15 Mayıs 2020 Cuma

KARŞITLARIN BİRLİĞİNDEN DOĞAN BİR EDEBÎ SANAT: TECÂHÜL-İ ÂRİF


“Enformatik Cehalet” çağında yaşasaydı Mehmet Âkif, “… kim beni, nerden bilecektir?” sorusunu geri çeker, resminin arkasına bundan daha kahredici bir dize nakşederdi. Bizimkisi tabii ki bir tahmin, fakat bilgi ve iletişim kaynaklarının olabildiğince zengin olduğu halde, cehaletin de bir o kadar zirve yaptığı bir çağı kitabıyla deşifre eden Nabi Avcı,  düşüncelerimizi sabitleştiriyor.
Dünyanın ahvali böyleyken, “bilmemek, tanımamak” anlamındaki “cehl”den türeyen ve “bilmezlikten gelen” anlamı taşıyan “tecâhül” ile “bilen” anlamındaki “ârif” kelimelerinin sentezi olarak ortaya çıkan tecâhül-i ârif (bilenin bilmezlikten gelmesi) sanatı hakkında kalem oynatmak akla zarar değil mi? Bu zarardan pay alma olasılığı, şahsım için kaygı verici…
Bir belagat terimi olarak tecâhül-i ârifin, bizden önce nice bilim ve sanat kişisinin uğraşlarına konu olduğunu söylemek söz israfı sayılsın. Bununla birlikte bir kısım ehil kişiye atıflar yapmak, okumakta olduğunuz tarzdaki yazılar için alın açıklığı anlamına gelir.
Öyleyse başlayalım: “Durumun gereğine uygun söz söyleme sanatı” yani “belâgat” İslam toplumlarında 9-12. yüzyıllarda zirve noktada olmuştur. Sirâcüddin Sekkâki, Sadettin Teftazani, Kazvinî, Reşidüddin-i Vatvat söz konusu çağlarda Arap ve Fars sahalarında; Ahmed Cevdet Paşa, Recaizâde Mahmut Ekrem, Muallim Naci gibi merhumlar ise 19. yüzyılda bizde belâgatla ilgili önemli eserler vermişlerdir. Son dönemde ise Ali Nihat Tarlan, Kaya Bilgegil, Tâhir Olgun, Cem Dilçin, M. A. Yekta Saraç, Hasan Aktaş önemli çalışmalara imza atmış bazı isimlerdir.
Belâgat kitaplarında anlam sanatları arasında sayılan tecâhül-i ârif için bir takım ayrıntılar sayılıp dökülmüştür. Bu ayrıntılar arasındaki en önemli husus, “bilen”in “bilmezmiş gibi görünmesi” ile ilgili dayanakların neler olduğudur. Buna göre şairlerin nükte yapma, sözü pekiştirme, aşkta hayranlık, şaşkınlık ve kendinden geçme, sitem, övgü ve yergide mübalağa, muhatabı kınama (tariz) ve yergi gibi amaçlarla tecâhül-i ârife müracaat ettikleri kaydedilmektedir.
İçindeki soru ifadesinden ötürü bazı belagat kitaplarında istifham sanatıyla da herc ü merc edilen tecâhül-i ârif, kimi halleriyle de batılıların ironi dediği sanatla akraba sayılmıştır. Bu arada, tecâhül-i ârif sanatı teşbih (benzetme), istiare (eğretileme), tenasüp (uygunluk), mübalağa (abartı) gibi sanatlarla bir arada kullanılmaya oldukça müsaittir.  
Tecâhül-i ârif, bir şeyi ne hiç bilmemek, ne de bildiği bir şeyi tamamen gizlemek anlamındadır. Böylesi bir kurgu, bu sanatın kullanım alanını genişletmiş, sözgelimi kutsal metinlerden günlük hayata, edebiyatın her bir dalına pek çok dil ürününde işlevsel olmasını sağlamıştır.
Konunun kutsal metinlerde nasıl kullanıldığına dair ayrıntıları İsmail Durmuş’un TDV İslam Ansiklopedisi’ndeki “Tecâhül-i Ârif” maddesinden incelemek mümkün. Gelin biz bu sanatın Türkçe şiirde nasıl kullanıldığını örnekler üzerinden görelim. Tabii, bu sanatın daha çok Klasik Türk şiiriyle ilişkili olduğu galip zannına bağlı olarak, önceliği Divan şiiri örneklerine vereceğiz:

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su”  (Fuzûlî)
“Su Kasidesi”nden alınan bu beytinde şair, “Dönüp duran gök kubbenin rengi su renginde midir, yoksa gözümden akan yaşlar mı dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.” derken, gökyüzünün gerçekte mavi renkte olduğunu bilmezlikten gelerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor. Ayrıca, gözyaşının gökyüzünü kapladığını söyleyerek mübalağa (abartı), kendi gözyaşlarının gökyüzüne renk verdiğini belirterek de hüsn-i ta’lil (güzel sebebe bağlama) sanatları yapmıştır.  “Göz, su, saç-; od, dutuş-’ kelimeleri arasında anlam ilgileri bulunduğunu, bunların da tenasüp (uygunluk) sanatı olduğunu belirtelim.

Beyt-i ma’mûr-ı felek mi ol fezâda ol sarây
Yâ zemîni cennet olmuş Kâ’be-i ulyâ mıdır” (Nef’i)
“Der-Tâ’rîf-i Şehr-i Edrine bâ -Medh-i Sultân Ahmed Hân” adlı kasidesinden aldığımız bu beyitte şair, “O saray gökyüzünde feleğin Beyt-i Mamuru mu (Kâbe’nin tam üstünde olduğuna inanılan ev midir?), yoksa zemini cennet olmuş o yüce Kâbe mi?” diye sorarken, övdüğü yerin (Edirne’nin) cennet, sarayın da Kâbe olmadığını bilmektedir. Ancak, mübalağa ve istifham (soru sorma) sanatlarıyla da pekiştirerek, övgüyü daha çekici bir nitelikli bir hâle getirmek için gerçeği bilmiyormuş gibi görünmektedir.

 “Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir
Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir” (Nedim)
“Kâfir” redifli gazelinde şair, “Ey kâfir (sevgili) tahammül ülkesini (dayanabilme sabrını) yıktın, Hülâgû Han mısın kâfir? Yakıcı ateş misin, dünyayı tutuşturdun?” diye soruyor. Burada, sevgilinin Hülâgû Han ya da yakıcı ateş olmadığını bildiği halde, onun kendisine Hülâgû Han gibi zulmettiğini abartılı bir şekilde söylüyor. Yaptığı zulüm ve katliamlarla anılan Moğol İlhanlı Devleti hükümdarı Hülâgû Han’a yapılan telmih (hatırlatma), beyitte önemli yer tutmaktadır. Beytin ikinci dizesinde ise sevgili ateşe benzetilmekte ve kendisini sevenlerin gönlünü yaktığı yolunda istiare (eğretileme) ile ele alınmaktadır.
Klasik edebiyatımızın halk ve tasavvuf dalı şairleri de tecâhül-i ârif sanatını ustalıkla kullanmışlardır: 

Karlı dağları mı aştın
Derin ırmaklar mı geçtin
Yârinden ayrı mı düştün
Niçin ağlarsın bülbül hey” (Yunus Emre)
Kendi ruh haliyle bülbül arasında yakınlık bulan şair, bülbüle sorduğu sorularla ıstırabını anlatmaktadır. Bu arada sorduğu hallerin bülbülün başından geçmediğini bildiği halde bilmezlikten gelmektedir.

 “Evvel bahar yaz ayları doğunca
Akar boz bulanık neden dereler
Sen de bencileyin yardan mı oldun
Göz göz oldu sinemdeki yaralar” (Karacaoğlan)
Şair, ilkbahar aylarında derelerin bulanık akmasının doğal bir nedeni olduğunu bildiği halde, bunu teşbih, hüsn-i talil ve mübalağa sanatlarıyla yoğurarak bilmezlikten geliyor.

Âşık böyle gerek içinden yana
Bir olan ekberin sözünden yana
Yoksa bâki misin devr-i cihana
Tabibe derdini sor diyen gönül” (Âşık Yaşar Reyhânî)
“Gönül 2” başlıklı şiirinden alınan bu dörtlüğün son iki dizesinde Reyhânî teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), istifham ve tecâhül-i ârif sanatlarını bir arada kullanmıştır. Şair, “tabibe derdini sor” diyen gönlüne seslenerek, “yoksa bu dünyada kalıcı mısın?” diye soruyor. Oysa dünyanın ölümlü olduğunu biliyor.

Batılılaşma devri şiirimizde de tecâhül-i ârif sanatı dikkat çekici bir şekilde yer alır:

Nerde arayım o dil-rübâyı?..
Kimden sorayım o bî-nevâyı?..
Bildir bana nerde, nerde yâ Rab?..
Kim attı beni bu derde yâ Rab?..
Derler ki: “Unut o âşinâyı,
Gitdi, tutarak reh-i bekâyı”
Sığsın mı hayale bu hakîkat'!..
Görsün mü gözüm bu mâcerâyı?” (Abdulhak Hamid Tarhan)
Eşi Fatma Hanım’ın vefatı üzerine yazdığı “Makber” şiirinin bu bendinde şair, bir taraftan sevgili ile geçirdiği güzel günleri anarken, bir taraftan da onu kaybetmenin acısı ve elemi ile derin ıstıraplar çekmektedir. Ölüm gerçeğini kabullenmekte zorluk çeken şair, Allah'a sorular sorarak ölümü anlamaya çalışır. Bu soruların yanıtını aslında bilmektedir. Böylece tecâhül-i ârif sanatı ortaya çıkmaktadır.

Çoban kaval çaldı sordu bülbüle;
Sürülerim hani, ovam nerede?
Bülbül sordu boynu bükük bir güle;
Şarkılarım hani yuvam nerede?
Ağla çoban, ağla ovan kalmadı
Gözyaşı dök, bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: “Ülkeler hep gitse de
Kopmaz benden Anadolu ülkesi” (Ziya Gökalp)

Şairin, diğer şiirlerinde de olduğu gibi, vatan ve millet sevgisini anlattığı “Çoban ile Bülbül” şiirinden aldığımız bu bentte, tenasüp, teşhis ve intak sanatları eşliğinde tecâhül-i ârif yapılmaktadır. “Çoban”dan “bülbül”e, “bülbül”den de “gül”e doğru yapılan zincirleme soruların yanıtları bilinmektedir aslında.

Öbür entaridedir şimdi o not defteri de
Va’diniz bûse mi vuslat mı unuttum ne idi?” (Yahya Kemal)
Şair, sevgilisinin kendisine bûse mi yoksa vuslat (kavuşma) mı vadettiğini, bunu not ettiği defterin diğer gömleğinde kaldığı için unuttuğunu söylemek suretiyle  tecâhül-i ârif sanatı yapıyor. Böylece, sevgilinin sözünü tutmasını da talep etmiş oluyor.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?” (Necip Fazıl Kısakürek)
Şair, “Çile” şiirinin bu dörtlüğünü dört soru cümlesiyle oluşturmuş. Dikkat edilirse, bu soruların yanıtları bilinebilecek nitelikte olup, ilki, gözün görme yeteneğiyle ilgilidir. Resimde perspektif terimiyle açıklanan bir görme hali. Fizikte ise “Mercekler” konusuyla ilgili bir durum. İkinci dize, rüyada görmeyle ilgili olup gözün devreden çıktığı bir hâle denk düşmektedir. Üçüncü dizede yeryuvarlağının (dünyanın) kendi ekseni ve güneş çevresindeki dönüşü, zaman mefhumunun ortaya çıkışı bilinebilir bir durumdur. Dördüncü dize ise şairin ölüm problemine yaptığı vurguya tekabül eder. Şu halde şair, her bir dizede bilmezlikten gelerek tecâhül-i ârif yapmaktadır.

Yaramazlık eden çocukları
Kömürlüğe kapatırlar
Hırsızlara verirler
Tavana asarlar bacağından
Peki ama hepsi mi yaramaz
Polonyalı çocukların” (Oktay Rifat)
Şair, “Polonyalı Çocuklar” şiirinde Polonyalı çocukların İkinci Dünya Savaşı yüzünden başlarına gelen ölümlü ıstırapların gerçek sebebini bildiği halde, ince bir ironi ile yaramazlık etmeye bağlamakta, dolayısıyla tecâhül-i ârif sanatının güzel bir örneğine imza atmaktadır.

Bilmem saadeti resmetti mi Abidin Bey,
Hayyam! Sen elemin takvimini yapar mısın?” (Hüsrev Hatemi)
Şair, Nazım Hikmet’in bir şiirinde bahsettiği duruma telmihte bulunarak, ressam Abidin Dino’nun mutluluğun resmini yapıp yapmadığını; aynı şekilde Hayyam’ın da elemin takvimini yapıp yapmayacağını bildiği halde bilmezlikten geliyor.

siz hiç ağaçların sarsıla sarsıla
ağladığını gördünüz mü?
babanızdan sürgün olduğunuz gün.” (Murathan Mungan)
Şair, ağaçların ağlamayacağını bildiği halde “Gördüm” şiirinin bu üç dizesinde teşhis, mübalağa ve tecâhül-i ârif sanatlarını birleştiriyor.

Edebiyat tarihiminiz farklı dönemlerine mensup şairlerden yaptığımız örneklendirmelerden sonra, her bir dizesi tecâhül-i ârif sanatıyla örülmüş şiir örneklerimizin olduğunu da belirtelim. Bunlardan birisi,  Hayâlî’nin “Tecâhül-i Ârifin” adıyla meşhur (“mıdır” redifli) aşağıdaki şiiridir. Şair, metnin her beytinde sırasıyla sevgilinin saçı (turra), kaşı, yanağı (rûh), dudağı (leb), dişi, çenesi (zenah), gerdanı, sinesi, kokusu (nâfe) gibi beden unsurları (ebdan) ile ilgili hususları, teşbih ve istifhamlar yoluyla gündemine alıyor ve tecâhül-i ârifaneye maruz bırakıyor:

Ey aceb bu turra mı yâ ebr-i müşg-efşan mıdır
Nahl-i gül üstünde yâhud deste-i reyhan mıdır

Kaş mıdır yâ şâh-bâz-ı çeşmine iki kanad
Yâ hilâl-i çarh yâhud kıble-i îman mıdır

Hâllerle rûh mu yâhud hırmen-i hüsn ü cemâl
Yâ süreyyâ pâyına düşmüş meh-i tâban mıdır

Leb midir yâ berg-i gül yâ gönce-i bâğ-ı İrem
Yâ dil-i uşşâktan bir katre düşmüş kan mıdır

Diş midir yâ gonca içre jâle yâ dürr-i Aden
Çeşme-i hurşîdde yâ encüm-i Rahşan mıdır

Ol zenah mı yâ rasad-gâh-ı sipihr-i izz ü nâz
Yâ Çeh-i Bâbil-sitan yâ Yûsuf’a zindan mıdır

Yâ Rab ol gerden mi yâ mihr ü vefâ tomarı mı
Şem’-i kâfûrî midir yâhud serîr-i can mıdır

Sîne mi yâhud harir-i ham ya kettân-ı Mısır
Kâkum-ı Rûsî mi yâhud vaşak-ı Şirvan mıdır

Nâfe mi yâ sâgar-ı işret mi yâ havz-ı behişt
Mürg-ı câna âşiyan yâhud neşâta kân mıdır

Goncalar mı yâ şüküft olmuş kenâr-ı servde
Âlem-i ebdân içün bir nâme-i unvan mıdır

Ey Hayâlî karanuluktur ötesi açmazın
İki sâkı mâhiyân-ı çeşme-i hayvan mıdır

Görüldüğü üzere, tecâhül-i ârif sanatıyla şairlerimiz eşsiz dizeler oluşturmuşlar. Bugün bu güzelliklerin farkında mıyız? Sözümüzü, yazımızı, gönül dünyamızı, hakikat âlemlerimizi bu güzide metinlerle şenlendirecek halimiz vaktimiz var mı? Yazımızın başında işaret ettiğiniz “çağımızda” bunlar bize ne söyler? Yoksa şairane bir kahr-ı kebir mi bekler bizi?

KAYNAKÇA:
Bekir Sami Özsoy, Başlangıcından Günümüze Örnekleriyle Türk Şiiri, Akçağ Yay., Ank., 2005.
Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 8. Bas. TDK Yay., Ank., 2005.
Hasan Aktaş, Modern Türk Şiirinde Edebi Sanatlar, Söylem Yay., İst., 2012.
Hüseyin Gönel, “Nükte ve Nüktenin Aracı Olan Edebî Sanatlar”, Turkish Studies, C. 6/4, Sonbahar 2011, s. 163-182.
İsmail Durmuş, “Tecâhül-i Ârif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 40, İst. 2011, s. 232-233.
M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, R Yay., İst., 2000.
Melek Çetin, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Gül İmgesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, İst., 2013.
Meliha Yıldıran Sarıkaya, “Tecâhül-i Ârif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 40, İst. 2011, s. 233-234.
Muhsin Eliaçık “Belâgat Kitaplarında Tecâhül-i Ârif’in Tarif ve Tasnifi”, Turkish Etudies, C. 11/10, Bahar 2016, s. 217-230.
Saadet Karaköse, “Divan Şiirinin Matematiği”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 56, Erzurum, 2016, s. 941-979.

Bu yazının bir bölümü daha önce MEB Ya/Da Eğitim ya da Eğitim dergisinde, şu linkte yayımlanmıştır: Tıklayınız!

1 yorum:

Eyyüp AZLAL dedi ki...

Kaleminize sağlık üstadım