Halide Edip Adıvar’ın ruhu şad olsun,
anılarından oluşan kitabı vesilesiyle kendisini hatırlayıverdik: “Türk’ün
Ateşle İmtihanı”, büyük “Kurtuluş Savaşı”mızın arka cephesini yansıtır.
Unutanlar için belirtelim, Halide Edip,
cephede bulunmuş, hemşirelik yapmış, rütbesi başçavuşluğa kadar da yükselmiş
bir yazardı.
Savaş döneminde, Genelkurmay
karargâhındaki bürosunda yazı ve çeviri çalışmaları yaptığı da kayıtlıdır
edebiyat tarihlerinde…
“Türk’ün Ateşle İmtihanı” işte bu dönemde kaleme
alınmış bir eserdir…
Kabul edilir ki, farklı versiyonları oluşturulabilecek bir adı var
“Türk’ün Ateşle İmtihanı”nın: Bu kışkırtıcı durum, birilerine sözgelimi
“Türk’ün Abesle İştigali” gibi ilgisiz (!) denklemler düşündürebilirse de; bize
“Ateşin Türk’le İmtihanı”nını kurdurttu!
Burada yanlış anlaşılmasından korkarız, başlıktaki “Ateş”in, Süleyman
Ateş, Toktamış Ateş… gibi “Ateş”li Türk büyükleriyle ilgisi yoktur. Gerçi meşhur
“Ekşisözlük”te bozuk bir Türkçe’yle, Toktamış Bey’in, bu kitabı “istanbul
üniversitesi ingilizce iktisat fakültesi ögrencilerine türk devrim tarihi dersi
icin” okumaya mecbur kıldığı belirtilse de, bu husus, söyledik ya, bizi
bağlamaz.. Ayrıca, artık bu tür işler için kullanılabilecek nice kitabın
değişik karargâh ortamlarında hayli üretilmiş olduğu okur yazar takımının genel
kabulüdür. Doğal olarak, Adıvar’ın adını var kılan bu eserinin damı pabuca
sığdırılalı epey zaman önce olmuştur! Hele ki Turgut Özakman beyefendilerinin
orta mektep geometri öğretmenleri okuma ödevi versin diye işaret buyurduğu “Şu
Çılgın Türkler”den sonra, anılması bile gereksiz görülebilir “Ateşin Türk’le…”
hay Allah, “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nın…
Okuyucular arasında sözü şuraya getirmemi bekleyenler olabilir: “Ben bir
Türk'üm; dinim, cinsim uludur; /Sinem, özüm ateş ile doludur.” Hayır, bu yazıda
Mehmet Emin Yurdakul’un “Cenge Giderken”(de) terennüm ettiği dizelerle bağlantı
kurmayacağım. Sebep? Dedik ya canım, aynı konuyu işleyen yeni eserler palazlanmıştır!
Ve dahi, “yeni” ortada cirit atıp dururken bitpazarına rağbetin anlamı ne?
Yeni eserler dedim de, Mehmet Aycı’dan mülhem, aklıma geldi: Memleket
havalarında bir nicedir cereyan eden oluşum ve kılışımlara ne diyeceğiz;
bunlara “eser” deme hakkımız yoksa, ne ad takacağız?
Sözgelimi, bu memleket için hiçbir şey yapmasa bile, adının ilk bir buçuk
hecesindeki seslerden ötürü bir Türk büyüğü saymaktan mutluluk duyacağımız
Türkan Saylan’ın hakkını teslim edelim: Gelinen noktada, kaptanlık pazubandını
taşıdığı takımın “rolü” yüksektir. O dururken, örneğin, “Türkleşmek, …” mucidi Ziya
Gökalp’in payesini gündeme taşımanın gereği var mı?
Muhabbetleri bol olsun, millete mutluluk tokuşturma oyunu zerkedenlerin
gayretleri nasıl unutulur? Fakat onların bu gayretine bir “eser” adı verilip verilemeyeceğini,
verilirse “eski tas” ile “yeni hamam”
arasında nereye konulacağını bilemiyoruz!
Yine, ilgililerine Allah rahmet eylesin, memleketin âlî siyaset
sahnesinde bağırıp çağırma krizlerine tutulmuş olanların haline ne diyeceğiz?
Şu demokratlık yarışında “hak” paylaşımı yapanlar var ya, hani mitinglerindeki
küçük veya büyük “baş” sayılarına bakıp da vaziyetten durum çoğaltanlar, yahut
ellerinde şanlı bayrak, “Vatan, millet ve Sakarya”larını kızıştıranlar?
Ey sadet, neredeysen çık! İstidadını göster…
Hadi bakalım, sonunda, bir şekilde şu “imtihan” yazısını başarıyla
bitirdik ya, ölsek de olur, gam yemeyiz artık!
(İlk kez 31 Mayıs 2007'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder