31 Temmuz 2019 Çarşamba

BİR MELALNAME: İHTİYARIN VEFATI

İhtiyarın Vefatı adını taşıyan bir kitabı okumanın ne gibi bedeli olabilir? Bence, melâle müşteri olmalı bu kitabın okuru.
Polat Onat'ın ikinci kitabıdır İhtiyarın Vefatı... 2009'da yayımlanan ilk kitabının taşıdığı isim de ilginç: ‘Son’.
1979 doğumlu bir şair Polat Onat. İlginç bir yazı serüveni var. 2000'de yazmaya başlamış, dört yıl kadar dergilerde görünmüş. Baktım, ortalamanın altında eser yayınlayan dergiler bunlar genelde. Bu yüzden midir bilmiyoruz, şair, 2005'ten itibaren dergilerde görünmekten imtina etmiş.
İhtiyarın Vefatı'na gelelim... Hayatın merdivenlerini tırmanmış birisinin böyle bir kitap ismiyle karşımıza çıkmasını tuhaf karşılamayız, peki, genç bir şairin, eserine İhtiyarın Vefatı adını koyması garip karşılanmaz mı? Kitabın içeriğiyle bu kadar uyumluysa adlandırma, niye karşılansın?  Aksine, güzel bir tercihtir aynı zamanda...
Adı üstünde, tematik bir kitap İhtiyarın Vefatı: "I. B/ölüm: Yaşlanmanın Ölümsüzlüğü" ve "II. B/ölüm: Ölümlerle Yaşlanan" diye iki bölümden oluşuyor. Görüldüğü üzere, ölümle pençeleşen bir ihtiyarlığın takdimini yapıyor Polat Onat. Başlıklar değil sadece, Cenap Şehabettin, Abdülkadir Budak ve Mark Twain’den alınan epigraflar da bu pençeleşmeye delil sayılmalıdır. Fakat daha da ileri götürebiliriz örneklemeyi: Hemen her şiirin kapısı, aynı ağıtla kafiyeli... Sonuçta, tam da şairin söylediği gibi, "Günümüz yönelimlerinden uzak" "garip" bir şairle karşı karşıyayız...
Ayrıntıya geçmeden önce şu ilk bakış yargısını da bildireyim: Kavramlardan, adlardan, hele ki nesnelerden ibaret tek kelimelik şiirleri, evet, sadece adlarından ötürü, Sedat Umran'ın metinleriyle yakın, hatta akraba görebilirsiniz. Böylesi bir tehlikenin sınırından dönmeniz için Polat Onat'ın şiirlerini sabırla okumanızı tavsiye ederim. Fakat hangisini tercih edersiniz bilemem, Umran'ın şiirleri hayatın damarına çağırırken bizi, Onat'ınkiler ölümle yüzyüze bırakarak hayat memat arası bir sınırı zorluyor...
İşte birkaç başlık ve onlardan yapılmış manidar mısralar:
Anahtar: "görünmez ellerinle kuşku içinde / paslanmış bir anahtar uzatıyorsun bana / artık hiçbir kapıyı açmayacak bir anahtar." (s. 18)
Huzurevi: "yürüyoruz şimdi arkadaşlarla efkârlı / ikindi güneşi tatlı tatlı okşuyor mezarlık yolunu / ve seni gömüyoruz." (s.21)
Rahmetli: "bakıyorsun yosun gözlerinle / bekleyen son günlerine özlem renginde / derinlerden derin gülümsüyor toprak olmuş dudakların." (s. 23)
Serseri: "karanlık bir balad yazacağım ölmeden / belli ki yerim var düşlerinde / kış güneşi sevdiğim / pervasız serçe" (s. 30)
Mezar: "acaba hiç şiir yazmış mıdır burada yatan ölü" (s. 33)
Kitabın işaret ettiğim çerçevesini ele vermesi bakımından bu sıralama bir fikir vermiş olmalı; pekiştirmek için daha tasarruflu bir yol var mıdır? Şiirlerin adlarını şiirin metninden bir kelime yahut kelime grubuyla kodlasak:
Baston: "beyhude geçmiş ömür"
Bagaj: "tabut"
Teşekkür: "kocadım"
Pişman: "geleceğin ölüleri"
Arkadaş: "hastane / morg / mezar"
Bu tarz metinler "İlaç"ta, her bir derde yakalanmış birisinin ilaç sayım dökümü ile zirve yapıyor.
İhtiyarlık ötesi bir durumla (hayat memat demiştik biz buna) bizi yüz göz eden İhtiyarın Vefatı'nda mutlaka okunması gereken şiirler belirledim. Sözün sanatla kanatlandığı bu şiirlerden birkaç isim anayım:
Bilge (s. 19), Köy (s. 36), Anne (s. 39), Gözlük (s. 41), Kıyamet (s. 47), Avlu (s. 50), Gölge (s. 56), Şato (67), Derdo (s. 69), Maç (s. 77), Şair (s. 95), Kekeme (s. 97), Alevler (s. 109)
Polat Onat'ın genel bir tutumu üzerinde de durmak gerekir burada: Oyun oynuyor sürekli. Söz oyunu olsa mesele değil; daha ziyade şekillerle oyalanıyor. Bunlar daha önce birileri tarafından denenmiş şeyler; sakıncası yok, şairimiz yeniden denemeye girişiyor. Tabii ki bu aşamada kimi başarısız metinler de çıkıyor ortaya; yer yer küçük bir espriyle biten eskimiş kombinezonlar... Bunlar ne kadar görsel, müziksel unsurla desteklenirse desteklensin, cürmü esprisiyle müsemma oluyor... Şu başlık altındaki metinler bence öyledir:
Yaşamak (s. 28), Sandık (s. 31), Arkadaş (s. 43), İlaç (s. 48), Akvaryum (s. 54), Otopsi (s. 59), Biyografi (s. 78), Suskun (s. 82), Koleksiyoncu (s. 87)
Fakat dikkat edilsin, şairin bütün oyunlarına karşı değilim. Mesela, yukarıda da olumlu yaklaşımla bahsettiğim şiirlerden “Derdo” (s. 69) başlıklı metinde yerel ağız mükemmel bir ustalıkla kullanılmış:
"teneşirden kaldırırkene nice hafif / çahıyınan tezine mezer gazılmas / de get oglim de get derdim böyühtür / yilanlara çeres olacik kızanımın saçları."
Şunu da söyleyeyim: İhtiyarın Vefatı'nda benim favori şiirim, geleneğimizde hayli örnekleri olan bir tarzla oluşturulmuş “Kekeme” şiiridir.
Şimdi, lisan-ı pepegiyle yazılmış olan bu şiiri okuyalım:

KEKEME
te te terliydi sevdiğimin i i ilk
tu tu tuttuğumda heyecanla e e elleri
a a ardı ardına bitirilmiş gü gü günler
kı kı kırıldı aynası bu sa sa sağır gözün
ne ne nefes almak ço ço çok güzeldi
kurtlar ve so so solucanlardan hep korktum
yo yo yoğun endişeler iç iç içindeyim bayım
çü çü çürüyecek pamuk narinliğindeki o e e eller. (s. 97)

Netice: İhtiyarın Vefatı, son yıllarda yazılmış kendinden menkul (orijinal) bir kitap. Ortak dili zorlayan, yer yer yıkan bu tarz eserlere ihtiyacımız var...

(İhtiyarın Vefatı, Şiirden Yayınları, İstanbul, 2011, 126 s.)

(İlk kez 26 Mayıs 2011 tarihli Millî Gazete’de yayımlanmıştır.)

30 Temmuz 2019 Salı

RÜTBE ŞAİRLERİNE FİS-!

Son birkaç yıl içinde zamanımızın genel geçer kimi şair tutumları aleyhine bir hayli metin yazdım. Dost ortamları dışında mümkün olduğunca paylaşmadığım bu metinler genel olarak kahramanlarımızın “devrin ruhu”yla kurdukları görece negatif hallerine dair tespitleri dikkate alıyor.
Negatif hallerden kastım, onların “devrin ruhu”na duyarsız kalmaları değil; daha ötesi… Tümüyle devrin ruhunun yaygın dilinin emrine girmiş bir görünüm arz etmeleri…
Bunlara, vaktiyle poetikalarına “Şairin ‘bugün’den geçtiği”ni kaydedenlerin maalesef “bugün”ü ıskalayan, hayır ‘bugün’e ısrarla göz yuman kimi eski “bugün” şairleri de dâhil…
Fakat onlar bir başka grup şaire karşı mazur görülebilir. Öyle ya, ne de olsa devrin ruhuyla ilgili görüntülere kör ve sağır kalmayı marifet addedip, “Efendim, zihniyet (devrin ruhu) dediğin oyun hamuru zamane çamuru, ona bulaşıp batmayalım.” müptezelliğine düşmüş güruha da üye olabilirlerdi. 
Oysa ben bu müptezelleri de hoş görür hale geldim, iyi mi?!.  Eeee, sen de, diyeceksiniz ama durum bu. Ve bunun da sebebi, bir alt seviyedeki rütbe şairleri!
Üsttekileri mazur görme sebebim henüz kuvveden fiile geçmeyişleri. Bir potansiyelleri var, fakat kullanmayabilirler. Geri adım atıp söylediklerinden pişmanlık utancı bile duyabilirler.
 İflah olması mümkün görünmeyen rütbe şairlerine mensup olanlar ise korkunç hamlelere girişmiş vaziyetler sunmaktalar...
Mesela?
Mesela bir kısmı çıkıyor,  hukuk/ahlak manzaraları arasındaki mideyle terbiye etme söyleminin teşrifatçısı oluyor. Onları görünce, kendimizi sanki toptancı şirketinin pazarlama elemanları ile yüz yüze buluyoruz.
Oysa onlar, sekreteryasını yürüttükleri ve kamusal ihaleye girecek olan şirketlerinin âlî menfaatleri için, mesela, sadece kültür sanat faaliyetlerine ciddi bir şekilde odaklanabilirlerdi. Böylece, çantada keklik olan işlerini belki daha nitelikli yapabilirlerdi.  Bunu yapmaktansa, işgal ettikleri gazete köşeleri marifetiyle, mevcut şartlarda görece ‘iyi” kabul edilebilecek kimi hukuksal süreçleri baltalamaya kalkışıyorlar. Böylece çirkin bir tercihte bulunmanın efelenmesine soyunuyorlar. Üstelik kendilerini özdeş tuttukları, gölgesinde güneşlendikleri motor güç bile, bir şekilde geri adım atıp,  gıda sektöründe sözgelimi daldan budaktan, kabuktan değil de, meyveden yararlanılabileceğine hükmetmişken.
Bu rütbe halkını görünce şu klişe dolanmasın dilimize, mümkün mü:  Kraldan çok kralcı aşağı şairler; kendilerini kündeliyorlar, kişisel tarihlerini lekeliyorlar…
Bu arada bunlardan bir kısmı da, vaktiyle kitaplarına nakşettikleri besmeleye ihanet ederlercesine, tahribat, tahrifat ve tahkirat memurluğuna soyunuyorlar. Tahkirat mı? Daha da ötesi, muhbirlik modunda konuşlanıyorlar. Böylece, bir zamandan beri ortalıkta sıkça gezinen bağnazlık atmosferine od ateş taşıyorlar...
Malum, nicedir toplumumunuz ortak ve itibarlı değerlerimize saldırılıyor, onlar üzerinden medeniyet dünyamız tazyif, tahfif ve tahrip ediliyor. Yakın geçmişte, bir film üzerinden Âkif’e yönelik olarak başlayan bu çirkinlik salvoları, daha sonra farklı boyutlarda devam etti, ediyor. Bunlar, çağımız Türkiye’sinin en önemli mütefekkirlerine yönelik itibarsızlaştırma girişimiyle devam ediyor maalesef. Çok şükür bu küstah saldırılar şimdilik geri püskürtülebiliyor…
Meselenin rütbe şairleriyle ilgisi mi? Maalesef bu tür taciz atışlarında adı şaire çıkmış kimilerinin bayağılık erbabı pozu vermeyi tercih etmeleri…
Rütbe şairleri dedik, rütbeleri bu poz…

(İlk kez Sebîlürreşâd dergisinin Ocak 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)

27 Temmuz 2019 Cumartesi

ONA DEDİM KI...

Ona dedim ki giderken içimden
Geldiğinde yokum eminim ben
Kendini ihraç eden bir mağrur
Gibiydim sahiden sahibinden
Ve yerimde yeller esiyor şimdi

Balkes, 23 Temmuz 2019

CUMHURİYET BENİMLE...

Cumhuriyet benimle geliyor
Bastığım toprağı yurt ediniyor
Şirret diyorum ben ona şi'rrrr...
Karasevdayım diye bağlıyor o
İlmeğini ipince benliğime.

Balkes, 23 Temmuz 2019

26 Temmuz 2019 Cuma

BU DEVİ...

Aynalı körüğü  isteyen gönül
Sözleri pus dolu kalpsizin evi
Yaylıda ispittir oysa asıl dil
Yıkamaz rûzigâr işte bu devi

Balkes, 22 Temmuz 2019

DEUTSCHLAND

Deutschland bir şapka pabuç rafında
Kafası secdeye gitmiş olmalı
Gereklilik kipine asıldım amma
Yaz dolambacında Deutschland valla.

Balıkesir, 22 Temmuz 2019


BİR KÖPEĞİ BESLEDİM

Bir köpeği besledim ömrüm boyunca
Şiirlerimi ona adadım kinle öfkeyle
Giderayak sayılsın itiraf kabilinden
Bir vaveyla medet diyor bin eninle...

Balkes, 23 Temmuz 2019

22 Temmuz 2019 Pazartesi

ÇOCUKLUK

Sükutu bekliyor Ali Eren'in
Cami bahçesinde ah bisikleti
Çıkmıyor umutlar ikindi vakti
Kalpleri atıyor Ali Eren'in

Masaya yaslanmış önü de çitli
Asık surat çatık kaşlı kilitli
Kırmızı giyinir gönlü bulutlu
Günleri geçmiyor Ali Eren'in

İkisi de mutsuz Ali ve Eren
Ali'yi temsilen Çocukluk yazan
Şairin sözleri kalır direnen
Gözleri parlıyor Ali Eren'in

12 Kasım 2017, Bursa



19 Temmuz 2019 Cuma

KENDİMDEN GEÇMENİN...

Kendimden geçmenin hamağındayım
Bir küheylan beşiğim oldu benim
İstemem zulme dönüşen gölgeni
Hayal denizidir yegâne devletim

Ankara, 19 Temmuz 2019

TAŞ

Taş yerinde ağır odunsa hafif
Dûn olanın kalbinde yoktur bağ ve lif
Sele ver yele ver hayatından defet
Çek git ipini sana olanın muhalif

Ankara, 18 Temmuz 2019

O KAHKAHA KELEBEĞİ...

O kahkaha kelebeği ininde
O şenliğin ipekten böceği
O her girdiği delikten sana
Yaslar ısmarlar dilin kesici

Ankara, 17 Temmuz 2019

ŞEKVA

Şekva şimdi sana ağlıyor
İpe gerdin kendini ipince
Bir pençe vurdu bin sandın
Hayat keskindi zaman dinince

Ankara, 17 Temmuz 2019

ANLADIN

Bir boşlukmuş yaslandığın
Adın uçuruma koşan fişek
Bir ihmaldi belki de ıskaladın
Anlam-sızdı nihayet anladın

Ankara, 17 Temmuz 2019

GÖLGE HAKİMİ

Bunca kepçe bunca grayder
Damperli bunca kamyon
Çok çalıştınız

Ayaküstü nice dosya
Atık kağıt fabrikası
Konteynırı 

Kül ya da cüruf ustası
Diyeceğim size

Ankara, 18 Temmuz 2019

17 Temmuz 2019 Çarşamba

ADEM TURAN’IN HAYÂL GÜZELİ

Hayâlleriniz var mı? Diğer bir ifadeyle yaşamaya gücünüz? Yani nedir yaşamaklığınız bu âlemde?

         Şairler ki, hayâl denen gölge güzelin esirleri değil midirler? Gıdalarının büyük bir bölümünü onu soğurarak sağlamazlar mı? Böylece, söyledikleri, yazdıkları çokça zaman, ziftli bir gecenin içinden ge-çip giden “hayâl meyâl şeylerden” ibaret değil midir?

         Yepyeni bir ufku fethedip ışıltılı gözlere sahip olması için, şair, bunları bağrında taşımasını bil-melidir.
         Ve onu o yapan iç ve dış etmenlerle birlikte, tasarı makinesi ne kadar keskin çalışıyorsa, o kadar geniş bir hayâl ormanı kurgulayacaktır:
         “Her şey yeniden başlayacak biraz sonra
         Duvarları zorlamadan, ellerinizi
         Çırpın ve bekleyin;
...”
        
         Sonra, “Masal”larından çıkıp hayatın orasına burasına takılıp kalan kahramanlar ve şair, baş başa verip her bir şeylere sirayet edeceklerdir:
         “Yağmurda yürümek, geceyi dinlemek, ürpererek
         Ama bütün bunlar şiir kadar uzak
         İmkânsız ve hayâli şeyler;
...”
İmkânsızla hayâliyi aynı kefede ortalayan şair, nasıl da zorlamasız topluyor avucunun geri teptirme-yen bölümüne, bunları:
         “Birdenbire oluyor her şey, birdenbire değişiyor
         Ben birdenbire ‘ben’ oluyorum, ellerim birden bire el!
         Yerin altına iniyorum,göğe çıkıyorum, sarsılıyorum
         Mekânlar birbirine ekliyor, saatler birbirine
         Suların ve dağların ardından gelen hayat
         Birdenbire ayartıyor beni
         Çoğalıyorum.”
         Hayâl, şiirin canı. Hayalin olduğu yerlerde daha başka neler mi var? Rüya, mûsikî, çocukluk, dönüp duran bir ahenk:
         “sis ve boşluk
         can ve beden
         yusuf ve kuyu
         dönüyorlar birbirleri etrafında
         terliyorum”

         Hayal (ve kardeşleri) kışkıran/kışkırtan nitelikleriyle yarıp geçerler zamanı, yarının sayfalarını renklendirirler. “Düş ve Çocuk”ta, kendini Kızıldeniz yerine Nil’e bırakacağından dem vurulan çocu-ğun “Toprak olmayı arzuluyor...” olması, böyle bir âteşin hararetten kaynaklanıyor. “Çocuk ve Gece”de de böyle. Geceyi zorlayan çocuk, yeniliyor, evet. Lâkin “hayâl”in “göğe doğru” kanat çırpan özgür ruhu, ufku ve utkuyu düşündürüyor.
         “Kısacık bir tarihim ben
         Henüz defterim tertemiz”
dizeleriyle başlayan “kısa Tarih Şiiri”, şairin hayâl âlemini, yani o berrak “aynadaki dünya”sını sergileyen bir şiir:
        
         “...
         Hayâllerimin aynasına bakarım, aynadaki dünyaya...
         /sonra girerim oraya ve orada yaşarım
         da kimseler bilmez bunu, hayâllerimin
         gezginiyim çünkü ben ve geçerim hayâl
         odalardan, gecelerden, hayâl
         şehirlerden sonsuz bir
         ırmağa girer gibi
         ...”
        
         İşte “Hayâl Defteri”nin en sevdiğim şiiri: “Ayna”. Nasıl açmalı onun sırlarını? Üstelik bu gerekli mi? “Tılsım” bozulur mu? “Yok olmanın sırrı” küçük bir denemeyle çözüme kavuşturulur mu? Şöyle başlıyor “ölüm” gibi güzel şiir:
         “Daha kapıdan girer girmez, toprağın
         hakkını soruyorlar bana, içimdeki canı,
yokolmanın sırrını;
         geldiğim şehri soruyorlar, eski gülüşlerimi,
                                                             düşlerimi;
         ...”

         Net sözler peşine düşüp durmanın âlemi nedir ki? Hem, şiir değil mi canım okunmayı bekleyen kitaptaki kanatlı sözlerin adı? Ne duruyorsunuz, imzalayın şu “aşk bildirisi”nin altını, gözlerinizle: “Saçımı taradım, tıraşımı oldum, şiir’im bitti” diyerek yeni başlangıçlar muştulayan şairin, “hayâl defteri”ni, okuyun bir...
------------------------------
* Hayâl Defteri, Adem Turan, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997.

ARİF AY’IN “YİRMİ YAŞ ŞİİRLERİ” YAHUT AŞKIN MEŞKİ...

Yaşını soruyorum, yaşınız kaç, diyorum. Duruyor, şöyle bir süzüyor, önemli mi aşk için yaş demeye getiriyor, belki de iyice sinirleniyor içinden.
Önemli mi aşk için yaş diyorum.
Ama, diyor,  itiraz ederek, gençlik?
"20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı"yı hatırlıyorum. Hangi aşk vurgunu dostumda kaldı kitaplığımın bu en kadim ve canlı yaprakları?
-İlk aşk mıydı?
Mektuplarla yetinip melankolisini bastıranlara dönüyorum. Kendime dönüyorum.
"Ben ve Elma!", "Neru ve Rosa!", "Maya ve Brike!"  Hepsi  kader!
"Sayıları unuturum/ hep iki olurum"
Yaralı tarihe dönük yüzümü, buraya, yeni yönüme çeviriyorum sonra. Marazlardan sıyrılıp.
Ama öyle değil miydi? Hepsi kader değil miydi? Neyse, dönüyorum. Nedense Leyla'ya, Şirin'e yaklaşıyorum. İyi de oluyor. Başlangıçta kesretin gölgesi zuhur etse de, eni sonu, yüzde Vahdet çiçeği açacaktır.
Çünkü aşk bu. Ondurur. Göynütür.
        
***
İlk aşktan söz ettim yukarda. Ama söz döndü, başka yurtlara yürüdü. Oysa "İlk Gül" olmalıydı karşımda. Bozkır akşamlarıyla başlayan bir geliş ve kısa sürede soluş:
         "bir ev yaptım çocuklardan
         çatısı kuşlar olan
         mutluluğum hep yalan hep yalan"
         Aşk bir mutsuzluk adresi midir? Nedense öyle denilir. Bakın bütün şairane eserlere. Istırab. Bunun için yanıp tutuşur âşık. Yok der, yok! Azsın kanım, raks etsin acılar sarhoşluğum.
         "mevsimler geçti sen hiç geçmedin"  veya "giderim bana yolların kalır" ve yine "sen bırakıp gittin ya hayat bırakmadı/hayat hep sende aktı" mısraları aynı ruh ortamının mahvedici bir sükutla telaffuzu değil mi?
        
***

         Bir de kışkırtan şiirler... Şiir bütünüyle kışkırtmadır zaten. Ama aşk şiirleri, katmerli.
         Bu katmerli kışkırtıcıların içinde özel konuma sahip olanlar da vardır değil mi?
         Cinsellikten bahsediyor şair. Açık açık erotizmden. Girilmemiş yola giriyor.
         "Kadın kışkırtmaya hazır
         kanımdaki köpeği
         bütün hatlarıyla hazır
         kabaca yuvarlak eti"
         Biraz daha sırlasa keşke kelimeleri diye geçiriyorum içimden. Şaire müdahale etmek de istemi-yorum doğrusu. O ise yine eskilere gidiyor.  Anıları yokluyor.
         "yetimdim öpememiştim o an seni
         durup durup o ânı öpüyorum şimdi"
         Bu geçmiş zaman aşkından sonra başka bir sahneye giriş yapıyoruz. Sahi, "Sokaklarda Koybol-du Aşk"ın  tiril tiril beyaz bluzlu kiraz'ının kaç a'sı var?
         "mevsim yaz başı/bluzun tiril tiril beyaz/bir okul duvarının duldası mıydı/bir akasya gölgesi mi/ iki çift söz edecektik/baban göründü sırtında hasır sepet/ bizi bir telaş aldı/benim yanaklarım kan kırmı-zı/haydi dalları bastı kiraaaaaaaz/yolları kesti kiraaaaaaaaaaaaaaaz"
         Peki,  "tap/tap/ t/a/p"sesleri  kimin, mehtap'ın mı, yağmurcun mu?

***
         Adı üstünde, "Yirmi Yaş Şiirleri"* bunlar. Hayta. Başıboş. Vurdumduymaz. Böyle olmalı, kav-ramalı sevdalı bakışları, aşka susamışları, aşkta boğulmuşları.
         Bitirirken belirtelim. Sadece aşk şiirleri yok "Yirmi Yaş Şiirleri"nde. Farklı konular, farklı biçim-lerle sunulmuş okuyucuya.
         Ama ben aşka döneceğim yine. Diyeceğim ki, şairler, şiir yazın, ama aşk için de  olsun mısraları-nız, bekliyorum.

* Arif Ay, Yirmi Yaş Şiirleri, Yedi İklim, İstanbul, 1995, 80 s.

16 Temmuz 2019 Salı

ÖLÜMSÜZLÜĞE GENE DE

1/
yakıyor duman
üfüldüyor
kavuruyor
ölüyorum
ölüyor

soğuk sular soğuk
(sıcak da olabilir)
buhar buhar terliyor bedenlerden

(toprağım ak benim. toprağım ak.
kanatlarım ak uçuyor güvercinlerimde.)

ezip geçiyor trenler
ezip biçiyor kollarımı
kirpiklerim diken diken
gülüyor acılara katrancılar


2/
--- sayın tülperde konuşmacılar,
sayın gelgeç azınlık azgınlıklar!
(tanıdığım yerlerde hep siz vardınız
hep siz yaşadınız dünyamı ve hep siz
ipsiz halatsız tutarlılıklarınızla!)
faili de tanığı da sizsiniz
ölümlerimin

3/
alacaklısına ulaşamadan yırtılan sevinçlerimin
yasa içi yırtıcıları
(evet, söylediklerimden alınabilirsiniz!)

4/
yakıyor duman
üfüldüyor
kavuruyor
yaşam mülkiyeti çalınmış bir çocuk
yaşama dair kırmızı notlar tutuyor
                                            
İzmir, 1986

12 Temmuz 2019 Cuma

AYYUK GAZELİ

“Bilardo bırakılmış isteka unutulmuş”
Diyordu hani Puşkin biliyor ayyuk

Arka bahçe yazını yeni renge büründü
Ergenekon ah'lanmış ağıyor ayyuk

Soruştur durma kıtayı heseka amca beya
Dumanlı balkonunda duruyor ayyuk

Terör azmanı analiste bak bakayım a sosyal
Triliçeyle değil trolle ölüyor ayyuk

Kanlıcalı Zibâ’yla çukur ambar içinde
Aç açına Nur Baba yatıyor ayyuk

Gönle müdür sayalım bekçisini Galata
Sarayın tünelinde efkârın dağlıyor ayyuk

Az ötede oluyor şu tepenin ardında
Kisvenin pisi'sini sağlıyor ayyuk

Jacques Vergés ne yapsın saldırıyor tank
Temmuz tanıklarını sanığa sayıyor ayyuk

Ayyuk dedim kesildi filler pasif kesildi
Boyun eğmez şiirim dilim diliyor ayyuk

Ankara, 2 Temmuz 2019

SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE GELENEKSEL MUHTEVA UNSURLARININ GÖRÜNÜMÜ

Sezai Karakoç, döneminin şairleri arasında, geleneğin muhtevayla ilgili yönüne eğilimi bakımından farklı bir konum arz eder.
Bunu daha iyi görebilmek için,  onun şiirlerini geleneğe ait konu, bilgi, kültür ve kavramlar bakımından olduğu kadar, edebî sanatlar açısından da dikkatlice incelemek gerekecektir.

1. Karakoç Şiirinde Geleneğe Ait Konu, Bilgi, Kültür ve Kavram Unsurları
Sezai Karakoç, bir tez halinde de savunduğu ‘Diriliş’ fikri çerçevesinde, kültürel geleneğin muhteva olarak beliren yönünü, dinamik bir unsur sayıp merkeze yerleştirir. Onun fikrî  platformda  ortaya çıkan bu tavrı, şiirlerine de yansır.
Sembolik bir anlam taşımaktan ötede, şairin poetik algısındaki derin bir gerçekliğe de işaret eden “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak/Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine” (Şiirler IV, s. 21, 22) veya “Esir Kent’ten Özülke’ye” şiirinin “Gülle başla şiire atalara uyarak/Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle” (s. 30) şeklindeki mısralarını Karakoç’un dünyasını kavramak için burada öncelikle hatırlatmak gerekir. Zira, birbirinin tekrarı mahiyetindeki bu mısralarda şair geleneğin şekil özelliklerinden olduğu kadar, bundan da ileride, ‘kelimeler ülkesi’ tamlamasıyla, muhtevayı ön plâna çıkarmaktadır
Sezai Karakoç’un geleneksel  kültür ve edebiyattan yeniden kullanım şeklinde şiirine kattığı unsurları eserlerinden çıkarıp arka arkaya sıraladığımızda, onun  söz konusu tavrı daha açık anlaşılır. Bu noktada, şairin incelediğimiz dokuz şiir kitabından çıkardığımız aşağıdaki isim, mefhum ve kavramlar listesi bir fikir verecektir sanıyoruz.
Sezai Karakoç’un klasik kültür ve edebiyatı kaynak olarak kullanırken andığı veya yeniden yorumladığı  unsurlar (‘kelimeler ülkesi’) olarak şunları tespit ettik: Şiirler I’de ‘abıhayat’, ‘Hızır’ ‘İsa’, ‘Yahya’, ‘Meryem’, ‘Zebur’, ‘İncil’, ‘Tevrat’, ‘Kur’an’, ‘Musa’, ‘Beraat Gecesi’, ‘Muhammed’,  Yusuf’, ‘Davut’, ‘Hüthüt’, ‘Züleyha’, ‘Süleyman’, ‘Belkıs’, ‘Karınca’, ‘Hüthüt’, ‘Şuayb’,İlyas’, ‘Eyyub’, ‘Zülküfül’, ‘Yuşa’, ‘Şit’, ‘Yahya’, ‘Nuh’, ‘Nuhun gemisi’, ‘İbrahim’, ‘Yakub’, ‘Firavun’, ‘Lût’, ‘badısaba’, ‘Yunus’, ‘Hârut’, ‘Marût’, ‘Kıtmir’, ‘Zekeriya’, ‘İdris’,  Bünyamin’, ‘Mevlâna’, ‘Mesnevî’, ‘Muhyiddin’, ‘Şems’, ‘İbn-i Arabi’, ‘Hallac-ı Mansur’, ‘Şeyh Galib’, ‘Miraç’, ‘İsmail’, ‘Salih’, ‘Burak’, ‘Bedir’, ‘Uhud’, ‘Hendek’, ‘Mekke’, ‘Medine’, ‘Mağara’, ‘örümcek’, ‘güvercin’, ‘Ali’, ‘Ebubekir’; Şiirler II’de  İshak’, ‘Nemrut’, ‘Kerbela’, ‘Cebrail’, ‘Mikâil’, ‘sûr’, ‘İsrafil’, ‘Azrail’, ‘Firavun’, ‘İsmail’, ‘gül’, ‘şarap’, ‘ashab-ı kehf’, ‘İbn-i Batuta’, ‘Evliya Çelebi’, Şiirler III’de ‘Ad’, ‘Semud’, ‘Salome’, ‘çarmıh’, ‘Şehrazat’, Şiirler IV’de ‘Şeyh Galib’, ‘Halid İbn-i Velid’, ‘bülbül’, ‘Baki’, ‘Nef’i’,  Şiirler V’de ‘Lebid’, ‘Firdevsi’, ‘eski kasideler’, ‘menekşe’, ‘Nesimi’, ‘Karagöz’; Şiirler VI’da ‘Leylâ’, ‘Suna’, ‘Mecnun’, ‘Nevfel’, ‘Mum’, ‘Pervane’, ‘Hafız’, ‘Câmi’, ‘Nizami’, ‘Kaf’, ‘Nûn’... [1]
Şairin bu unsurlarla irtibatı çoğu defa Divan şiirinde de olduğu gibi, muhtelif kişi, olay, durum vb. (Dini ve tarihi şahsiyetleri, enbiya kıssalarını, mucizeleri, efsânevi kahramanları, çeşitli rivayetleri, vb.) hatırlatma (telmih) düzeyindedir. Bu tür kullanımlarla ilgili örneklere geleneksel sanatların İkinci Yeni şiirindeki tezahürünü inceleyeceğimiz bölümde ayrıntılı olarak yer vereceğiz.
Yukarıdaki listede geçen unsurlardan bir kısmı da geleneksel şiirde kullanılan mazmunların modern şiirdeki kullanımı şeklindedir. Yeni oluşmakta olan bir şiirin, kısa dönem içerisinde mazmunlar oluşturması mümkün  değildir. Böyle bir gerçeklik içerisinde, geleneğin dinamik dünyasına sahip çıkan bilinçli bir şair, geçmişte varolan mazmunları kendisi için bir çıkış kapısı olarak görür.
Sezai Karakoç, bu konuda Cumhuriyet devri şiirinde bir öncü sayılabilir. İşte onun bazı geleneksel mazmunları kullanış örnekleri:
Gül Muştusu” şiirinde şarap:
Gül şarabından içtik sabahları
Namazın ta kendisi gül şarabı
Bir şarap oruçlarımızdır damıtanı” (Şiirler II, s. 92)

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinde bülbül ve gül:
Dünya bir ağaç
Bir özlem duvarı
Bülbül sesine
Şair
Gündüzü bir gül gibi
Akşamı bülbül gibi
Sarıp sarmalayan öfkesine” (Şiirler IV, s. 20)

Esir Kent’ten Özülke’ye” şiirinde sabâ rüzgârı:
Bir bad-ı saba gibi es doğudan batıya
Hayatı yumuşattığın gibi ölümü yumşat” (Şiirler IV, s. 33)

Sezai Karakoç’un şiirindeki bazı söyleyişler geleneksel şiirdeki söyleyişleri hatırlatır:
Fırtına” şiirinde yer alan aşağıdaki parçada sanki bir Yunus Emre sesi vardır:
Ekin gibi biçildim öldüm ama dirildim
Kemiğin ve etin ateşini attım öteye” (Şiirler III, s. 25)

Sultan Ahmet Çeşmesi” başlıklı şiirde ise türkülere yaklaşan bir söyleyiş hakimdir:
Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasına oturmuş mesut bir ağır
Bütün gün türkü çağırır” (Şiirler III, s. 82)

Masal” şiirinde (Şiirler IV, s. 19) yedi oğlundan altısı gittikleri Batı’da feci yozlaşmalarla yitip giden babanın ve en küçük oğlunun serüveni masal söyleyişine  yaklaşık bir anlatımla sunulur.
Şair, “Liliyar” şiirinde ise bir türküye atıfta bulunur:
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil” (Şiirler III, s. 75)

Başka bir yerde yine bir türküye atıfta bulunur:
Bundan mı ki
Sana
‘Sarı yıldız
Mavi yıldız’
Demiş halk şairi.” (Şiirler VIII, s. 27)

Sezai Karakoç, geleneğin izlerini sürerken, onun konularını bu günün şartları içerisinde tekrar yorumlar. Buna iki örnek vermek istiyoruz: “Şehrazat” (Şiirler III, s.101) ve “Leyla ile Mecnun” (Şiirler VI, tamamı.)
Şair, “Şehrazat” şiirinde Doğu edebiyatlarının “1001 Gece Masalları” adıyla bilinen klasik hikayelerinden aldığı Şehrazat’ı, yaşanılan çağa, örnek bir kahraman olarak takdim eder.
Karakoç, Leyla ile Mecnun[2]’da ise daha geniş bir işe girişir. Klasik Doğu edebiyatlarında sürekli olarak işlenen Leyla ile Mecnun hikayesini tekrar yazma sınavına girişen şair, klasik hikayeyi,  kimi zaman yeni unsurlar ekleyerek, kendisine özgü bir üslupla ve başarıyla anlatır.  Bu şiirde şairin klasik şiirdeki Leyla ile Mecnun’lara eklediği yenilik veya getirdiği farklılık sadece ‘sebeb-i telif’, ‘münacaaat’ gibi bölümleri sona bırakarak, şekilce bazı yenilikler yapmak değildir. Bunların yanında, bazı bölümlerde, muhteva farklılıkları da, örneğin “Doğum” (s. 11) bölümünde anlatılan doğum sanki Peygamber’in doğumuna yaklaşma gibi, gerçekleştirilir. Hikayenin sonunda önce Mecnun, ardından Leylâ’nın ışığa dönüşmeleri  ve orada buluşmaları da yenilikle ilgili bir örnek olarak belirtilebilir. Bu arada, hikayede şairin şekil olarak yapmak zorunda kaldığı şeyler (‘sebeb-i telif’, ‘münacaat’ vb) şaire göre, yaşanılan çağın olumsuzluklarından, daha açıkçası, gelenekten topluca kopukluklardan kaynaklanmıştır. 

2. Karakoç Şiirinde Edebî Sanatlar
Edebî metinlerin sağlıklı bir şekilde incelenmesinde, kendisinde bulunan söz ve anlam sanatlarının tespit edilip yorumlanması ayrı bir önem taşır.
Bilindiği gibi, edebî sanatların kullanımı özellikle Divan şiirinde üst seviyelerdedir. Öyle ki, Divan şiirinde sanatsız bir beyit bulmak bile neredeyse mümkün değildir. Hatta, Divan şairlerinin en küçük nazım parçalarında bile birkaç çeşit sanatı bir arada görebiliriz. İşte, Divan şiirinin asıl yüzünü anlamak da bu yapıyı oluşturan iç dünyayı anlamaktan geçer. Bu dünya ise, ‘tenevvü’e (‘çeşitleme’ye) bağlı olarak gelişen sanatlar silsilesi ile kurulur.
Divan şiirinin bu yapısı, kendisi hakkında çeşitli yorumların yapılmasına, hatta kimi zaman olumsuz sıfatlarla anılmasına sebep olmuştur.
Fakat ne denilirse denilsin, bu şiirde şairi zorlayan pek çok husus vardır. Nazım şekillerindeki kendinden taviz vermeyen bütünlük ve olgunluk, duygu dünyasını çekip çeviren ve önceden sınırları çizilmiş olan mecazlar, sanatlar, mefhumlar ve mazmunlar dünyası, şairin hüner gösterme ve yeni şeyler söyleme arzusu  (tasannu), bunlardan bazılarıdır.
Buna bağlı olarak,  Divan şiirinde neyin neyle ilişki içine sokulacağı genellikle önceden bellidir. Şairin elindeyse sadece kelime vardır. Kelimeyi öyle kullanmalıdır ki, hem söylenmemişi söylesin, hem de söylenmişe zeval gelmesin. Bu oldukça zordur. Pes edenin şairliği ortadan kalkacağı gibi, ulu orta davrananın şairliği de tartışılacaktır.
Bu ve benzeri sorularla da incelediğimiz Sezai Karakoç şiirinde, söz ve anlam sanatlarından faydalanma, bu sanatları şiirin bir unsuru olarak görme oranı oldukça yüksektir. Teşbih, teşhis, telmih, tecrit, tekrir, hüsn-i ta’lil, tenasüp, tezat, mübalağa, istiare, cinas, akis, tevriye, leff ü neşr, nida, iltifat, iştikak, iktibas, istifham vb. bu çalışma sırasında bizim dikkatimizi çeken sanatlar olarak anılabilir. Şimdi  bu sanatları Karakoç şiirinden seçtiğimiz örnekler üzerinde gösterelim:
Teşbih:
Aralarında çeşitli yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz olanı, üstün olana benzetme sanatı olarak teşbih hemen bütün İkinci Yeni şairleri tarafından kullanılmıştır. Sözkonusu kullanım, Karakoç’ta daha orijinal bir nitelik arzeder:
 Gül Muştusu”ndan:
Bahar dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül
Güllerin içine yağdığı
Bahar aydınlıklarının
Şeyhe yaklaşan bir mürit gibi
Doluşu bahçemize” (Şiirler II, s. 71)

Karakoç, aynı şiirindeki şu örnekte ‘Şarab’ı Divan şiirindeki gibi, mazmun olarak da kullanır:
Gül şarabından içtik sabahları
Namazın ta kendisi gül şarabı” (Şiirler II, s 92)

Şehrazat”tan:
Sen bir rüya geceleyin gündüzün
Sen bir yağmur ince hazin
Sen şarkılarca büyük uzun
Sen yolunu kaybeden yolcuların üstüne
Bir ömür boyu yağan bir ömür boyu karsın” (Şiirler III, s 101)

Teşhis (ve İntak):
İnsan dışındaki canlı cansız varlıklara, soyut duygu ve düşüncelere, insana has nitelikler vermek ve bunları konuşturmak Sezai Karakoç’ta sık kullanılmamakla birlikte, devrin diğer şairlerine oranla daha haz verici niteliklerle ele alınmıştır. “Fırtına” şiirinden:
Ay gölgesi bana vuran bir at kükremesiydi
Fırtınada dönen yağmurun ayakkabısı pelerini
Şarabın şapkası gecenin geceliği
Şapka ki şaraba ait
Kıyıda balık avlayan bir deve fırtınası
Uzamış yer boyu buğulaşan ölülerin sesi” (Şiirler III, s. 19)

Leyla  ile Mecnun” şiirinde teşhisin  teşbih ve mübalağa sanatları ile bir arada kullanılmış olduğunu görüyoruz:
Develerin kumda yuvarlanması iyiye yorulmaz
Derler: Mecnun gibi olmuş bu deve işe yaramaz
Atlar kişneyip eşindi mi yerlerinde
Derler: Mecnunu düşünde mi görmüş bu at ne” (Şiirler VI, s. 38)

Karakoç, geçmiş dönemlerin olay ve kişilerine bol atıflar yapmış, onları hatırlatarak yeni şeyler söylemiştir. Geçmişe doğru atılan bu adım, onun şiirinin Telmih sanatı bakımından zengin olmasını sağlamıştır.  Öyle ki Sezai Karakoç’un en gözde sanatı telmih sayılabilir. Şair, Kur’an’da geçen pek çok hikayeye, enbiya kıssaları ve mucizelere, tarihi ve efsanevi şahsiyet ve kahramanlara yaptığı atıflarla geleneksel kültürü günümüze taşımıştır. Şairin bu yönünü daha ilk etapta “Hızırla Kırk Saat” ve Leyla ile Mecnun” şiirleri isimleriyle ihsas ettirir. Karakoç’un telmihleriyle ilgili küçük bir bölümünü örnek olarak sunuyoruz:
Hızırla Kırk Saat” şiirinden alınan aşağıdaki metinde Hz. Yusuf-Züleyha; Hz. Süleyman-Belkıs-karınca-hüthüt kıssalarına telmihler yapılmaktadır:
Yusuf gömleğinin yıkandığı kaynak ondandır
Mısırın kapıları onunla açılır
Davutun demirini eriten o
Karıncanın karnından konuşandır
Hüthüt onun üstünden yedi kere uçandır” (Şiirler I, s. 21)

Hızırla Kırk Saat”ten alınan şu metinde ‘Ashab-ı Kehf’ olayına atıf yapılmaktadır:
Köpek nerde
HEPSİ BİRDEN (bir korkuyla) - Evek köpek nerde
-Köpek ne dışarda ne içerde
Kayanın kendisi belki
Mağaamızı evrenden ayıran
Kayserden ve Kayser kentinden ayıran” (Şiirler I, s. 46)

Köpük” başlıklı şiirinden aldığımız şu bölümde Hz. Meryem ile Hz. İbrahim, Hz. İsmail peygamberlerin hayatlarına yapılan telmih, başka sanatlarla birlikte (teşbih, mübalağa, tezat) bulunmaktadır:
Akşam kente bir meryem gibi girer
Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
Kurban kesilirkenki karanlık
İbrahimin bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
Keskin ışık
İsmail
İsmail bir çocuk başından serçe geçen
Mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
Omzundan arşlar dökülen” (Şiirler III, s. 10)

Tekrir, şairin heyecanlarına kapılarak sözü etkileyici bir şekilde tekrarlamasıdır. Şair, tekrir yoluyla ifadeyi pekiştirir, sözünün etkisini artırır, anlamı güçlendirir. Sezai Karakoç’un sevdiği ve başarıyla uyguladığı sanatlardan birisi de tekrirdir. Devrinin şairleri arasında bu sanatı belli bir heyecan sonucu ve amacına uygun şekilde uygulayan tek şair sayılabilir:
Taha’nın Kitabı”ndan aldığımız bir örnek:
Kavis görmek Taha’nın gözünde yeni bir gelenek mi
Yoksa bu yaz güneş yanıp duran bir kelebek mi
Kalbimiz etilen bir çiçek mi bir böcek mi
Yoksa yeni gök giysileri örülen yepyeni bir ipek mi
Büyük kan dolaşımında bir bozukluk mu
Küçük kan dolaşımında kırılan bir zemberek mi
Kış mı karakış mı kan karıncalanması mı karında
...” (Şiirler II, s. 15)

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiirinden:
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
(...)” (Şiirler IV, s. 28)

Hüsn-i Ta’lil, bir olayı, ifadeye güzellik katacak şekilde, kendi oluş sebebinin dışında başka bir sebebe bağlama sanatıdır. Sezai Karakoç’un “Taha’nın Kitabı”ndan alınan aşağıdaki mısralarında hüsn-i talil’in yanı sıra telmih ve mübalağa da vardır:
Önümde Yakup Yusuf ve İshaktınız
Arkada kaynak sular kadar berraktınız
Dün akşam üzeri güneşi siz batırdınız
Başkası değil doktor güneşi siz batırdınız” (Şiirler II, s. 20-21)

Şairin “Gül Muştusu”ndan bir örnek:
Sen ata bindin mi oğul
Atlar ayrı kişnerdi
Arafat dağını görmüş gibi
Göğe sıçratırlardı başlarını” (Şiirler II, s. 103)

Köşe” başlıklı şiirinden:
Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı” (Şiirler III, s. 87)

Karakoç’un şiirinden, aralarında anlamca ilgi ve uygunluk bulunan kelimelerin bir arada kullanılmasına (tenasüp) da örnek verebiliriz.
 Hızırla Kırk Saat” şiirinden:
Ne cennet ne cehennem ne dünya
Ârafım ben
Cennet demektir benden biraz ileri gidersen
Dünyadır cehennemdir” (Şiirler I, s. 56)

Tezat, yani iki duygu, düşünce ve hayal  arasında birbirine zıt olan nitelikleri ve benzerlikleri bir arada toplama sanatıdır. Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’nda dikkat çeken şu tezat, teşbih ile bir arada karşımıza çıkar:
İçe akan gözyaşları
Kan damlaları
Bir savaş, zafer saymak yenilmeyi
Ne ileri gidilebilir
Ne geri dönülebilir
Bir yürüyüş, çölün en derin yeteneği” (Şiirler VI, s. 8)

Aynı şiirdeki şu tezat da yüksek bir heyecan anında söylenmiş hissi verir:
Mecnunun babası gönlü daralmış dönüyordu
Bir hayat için gelmiş bir ölüm götürüyordu” (Şiirler VI,  s. 36)

Leyla ile Mecnun”daki şu parça tezat bakımından daha yoğundur:
Evet doğdu yine doğmayacak sandığım güneş
Geldi gelmez dediğim haber
Her cehennem bir cennete işaret
Her kara sunu ötesi bir ak Kevser” (Şiirler VI, s. 65)

Şairin “Hızırla Kırk Saat” şiirinden alınan şu mısralarda mübalağayla tezat bir arada kullanılır:
Bir dağ doğurtabilirsin bir bozkırdan
Gül toplayabilirsin bir çıbandan
Narlar menekşeler devşirebilirsin bir kurbandan
Bir azizi sağlarsın bir Roma yangınından
Bir cami çıkartabilirsin bir katedralden” (Şiirler I, s. 58)

Şairin “Çocukluğumuz” başlıklı şiirinden alınan şu mısralarında ise mübalağanın yanında telmih ve teşhis sanatları da vardır:
 Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü” (Şiirler IV, s. 57)

Devrinin şairlerinde henüz yeterli bir seviyeye ulaşmamış olmasına rağmen, Karakoç’un şiir dili içinde istiare sanatına da yer verilmiştir:
 Hızırla Kırk Saat”te, Hızır’ın ölümsüzlüğünü “Ölümsüz çamaşırlar giyindim” (Şiirler I, s. 8) dizesiyle istiare eder.
Karakoç, “Şair” şiirinde ise ölümü “iksir” kelimesiyle çağrıştırır:
Tart kaderini kuş uçuşlarındaki hafiflikle
Bülbül ötüşüyle gül açılımındaki arzuyla
Deniz altı kırmızı ve yeşil yosunla
Ateşle hayatının her anındaki atomu
Formülü Cebrailin cebinde olan iksirle” (Şiirler VII, s. 13)

Sezai Karakoç’un “Gül Muştusu”ndan aldığımız aşağıdaki parçada ise leff ü neşr  sanatı, tezat ve telmihle birlikte verilir:
Yaratılışa dönmüşümdür baharla
İlk yaratılışa
Gül saçarım düşmanıma bile
Bir ilgi var ölenle bulut
Doğanla güneş arasında
Taş bile çiçeklenir baharda” (Şiirler II, s. 78)

Bütün bunlardan sonra, Sezai Karakoç’un, gelenekle sürekli bir uyum içinde olduğunu, hatta geleneği devrimci bir kimlikle gelecek çağlara aktardığını söyleyebiliriz.  Onu,  çağının diğer şairlerden ayıran en önemli yön de bu bilinçli ve tutarlı devrimciliktir.



[1] Şairin, eserlerinde sürekli  kullandığı bu unsurları, ilk kez kullanıldığı yere göre sıraladık.
[2] Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında oldukça eski ve geniş bir geleneğe sahip olan Leylâ vü Mecnûn hikayesi, ilk defa Ali Şîr Nevaî (1441-1501) tarafından yazılmıştır. En güzelleri Nizami, Câmi ve Fuzuli tarafından  kaleme alınan mesnevî hakkında daha geniş bilgi için Bkz: Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, (Haz. Hüseyin Ayan), Dergâh Yay., İst., 1981.
Sezai Karakoç, hikayeyi şu ara başlıklar halinde yazmıştır: “Yolların Getirdiği” başlıklı ön şiiri takiben birinci bölüm “Doğum” başlığını taşır ve Mecnun’un, “Leylâ’nın Doğumu İçin Sonradan” söylediği uzun bir parça ile başlar. Ardından “Leylâ’nın doğumunda bir yer yaratığının söylediği  Sara” başlıklı şiir, “Leyla’nın doğumunda bir gök yaratığının söylediği” “Perili Şiir”, “Rüzgârın Dilinden”, “Ninni”  gibi parçalar eklenir. “Doğum”, “Günler”, “Kays’ın Aşkla Şöhret Bulup Adının Mecnun Konması”, “Annenin ve Babanın Vaziyeti Anlamaya Başlaması”, “Annesinin Mecnunun Aağzını Arayışı”, “Baba Umudu”, “Karabasan”, “Yıldız Falı”, “Nevfel” birinci bölümün diğer başlıklarıdır.
İkinci bölüm “Çölün Öyküsü” başlıklı giriş ile açılır. “Şairin Kuşkusu” , “Parantez”, “Dönüş”, “Mecnun Yeniden Çölde”, “Değişim”, “Mecnun ve Silahşör”, “Mecnun ve Rahip”, “Mecnun ve Toz Bulutu”,  Mecnun, Mum ve Pervane”,  Kervan”, “Leylâ Köşesi” ikinci bölümün ara başlıklarıdır.
Üçüncü bölüm “Ölüm” başlığı ile açılır. “Mecnunun Bir Işığa Dönüşmesi”, “Leylâ’nın Bir Işığa Dönüşmesi”, “Adak Işığı” başlıkları ile kitap biter. Bu yapısıyla da Karakoç’un eseri, geleneğe bağlanır.