Şiir dünyasında zaman zaman tartışılan bir konudur
şiirin bilgiye dayalı olup olmadığı. Günümüzün galip zannı şiir için hissiyatın
yeterli olacağı şeklindedir.
Küçük duygu salınımları, sözün ilginç sapmalara
uğratılması, birkaç alışılmamış bağdaştırmayla söz sanatı yapma teşebbüsü,
olabildiğince tenakuz…
Olabilir, ilham adını da verebiliriz, şiir ile duygu
arasında sıkı bir kızkardeşlik ilişkisi kurulabilir. Öyle ki kişinin şairliği
şair-i mâderzâtlık mertebesinde dahi olabilir. Fakat bereket bilgidedir. En
başta da edebî bilgidedir. Edebî bilgi, teori, birikim. Kültürel ve bilimsel
yığınak daha başka bir şey…
Nice donanımsızlar vardır, ‘seccadeyi suya salmak’
isterler. Mümkün mü bir keramet çıksın,
değil tabii. Alın dergilerde yayımlanan,
güne damgasını vuran genel şiirin havasını. Ne bulacaksınız? ‘Bal’ demeye
çalışıyor zavallı, fakat ağızda tat yok. Dil kendisini kullanan şaire/müteşaire
diş biliyor…
Bilgisi görgüsü olmamakla birlikte zaman zaman
birilerinin adı dokuza çıkabilir. Şöhreti edep (edebiyat) dışı yollarla
yakalayıp şiir kuşunun tüyünü kanadını yolan bu geyik efsanecileri kendilerine
devlet kapısı aralayan devir tamama erdikten sonra sırlarının fos olduğu
görüverirler. Artık kösteği kırsalar yeridir.
“Koduğum yerde alefhordesin ey zâhid-i har
Aşka dahletme seni sonra arar da bulamam” (Necip)
Oysa şiirin ateşin kuşağını kuşanmaya niyetlenen bir
kişi en başta kendisini edebiyat sanatının incelikleriyle donatmalıdır. Üstelik
bunu gelişigüzel bir yaklaşımla değil,
nitelikli bir diz çöküş ve dirsek dayayış ile gerçekleştirmelidir.
Gerçi bugün böylesi bir sancıya müşteri olmak için
nice engel var. En başta talepkâr şair kendisine müeddeb bir öğretici bulmakta
zorlanacaktır. Aynı şekilde, yazılı ve basılı öğretici materyal konusunda da
sıkıntı söz konusudur. Velhasıl en başta edebiyat akademyasının yetersizliği,
niteliksizliği sözkonusudur.
Şimdi sözü şuraya getirelim, başlıkta işaret ettiğimiz
şair ile müteşair arasındaki tecnise. Yani cinas sanatına. Buradaki cinasın
‘cehalet’ olduğuna kanaat getirdim ben!
Bunu açıklamak için ‘cinas sanatı’ üzere bir tafsilata
girişeceğim. Şöyle ki, bugünün edebî bilgi ve teori kitapları cinas tanımının
karşılığı olarak sözgelimi “anlamları ayrı, yazılış ve söylenişleri aynı olan
sözlerin bir arada kullanılması”nı kaydedeceklerdir. Buna şu mahiyette bir
cümle de ekleyenler çıkarsa, öpüp başınıza koyun: “Cinasın pek çok çeşidi
vardır.”
Bugünün edebiyat teorisi kitabı böyleyken, eskiler ne
yapmış, bir de buna bakalım. Eski edipler cinas deyince ‘cinas-ı tam’, ‘cinas-ı
mürekkep’, ‘cinas-ı muharref’, ‘cinas-ı nâkıs’, ‘cinas-ı lâhık’, ‘cinas-ı
mükerrer’, ‘cinas-ı hat’ gibi cinas çeşitlerini, hatta bunların da kendi
içlerindeki alt tefriklerini öğrenmek ve uygulamak zorundaymışlar.
Sütunumu zorlayıp ayrıntılara girmeye çalışayım.
‘Cinas-ı tam’ genel olarak verilen cinas tanımına denk düşer. Örneğin ‘basar’
kelimesini iki kez kullanıp birisinde ‘göz’ diğerinde ‘basmak’ fiilinin geniş
zamanında kullanmak böyledir. Peki karışık cinas yani ‘cinas-ı mürekkep’ nasıl
olur? İki şekilde: İlki, cinaslı sözlerden birisinin iki ayrı kelimeden
oluşmasıdır. ‘Canansız’ ile ‘can ansız’ örneklerinde görebiliriz bunu. İkinci
şekil ise biraz daha karmaşıktır. Cinaslı sözlerden birisi, bir başka kelimenin
parçasının kendisine eklenmesiyle tamamlanır. İşte örnek: ‘sakızı’ ile
‘Tersâ-kızı’ (Hristiyan kızı)…
Elifba’nın kullanıldığı dönemin şairleri harflerin
yazılış ve okunuşlarına göre de cinas yaparlarmış. Bu ‘cinas-ı muharref’ (harfe
dayalı, tahrif edilmiş, değiştirilmiş) adıyla anılırken şu örnekteki gibi
uygulanırmış: ‘kavl’ ile ‘kul’…
Cinas-ı nâkıs’a (noksan, tam olmayan, kusurlu)
gelelim: Bu, cinaslı kelimelerin birinde fazla bir harf bulunmasıyla mümkündür.
Fazlalık başta, ortada veya sonda bulunabilir. ‘cerahat’ (irin) – ‘rahat’;
‘fâm’ (renk) – ‘fem’ (ağız); ‘çeşme’ (pınar)- ‘çeşm’ (göz) örneklerini vermemiz
sanırım ufuk açıcı olacaktır.
Cinaslı kelimelerde bir harfin değişik olmasıyla
açıklanan cinas çeşiti ‘cinas-ı lâhik’tir. ‘Eklentili cinas’ diye de ifade
edebileceğimiz bu cinasta değişik harf başta, sonda, ortada olabilir: ‘vefa’-
‘cefa’; ‘sâfi’ (katışıksız) -‘sofî’ (sofu); ‘afâk’ (ufuklar) -‘afât’ (afetler)
gibi…
Tekrarlanan cinas vardır bir de; ‘cinas-ı mükerrer’
denilir. Şu örneklerle anlaşılması mümkün olup cinaslı kelimelerden birisi
ötekisinin son hecesinde tekrarlanmaktadır: ‘nesîm’ (rüzgâr) ‘sîm’ (gümüş),
‘siyâh’- ‘âh’…
Son cinas örneğimiz de elifba harflerine göre tertip
olunmuş, tanımlanmıştır. İmlayla ilgili olan ve yazılışta sadece nokta
değişikliği ile oluşturulan cinas ‘cinas-ı hat’tır: ‘rahmet’ ile ‘zahmet’
‘âkil’ ile ‘gâfil’ böyledir…
Şimdi, bırakalım diğer edebî donanımları, sadece
cinasla bile cins bir uyum kuramayan şairleri nasıl adlandıracağız?
“Nâdanlık olup mu’teber ebnâ-yı zamanda
Hattı bozulup nüsha-i irfân unutulmuş” (Nabi).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder