30 Nisan 2020 Perşembe

BAAA BAH BAH!

Dünyanın en tatlı diliyle yazılmış yahut söylenmiş şiire ne dersiniz? Ben eyvallah derim. Bu dil, bebek dilidir.
İsterseniz kuş dili diyelim. Fakat öyle dersek, ilginç iki dili, lisân-ı mürgan (kuş dili) ile lisân-ı sıbyanı (çocuk dili) birbirine ikame etmiş oluruz. Bu ikamenin sebebi, çok basit, ikisinin yapıca benzerliğinden ziyade, kuşla çocuğun birbirini çağrıştırmasıdır. Sevimlilik itibariyle tabii ki…
Bebek diliyle yazılmış edebî birikimlerimize getirmek istiyorum sözü. Bu konuda rahmetli Âmil Çelebioğlu’nun müthiş bir makalesi bulunmaktadır: “Çocuk Dili (Lisân-ı Sıbyan) ile Yazılmış Şiirler”. Bildiğim başka bir çalışma da yoktur. Pek çok bakir sahada olduğu gibi, bu konuda da ilk edebî seyahatleri gerçekleştiren Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları (MEB Yay., İst., 1998, 789 s.) adlı kitabının 489-496. sayfalarında bulunan makalesinde, şiirin farklı imkânlarıyla ilgili tespitler yaptıktan sonra, sözü çocuk diliyle kaleme alınmış manzumelere getirir.
Bunlar, klâsik edebiyatımızdan üç ayrı metindir: Ramazan manilerinden oluşan “Fasl-ı Lisân-ı Sıbyan” ve Şeyh Vahyi (18. asır) ile Urfalı Süleyman Efendi’ye  (19. Asır) ait “Lisân-ı Sıbyan” adlı iki manzume…
Merhum Çelebioğlu, ilki hece ölçüsü, diğer ikisi aruz vezniyle yazılmış olan ve geleneksel şiirimizi temsil eden bu metinleri takdim ederken, edebiyat araştırmacılarına da bir vazife veriyor: “Divanlar, hassaten şiir mecmuaları sistemli bir şekilde taranabildiği takdirde, herhâlde daha çok malzemenin bulunması mümkündür.”
Bu vazife başta Türk edebiyatı akademisyenleri olmak üzere, edebiyat vadisinde kalem oynatan herkesi ilgilendirir. Fakat ne mümkün, şimdiye kadar böyle bir cehd ü gayret içinde olana rast gelmedik.
Gerçi bizim gözümüzden kaçmış olabilir, durum Yeni edebiyat için de menfi vaziyet üzeredir. Ne şairlerimiz, ne de onları tenkit ederek gelişme ve ilerlemelerine yardımcı olacak eleştirmen ve araştırmacılarımız çocuk dili edebiyatına yüz vermişlerdir.
Hayatın bu saf diline sağır kesilmekle itham etmiyorum kimseyi. Kuşku yok, hemen her şair baba, kendisine babalığı tattıran masumun diliyle ilgilenmekte, bebeğinin ağzından çıkan güzelim lakırdıları büyük bir titizlikle ve aslına en yakın bir şekilde yine bebeğine geri bildirmektedir. Evet, böylece Hiroşima Üniversitesi’nden Yuri Saito, Boston Üniversitesi’nden Marilyn Augustyn gibi pediatristlerin yaptığı tespitlere destek vermekte, böylece, bebekleri için hayırlı bir fiilde bulunmaktadırlar. Lakin efendim, baba ile bebe arasındaki bu muhabbet, edebiyat için yeterli değildir.
Peki, bebek dili edebiyatı için bebek babası şairler ve yazarlar ne yapmalı? Cevap açık değil mi ya? Elbette bu zinde dilin işlendiği şiirler, edebî metinler yazmalılar...
Bu konuda yapılabilecek bir başka çalışma da, bir sözlük oluşturma ameliyesine girmektir. (Burada ‘Suhan’ sahibi şair Hüseyin Kaya’ya teşekkür etmeliyim, zira fikir onundur). Bu, başlangıçta oldukça basit bir girişim olacaktır. Baba şair, bebeğinin konuştuğu tekellümatı kayıt altına alacak ve bir şekilde kültür coğrafyasına yayacaktır. Ardından iyi bir lügatçi (D. Mehmet Doğan neden olmasın?) bunları derleyip lügat edebiyatına kazandıracaktır.
Hemen belirteyim, bu yolda atılmış ilk temel de merhum Amil Çelebioğlu’dur. Üstad, bahsettiğimiz makalesinin sonuna A’dan V’ye bir bebekçe sözlüğü eklemiştir. Bu lügatçeyi genişletmek için ilk hamleyi ise bendeniz yapmak istiyorum, buyrun:
Şimdilerde tıbbiye tahsil eden ilk gözbebeğimizden şu kelimeler hafızalarımızca kurtarılmış, müstakbel Bebekçe Sözlüğü’ne hediye edilmiştir: Tımız: Namaz, Burbur: Burdur, Let: Bisiklet, Bildesarar: Bilgisayar, Menne: Mandalin…
Evimizin ilk delikanlısı Ali’nin bebekçesinden yadigâr kalan kelimeler kesinlikle burada sıraladıklarımla sınırlı değildir: Abuklu: Elektrikli Süpürge, Tıslı: Otomatik (havalı) dolmuş kapısı, Çıtlı: Normal kapı…
Ve hâlâ kendisine ninniler söylediğimiz, döktürdüğü kelimeleri kaydedebildiğimiz Taha’nın kelimeleri: Dedat: Cevat, Inne: Anne,  Bisi: Abi, Bıla: Abla, Haha: Taha (Kendi adı), Ba: Balon, top, Dûddû: Tren, Dıjt: Araba veya bir yere gitmek, Hüüb: Su, süt, çay, Eğma: Elma, Tek tek: Üzüm, Hov hov: Kuş, Avo: Alo, Çıs: Aşı vurulmak, Böö: Yıkanmak,  Baaa bah bah: Allahu ekber!..
Sözü “Baaa bah bah” ile bitirebilirdik. Elhak, doğrusu budur da. Fakat, sözün sonunu bir duayla bağlamak daha iyi gelmez mi?
Buyrun, Amil Çelebioğlu’nun aktardığı “Fasl-ı Lisân-ı Sıbyan” başlıklı seri maninin son halkasıdır:
“Çağırsam bilir adını,
Tatlının bilir tadını,
Rabb’im hatâsız eylesin
Cümlesinin evlâdını”

(İlk kez 12 Kasım 2009 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

29 Nisan 2020 Çarşamba

EFSANE KABİLE


Dünyanın bir ucunda bir kabile bulunmuş, fotoğraflar, birbirini atlatmaya çalışan haber daireleri… Adını “kayıp kabile” koymuşlar. Bulunan bir şeye hangi sebeple “kayıp” derler bilmem. Tam da bunda bir yanıltmaca olmalı yargısını dile getirecekken bir itirafla karşılaşıyorsunuz. Ortada bir yanıltmaca değil, bir yalan cirit atıyor.
Görüntülü yalan. Evet, konuyla ilgili bir haber ve bu haberi destekleyen görsel malzemeler… Meğer ilk kez tesadüf olunan bir kabilenin değil, yıllardır bilinen bir topluluğun tekrar insanlık (!) âlemine takdimi yapılıyormuş…
Burada insanlık âleminden kasıt, egemen bakışın formatı olmalı: Batının nazarı, Avrupa’nın, Amerika’nın… Hükümran bakış… 
Bu mütecaviz bakışın temel dayanağı “güç”tür; para yahut silah.
Oynanacak her bir hamlenin doğasını belirleyen bu format şu dili kullanacaktır: Kabul yahut red makamında ben otururum. Var yahut yok deme keyfiyeti benimdir. “Sen haddini bil. Rütbeni bil.”
“Efsane Kabile” efsanesi bunlardan sadece birisidir. Hayat sahnesine konulmuş benzeri pek çok dramı hatırlıyor olmalısınız. Son yıllarda yaşananlardan birkaç numunelik hatırlatsak yeridir sanki...
Mesela birkaç sezondur, yılın belirli bir mevsiminde ihdas edilen hastalıklar... Kuş grubi, domuz gribi… Ne katliamlar yaşanmadı. İlkinde milyonlarca tavuk katledildi, telef edildi. İkincisindeyse dünya kapitalistleri ellerindeki ihtiyaç fazlası ilaçları üçüncü ülkelere ihraç ederek yeni semirme vasıtaları bulmuş oldular…
Bugün bu hastalıklardan yaygın şekilde bahsedilmiyor. Demek ki bir yok farz ediş yetiyormuş tedaviye. Bu arada her an başka bir salgınla karşı karşıya getirilme ihtimalini sakın unutma…
Siyasi ve askerî hamlelerde de bu böyledir. Demokrasinin, barışın, terörün, hukuk yahut hukuksuzluğun ad koyucu, vasıf belirleyici merkezi o köreltici yüksek güç makamıdır. Bu bağlamda Irak vurulabilir, İran’ın vurulması muhtemeldir; Amerika’ya laf söylemek kimin haddine, İsrail’in bir terör şirketi olduğunu kim dile getirebilir. Usame Bin Ladin bahsi bir başka örnektir. Bu hikâyenin aslı faslı üzerinde ucu açık yorumlar yapılmaması mümkün müdür. Farklı dehlizleri olan bir kurmaca kişiliğin kimliği ve rolü hâlâ belirsizlik yumağıdır bugün. Üstelik bu rol sayesinde dünyanın nice kefeni düzülüp geçildiği halde…
Durum net, her an ve her şey hakkında keyfince bir hikâye yazabilme yeteneğine haiz bir kırkayakla karşı karşıyayız…
Bu namussuzluk icraatının uygulayıcılarına göre kendileri dışında kalanlar sadece heves unsurudur, o kadar…
Peki ne yapmalı?
Sahici bir efsane kabilenin oluşumuna odaklanmalı...

(İlk kez 19 Mayıs 2011'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)



28 Nisan 2020 Salı

NASILSINIZ?

18

kahrolun dendi,  size, size, size...

hey,  kravatlılar, duydunuz mu, günlük traşlı suratlar, yanke’ler, yamyamlar...

(imkânsız duymadınız!)

yani siz, kemerleri gevşekler, kalın göbek erbapları, ha bakalım, cansızlık suretleri, ruhsuz yağ kutuları, siz, ha?

(imkânsız duymadınız!)

onurlular! şeref ve haysiyet tontonları! aman olsun!  balçığın parlak çocukları! yakası kazınmışlar! renksizler! omuzları aynı mecraya kayanlar! siz, ya siz?

(imkânsız duymadınız!)

ölçeğin uşakları! ölçeğin uşakları! ölçeğin alçakları!

(imkânsız duymadınız!)

çıt çıt çıt kırıldım biçimli yalaklık taşları. iy’ ğeceler, evet ğeceler, ğeceler iy’...

(imkânsız! imkânsız!)

*

siz duymasanız da,  “rabbının kendisine vahyetmiş olması dolayısıyla, yer bütün haberlerini, anlatır”...

anlatır, anlatacaktır...

Likâ Edebiyat, S. 18 (1 Eylül 1999), s. 1.



25 Nisan 2020 Cumartesi

MATEMATİKSEL ADALET DUYGUSUNA GÖNDERME YAPAN KÖPEK PROBLEMLERİ

"Matematiksel adalet duygusu". 

Bu ifadeyi, Arkadaşlığın Matematiği başlığıyla Türkçe'ye çevrilen ve TÜBİTAK tarafından yayımlanan (Çev. Fatma Cihan Dansuk, Ankara, 2016) "The Calculus of Friendship" adlı kitabında Steven Henry Strogatz (d. 1959) kullanıyor. 

Strogatz Amerikalı bir matematikçi. Dinamik sistemlerde senkronizasyon, matematiksel biyoloji, karmaşık ağ teorileri gibi alanlarda yaptığı uygulamalı matematik araştırmalarıyla tanınıyor. Matematiğin toplumsal iletişim içindeki yeri üzerine yaptığı çalışmalar da bunlara eklenmeli...

Bahse değer bulduğumuz kitabına Strogatz bir de alt başlık eklemiş. Türkçesi şöyle: "Bir Öğretmen ile Öğrencinin Matematik Hakkında Yazışırken Hayat Hakkında Öğrendikleri". Öğrenci, kitabın yazarı. Mektup arkadaşı hocası ise Don Joffray. İlginç bir öyküsü var ikilinin, sizi ilgilendireceğini düşünüyorsanız, bulup okuyun, inceleyin! Öyle ya, konumuz farklı; biz yazımızda bu ilginçlikten ziyade, farklı metaforlar sunan başka bir ilginçlik üzerinde duracağız: Matematiksel adalet duygusu ile ilgili göndermelere kapı aralayan köpeklerin peşine düşeceğiz...

Bahsettiğimiz şey, Strogatz'ı büyüleyen, fakat sonuçlarını bulmayı bir türlü başaramadığı, en niyahe "bu problemlerin çözümü yoktur" diye kestirip attığı "takip" problemleriyle ilgili.

Bay Strogatz kitabında üç takip problemi üzerinde duruyor. Biz ise bunlardan ikisini konu edineceğiz: İçinde köpek geçenleri. 

İlk problemimiz şu: "Bir postacının kendisini kovalayan bir köpekten kaçtığını düşünün. Postacı bir noktadan başlıyor ve düz bir çizgi üzerinde sabit bir v hazıyla kaçıyor. Aynı anda köpek o çizginin dışında başka bir noktadan başlıyor ve sabit bir w hızıyla koşarken bir anda bulunduğu çizgiden çıkarak postacının olduğu konuma doğru yol alıyor. Köpeğin çizdiği eğrinin denklemini bulunuz."  

Strogatz bu problemin diferansiyel denklemlerle ilgili bir araştırma olduğunu belirttikten sonra, bu tür denklemlerin analizin kendisi olduğunu söyler ve hareket (akış) ile değişim kavramlarının üzerinde durur. Sürekli değişen koşullar problemin nesnelerini anlık değişimlere sevk edecektir. Problemimizde bu, postacının sürekli hareketiyle köpekteki anlık yansıması üzerinden gerçekleşecektir. Her bir an, köpeğin yönünün değişmesine sebep olacak, böylece onun "hedefleme, nişan alma" serüveni sürekli değişecektir. Köpeğin çizeceği yörünge (eğri) attığı sonsuz küçük adımların tamamından oluşacaktır. 

Elde edilen bu sonuç matematiksel bir kesinlik ifade ediyor mu, bunu işin uzmanlarına bırakıyorum. Bu arada, ilerleyen satırlarda geri dönmek şartıyla, ikinci probleme geçiyorum. Strogatz'ın "Aylarca uğraştım. Sinir bozucu ve baştan çıkarıcıydı" dediği problem:

"Yuvarlak bir gölün tam ortasında bir köpek olduğunu varsayalım. Köpek gölün kıyısını takip ederek yüzen bir ördek görüyor. Köpek hiçbir yere sapmadan hep ördeğe doğru yüzerek onu kovalıyor. Başka bir deyişle, köpeğin hız vektörü hep, onu ördeğe bağlayan hattın üzerinde kalıyor. Bu arada ördek mümkün olduğu kadar hızlı bir biçimde gölün kenarından yüzerek kaçmaya çalışıyor, hep saat yönünün tersine doğru hareket ediyor. Her iki hayvanın da sabit hızda yüzdüğünü varsayarak köpeğin çizdiği yolun denklemini bulunuz."

"Takip" problemlerini ilk kez hocası Joffray'den duyan ve bu problemlerin üstadı olarak bize Paul J. Nahin'i işaret eden yazar, yukarıdaki soruyu kendisi oluşturmuş, fakat itiraf ettiği üzere, kendi topuğuna sıkmıştır. Şöyle ki, köpeğin çizdiği eğriyi, "ördeğin yol aldığı çembere asimptotik olarak yaklaşan bir tür sarmal" olarak nitelendiren  Strogatz,  bu yolu büyüleyici bulur fakat "Ne var ki bu denklemi hesaplayamadım." diyerek teslim bayrağını çekmiştir.  

Oysa Strogatz "Bu problemlerin uyumlu nitelikleri, matematiksel adalet duygularımı pekiştirmişti. Bütün yapmanız gereken, sözel problemi doğru denklemler hâline dönüştürmek, yerlerine doğru şeyler koymak, sakin ve mantıklı bir biçimde çalışmak, yanlış yapmadan cebirsel bağlantıları sabırla kurmaktı. Böylece doğru yanıt karşımıza çıkacaktı. Çıkmak zorundaydı." diyordu sözünün bir yerinde. Ama işte yanılmıştı.

Şimdi, soranlar çıkabilir, bu kadar matematiksel sorunla niye yatıp kalktık? Bir edebiyatçı yazar olarak neyimize bizim matematik? Hele hele, memlekette matematiğe karşı köklü bir karşı refleks var iken...

Haklı olabilirsiniz ama, bir derdimiz olduğunu da kabul edin. Matematikçi matematikle adalet duygusu arasında bir bağlantı kurarken, biz niye matematikle sosyal hayat arasında bir ilişki düşünmeyelim!

Tam da bu noktada, isterseniz şöyle soralım: Matematiksel akıl, bizzat kendi kurduğu problemlerle ilgili yanılgılara düşerken, sosyal hayattaki problemler karşısında, çözüm sağlayıcı rolünde olanlar ne yapacak? 

Mesela, söz verdiğimiz üzere, ilk problemimize dönüp ana donelerini bir mecaz ilişkisine sevk edelim. Köpeğe karşı etken güç olarak alabileceğimiz postacıyı şartları belirleyen, kıstasları koyan, yasaları yapan, süreci yürüten mekanizma olarak alalım. Postacının hareketlerine göre anlık ve sürekli refleks değiştirmek zorunda kalan köpeği de, çözüm birimlerine, sözgelimi toplumsal sorunları gideren kamusal mekanizmalara, haydi bir adım daha somutlaştıralım, adalet sistemine teşbih edelim. Siyaset, adalet, köpek bağlamlı bir son dönem vecizesine telmihen... Her neyse, bu ilişkide köpeğin hali harap olmayacak mı? Onun belirleyici, sınırları çizici unsura (postacı, siyaset) doğru çizeceği eğrinin anlık zikzaklarla ne kadar kavisli olacağını varın siz düşünün. Tabii sorun köpeğin amaca ulaşma etkinliği sırasında çekeceği acıda değil sadece, bundan etkilenecek olan başkalarının (kara kamunun) uğrayacağı zararı düşünün bir de...

İsterseniz ikinci problemi de matematikten devralıp sosyalleştirelim. Burada sorun değiştiğine göre, problemin ana unsurlarına yükleyeceğim adlandırmaları değiştirmem gerekiyor. Mesela yusyuvarlak gölün tam merkezinde olan ve kıyıdaki hareket halindeki ördeği yüzerek yakalamaya çalışan köpeğe sorunlarla cebelleşen muktedir güç diyeceğim. O, kıyıda bir yandan gölün etrafında dönüp duran, bir yandan da muhtemelen kendisine nanik yapan ördek karşısında hırs, öfke ve fakat çaresizlikler içinde kendi etrafında dönüp durmaktadır. Böylece oluşan anafor, bir süre sonra kendisini çekip alacak, böylece bulanık suda boğulup gidecektir. 

Öte yandan gölün ortasındaki yüce gücün hazin akıbetini hazırlayan ördeğe "sorunlar" olarak değil de, sorun oluşturan ve bünyeye bir şekilde dahil, müdahil olan paydaşlar olarak bakma keyfiyetimiz var. Şu halde, köpeğin anaforik ölümü, ölüm değil intihar oluyor, vesselam...

Ankara, 26 Nisan 2020


23 Nisan 2020 Perşembe

MAHKEMENİN "İNAY"I VAR MI?

"Bu vatan müdafaacısı, on iki yaşındaki bir çocuk kadar zayıf ve küçüktü."

"Kozlovski, her seferinde önünden geçtiği, cesareti ve ümidi kırılmış hareketsiz figürü güçlükle seçmeye başlamıştı."

"Kozlovski, büyük asker paltosu içindeki bu çocuğa çok acıyordu."

Rus Teğmen Kozlovski, üzerine bir suç atılı olan Tatar asker Muhamet Bayguzin'i alay mahkemesinin hakimi olarak yargılamaktadır. 

Tanıkların aleyhte ifadelerine rağmen Bayguzin, bırakın suçunu itiraf etmeyi, kendisini savunma ihtiyacı bile duymamakta, sadece susmaktadır. 

"Kahverengi elmacık kemikleri çıkık ve sakalsız çocuksu yüzü, Bayguzin'in, bakla içinde nohut tanesi gibi sallandığı, kolları dizlerine kadar uzanan, üzerine bol gelen gri paltosu içinden komik ve acınacak bir şekilde bakıyordu. Gözleri görünmüyordu. Çünkü onları devamlı olarak aşağıda tutuyordu."

Kozlovski, hayli zorlanmaktadır yargılamada. Zira, yer yer duygusal yaklaşımlar sergilemekte, vicdanıyla karşı karşıya gelmektedir: "Sanki Bayguzin'in acınası bitkinliği ve çaresizliğinde bizzat Teğmen Kozlovski'den başkası suçlu değilmiş gibi geliyordu."

Gün sonuna kadar bitmesi gerek bir mahkemenin reisidir Kozlovski. Bayguzin'in yüksek defansıyla da örülü olan karmaşık duygular içinde, ne yapacağını şaşırmış bir vaziyetteyken, bir ara zanlıya şu soruyu sorar: "Evet Bayguzin, senden insan gibi rica ediyorum. Evet, kısaca, insan gibi, amir gibi değil. Amir yok. anlıyor musun? Senin baban var mı? Ha? Belki inay da vardır."

"İnay!" 

Teğmen, nasıl olduysa o an anneye Tatarların "inay" dediğini hatırlamıştır. 

"İnay"ı duyduktan bir süre sonra Muhamet Bayguzin "hırıltılı ve ince bir ses"le:

"İnay var." cevabını verir.

Bu cevap Teğmen'de çelişkili haller oluşturmuştur. Zira tam da cevap anında "kendisinin de inay'ı olduğunu, bin beş yüz verstlik bir mesafede ayrı kaldığı sevimli ihtiyar bir inay'ı olduğunu" düşünmektedir. "Aslında onsunz, bozuk Rusça konuşulan ve kendisini daima yabancı gibi hissettiği bu diyarda yapayalnız olduğunu hatırladı. Bazen gürültülü, bazen de düzensiz bir yaşantıya kapılarak aylar boyunca onun her seferinde kendisine göklerin çariçesinin himayesini dilediği uzun, teferruatlı ve sevecen mektuplarına cevap vermeyi unuttuğunu hatırladı."

"İnay"lar, zanlı ile yargıcı tek çizgide hizaya getirmiştir. İkisi arasında "ince ve tatlı bir bağ" oluşmuştur. Fakat bu bağ, bir kaç saniye sonra, zanlı aleyhine bozulacaktır. Evet, "İnay"la kendisine güven verilmiştir. Fakat yargı makamı verdiği bu güvene sadık kalabilecek midir? 

Elde ettiği sonucun ağırlığı altında ezilen Kozlovski, iç çatışmaları yaşar. "... hiç kimse hiçbir şey ispat edemezdi. Şimdi ise sadece vazife duygusu gereği onun itirafını kayıt altına almak gerekiyor. Tamam da vazife mi bu acaba? Belki de benim vazifem; şimdi bu itirafı kaydetmemek de olabilir. Zaten onun içinde iyi bir duygu ve hatta, muhtemeldir ki, bir pişmanlık oluştu. (...) Nereden aklıma geliverdi bu 'inay' kelimesi! Ah zavallı sen, zavallı! Merhametimle sana bela getirdim." Teğmen, güvendiği üstlerine de danışır. Fakat sonuç değişmez. Alay mahkemesinin hükmü, Er Bayguzin'in cezalandırılması yolundadır.

Artık infaz günü geliş çatmıştır. İnfaz, dört tarafı uzun ahşap yapılarla çevrili geniş kışla avlusunda gerçekleştirilecektir. 

"Bayguzin, iki muhafızın ortasında yürüyordu."

"Bu küçük, kamburlaşmış suçlu, iki muhafızın arasında ve dört yüz silahlı insanın ortasında dururken tuhaf bir görüntü oluşturuyordu."

"Teğmen Kozlovski, emirde Bayguzin'in bedeni cezaya çarptırıldığını okuduğu andan itibaren vahşi ve karmaşık duygularla dolu bir ruh haline kapıldı." Şundan ötürü tabii ki: "Bir insanı eviyle, annesiyle ilgili anılarıyla duygulandırmak, sonra da hemen uçuruvermek." 

............

Bütün bu olup bitenler Aleksandr İvanoviç Kuprin'in Gambrinus (Keşif Yay., Ank., 2006) adlı kitabının ilk öyküsü olan "Sorgu"dan...

"Sorgu"nun sonunda, Bayguzin, ayaklarına yediği yüz vuruşluk dayakla cezalandırılır. Kozlovski'nin ifadesiyle, suçunu dahi anlamamış ve kendisini neden dövdüklerini bilmemiş olan Bayguzin... "O, askerlik vazifesini yapmaya gelmişti; daha baba ocağındayken askerlik hakkında sağdan soldan her türlü korku dolu sözleri işitmiş, sertliğe ve adaletsizliğe karşı önceden hazır olarak gelmişti." 

Bu düşüncelerle bir şekilde günah çıkartan Kozlovski, infazın uygulanmasından sonra bir ara, tıpkı yargılama sırasındaki "İnay" diyaloğundaki atmosferde olduğu gibi, göz göze gelir Tatar er ile...

Tam da bu noktada, "İnay" bağlamından hareketle, sadede gelelim biz de. Ama önce üstad şair Mehmet Atilla Maraş'ın "Aney" şiirinden bir bölüm okuyalım:


"Aney, canım aney, Kurban aney
Hayalin önümde şimdi anıt gibi durur
Sen şimdi leğenin başına oturmuş
Hamur yoğuruyorsun
Yarın ekmek yapacaksın akşama kadar
Gözlerin tezek dumanından yaşaracak
Alnında ter bulgur bulgur kabaracak
Sıcak bazlamalar yapacaksın
Ben orda yokum ağlayacaksın...
Ağlama Aney ağlama
Gündür bu nasılsa geçer
İnsan insana tez kavuşur."

Ne diyorduk, sadede gelmek... Şöyle bağlayalım öyleyse: 

14 Nisan 2020 tarihinde TBMM Genel Kurulunda kabul edilen ve fakat farklı boyutlarıyla toplumun çeşitli kesimlerinde -özellikle de annelerin kalbinde- çok ciddi memnuniyetsizlikler oluşturan "Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun", yapılan itirazlara bağlı olarak Anayasa Mahkemesi'nin önüne geldi. 

Bakalım ne yapacak mahkeme; "İnay"ından hangi vicdanı doğuracak... 

Ankara, 23 Nisan 2020

KARS

                                    Kars türküleriyle... 

1
"İmana insafa yola gel yola gel"
Zulmüne bir son ver gönlüme güle gel
Mülk-ü adaleti perişan etmişsin
Halkın imdat diyor öyleyse sele gel

2 Ağustos 2017


2
"Ay aşıktı aşıktı ortalık karışıktı"
Dertsizdi kamu alem akıl fikir açıktı
Apaydınlık gecede felekler yaslar tuttu
Senin zulmün a beyim hayli ayyuka çıktı

2  Ağustos 2017

21 Nisan 2020 Salı

NASILSINIZ?

17

şiir ne yapar size?

cenazenizde okunur ve aslında bu da size yeter.

ama yetinmezsiniz siz. çünkü aza doğru bir atılımınız olmamıştır hiçbir zaman. ve bu yüzden, çok çok çok istersiniz şiirden de.

ama hadi verelim dedik, dedik de, ne yapacaksınız siz bu şiiri, üstelik cenazenizde? ne mi yapacaksınız? ötelere giderken sırtına bineceksiniz. onun yürekli duruşunu kendi menfaatiniz için kullanmaya çalışacaksınız.

peki o gelecek mi sizin köhnemiş ve pespaye isteğinize?

şiir cenazenizde okunsa, yetecektir size, evet. ama nafile, beklemeyin, gelmeyecektir şiir. çünkü şiir ile siz farklı duruşlar durmuşsunuzdur ömür devletinde. hayat boyu bindiğiniz diğer taşıtlara da bir hayli güvenmişsinizdir.

şiir, hiç gelmemiştir aklınızın ucuna. çünkü kıtmıştır aklınız, ama uyanıkmıştır da...
boş yere beklemeyin.

cenazenize beklediğiniz şiir, sanıyor musunuz ki uykudadır ve yitik belleklidir?

hadi ordan.

defolun.

çaresiz atacağız sizi, bırakacağız.

şiir yok.

yok şiir.

şiir...



Likâ Edebiyat, S. 17 (1 Ağustos 1999), s. 1.


19 Nisan 2020 Pazar

ASYA TABURU NEYDİ NE OLDU?

Gazeteci ve araştırmacı yazar Mehmet Poyraz zorunluluklar, umutlar, kahramanlıklar, tutsaklıklar, buhranlar, savruluşlar, yitişler, dirilişler ama en önemlisi Cihad bilincine açık hevesler ile örülü tarihsel bir macerayı, unutuluşun tozlu sayfaları arasından çekip çıkarıyor ve bir ibret vesikası olarak takdim ediyor.

Bu tarihsel maceranın aktörleri, Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya Müslümanları arasından seçilmiş olup da Rus ordusu lehine savaşan askerlerdir. Bunlardan, Almanya ve Avusturya-Macaristan ordularına esir düşenler...
Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya’nın ittifakına bağlı olarak, Cihad-ı Ekber’in başlamasını müteakip esir askerler arasından gönüllülük esasına göre oluşturulan Asya Taburu, şimdiye kadar oryantalistlerin bilinçli bir şekilde, yerli tarihçilerin ise bilinçsizce ihmal ettikleri bir konu olmuş. Şu halde, elinizdeki kitap, Asya Taburu’nu dörtbaşı mamur bir şekilde ele alan ilk ve tek eserdir.
Akademik hassasiyetlerin göz ardı edilmediği kitap kronolojik bir tasnife dayalı olarak üç bölümden oluşturulmuş.  İlk bölümde, Asya Taburu’nun oluşmasına kadar yaşanan uluslararası gelişmeler masaya yatırılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri, Osmanlı, Almanya, Rusya ilişkileri, bu ilişkilerin Asya Taburu’nun oluşumuna etki edecek sonuçları ayrıntılarıyla ele alınıyor. Bu bölümde özellikle esir Müslüman askerler için oluşturulan kamplar, bu kamplarda olan bitenler, sözgelimi Mehmet Âkif, Abdürreşid İbrahim gibi kanaat önderlerinin ziyaretleri, kampta gazete çıkarılması, cami inşa edilmesi, vb. dikkat çekicidir. Tabii bunlardan en önemli olanı ise Asya Taburu’nun oluşturulması sürecidir.
Yola çıktıkları ilk savaş ve sonrasında yaşadıkları esarete dönük maceralardan sonra, büyük bir sadakat ve coşkun bir gönüllülük içinde Asya Taburu neferi olan askerler için yeni umutlar, Berlin’den başlayarak İstanbul, Anadolu, Cerablus, Bağdat gibi diyarlara yapacakları seferlerdedir. Cepheden cepheye koşan bu Cihad askerleri, gittikleri her bir coğrafya parçasında, askerlik mesleğinin bütün cilveleriyle özdeş haldedirler. Onların bu dört bir tarafa atılışları kitabın gövdesini oluşturan ikinci bölümdedir.
Son bölüm, cepheden dönüşlere ayrılmıştır. Kuşkusuz geride kalanlar, bırakılanlar veya yeni maceralara götürülenler dışında.
Bu kitap, İslam’ın Cihad şuuruna sıkı sıkıya bağlılığın bir ifadesi olan Asya Taburu’nu sırlayıp bir kenara koymuyor. Tersine bir hamleyle, bugünün ve geleceğin umut ışığına takdim ediyor.

Hızlı, indirimli ve kargosu ücretsiz edinmek için: Sebîlürreşad. 

Şİ'R-PENÇE!

Şi’r-Pençe Cevat Akkanat’ın, bir kaçı hariç, vaktiyle Can Siirt imzasıyla yazdığı yazılar toplamı.

Poetik / Polemik altbaşlıklı kitap, eleştirel bir yol, yordam, yöntem, usul gözetilerek oluşturuldu. 

Daha çok çağının uluorta (kanonik) eserleri üzerinden yol alıyor. Şiirler, şiir kitapları, dergiler, yıllıklar, antoloji ve seçkiler. Tabii bütün bunlarla birlikte, şairler. Böylece, oluş halindeki bir şiirin gidişatına müdahale ediliyor.   

Bu yönüyle kitap, genel olarak 2000’li yılların şiirine ve şiir sorunlarına dair eleştirel tespitler içeriyor. Söz konusu tespitler bağlamında güncel şiirin arka plânı çıkarılmış oluyor.

Kitapta şiirle bağlaşıklık oluşturan anahtar kavramlar arasında, -haydi alfabetik bir sıralamaya tabi tutalım- ahenk, bağdaştırma, denge, estetik, etkilenme, gelenek, intihal, ontoloji, ölçü, öykünme, ritim, ses, siyaset, söylem, tefekkür, tektiplilik, toplumsallık, yabancılık, yerlilik, zihniyet… yer almaktadır.

Ve bütün bunlarla birlikte, yazarın –kimilerini rahatsız eden- olağanüstü dinamik dili. Kitabı temin edip okumak isteyenler için işte adres: Şi'r-Pençe.

ŞAİR İLE MÜTEŞAİR ARASINDAKİ TECNİS

Şiir dünyasında zaman zaman tartışılan bir konudur şiirin bilgiye dayalı olup olmadığı. Günümüzün galip zannı şiir için hissiyatın yeterli olacağı şeklindedir.
Küçük duygu salınımları, sözün ilginç sapmalara uğratılması, birkaç alışılmamış bağdaştırmayla söz sanatı yapma teşebbüsü, olabildiğince tenakuz…
Olabilir, ilham adını da verebiliriz, şiir ile duygu arasında sıkı bir kızkardeşlik ilişkisi kurulabilir. Öyle ki kişinin şairliği şair-i mâderzâtlık mertebesinde dahi olabilir. Fakat bereket bilgidedir. En başta da edebî bilgidedir. Edebî bilgi, teori, birikim. Kültürel ve bilimsel yığınak daha başka bir şey…
Nice donanımsızlar vardır, ‘seccadeyi suya salmak’ isterler.  Mümkün mü bir keramet çıksın, değil tabii.  Alın dergilerde yayımlanan, güne damgasını vuran genel şiirin havasını. Ne bulacaksınız? ‘Bal’ demeye çalışıyor zavallı, fakat ağızda tat yok. Dil kendisini kullanan şaire/müteşaire diş biliyor…
Bilgisi görgüsü olmamakla birlikte zaman zaman birilerinin adı dokuza çıkabilir. Şöhreti edep (edebiyat) dışı yollarla yakalayıp şiir kuşunun tüyünü kanadını yolan bu geyik efsanecileri kendilerine devlet kapısı aralayan devir tamama erdikten sonra sırlarının fos olduğu görüverirler. Artık kösteği kırsalar yeridir.
“Koduğum yerde alefhordesin ey zâhid-i har
Aşka dahletme seni sonra arar da bulamam” (Necip)
Oysa şiirin ateşin kuşağını kuşanmaya niyetlenen bir kişi en başta kendisini edebiyat sanatının incelikleriyle donatmalıdır. Üstelik bunu gelişigüzel bir yaklaşımla değil,  nitelikli bir diz çöküş ve dirsek dayayış ile gerçekleştirmelidir.
Gerçi bugün böylesi bir sancıya müşteri olmak için nice engel var. En başta talepkâr şair kendisine müeddeb bir öğretici bulmakta zorlanacaktır. Aynı şekilde, yazılı ve basılı öğretici materyal konusunda da sıkıntı söz konusudur. Velhasıl en başta edebiyat akademyasının yetersizliği, niteliksizliği sözkonusudur.
Şimdi sözü şuraya getirelim, başlıkta işaret ettiğimiz şair ile müteşair arasındaki tecnise. Yani cinas sanatına. Buradaki cinasın ‘cehalet’ olduğuna kanaat getirdim ben!
Bunu açıklamak için ‘cinas sanatı’ üzere bir tafsilata girişeceğim. Şöyle ki, bugünün edebî bilgi ve teori kitapları cinas tanımının karşılığı olarak sözgelimi “anlamları ayrı, yazılış ve söylenişleri aynı olan sözlerin bir arada kullanılması”nı kaydedeceklerdir. Buna şu mahiyette bir cümle de ekleyenler çıkarsa, öpüp başınıza koyun: “Cinasın pek çok çeşidi vardır.”
Bugünün edebiyat teorisi kitabı böyleyken, eskiler ne yapmış, bir de buna bakalım. Eski edipler cinas deyince ‘cinas-ı tam’, ‘cinas-ı mürekkep’, ‘cinas-ı muharref’, ‘cinas-ı nâkıs’, ‘cinas-ı lâhık’, ‘cinas-ı mükerrer’, ‘cinas-ı hat’ gibi cinas çeşitlerini, hatta bunların da kendi içlerindeki alt tefriklerini öğrenmek ve uygulamak zorundaymışlar.
Sütunumu zorlayıp ayrıntılara girmeye çalışayım. ‘Cinas-ı tam’ genel olarak verilen cinas tanımına denk düşer. Örneğin ‘basar’ kelimesini iki kez kullanıp birisinde ‘göz’ diğerinde ‘basmak’ fiilinin geniş zamanında kullanmak böyledir. Peki karışık cinas yani ‘cinas-ı mürekkep’ nasıl olur? İki şekilde: İlki, cinaslı sözlerden birisinin iki ayrı kelimeden oluşmasıdır. ‘Canansız’ ile ‘can ansız’ örneklerinde görebiliriz bunu. İkinci şekil ise biraz daha karmaşıktır. Cinaslı sözlerden birisi, bir başka kelimenin parçasının kendisine eklenmesiyle tamamlanır. İşte örnek: ‘sakızı’ ile ‘Tersâ-kızı’ (Hristiyan kızı)…
Elifba’nın kullanıldığı dönemin şairleri harflerin yazılış ve okunuşlarına göre de cinas yaparlarmış. Bu ‘cinas-ı muharref’ (harfe dayalı, tahrif edilmiş, değiştirilmiş) adıyla anılırken şu örnekteki gibi uygulanırmış: ‘kavl’ ile ‘kul’…
Cinas-ı nâkıs’a (noksan, tam olmayan, kusurlu) gelelim: Bu, cinaslı kelimelerin birinde fazla bir harf bulunmasıyla mümkündür. Fazlalık başta, ortada veya sonda bulunabilir. ‘cerahat’ (irin) – ‘rahat’; ‘fâm’ (renk) – ‘fem’ (ağız); ‘çeşme’ (pınar)- ‘çeşm’ (göz) örneklerini vermemiz sanırım ufuk açıcı olacaktır.
Cinaslı kelimelerde bir harfin değişik olmasıyla açıklanan cinas çeşiti ‘cinas-ı lâhik’tir. ‘Eklentili cinas’ diye de ifade edebileceğimiz bu cinasta değişik harf başta, sonda, ortada olabilir: ‘vefa’- ‘cefa’; ‘sâfi’ (katışıksız) -‘sofî’ (sofu); ‘afâk’ (ufuklar) -‘afât’ (afetler) gibi…
Tekrarlanan cinas vardır bir de; ‘cinas-ı mükerrer’ denilir. Şu örneklerle anlaşılması mümkün olup cinaslı kelimelerden birisi ötekisinin son hecesinde tekrarlanmaktadır: ‘nesîm’ (rüzgâr) ‘sîm’ (gümüş), ‘siyâh’- ‘âh’…
Son cinas örneğimiz de elifba harflerine göre tertip olunmuş, tanımlanmıştır. İmlayla ilgili olan ve yazılışta sadece nokta değişikliği ile oluşturulan cinas ‘cinas-ı hat’tır: ‘rahmet’ ile ‘zahmet’ ‘âkil’ ile ‘gâfil’ böyledir…
Şimdi, bırakalım diğer edebî donanımları, sadece cinasla bile cins bir uyum kuramayan şairleri nasıl adlandıracağız?
“Nâdanlık olup mu’teber ebnâ-yı zamanda
Hattı bozulup nüsha-i irfân unutulmuş” (Nabi).

17 Nisan 2020 Cuma

EKVİLİBRİSTİK PROFESÖRÜ KÖPEKLERE DERS OLSUN

Anlatıcının kullandığı "ekvilibristik" kelimesine yazar -çevirmen notu olmadığına göre- şu dipnotu düşmüş: "Sirkte, ip, küre veya ellerinin üzerinde dengede durarak çeşitli akrobatik hareketler ve hokkabazlıklar yapma sanatı."

Bu sanatın aktörü barbet cinsi bir köpek: Arto. Kendisini bu işin profesörü olarak nitelendiriyor Fransız! Güzel dilini bir bakıma övünçle kirletiyor.

Farkındayım, henüz sadede gelip bir giriş cümlesi oluşturamadım. Bu bahiste patinaj yapıyorum belli ki!

Evet, bu günlerde Rus yazar Aleksandr İvanoviç Kuprin (1870-1938)'in bir kitabını okuyorum. Çehov ve Gorki'nin el verdiği bir yazar Kuprin. Dünya edebiyatında başbaşa geldiği yazarlar arasında R. Kipling, K. Hamsun, J. London gibi isimler var. İşte bu Kuprin'in Gambrinus adlı kitabını 2006 yılında Ankara Bahçelievler'deki Keşif Yayınevi, hem yayıncılığa girişin hem de öykü serisinin ilk kitabı olarak basar, yayımlar. E. Bostancı imzasıyla tercüme edilen kitapta 12 öykü bulunduğunu da belirteyim. 

Şu halde, bahsini yaptığımız sirk soytarısı profesörün bu kitapta demogoji yaptığı an itibariyle ortaya çıktı. Bu kitaptaki "Köpek Saadeti" öyküsünde...

Belirtmekte bir sakınca yok, Gambrinus'u Birleşik Kitabevi'nin ikinci el raflarında karıştırırken bu "Köpek Saadeti" beni fena kışkırtmıştı. 

Şimdi, neymiş bu "Köpek Saadeti"nin eti budu, görelim.

Öykü, henüz bir buçuk yaşındaki Cek'in anlatımıyla başlar. Bu neşe küpü pointer, aşçı kadın Annuşka ile bir Eylül sabahı pazara doğru yol almaktadır. Kendinden emin bir şekilde beraberindeki kadının önünde atlaya zıplaya giden Cek, gözle kaş arasında Annuşka'yı kaybeder. Bununla birlikte canını sıkmaz, ne de olsa şehri elinin içi gibi bilmektedir. İşi avaralığa verir. Böyleyken, karşısına "iri, adaleli, yulaf lapasıyla beslenen" bir köpek çıkar. Cek, yalnız kalışa meydan okuduğu gibi, bu köpek azmanına da efelenir. 

İki köpeğin kuyrukları dikip muharebe taktikleri yaptıkları sırada ilginç bir olay vuku bulur: "Ve birden... İzah edilemez, hemen hemen doğa üstü bir şey oldu. Adaleli köpek ansızın sırt üstü devrildi ve bir çeşit görünmez kuvvet onu tretuvardan çekip aldı. Sonra aynı görünmez kuvvet, şaşırıp kalmış Cek'in boğazını tuttu sıktı." Cek dirense de uğradığı şiddet ona bilincini kaybettirir. Ne zaman sonra demir bir kafeste olduğunu anlar.

İki zapt u raptçı adamın gözetimindeki kafeste farklı cins ve niteliklerde çok sayıda köpek bulunmaktadır: Barbet, zağar, buton, levretka, pointer, avlu köpeği...  İşte bunlardan birisi, yazımızın başında bahsettiğimiz barbet köpeğidir.  Anlatıcı barbet köpeğini şöyle tanıtır bize: "Kafesin ortasında, bilge başını romatizmalı patilerinin arasına uzatmış, aslan gibi traş edilmiş, kuyruğunun ucunda ve dizlerinin üzerinde püsküller bulunan yaşlı, beyaz bir barbet köpeği yatıyordu. Barbet köpeği, anlaşılan, kendi durumuna Stoacı felsefeyle yaklaşıyordu ve eğer arada bir nefes almasa ve kaşlarını oynatmasa, uyuduğunu bile düşünmek mümkündü." Bu betimlemede, "bilge" ve "yaşlı" kelimeleriyle, uyur gibi oluşun özellikle dikkat çektiğini vurgulamak istiyorum. 

Kafes içindeki tutsak köpekler bir süre sükût üzere yol aldıktan sonra, Cek kışkırtıcı bir cümleyle ortamı renklendirmeye çalışır. Velveleye açık bir renk: Son durak neresidir acaba? Yanıt Arto'dan gelir, Stoacı profesör, barbetten. Oldukça can sıkıcı, ürkünç: "... deri yüzme yerinde duracaklar."

Cek'in sorusu, barbetin cevabı ortamı germiştir. Diğer köpekler de kıyıdan köşeden katılırlar münazaraya. "Deri yüzme yeri"nin mahiyeti üzeride bir takım tekellümler edilir, bazısı korkunç, bazısı tahfif dolu... Sokak köpeklerinin hapsedildiği bu "yüksek, sivri uçlu çitlerle çevrili büyük avlu"ya üç, beş ya da yedi kez girip çıkan olmuştur. Mesela ekvilibristik profesörü barbet üç kez mahpus olmuştur ve fakat üçünde de sahibi gelip kurtarmıştır: "Ben sirkte çalışıyorum ve, anlarsınız ya, bana değer veriyorlar..." diye açıklar Arto hapishaneden kurtuluşlarının öyküsünü...

Yaşı itibariyle ve içeri girip çıkışlarıyla tecrübeli olan Arto, konuşmalarıyla hayli çiğdir. Tutsak kaldığı günlerde kendisine yapılan torpillerden bahsederken, "köpek etiyle pişirilmiş" çorba yediğinden de bahseder. Bu bahis, kafesteki diğer köpekleri dehşete düşürür, infial oluşur. 

Fakat müstehzi barbet ortamı germeye devam eder: "Sonraları, sahibimin konuşmasından; ölmüş arkadaşlarımızın derilerinin, bayan eldiveni yapılmak üzere işlendiğini öğrendim. Fakat, sinirlerinizi hazırlayın, mesdames, bu daha bir şey değil. Derinin daha zarif ve yumuşak olması için onu köpeğin üzerinden canlı canlı yüzüyorlarmış."

Öfke krizi egemenliği... Tepki olarak diğerlerinden, insanlar tarafından köpeklere yapılan bu muamelelere farklı adlar takılır: Gaddarlık, alçaklık, cellatlar! Akabinde Cek'in köpek düşmanı zalim insanlara ne tür karşılıklar verilebileceği üzerine ortaya attığı soruya, sağdan soldan görüşler gelir. En radikali şudur: "Bütün insanları ısıralım ve isyan bayrağı açalım!"

Hain sirk soytarısı bununla da dalga geçer. Ardından konuyu bir şekilde saptırır ve insanların zalimliğine örnekler verir; fakat sadakati telkin eder: "Farz edelim ki, biz köpekler zamanla onlardan nasıl kurtulacağımızı da düşündük... Fakat insanlar, anında daha mükemmel bir silah icat etmeyecek midir? Kesinlikle edecektir. İnsanların birbirleri için nasıl köpek kulübeleri, zincirler ve ağız tasmaları yaptıklarını bir görseniz! İtaat etmek lazım beyler, işte hepsi bu kadar. Doğanın kanunu böyle." 

Onun bu hainliğine bir köpek fısıltıyla da olsa şu tepkiyi verir: "İhtiyarlara ve onların nasihatlerine tahammül edemiyorum." Tabii başka tepkiler de olacaktır. Mesela, o zamana kadar susan levretka, adaleti hatırlatır barbete. Bu arada onun adının Arto ve işinin ekvilibristik profesörü olduğunu ilk kez burada öğreniriz, levretkanın müdahalesi ile...

Levretka itirazi müdahalesinde insanların sözde yüksek adaletini sorgular, aldığı yanıttaki şu ifade ise dikkatinden kaçmaz: "... daha güçlü ve akıllılar." Barbetin yanıtında insanları aşağılayıcı pek çok ifade olmakla birlikte, onları güçlü, akıllı ve ayrıcalıklı kılan cümleler de vardır: "Bu düzen böyle kurulmuş, onların hakimiyetinden kurtulmak imkansız... Bütün köpek yaşamı, bütün köpek saadeti onların elinde. Şimdiki durumumuzda,iyi bir sahibi olan her birimiz kaderine şükretmelidir. Bir tek sahibimiz, bizleri arkadaşlarının etini yemek zevkinden ve sonra da sırtından canlı canlı derisinin nasıl yüzüldüğü düşüncesinden kurtarabilir."

Köpekler için cidden can sıkıcı cümlelerdir bunlar. Ortam yine sükûtla boğulur. Bu vaziyette son durağa gelinmiştir. Kafesin kapısı açılır. "Köpekler yığın halinde dışarı" çıkar. 

İşte ne olduysa o anda olur, kafesteki köpeklerden birisi -şimdiye kadar anmadık; "mor köpek"- barbet köpeğine seslenir: "Hey, dinleyin, sizin, oradaki... hey siz, profesör..." Ve şu cümleleri söyler: "Köpek saadeti ile ilgili konuda... İster misiniz, şimdi size köpek saadetinin kimin elinde olduğunu göstereyim?"

Hızla, çılgınca koşmaya başlayan mor köpek, bekçilerin "Yakala onu! Tut" emirleri ve ekvilibristik profesörü barbetin şaşkınlığı eşliğinde bir sıçrayışta çiti geçer, özgürlüğüne kavuşur. 

"İhtiyar beyaz barbet köpeği, onun arkasından uzun uzun baktı. Hatasını anlamıştı."

İnsanlardan bazılarının zalimlikleri, adaletsizlikleri, Hakk'tan sapmışlıkları karşısında üç maymunu oynayan, böylece barbetin berbat bir benzeri olan bilge ve tecrübeli ekvilibristik profesörlerine gelsin şarkımız...

Ankara, 17 Nisan 2020