Şiir tayımızın yelelerinden esen
rûzigâr eritiyor mu içinizin donuk yağ ve kanlarını?
Siz ki, en ince sazlarla
terennümler mırıldanan şairler, zarif ruhlar, paramparça suretler kitlesi...
Siz ki, sararmış yapraklar, hüzün
vakti melodileri, umutsuz hastalıklar güruhu...
Çürümelere çıkıyordu bütün
yollarınızın sonu: Koyu bir eylemsizlik, ürperişsizlik, siniklik...
Yürüyordunuz ya, yüzükoyun uzanmış,
tasasızlıklar içre, hani! Gecenin serin
yıldızlarının altında, temaşalar denizinde, ne yüzüş, ne sürünüş!
Rahat, göbeğinize oturmuş, amanlar
olsun, öyle bir fotoğraf işte: Zevklerin canı şenlensin. Gelip git-sin pembelik
çağının kadehi, dönüp dursun elden ele...
***
Ve sonra...
Saatler prinç sesleriyle vurdu. Sığ
sesler, acı sirenler duyuldu.
Bağlandı gözleriniz, ki ışığı görecektiniz.
Etinizin derinliklerinde başka etler hissedecektiniz, gerçek-ten
hislenecektiniz. Yalnızlığınız çoğaltılacaktı...
Mengenenizin çelimsiz atlarına
dopingler verildi. Hızlandı diriltme. Karşı konuldu içinizdeki zehre, uyuşmanız
yenildi böylece...
Kanatlandınız. Can kuşunuz
havalandı. Belirdi kalplerinizin yeni yüzü, duru ve beyaz. Gövdenizdi, deprendi.
***
Ve sonra...
Yeni zamanlara erişimiz
birlikteydi, şiirin yatağından, sular akarmış gibi...
Vaktiydi yürümenin, boy atmanın,
dallanıp budaklanmanın, varlık içre
yitmenin...
Böylece, tasarladığımız ufkun adına şiirler söyledik,
yani ağaran şafak vakti düşlerimize...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder