Edebiyat
tarihçilerinin yaptığı tasniflerde “Birinci Dünya Savaşı Türk Edebiyatı” diye
bir dönemden söz edilmez. Bunun yerine söz konusu süreç 1911-1923 yıllarını
kapsayacak şekilde “Millî Edebiyat Dönemi” içinde değerlendirilir. Araya,
tarihte bir parçalama yaparak, “Milli Mücadele Dönemi”ni sıkıştıranlar olsa da,
çerçeveyi geniş çizenlerin tespitleri önemlidir. Çünkü, dönemi inceleyenlerin
kolaylıkla yapabileceği birkaç tespit, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine damgasını
vuran Osmanlı fikir ve edebiyat havasının, değişen sosyal şartlara rağmen, aynı
kaldığını gösterecektir: Devletin sürekli savaş halinde olması, toprak
kayıpları, filizlenen Türkçülük hareketleri ve bütün bunların 1911’de
çıkarılmaya başlanan Genç Kalemler dergisiyle edebiyata yansıması…
Peki, edebiyat
tarihlerinde rastlayamadığımız “Birinci Dünya Savaşı Türk Edebiyatı”na
‘uygulamada’ tesadüf etmemiz mümkün mü? Buna da tam anlamıyla olumlu cevap
vermek mümkün değildir. Zira, dönemin edebiyatçıları, güçlü bir ‘cihan harbi’
edebiyatı oluşturabilmiş değildir. Gerçi, devrin siyasî otoritesi, Avrupa
ülkelerinin sistemli bir şekilde uyguladığı ‘savaş edebiyatı’ faaliyetlerini de
örnek edinerek birtakım etkinliklere girmiştir. Sözgelimi bazı şair ve
yazarları ‘cephe’ye yaklaştırmış, böylece onların, ‘moral değer’ oluşturacak
edebî eserler yazmalarına zemin hazırlamıştır. Bu eserlerin yüksek telif
ücretleri mukabili satın alınarak halka ve askerlere okutulması da söz
konusudur. Fakat, bütün bu çalışmalar yeterli bir seviyeye ulaşamadığı gibi,
“üdebamız”ın keyfiyetine de pek cazip gelmemiştir. Bu bağlamda sözgelimi,
Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Mehmet Âkif Ersoy gibi gönüllü şairlerin
dışında, güçlü bir ‘savaş şiiri’ yazana rastlamak neredeyse mümkün değildir.
İttihat ve
Terakki yönetiminin oluşturmak için çaba harcadığı ‘savaş edebiyatı’nın
şairlerde yeterli yankıyı bulmayışı önemli bir ‘veri’dir. Biz, söz konusu
durumu, Ziya Gökalp’in “Asker ve Şair” başlıklı şiirini tahlil ederek gündeme
taşımaya çalışacağız.
ASKER VE
ŞAİR
Galiçya'da
siperinde uyuyan
Bu nefere
dikkatle bak ey şair!
Şair odur,
senin yazın hep nesir;
Uyuyan sen,
odur sezen ve duyan...
Şair odur,
çünkü onun kalemi
Uyurken de
düşmez asla elinden...
Kalbindeki
bütün zevki, elemi,
İlham ona
vatanından, ilinden...
Vatanını
unutamaz hiç kalbi,
Uyusa da
cenksiz kalmaz rüyâsı...
Bebeğiyle
yatan küçük kız gibi
Hep
göğsünde durur nazlı bombası...
O, belki de
biraz sonra vatanın
Selâmeti
için şehîd olacak...
Onun
kazandığı adsız bir şânın
Gölgesiyle
tarihimiz dolacak...
O, orada
senin için kanını
Seve seve
döker iken ey şair!
Sen ne için
ona bir kaç ânını
Vakfederek
yazmıyorsun bir şiir!
O seninçün
hayatını verirken,
Üşenirsin
ona destan yazmağa...
Haktır
almak kalemini elinden
Ve git
demek ona mezar kazmağa…
Ziya Gökalp
(1876-1924)’in bu manzumesi Harp Mecmuası’nın 14. Sayısında (Kasım 1916),
“Galiçya'da siperinde el bombasına sarılıp uyuyan asker" fotoğrafıyla
birlikte yayımlanmıştır. Yaşanmakta olan savaşı ve bu savaşa ilgisiz kalan
edebiyatçıların ‘menfî’ tutumlarını asıl etken olarak görmekle birlikte, Ziya
Gökalp’in manzumesine ilham kaynaklığı yapan nesne bu fotoğraftır. Böylece, bir
Millî Edebiyat topluluğu üyesi olarak Ziya Gökalp’in, Servet-i Fünûn (yahut
Parnasizm) şiiri özelliklerinden birisini emanet aldığını söyleyebiliriz: Resim
altı şiir yazma geleneği… Bunun dışında, şairin “Asker ve Şair” manzumesi Genç
Kalemler ekibinin karar kıldığı ilkelere uygundur: Millî lisan ve İstanbul ağzı
esas alınmış, dörtlük nazım birimi ve hece ölçüsü kullanılmıştır. Altı dörtlükten
oluşan “Asker ve Şair”i Ziya Gökalp 11’li (ağırlıklı olarak 4-4-3 duraklı) hece
ölçüsüyle kaleme almıştır.
Bu
manzumenin şeklî özelliklerini kısaca belirttikten sonra, bizi, bu yazı
bağlamında asıl ilgilendiren yönüne, muhtevasına göz atmak istiyoruz.
Ziya
Gökalp, manzumenin daha başında iki ana unsurla karşılaştırıyor bizi:
“Siperinde uyuyan” nefer ile zihnen “uyuyan” şair! “Uyumak” kelimesinin farklı
anlamlardaki kullanımıyla şairin hangisini tercih ettiği ortaya çıkıyor. Zira,
“Galiçya’da siperinde uyuyan” nefer, zihnen uyuyan şaire özellikle
gösterilmekte, adeta gözünün içine sokulmaktadır: “Bu nefere dikkatle bak ey
şair!” Bu noktada, asıl şairin (tabii şuur sahibinin de) hangisi olduğu üstüne
basa basa belirtilmektedir: Sezgisi ve duygusu ile cephedeki nefere büyük bir
teveccüh gösterilirken, şairlik taslayanlarla alay edilmektedir.
Yapılan
mukayesenin galibi daha ilk dörtlükte verilmiştir, fakat gerekçeler henüz
bitmiş değildir:
Şair odur,
çünkü onun kalemi
Uyurken de
düşmez asla elinden...
Kalbindeki
bütün zevki, elemi,
İlham ona
vatanından, ilinden..
Uyurken de
zinde olmayı başarabilen siperdeki asker, silahıyla destanlar yazabilecek bir
tutum içindedir. İkinci dörtlükte Ziya Gökalp silahı (bombayı) ‘kalem’
istiaresiyle dikkatlere sunmaktadır. Çünkü onun tek derdi vardır, vatanını
korumak, kollamak… Burada Gökalp, cepheyle bir türlü yüzleşemeyen şairlere,
duygu değerleri şiir dünyasına ait olan kelimelerle (zevk, elem, ilham)
seslenerek, takınmaları gereken tavrı göstermeye çalışmaktadır.
Şair,
üçüncü dörtlükte de duygusal yoğunluğu yüksek olan kelimelere yer vermiştir:
“kalp”, “rüyâ”, “bebek”, “küçük kız”… Fakat bunlar ne kadar soyut veya naif
unsurlar ise, irtibatlı oldukları kavramlar da o kadar somut veya sert
değerlerdir: Vatan, cenk, göğüs, bomba… Dörtlükte şiirsel atmosferin
sağlanmasına hizmet eden bu bağlantıların yanı sıra, “bomba”ya insana özgü
“nazlı” sıfatı yüklenmiş olması, ilginç bir farklılıktır. Savaşçı bir şair
yapabilir bunu ancak:
Vatanını
unutamaz hiç kalbi,
Uyusa da
cenksiz kalmaz rüyâsı...
Bebeğiyle
yatan küçük kız gibi
Hep
göğsünde durur nazlı bombası...
Ziya
Gökalp, siperdeki “nefer şair”e olan hayranlığını dördüncü dörtlükte de
sürdürür: Vatanın selameti için belki de biraz sonra şehid olacaktır o. Geriye
belki bir şan ve şöhret bırakmayacaktır. Fakat, tarih (geride kalanlar) onu hep
hayırla yad edecektir.
Gökalp,
sözü tekrar cephe gerisinde miskince uyuyan şaire getirecektir. Onu
yargılayacaktır. İbret almazsa, mahkûm edecektir. Belki de şimdiye kadar hep
buna hazırlık yapmıştır.
Öyle ya,
bir tarafta, siperde vatan için, vatanın her bir insanı için, hatta tabii
olarak miskin şair için, bir nefer canını seve seve versin; diğer tarafta adı şaire çıkmış olan, millî
bir şiir kaleme almasın? Ziya Gökalp’in
bunu kabul etmesi mümkün değildir. Şu halde, millî meselelere duyarsız kaldığı
halde şairlik taslayanların vasfını değiştirmelidir.
O seninçün
hayatını verirken,
Üşenirsin
ona destan yazmağa...
Haktır
almak kalemini elinden
Ve git
demek ona mezar kazmağa…
Bu arada,
“Asker ve Şair”in son iki dizesi farklı şekillerde okunabilir bir niteliğe
sahiptir. Sözgelimi, Erol Köroğlu, Ziya Gökalp’in “şiiri bir tehditle
bitir”diğini söyler: “Üşengeç şairin kalemini elinden almalı ve onu cepheye
göndererek orada ölen askerlere (askerler için- C. A) mezar kazdırmalıdır.”
(Köroğlu, s. 52) Oysa, metnin bu bölümünü şöyle de okuyabiliriz: “Ey destan
yazmağa üşenen şair, sen bu tutumunla, senin için hayatını veren nefere
kasteden düşman askerinden farksızsın!” Şu halde, Ziya Gökalp’in bu son
dizelerini “tehdit” olarak değil, ağır bir “suçlama” olarak okuyabiliriz.
Sonuç
olarak, “Asker ve Şair” manzumesi, “Birinci Dünya Savaşı” ortamında iki yönlü
amaca hizmet etmek için vücut bulmuştur diyebiliriz: 1. Cephede savaşan askere
moral vermek, ki manzumenin bu yönü fazla belirgin değildir. 2. Şiirleriyle
cephedeki askere ve cephe gerisindeki halka güç vermesi gereken şairleri
uyarmak... Şiiri sadece bu yönüyle okumak bile, bizde, söz konusu dönemin
edebiyat ortamıyla ilgili kanaatler oluşturmaya yetecektir.
KAYNAKLAR:
Akyüz,
Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 5. Bas., İnkılap Yay., İst.,
tarihsiz.
Alangu,
Tahir, 100 Ünlü Türk Eseri, 2. C., Milliyet Yay., İst., 1974.
Enginün,
İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay., İst., 1983.
Gökalp,
Ziya, Yeni Hayat, (Haz: Yalçın Toker), Toker Yay., İst., 1995.
Kaplan,
Mehmet, Şiir Tahlilleri, 1. C., Dergâh Yay., 10. Bas., İst., 1988.
Köroğlu,
Erol,Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı, İletişim Yay., İst., 2004.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder