“Enformatik Cehalet” çağında yaşasaydı Mehmet
Âkif, “… kim beni, nerden bilecektir?” sorusunu geri çeker, resminin arkasına
bundan daha kahredici bir dize nakşederdi. Bizimkisi tabii ki bir tahmin, fakat
bilgi ve iletişim kaynaklarının olabildiğince zengin olduğu halde, cehaletin de
bir o kadar zirve yaptığı bir çağı kitabıyla deşifre eden Nabi Avcı, düşüncelerimizi sabitleştiriyor.
Dünyanın ahvali böyleyken, “bilmemek, tanımamak”
anlamındaki “cehl”den türeyen ve “bilmezlikten gelen” anlamı taşıyan “tecâhül” ile
“bilen” anlamındaki “ârif” kelimelerinin sentezi olarak ortaya çıkan tecâhül-i
ârif (bilenin bilmezlikten gelmesi) sanatı hakkında kalem oynatmak akla zarar
değil mi? Bu zarardan pay alma olasılığı, şahsım için kaygı verici…
Bir belagat terimi olarak tecâhül-i ârifin,
bizden önce nice bilim ve sanat kişisinin uğraşlarına konu olduğunu söylemek
söz israfı sayılsın. Bununla birlikte bir kısım ehil kişiye atıflar yapmak,
okumakta olduğunuz tarzdaki yazılar için alın açıklığı anlamına gelir.
Öyleyse başlayalım: “Durumun gereğine uygun söz
söyleme sanatı” yani “belâgat” İslam toplumlarında 9-12. yüzyıllarda zirve
noktada olmuştur. Sirâcüddin Sekkâki, Sadettin Teftazani, Kazvinî, Reşidüddin-i
Vatvat söz konusu çağlarda Arap ve Fars sahalarında; Ahmed Cevdet Paşa,
Recaizâde Mahmut Ekrem, Muallim Naci gibi merhumlar ise 19. yüzyılda bizde belâgatla
ilgili önemli eserler vermişlerdir. Son dönemde ise Ali Nihat Tarlan, Kaya
Bilgegil, Tâhir Olgun, Cem Dilçin, M. A. Yekta Saraç, Hasan Aktaş önemli
çalışmalara imza atmış bazı isimlerdir.
Belâgat kitaplarında anlam sanatları arasında
sayılan tecâhül-i ârif için bir takım ayrıntılar sayılıp dökülmüştür. Bu
ayrıntılar arasındaki en önemli husus, “bilen”in “bilmezmiş gibi görünmesi” ile
ilgili dayanakların neler olduğudur. Buna göre şairlerin nükte yapma, sözü
pekiştirme, aşkta hayranlık, şaşkınlık ve kendinden geçme, sitem, övgü ve
yergide mübalağa, muhatabı kınama (tariz) ve yergi gibi amaçlarla tecâhül-i
ârife müracaat ettikleri kaydedilmektedir.
İçindeki soru
ifadesinden ötürü bazı belagat kitaplarında istifham sanatıyla da herc ü merc
edilen tecâhül-i ârif, kimi halleriyle de batılıların ironi dediği sanatla akraba
sayılmıştır. Bu arada, tecâhül-i ârif sanatı teşbih (benzetme), istiare
(eğretileme), tenasüp (uygunluk), mübalağa (abartı) gibi sanatlarla bir arada kullanılmaya
oldukça müsaittir.
Tecâhül-i ârif, bir şeyi ne hiç bilmemek, ne de
bildiği bir şeyi tamamen gizlemek anlamındadır. Böylesi bir kurgu, bu sanatın
kullanım alanını genişletmiş, sözgelimi kutsal metinlerden günlük hayata,
edebiyatın her bir dalına pek çok dil ürününde işlevsel olmasını sağlamıştır.
Konunun kutsal metinlerde nasıl kullanıldığına
dair ayrıntıları İsmail Durmuş’un TDV İslam Ansiklopedisi’ndeki “Tecâhül-i
Ârif” maddesinden incelemek mümkün. Gelin biz bu sanatın Türkçe şiirde nasıl
kullanıldığını örnekler üzerinden görelim. Tabii, bu sanatın daha çok Klasik
Türk şiiriyle ilişkili olduğu galip zannına bağlı olarak, önceliği Divan şiiri
örneklerine vereceğiz:
“Âb-gûndur
günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît
olmuş gözümden günbed-i devvâre su” (Fuzûlî)
“Su Kasidesi”nden alınan bu beytinde şair,
“Dönüp duran gök kubbenin rengi su renginde midir, yoksa gözümden akan yaşlar
mı dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.” derken, gökyüzünün gerçekte mavi
renkte olduğunu bilmezlikten gelerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor. Ayrıca,
gözyaşının gökyüzünü kapladığını söyleyerek mübalağa (abartı), kendi gözyaşlarının
gökyüzüne renk verdiğini belirterek de hüsn-i ta’lil (güzel sebebe bağlama)
sanatları yapmıştır. “Göz, su, saç-; od,
dutuş-’ kelimeleri arasında anlam ilgileri bulunduğunu, bunların da tenasüp
(uygunluk) sanatı olduğunu belirtelim.
“Beyt-i
ma’mûr-ı felek mi ol fezâda ol sarây
Yâ zemîni
cennet olmuş Kâ’be-i ulyâ mıdır” (Nef’i)
“Der-Tâ’rîf-i Şehr-i Edrine bâ -Medh-i Sultân
Ahmed Hân” adlı kasidesinden aldığımız bu beyitte şair, “O saray gökyüzünde
feleğin Beyt-i Mamuru mu (Kâbe’nin tam üstünde olduğuna inanılan ev midir?),
yoksa zemini cennet olmuş o yüce Kâbe mi?” diye sorarken, övdüğü yerin
(Edirne’nin) cennet, sarayın da Kâbe olmadığını bilmektedir. Ancak, mübalağa ve
istifham (soru sorma) sanatlarıyla da pekiştirerek, övgüyü daha çekici bir
nitelikli bir hâle getirmek için gerçeği bilmiyormuş gibi görünmektedir.
“Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın
kâfir
Aman
dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir” (Nedim)
“Kâfir” redifli gazelinde şair, “Ey kâfir
(sevgili) tahammül ülkesini (dayanabilme sabrını) yıktın, Hülâgû Han mısın
kâfir? Yakıcı ateş misin, dünyayı tutuşturdun?” diye soruyor. Burada,
sevgilinin Hülâgû Han ya da yakıcı ateş olmadığını bildiği halde, onun
kendisine Hülâgû Han gibi zulmettiğini abartılı bir şekilde söylüyor. Yaptığı
zulüm ve katliamlarla anılan Moğol İlhanlı Devleti hükümdarı Hülâgû Han’a
yapılan telmih (hatırlatma), beyitte önemli yer tutmaktadır. Beytin ikinci
dizesinde ise sevgili ateşe benzetilmekte ve kendisini sevenlerin gönlünü yaktığı
yolunda istiare (eğretileme) ile ele alınmaktadır.
Klasik edebiyatımızın halk ve tasavvuf dalı şairleri
de tecâhül-i ârif sanatını ustalıkla kullanmışlardır:
“Karlı
dağları mı aştın
Derin
ırmaklar mı geçtin
Yârinden
ayrı mı düştün
Niçin
ağlarsın bülbül hey”
(Yunus Emre)
Kendi ruh haliyle bülbül arasında yakınlık
bulan şair, bülbüle sorduğu sorularla ıstırabını anlatmaktadır. Bu arada
sorduğu hallerin bülbülün başından geçmediğini bildiği halde bilmezlikten gelmektedir.
“Evvel bahar yaz ayları doğunca
Akar boz
bulanık neden dereler
Sen de
bencileyin yardan mı oldun
Göz göz
oldu sinemdeki yaralar” (Karacaoğlan)
Şair, ilkbahar aylarında derelerin bulanık
akmasının doğal bir nedeni olduğunu bildiği halde, bunu teşbih, hüsn-i talil ve
mübalağa sanatlarıyla yoğurarak bilmezlikten geliyor.
“Âşık
böyle gerek içinden yana
Bir olan
ekberin sözünden yana
Yoksa
bâki misin devr-i cihana
Tabibe
derdini sor diyen gönül” (Âşık Yaşar Reyhânî)
“Gönül 2” başlıklı şiirinden alınan bu
dörtlüğün son iki dizesinde Reyhânî teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma),
istifham ve tecâhül-i ârif sanatlarını bir arada kullanmıştır. Şair, “tabibe
derdini sor” diyen gönlüne seslenerek, “yoksa bu dünyada kalıcı mısın?” diye
soruyor. Oysa dünyanın ölümlü olduğunu biliyor.
Batılılaşma devri şiirimizde de tecâhül-i ârif
sanatı dikkat çekici bir şekilde yer alır:
“Nerde
arayım o dil-rübâyı?..
Kimden
sorayım o bî-nevâyı?..
Bildir
bana nerde, nerde yâ Rab?..
Kim attı
beni bu derde yâ Rab?..
Derler
ki: “Unut o âşinâyı,
Gitdi,
tutarak reh-i bekâyı”
Sığsın mı
hayale bu hakîkat'!..
Görsün mü
gözüm bu mâcerâyı?”
(Abdulhak Hamid Tarhan)
Eşi Fatma Hanım’ın vefatı üzerine yazdığı “Makber”
şiirinin bu bendinde şair, bir taraftan sevgili ile geçirdiği güzel günleri
anarken, bir taraftan da onu kaybetmenin acısı ve elemi ile derin ıstıraplar
çekmektedir. Ölüm gerçeğini kabullenmekte zorluk çeken şair, Allah'a sorular
sorarak ölümü anlamaya çalışır. Bu soruların yanıtını aslında bilmektedir.
Böylece tecâhül-i ârif sanatı ortaya çıkmaktadır.
“Çoban kaval
çaldı sordu bülbüle;
Sürülerim
hani, ovam nerede?
Bülbül
sordu boynu bükük bir güle;
Şarkılarım
hani yuvam nerede?
Ağla
çoban, ağla ovan kalmadı
Gözyaşı
dök, bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban
dedi: “Ülkeler hep gitse de
Kopmaz
benden Anadolu ülkesi”
(Ziya Gökalp)
Şairin, diğer şiirlerinde de olduğu gibi, vatan
ve millet sevgisini anlattığı “Çoban ile Bülbül” şiirinden aldığımız bu bentte,
tenasüp, teşhis ve intak sanatları eşliğinde tecâhül-i ârif yapılmaktadır.
“Çoban”dan “bülbül”e, “bülbül”den de “gül”e doğru yapılan zincirleme soruların
yanıtları bilinmektedir aslında.
“Öbür
entaridedir şimdi o not defteri de
Va’diniz
bûse mi vuslat mı unuttum ne idi?” (Yahya Kemal)
Şair, sevgilisinin kendisine bûse mi yoksa
vuslat (kavuşma) mı vadettiğini, bunu not ettiği defterin diğer gömleğinde
kaldığı için unuttuğunu söylemek suretiyle
tecâhül-i ârif sanatı yapıyor. Böylece, sevgilinin sözünü tutmasını da
talep etmiş oluyor.
“Niçin
küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz
görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın
raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum
varmış, onu öğrensem asıl?” (Necip Fazıl Kısakürek)
Şair, “Çile” şiirinin bu dörtlüğünü dört soru
cümlesiyle oluşturmuş. Dikkat edilirse, bu soruların yanıtları bilinebilecek
nitelikte olup, ilki, gözün görme yeteneğiyle ilgilidir. Resimde perspektif
terimiyle açıklanan bir görme hali. Fizikte ise “Mercekler” konusuyla ilgili
bir durum. İkinci dize, rüyada görmeyle ilgili olup gözün devreden çıktığı bir
hâle denk düşmektedir. Üçüncü dizede yeryuvarlağının (dünyanın) kendi ekseni ve
güneş çevresindeki dönüşü, zaman mefhumunun ortaya çıkışı bilinebilir bir
durumdur. Dördüncü dize ise şairin ölüm problemine yaptığı vurguya tekabül
eder. Şu halde şair, her bir dizede bilmezlikten gelerek tecâhül-i ârif
yapmaktadır.
“Yaramazlık
eden çocukları
Kömürlüğe
kapatırlar
Hırsızlara
verirler
Tavana
asarlar bacağından
Peki ama
hepsi mi yaramaz
Polonyalı
çocukların”
(Oktay Rifat)
Şair, “Polonyalı Çocuklar” şiirinde Polonyalı
çocukların İkinci Dünya Savaşı yüzünden başlarına gelen ölümlü ıstırapların gerçek
sebebini bildiği halde, ince bir ironi ile yaramazlık etmeye bağlamakta,
dolayısıyla tecâhül-i ârif sanatının güzel bir örneğine imza atmaktadır.
“Bilmem
saadeti resmetti mi Abidin Bey,
Hayyam!
Sen elemin takvimini yapar mısın?” (Hüsrev Hatemi)
Şair, Nazım Hikmet’in bir şiirinde bahsettiği
duruma telmihte bulunarak, ressam Abidin Dino’nun mutluluğun resmini yapıp
yapmadığını; aynı şekilde Hayyam’ın da elemin takvimini yapıp yapmayacağını
bildiği halde bilmezlikten geliyor.
“siz hiç
ağaçların sarsıla sarsıla
ağladığını
gördünüz mü?
babanızdan
sürgün olduğunuz gün.”
(Murathan Mungan)
Şair, ağaçların ağlamayacağını bildiği halde
“Gördüm” şiirinin bu üç dizesinde teşhis, mübalağa ve tecâhül-i ârif
sanatlarını birleştiriyor.
Edebiyat tarihiminiz farklı dönemlerine mensup
şairlerden yaptığımız örneklendirmelerden sonra, her bir dizesi tecâhül-i ârif
sanatıyla örülmüş şiir örneklerimizin olduğunu da belirtelim. Bunlardan
birisi, Hayâlî’nin “Tecâhül-i Ârifin” adıyla
meşhur (“mıdır” redifli) aşağıdaki şiiridir. Şair, metnin her beytinde
sırasıyla sevgilinin saçı (turra), kaşı, yanağı (rûh), dudağı (leb), dişi,
çenesi (zenah), gerdanı, sinesi, kokusu (nâfe) gibi beden unsurları (ebdan) ile
ilgili hususları, teşbih ve istifhamlar yoluyla gündemine alıyor ve tecâhül-i
ârifaneye maruz bırakıyor:
Ey aceb
bu turra mı yâ ebr-i müşg-efşan
mıdır
Nahl-i
gül üstünde yâhud deste-i reyhan mıdır
Kaş mıdır yâ
şâh-bâz-ı çeşmine iki kanad
Yâ
hilâl-i çarh yâhud kıble-i îman mıdır
Hâllerle rûh mu yâhud hırmen-i hüsn ü cemâl
Yâ
süreyyâ pâyına düşmüş meh-i tâban mıdır
Leb midir yâ
berg-i gül yâ gönce-i bâğ-ı İrem
Yâ dil-i
uşşâktan bir katre düşmüş kan mıdır
Diş midir yâ
gonca içre jâle yâ dürr-i Aden
Çeşme-i
hurşîdde yâ encüm-i Rahşan mıdır
Ol zenah mı yâ rasad-gâh-ı sipihr-i izz ü
nâz
Yâ Çeh-i
Bâbil-sitan yâ Yûsuf’a zindan mıdır
Yâ Rab ol
gerden mi yâ mihr ü vefâ tomarı mı
Şem’-i
kâfûrî midir yâhud serîr-i can mıdır
Sîne mi yâhud
harir-i ham ya kettân-ı Mısır
Kâkum-ı
Rûsî mi yâhud vaşak-ı Şirvan mıdır
Nâfe mi yâ
sâgar-ı işret mi yâ havz-ı behişt
Mürg-ı
câna âşiyan yâhud neşâta kân mıdır
Goncalar
mı yâ şüküft olmuş kenâr-ı servde
Âlem-i ebdân içün bir nâme-i unvan mıdır
Ey Hayâlî
karanuluktur ötesi açmazın
İki sâkı
mâhiyân-ı çeşme-i hayvan mıdır
Görüldüğü üzere, tecâhül-i ârif sanatıyla
şairlerimiz eşsiz dizeler oluşturmuşlar. Bugün bu güzelliklerin farkında mıyız?
Sözümüzü, yazımızı, gönül dünyamızı, hakikat âlemlerimizi bu güzide metinlerle
şenlendirecek halimiz vaktimiz var mı? Yazımızın başında işaret ettiğiniz
“çağımızda” bunlar bize ne söyler? Yoksa şairane bir kahr-ı kebir mi bekler
bizi?
KAYNAKÇA:
Bekir Sami Özsoy, Başlangıcından Günümüze
Örnekleriyle Türk Şiiri, Akçağ Yay., Ank., 2005.
Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 8.
Bas. TDK Yay., Ank., 2005.
Hasan Aktaş, Modern Türk Şiirinde Edebi
Sanatlar, Söylem Yay., İst., 2012.
Hüseyin Gönel, “Nükte ve Nüktenin Aracı Olan Edebî Sanatlar”, Turkish Studies, C.
6/4, Sonbahar 2011, s. 163-182.
İsmail Durmuş, “Tecâhül-i Ârif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 40, İst. 2011, s.
232-233.
M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi
Belâgat, R Yay., İst., 2000.
Melek Çetin, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde
Gül İmgesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, İst.,
2013.
Meliha Yıldıran Sarıkaya, “Tecâhül-i Ârif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 40, İst. 2011, s. 233-234.
Muhsin Eliaçık “Belâgat Kitaplarında Tecâhül-i Ârif’in Tarif ve Tasnifi”, Turkish
Etudies, C. 11/10, Bahar 2016, s. 217-230.
Saadet Karaköse, “Divan Şiirinin Matematiği”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, S. 56, Erzurum, 2016, s. 941-979.
Bu yazının bir bölümü daha önce MEB Ya/Da Eğitim ya da Eğitim dergisinde, şu linkte yayımlanmıştır: Tıklayınız!
1 yorum:
Kaleminize sağlık üstadım
Yorum Gönder