 2007, 231 s.
[22]
Age., s. 80-83.
[23] Seyahatnamelerle
Bursa, s. 167-168.
[24] Georgina Adelaide Müler, Türkçe’ye İstanbul’dan Mektuplar, (Çev: Afife Buğra),
Tercüman Yay., İst., 1978.
[25] Georgina Adelaide Müler, On Dokuzuncu Asır
Biterken İstanbul'un Saltanatlı Günleri, (Çev: Hamidiye Betül Kara), Dergâh
Yay., İst. 2010.
[26]
Seyahatnamelerde Bursa., s. 181.
[27]
Nezaket Özdemir (Günümüz Diline Uyarlayan), Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür
A. Ş. Yay., Bursa, 2010, 133 s.
[28]
Age., s. 29; Fatma Fahrunnisa Hanım’ın bu metnine şu kaynaklardan da ulaşmak
mümkündür: Seyahatnamelerde Bursa, s. 191;Hatice Bayraktar, Boğaziçi
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Mezuniyet
Tezi, İst., Haziran 1997.
[29] J.
E. Dauzats, 1588’de Anadolu’nun Bir Köşesi, (Çev: Reşat Ekrem Koçu), Çığır
Kitabevi, İst., 1940
[30] Seyahatnamelerle
Bursa, s. 207.
[31] Velosipet
ile Bir Cevelan, İbnülcemal Ahmet Tevfik (Haz.: Cahit Kayra, İş Bankası Kültür
Yay., İst., 2006, s. 46
[32]Richard
Davey, “Bursa”, Bursa’da Yaşam Dergisi, Kasım 2005, s. 68
[33] Andrey
N. Muravyov, “Bursa Mektubu”, (Çev: Hüseyin Mevsim), Bursa’da Yaşam Dergisi,
Aralık 2006, s. 44.
[34] Ömer
Suphi, “Hüdavendigâr Vilayetinde Bir Hafta Seyahat”, (Haz.: Nezaket Özdemir),
Bursa’da Yaşam Dergisi, Aralık 2006, s. 72.
[35] Nikola
Naçov, “Bursa Yolculuğu” (Çev: Hüseyin Mevsim), Bursa’da Yaşam Dergisi, Aralık
2006, s. 120; Ayrıca bkz. Hüseyin Mevsim, Burgar Gözüyle Bursa, Kitap Yay.,
İst., 2009.
[36] Clare
Sheridan, Sade Türk Kahvesi, Çev: Zeynep Güden, Arion Yay., İst. 2004
[37]
Clare Sheridan, “Çeşmelerin Şehri”, (Çev: Zeynep Güzen), Bursa’da Yaşam Dergisi,
Haziran 2007, s. 24-25.
[38]
Vasil Kınçev, “Küçük Asya’da”, (Çev: Hüseyin Mevsim), “Bursa’da Yaşam Dergisi,
Haziran 2007, s. 74.
[39] Grace
M. Ellison, “Bursa’da Birkaç Gün”, (Çev. İbrahim S. Turek), Bursa’da Yaşam
Dergisi, Haziran 2007, s. 108
[41]
Süheyl Ünver, Bursa Defterleri, (Haz. Gülbün Mesara-Mine Esiner Özen),
Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı Yay., İst., 2011, s. 162.
[42] Age,
s. 166.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder