GİRİŞ
Edebi eserin bünyesinde yer alan her türlü
kültürel unsur, onun anlam dairesini oluşturan yapı taşları sahici okur için
daima ilgi odağıdır. Dahası, aynı okur, onun bu tarz değerlerini artı değer
konumunda görür. Sözgelimi, bir eserin öne sürdüğü tarih algısı, tavsiye ettiği
ahlakî normlar, önerdiği iktisadi hayat,
intikal ettirdiği maddi kültür unsurları, aşk algısı, vb. okurun eseri kabul
veya reddedişinde ayırt edici unsurlar olarak görülür. Edebî eserin din
telakkisi de bu türden unsurlar arasındadır.
1950’lerin ortalarından itibaren Türk şiir
dünyasının gündemine oturan ve o dönemden itibaren dengeleri lehine çevirerek
hem kendinden önce gelenlerde hem de sonraki kuşaklarda etkiler oluşturan
İkinci Yeni şiiri, hakkında yapılan onca çalışmaya rağmen, henüz bünyesindeki
kimi kabuller ve kavramlar bakımından yeterince masaya yatırılmamıştır. Bunun
sebebi, aradan geçen 60 yıla yakın bir süreye rağmen, henüz İkinci Yeni’nin
diliyle ilgili çözümlerin tamamlanmamış olmasıdır. İkinci Yeni şairlerinin Türk
şiir diline getirdikleri/transfer ettikleri kıstaslar tamamen algılandığında,
sanırız bir ileri aşama olan süreç başlayacak, topluluğun her bir şairi,
eserlerindeki sosyal ve kültürel unsurlar bakımından iyice masaya
yatırılacaktır.
Bugün, gerek İkinci Yeni’nin oluştuğu
sosyal ortamını tahlil edebilmek, gerekse İkinci Yeni’yi oluşturan şairlerin
öznel tutumlarını net bir şekilde görebilmek için, topluluğun şairlerini din
algıları açısından değerlendirmek ve eserleri üzerinden bir takım yargılara
ulaşmak kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Fakat şunu unutmadan: Edebî bir inceleme
de olsa, bir şairin şiir dünyasında din algısının araştırılması, ilmî normların
yeterince olgunlaşmadığı ortamlarda oldukça risklidir. Zira bu tarz bir çalışma, bir takım
algısızlık sahipleri tarafından sorgu melekliğine soyunmak şeklinde
yaftalanabilir. Böylece can sıkıcı bir atmosferin solunabilir olması,
araştırmacının bu işten soğumasına yol açabilir. Bunu bertaraf etmenin en
kestirme yolu ise, ilmî bir metodu izlemekten geçer: Ele alacağımız şairi,
kendi tarihî dinamizmi içinde ve belgelere dayalı bir şekilde incelemek…
Bu çerçevede, “İkinci Yeni Şairlerinde
Allah”ı konu olarak belirledik. Fakat hem İkinci Yeni hareketinin genel yapısı,
hem de dinî tutum ve durumların şahsî farklılıklar göstereceği realitesinden
hareketle, bu şairleri tek başlarına teşrih etmek daha doğru olacaktır.
İLHAN BERK NESRİNDE ALLAH’I ARAMAK
Bir ‘Din Kültürü’ Şairi Olarak İlhan Berk…
İlhan Berk, İkinci Yeni’nin kurucu şairidir.
Onun bir şiir öncüsü olarak ‘Allah’la olan irtibatının niteliğini tespit etmeye
geçmeden önce, genel olarak ‘din’e, hatta ayrıntılara girerek, farklı dinlere
nasıl baktığını belirlemek gerekir. Bu
yolda başarılı bir çalışma yapmak için önce şairin mensur eserlerine, günlük,
hatıra, biyografi, mektup, mülakat vb., yönelmek
gerekecektir. Zira bu eserlerinde şair, konumuzla ilgili hayli malzeme
sunmaktadır. Bu sunumların farklı gerekçelerinden söz edilebilir: Şair kimi
zaman bir kaynaklanma aracı olarak görürken dinî unsuru, kimileyin de hayatî
bir duruşun, ideolojik bir tutumun gösterisi olarak yansıtır. İlhan Berk’in
kimi sunumları arasında dinî bilgi edinme yollarını görebilirken, kimisinde bir
mukayese vasıtası olarak ele alış tarzı sezilebilir. Tam da bu noktada, onun
birbirinden farklı dinlere atıflar yaptığını, bunların eserlerinde kolaylıkla
takip edilebileceğini söyleyelim. Şimdi bütün bunları ayrıntılı bir biçimde ele
almaya başlayalım.
Arayışlar, Bulamayışlar Arasında Perişan Bir ‘Yalvaç’…
İlhan Berk, zengin malzemeler sunuyor bu
çalışma için bize. Farklı noktalardan başlayabiliriz işimize. Fakat sanırım en
iyisi teorik metinlerinden başlamaktır. İşte bunlardan birisi, Logos[i] adlı kitabı, bu kitaptaki
metinleridir. Logos’un ilk metni olan “Şair Gerçekten Olan Şeyi Değil Olabilir
Olanı Anlatır” başlığı altında Rimbaud’un şairi “bir yalvaç”[ii]
gibi gördüğünü zikredecektir İlhan Berk. Şairi “Yalvaç/Peygamber” olarak görme
düşüncesi onun aynı yıl yayımlanan bir başka kitabının isminde kendisini aşikâr
kılacaktır. Onun “Eski zamanlardan 1965’e Kadar” alt başlığı altında sunulan
antolojik çalışmasının adı Aşk Elçisi[iii]’dir.
İlhan Berk’in şiir üzerine düşüncelerini
anlattığı Poetika[iv]
adlı kitabında ise bu kadar net değildir. “Dizenin Serüveni” başlıklı yazına
Rilke’nin “… çok seyrek bir saatte bir
dizenin ilk sözcüğü, anılardan çıkıverir.” şeklindeki sözünü epigraf olarak
almış, fakat yazının bir başka yerinde Valery’nin ilk dizeye “Tanrı vergisi”[v] dediğini hatırlatmaktan geri
kalmamıştır. Aynı metinde iktibaslar yoluyla gerçekleştirilen bu iki farklı
algı düzeyinin, İlhan Berk’in şiiri malzemeyle “oyun” oynama sanatı olarak
görme hevesinden kaynaklansa gerektir.
Kitab-ı Mukaddes’ten Kilise’ye El Yazılarına Düşen Gölge…
İlhan Berk şiirinin temel kaynakları
arasında Kitab-ı Mukaddes önemli yer
tutar. Bunu, çok kez deklare etmiştir şair. Sözgelimi, El Yazılarına Vuruyor Güneş[vi]’te yer alan “Kutsal Betik”
adlı yazısında bu kaynaklanma biçimini hayranlıkla anlatır. 13 Eylül 1955
tarihinde yazılmış bir günlük metni olan yazı konumuz açısından oldukça
önemlidir:
“Hemen
hemen bütün bir hafta Kutsal Kitabı bir onu okudum. Bu kez Türkçesinden okudum.
Bir deftere sevdiğim yerleri de yazdım. İncil’in dilinde çok şiir var. Türkçesini
bu kez sal bunun için okudum da diyebilirim. Şiiri bir başka dilde duymak zor,
hem çok zor. Şiir duyulursa, eda yakalanmıyor belki. Onun için Türkçesini
aradım durdum. Bulunca da hemen bir şiire başlayıverecekmişim gibi geldi bana.
Sevdiğim yerleri onun için bir deftere yazdım. Beni ışıttığı da oldu. / İncil,
büyük, çok büyük bir kitap. Bir destan biçimi var. Serüvenleri, kişileri, dili,
anlatısı bunu iyice duyuruyor. Büyük bir yapıt bence. Şimdi onbeş yıl oluyor,
biçimi, ilk biçimi sarmıştı beni. Onun biçimi bana güven verir. Öylesine büyük
bir kitap salt özünden ötürü yaşayamaz.
Bu kez, daha iyi anladım. Apocalypse bölümü büyük bir biçim getiriyor. O
anlatı eskimez gibi görünüyor bana, Rimbaud, Lautréamont o biçimden çok mu çok
duygulanmışlar. Çağdaş şiirin ana öğeleri onda. / Anlatı, İncil’de yeni mi
yeni. O kitaba büyük dedirten bunlar ilkin. Sonra o nenler, güzellikler,
erdemler. Bütün kitapta bir hak acunu, bir insan yüreği öylesine aşkla çarpıyor
ki, bağlanmamak elden gelmiyor. Üstelik, büyük bir konuyu, hiç mi hiç
eskimeyecek bir konuyu da işliyor. Onu ölümsüz ediyor. / Ama beni ilgilendiren
o biçimi hep.”[vii]
Kitab-ı Mukaddes’ten faydalanma hususunu İlhan Berk Şairin Toprağı[viii]
adlı kitabında yer alan “Bir Ulunun Yaşamı Üstüne Konuşmalar” başlıklı tafsilatlı
yazısında tekrarlar. Gerçi bu yazıda onun başka dini kaynaklarla da ilgili
olduğu görülecektir. Fakat bu kaynaklardan başı çeken “Kutsal Betik” yani
Kitab-ı Mukaddes’tir: “Bir zamanlar
Kutsal Betik’in diline, anlatışına vuruldum, elimden uzun yıllar bırakmadım
onu. Galile Denizi’nin dili aşağı yukarı onunla kuruldu diyebilirim. Dilin,
anlatının çok, ama çok değişik bir yapısı vardır onda. Bir azınlık kurulu
çevirmiştir o kitabı. Türkçeyi çok iyi bilmelerine karşın, bir işlenmemişlik,
bir acemilik kokar. Hele tümce yapısı Türkçeye ters bile düşer. Ben bu
terslikte –hamlığından olacak- büyük bir güzellik bulurum. Klişenin,
tekdüzeliğin karşısına çıkar çünkü. Bütün yazın dışı kitaplarda, aslolan,
doğrunun aktarılması olduğu için, sözcük ekonomisi, tümce yapısı pek
önemsenmez. Kalemin ucuna geldiği gibi yazılır. Hem bu pek göze de batmaz. Ben
bu tür kitaplarda büyük bir şiir bulurum. Kitaplığımın başucu kitapları da
bunlardan kuruludur. Yıllardır sabahları o dillerle uyanırım. Evliya
Çelebi’leri, Hoca Sadettin Efendi’leri, Kâtip Çelebi’leri, İbn-i Batuta’ları,
tezkireleri, Layihaları, Tüzükleri, Kuran’ı, Fizik, Kimya kitaplarını, el
ilanlarını, gazeteleri, hep bu amaçla, hep bu yaban dile dalıp çıkmak için
okurum. Şiir sanki bir ham dil avcılığıdır benim için, o dil bulunmadıkça
yokmuş gibi gelir.”[ix]
Kitab-ı Mukaddes gibi, kilise de İlhan Berk’in mensur
eserlerinde büyük yer tutar. Şairin El
Yazılarına Vuruyor Güneş adlı günlük kitabı, dikkatle incelendiğinde bir
kiliseler geçidi gibidir. Kuşkusuz kiliselerle birlikte Hz. İsa, yanı sıra
kardinaller, papazlar, mum yakmalar ve başka ritüeller…
Sözgelimi, 12 Nisan 1964 tarihli
günlüğünde, Fransa’nın Ortaçağ’dan kalma unsurları bulunan Avignon’dadır
şairimiz. Burada Papalar Şatosu’nun (Palais de Papes) mimari yapısına dikkat
kesilen İlhan Berk, sözü ‘korku’
bağlamında papalara, şatolara, kiliselere ve başka şeylere getirir: “Ben yalnız krallar, beyler, derebeyleri
korkar sanırdım. Papaların da korktuğunu Papalar şatosunu gördükten sonra
anladım. Sonra Arles’da flandaki kilise kokusunu. Avignon’da bir kızda da
duydum./Avignon’da bir kız kilise kokuyordu./Ve yeniydi./ Papaların şatosunun
ilk mutfağını gördüm. 17 m .
yüksekliği, bir kent büyüklüğünde salonları. Dünyanın beş büyük Papası yan yana
yatıyordu. Beş Papanın yüzlerine baktım. En çok V. Clément’ı, Jean’ı sevdim.
Dünyanın en güzel freskleri burada. Şatolar, şatolarla ayırmışlar kenti
Papalar.”[x]
İlhan Berk, “Papa” edebiyatına aynı tarihli (12 Nisan) bir diğer günlüğünde de
devam eder. Avignon’u papaların kurduğunu, Roma’da sıkılan papaların buraya
geldiğini anlatır.[xi]
İlhan Berk, 6 Haziran 1964 tarihli
günlüğünde bu kez bir Yunan kilisesindedir. Orada tuttuğu günlükten bahseder.
Fakat şair önce bir kardinalin vaazını dinlemiştir. Bunu şiirsel bir dille
anlatır: “Bir Kardinal’in söylevini
dinledim. Tükürdüm. /Gece/Bir Yunan kilisesinde korkunç günlük yuttum.”[xii]
Şair, 1969’da bu kez Yugoslovya’da bir
kiliseyi ziyaret etmiştir: “16 Nisan, Dubrovnik” tarihli günlüğünde kilise
ziyaretini şöyle anlatır: “Saat 08.00.
İlk kiliseye girdim, Place’e bakıyor. Hemen hemen kimse yok, kimsenin
olmayışını seviyorum. Papazın arkası dönük. İsa’sına bakıyor, beş kadın dua
ediyor. Dağınık. Boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Mumlar yanıyor. Dipte bir yer
bulup oturuyorum. Bakıyorum; temiz ve aydınlık bir kilise. Gidip gelenler sanki
dünyada değilmiş gbii öyle sessiz girip çıkıyorlar. Bir dikdörtgen kilise.
Duvarlar aziz resimleriyle dolu. Yalnız gibi azizler. Papaz gitti, kilise daha
bir güzelleşti. Artık hiç ses yok. Korkunç yaşlı bir kadın elini önce mermere,
sonra yüzüne sürdü. Sonra da sırasına gidip oturdu. Ben İsa’nın önüne gidip
durdum. Bir çarmıhı bir eliyle de bir dalı tutuyor. / Yeşil İsa. Ve alevler
içinde. Kötü bir resim. Önünde altı büyük mum yanıyor. Yerde bir kilim,
yürüyorum. Başka bir İsa’nın önünde duruyorum: Bir heykel, korkunç eski bir
çarmıha asılı. Çıplak. Başı yere düşmüş. Bir kadın bana sürtürenek geçti.
Sıkıldım, çıktım. Kapıdaki levhadan anlıyorum, bir Fransiskan kilisesi. Saat
kulesine bakıyorum: 44
metre . Gotik bir yapı, Beyaz ve XIV. yüzyıldan.
Dubrovnik’te her şey beyaz, bir Ortaçağ rengi mi diye düşünüyorum.”[xiii]
İlhan Berk’in Dubrovnik’teki kiliseleri anlatımı 17 Nisan’da da sürer: “Bir tepeden Dubrovnik’e bakıyorum. Surları,
burçları, mazgalları, kiliseleri, çatıları, cânım çatıları görüyorum. (…)
St-Blaise kilisesine giriyorum. İnce iki sarı mum alıp yakıyorum.”[xiv]
“Roma, 1969” başlığı altındaki günlüğünde de kilise ve
papazlara geniş yer ayırmıştır İlhan Berk. 13 Ekim’de “Roma, gürültülü, araba mezarlığından sonra da papazlar kendi. Vatikan
alanı gibi papaz dolu bütün sokaklar. Bu da yetmiyormuş gibi yemek yediğin
tabağa, kahve içtiğin tabağa papaların resmini basmışlar. Ama kiliseler de
papazlar da Roma’nın süsü gibi, batmıyor insana. Din sanki Roma’da yalnız sokaklarda
yaşıyor, otobüslere, tramvaylara biniyor, kahvelerde akşam çaylarını içiyor,
sonra yine bir sokak başında orospularla kıvrılıp yatıyor. Yaşamın öylesine
içine karışmış. (…)/ Roma, papazlarıyla Katolik bir koku saçıyor. /(…)/İki
papaz öpüştü (papazların öpüştüğünü ilk görüyorum).”[xv] diyen İlhan Berk, 15 Ekim
tarihli günlüğünde de konuya devam eder: “Vatikan’ı geziyorum.” diye başladığı
o günkü günlüğünde, “Mikel Angello’nun
salonu, dürbünle tavana bakıyorum, başım döndü. / Mikel Angello bir cellat gibi
bu kiliseye girmiş çıkmış, yalnız yaşamış. Rafael bir prens gibi onun
salonundan geçiyormuş her sabah, bir yığın hayranıyla. (…) Roma’da bir papaza
ikinci kez rasladım, Roma’da ve papaza ikinci kez rastlamak.”[xvi]
1977’nin 23 Kasım’ında “Ezra Pound”
başlığı altında günlüğüne yazdıklarının son kısmında Bodrum’daki küçük bir
kiliseden bahseden İlhan Berk, orada nasıl çalıştığını ballandıra ballandıra
anlatır: “Halikarnassos’un Meteoroloji
tepesindeki küçük kilisede çalışmaya gittim. Rumlardan kalan küçük bir kilise
bu. Nusret Baban, oteli kilisenin bulunduğu yere kurdururken, onu yıktırmadı,
olduğu gibi onartıp korudu. Ben bu küçük kiliseyi çok seviyorum; onun için de
içini boyamaya başladım. Hem ben kiliseleri hep sevmişimdir. Yabancı ülkelerde
görmek istediğim yerler ilkin eski mahallelerde kiliseler olmuştur hep.
Girdiğim her kilisede de bir mum yakar öyle çıkarım. Bu yaz başladım kiliseyi
resimlemeye. Birçok kilise resimlerini inceledim. Kilise küçük olduğu için onu
Kutsal Betik’in İsa’sı, Meryem’i, havarileri, melekleriyle doldurmak pek zor
görünmüyor bana. Meryem’i bir yana bırakırsak (onu neden bir yana bıraktığımı
anlamıyorum) İsa’yı, kimi havarileri, özellikle de İsa’yı hep sevmişimdir.
Ezikliğini, yıkıklığını, sıradanlığını severim onun. Öyle pek büyüklük
taslamaz; havarileri, özellikle de seçmemiş midir? Hepimiz gibi insandırlar,
balıkçıdırlar, kendi rızklarını kendileri çıkarırlar. Hasır, sepet örerler. Azla
yetinirler. Kiliseyi resimlemek istediğimi ona söyledim ilkin. Benlik bir şey
mi buldu onda nedir, yüreklendirdi beni: ‘Giriş!’ dedi. Pirimitifler gibi
çalışmamı da önerdi. Turan Erol da katıldı buna: Kilise resimlerini kopya
etmemi istedi. Böyle başladım bu işe. Şimdiye değin çarmıhtaki İsa’yla bir
aziz, bir havari, bir melek resmi yaptım. Tavana daha dokunmadım. İskele kurmak
gerekecek ona. Çarmıhtaki İsa’nın yanına iki hırsızı da katmak istiyorum.
Havalar elverdikçe yazmak da elimden tutmadıkça, dahası sıkıldıkça sürdürmek
istiyorum bu işi. Başarabilir miyim bilmem. Yanıma bir yığın kömür alıp
kiliseye gittim. Beyaz duvarda ilkin kömürle çalışmak kolay oluyor,
beğenmezsem, silmesi kolay oluyor. İsa’nın ayak uçlarına iki figür çizip
bıraktım. Boyamak o kadar zor gelmiyor bana, iş çizmekte. Fena da
olmadı./Tepeyi koşa koşa indim.”[xvii]
İlhan Berk, 1992’de Orhan Koçak tarafından
yapılan ve Metis dergisinde
yayımlanan, daha sonra Kanatlı At[xviii] kitabında yer
alan mülakatında “Saint Antuan’ın Güvercinleri” şiirini yazarken izlediği
metodu anlatırken kiliseyle olan münasebetine değinir. Şair, “Saint Antuan’ın Güvercinleri’ni yazarken
kiliseye gittim, oralarda dolaştım. Benim için çok değişikti.”[xix]
der.
İlhan Berk’in kiliselerle ilgili
anlatımları, onun hayallerindeki meslekle de uyum içindedir. Bunu, İnferno[xx]
adlı kitabında yer alan ve “Bir Soruşturmaya Yanıt” başlığı altında sunulan tabloda
görebiliriz. Tevfik Fikret’le İlhan Berk’in bazı konulardaki mukayeselerinden
oluşan tablo (Fikret’in cevapları Servet-i Fünun-5 Kanûn-ı evvel 131, Berk’in
cevapları Nokta- 4 Ağustos 1991 şeklinde kaynaklandırılmıştır.) oldukça dikkat
çekicidir. Burada “Hülya-ı saadetim” maddesinin karşısında Fikret’in cevabı “Ayestefanos’ta bir küçük ev (Planı cebimde)”
şeklinde kaydedilmişken, İlhan Berk’in
cevabı “Bir keşiş hayatı”[xxi]
şeklindedir.
Artistik bir yaklaşımla olsa da, keşiş
hayatı yaşamak içinde bir ukde olarak yaşayan İlhan Berk, İstanbul’un bazı
semtleri bağlamında, yaşadığı coğrafyanın İslâm öncesi dönemlerini de
tahassürle yâd etmektedir. Şair, Ahmet Oktay’a 1990’da verdiği bir mülakatta,
müellifi olduğu Galata ve Pera kitaplarıyla ilgili olarak şunları söyler: “Galata ile Pera bir kentin (Fethedilmeyen
İstanbul’un) çizgi dışı bir topografyasıdır. (…) Öte yandan, ‘anlamsal düzeyde’
ise bir imparatorluğun (haraç ve talan imparatorluğunun) çok özel bir tarih
kesitidir de bu. Bu anlamda siyasal, toplumsal bir topografya da çizer. Ben hem
Galata’ya hem de Pera’ya daha çok bu gözle baktım. Özeklikle de İstanbul’un
ayrıcalıklı bir bölgesi gibi görmekte direndim. Dahası, ona bir ur olarak bile
baktım. Pera bir azınlık kalesidir çünkü. İstanbul’un suçlu bir coğrafyasıdır.
(coğrafya da suçludur). Tarih içinden baktığımda onu hep böyle gördüm. Tarih
içindeki yeri böyledir çünkü. Beni belki de tarihin böyle bir anlamı
ilgilendirdi de diyebilirim: Özel bir tarih. Hem Galata’ya, hem Pera’ya böyle
bakılmalı. Bir şey daha söyleyeyim: Ben Beyoğlu’nu değil, Pera’yı, o çağı
yazdım, bunu belirtmek isterim.”[xxii] Onun fetih ve sonrası
İstanbul’dan ziyade “ilk İstanbul”a sahip çıkar bir görünüm sunması, dünyasıyla
ilgili ipuçları önemli ipuçları vermektedir.
Peki, İslam dışı unsurlarla ve özellikle
de kiliseyle bağı oldukça sağlam olan İlhan Berk’in camiyle irtibatı nedir?
Bunu bir ölüm hadisesi üzerinden inceleyebiliriz. İlhan Berk, “7 Aralık” (1977)
tarihli günlüğüne “Sait Kaptan”ı ad yapar. Burada arkadaşı Sait Kaptan’ın
vefatından bahseder. Şair, cenazeye katılmıştır. Fakat cami kapısına kadar: “Sait Kaptan’ın tabutuyla ben camiye değin
gittim. Camiye gelince de ayrıldım. Sanki işim bu kadarmış gibi. Sevgili Sait
Kaptan!”[xxiii]
İslâmî Kaynaklarla Ünsiyeti: “Bana İlka Öğretti”…
Bu noktada İlhan Berk’in “Müslümanlara hitabeden kaynaklarla arası
nasıldı?” sorusu önem kazanıyor. Bu sorunun cevabı da kuşkusuz en başta
mensur eserlerinde aranmalı; mülakatları, günlükleri, denemeleri, otobiyografik
metinleri, vb. gözden geçirilmelidir.
Yukarıda birkaç kez vurguladığımız üzere, Kitab-ı Mukaddes’ten faydalandığını
tafsilatlı bir şekilde dile getiren İlhan Berk, kaynakları arasında “Kuran’ı” da sayar. Fakat bu kaynaklanma
pek derinlikli değildir. Zira, yukarıda bir kısmını aktardığımız “Bir Ulunun
Yaşamı Üstüne Konuşmalar” başlıklı yazısında “Kutsal Betik”le ilgili ayrıntıları
sunduktan hemen sonra, Kur’an’dan yararlanışıyla ilgili ifadeleri yığma bir
cümle içinde yer alır: “Evliya
Çelebi’leri, Hoca Sadettin Efendi’leri, Kâtip Çelebi’leri, İbn-i Batuta’ları,
tezkireleri, Layihaları, Tüzükleri, Kuran’ı, Fizik, Kimya kitaplarını, el
ilanlarını, gazeteleri, hep bu amaçla, hep bu yaban dile dalıp çıkmak için
okurum. Şiir sanki bir ham dil avcılığıdır benim için, o dil bulunmadıkça
yokmuş gibi gelir.”[xxiv]
Onun Kur’an-ı
Kerim’den yeterince faydalanmadığını bizzat kendisine ait başka ifadelerden
de anlayabiliriz. Nitekim, 5 Haziran
1964’te yazdığı günlükte bazı dini bilgileri öğrenme yöntemiyle ilgili önemli
sonuçlar çıkarabiliriz. İlhan Berk burada, papazlar ve Hz. Ebubekir ile Hz.
Muhammed hakkında öğrendiği bilgileri anlatmaktadır. Bunlar gerçekten de
yüzeysel bilgilerdir ve kulaktan duymadır. Bunları Paris’te, İlka[xxv]
adlı bir Fransız kızından öğrenmektedir İlhan Berk: “İlka, ‘Je suis sale, mais je suls intellectuelle’ diyor. Pisliğine
bayıldığımı söyledim. Bana, Saint-Antonie’in et yemediğini söyledi. Papazların
eskiden bizim gibi çalıştıklarını, çiftçilik yaptıklarını, ihtiyarlayınca da
sepet, hasır ördüklerini ondan öğrendim. Sonra Ebubekir’in bir tecimen olduğunu
ve Muhammed’in Hatice öldükten sonra 10 yaşında kızları karı olarak aldığını da
bana İlka öğretti.”[xxvi]
Şairin İslâm Peygamberi’ne dair
bilgilerinin niteliğiyle ilgili elimizdeki bir başka veri, bir efsane anlatımına
dayalıdır ve dolayısıyla özürlüdür. Bunu 5 Aralık (1977) tarihli günlüğünde görüyoruz.
Sözkonusu günlük metninin başlığı “Balık”tır. İlhan Berk bu metinde satın
aldığı balıklardan bahisle sözü Hz. Muhammed’e getirir. Okuyalım: “Üç peygamberbalığı aldım, yarım kilo geldi.
Dülgerbalığına Halikarnassos’ta peygamberbalığı diyorlar. Sözlüklerde bu adla
bir balık yok. Peygamberbalığı adına bu denli yakışan başka bir balık
gösterileme gibi geliyor bana. Halikarnassoslular, ona bu adı gövdesindeki 25
kuruş büyüklüğündeki kara lekeden ötürü verdiklerini söylüyorlar.
Peygamberimizin başparmağının lekesiymiş o. Edibe, bu balığı hem ilk gördüğü,
hem de bu adla çağrılmasına şaştığı için:
‘Hangi Peygamber acaba?’ dedi. ‘Muhammed, elbet’ dedim. ‘Denizi bilmez
ki o, görmedi.’ Dedi. Öyle ya bir çöl çocuğu olarak doğup büyümedi mi! Balığı
nasıl tanıyacaktı? Ama biri alıp getirip gösteremez miydi? O da parmağıyla
dokunamaz mıydı? O kara leke de böyle kalmış olamaz mıydı? Sonra Muhammet’in
denizi görmediği doğru olabilir miydi, kim bilebilirdi bunu? Balık, balıkçılık
üstüne kitaplarımı karıştırdı, Latin dünyasının ona Saint-Pierre balığı
dediğini öğrendim. Saint-Pierre, hiç balık tutamadığı bir gün dülgerbalığı onun
bu haline acımış, kendi gelip ‘Beni elinle yakala!’ demiş. Balığı eline alıp
sevmiş Saint-Pierre, sonra da ‘Değil mi ki kendin geldin, öyleyse yaşamaya
devam et!’ deyip denize bırakmış. Gövdesindeki lekeler de o lekelermiş.”[xxvii]
İlhan Berk’in Hz. Muhammed’le ve İslâm
tarihiyle ilgili bilgilerinin tevatür derecesinde olduğunu ortaya koyan bir
başka vesika, “28 Mart” (1990) tarihli günlüğüdür. Şair bu günlükte Kudüs’ü
anlatmaktadır. Kudüs’e şiir şöleni için gitmiş, gitmişken orayı bir yazı konusu
yapmak istemiştir. Fakat bir türlü yazısını yazamamıştır. Bunlardan söz
ederken, bir ara sözü peygamberlere getirir: “… eski Kudüs sokaklarını dolaşırken (ki Kudüs’te tarih taş demektir;
her şey, her şey taşla kucak kucağa yaşıyor; taşla tarihin bu denli içiçeliği
bir başka kentte düşünülmez). İnsan her an İsa’yla, Davut’la, Musa’yla,
Muhammed’le (Muhammed, Medine’den bir gece uçup Kudüs’e gelmiş.)
karşılaşacakmış gibi bir duyguya kapılıyor.”[xxviii] İlhan Berk El Yazılarına Vuruyor Güneş’te yer alan
bu Kudüs yolculuğunu İnferno adlı
kitabında da aşağı yukarı aynı cümlelerle dile getirir.[xxix]
Şairin bazı dini bilgilerinin menkıbe
düzeyinde olduğunu yansıtan bir başka metin bir şiirinin yazılış serüvenini
anlattığı yazısıdır: İlhan Berk, söz
konusu yazısında, şiir-dil ilişkisini açıkladıktan sonra, konuyu örneklendirir:
“Buradan da, hemen, son yazdığım bir
şiirin (İbn-i Hacer Heytemi’ye Göre Bir Ulunun Hayatı Üstüne Konuşmalar) bende
nasıl oluştuğuna geçmek istiyorum: Böylece hem yukardaki düşüncelerimi
bağlamak, hem de bu yazının konusuna gelmiş olacağım. Söz konusu şiir, İbn-i
Hacer Heytemi’nin yazdığı: İmam-ı Azam’ın Menkıbeleri adlı bir kitaptan
çıkmıştır. Elbette bu kitabı da öbürleri gibi dili, anlatısı için aldım ve öyle
okudum.”[xxx]
Buna göre İlhan Berk, İmam-ı Azam’ın
Menkıbeleri adlı kitabı okumuş, bu kitapta altını çizdiği satırları
defterine geçirirken küçük müdahalelerde bulunmuştur. İlhan Berk’in bu yazısı,
onun şiir oluşturma yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgi sunmakla birlikte, dini
literatürle olan irtibatının niteliğini de gösterir.
İlhan Berk’in, çok fazla olmamakla
beraber, tasavvufî terminolojiden de haberdar olduğunu söyleyebiliriz. Zira, Şairin Toprağı adlı kitabında yer alan
“Ahmet Yesevi”yle ilgili bir paragraflık anlatıda, mutasavvıfın hayatını,
dahası geçim yollarını anlatmaktadır.[xxxi]
[i] İlhan
Berk, Logos, YKY, İst., 1996, 61 s.
[ii] Age.,
s. 11.
[iii] İlhan
Berk, Aşk Elçisi, Arda’s Yay., İzmir,
1996, 239 s.
[iv] İlhan
Berk, Poetika, YKY, İst., 1997, 58 s.
[v] Age., s.
31
[vii] Age.,
s. 27.
[viii] İlhan
Berk, Şairin Toprağı, Simavi Yay.,
İst., 1992, 150 s.
[ix] Age., s.
40.
[x] El Yazılarına Vuruyor Güneş, s. 83-84.
[xi] Age.,
s. 84.
[xii] Age.,
s. 73.
[xiii] Age.,
s. 115-116.
[xiv] Age.,
s. 118-119.
[xv] Age.,
s. 121-122
[xvi] Age.,
s. 122-123.
[xvii] Age.,
s. 162-163.
[xix] Age.,
s. 158.
[xxi] Age.,
s. 132.
[xxii] Kanatlı At, s. 129-130.
[xxiii] El Yazılarına Vuruyor Güneş, s. 171.
[xxiv] Şairin Toprağı, s. 40.
[xxv]
İlka’nın kimliği için bkz. El Yazılarına
Vuruyor Güneş, s. 75-76.
[xxvi] Age.,
s. 72-73.
[xxvii]
Age., s. 169.
[xxviii]
Age., s. 208-209.
[xxix] İnferno, s. 81.
[xxx] Şairin Toprağı, s. 41. İlhan Berk’in
bahsedilen kitaptan aktardığı cümlelerden birisi de şudur: “Ve bir rekâtta Kuran’ı baştan başa okurdu”.
(Bkz., Age., s. 42).
[xxxi] Age.,
s. 62.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder