Sezai
Karakoç, döneminin şairleri arasında, geleneğin muhtevayla ilgili yönüne
eğilimi bakımından farklı bir konum arz eder.
Bunu daha iyi görebilmek için,
onun şiirlerini geleneğe ait konu, bilgi, kültür ve kavramlar bakımından
olduğu kadar, edebî sanatlar açısından da dikkatlice incelemek gerekecektir.
1. Karakoç
Şiirinde Geleneğe Ait Konu, Bilgi, Kültür ve Kavram Unsurları
Sezai Karakoç, bir tez halinde de savunduğu ‘Diriliş’ fikri çerçevesinde, kültürel geleneğin muhteva olarak
beliren yönünü, dinamik bir unsur sayıp merkeze yerleştirir. Onun fikrî platformda
ortaya çıkan bu tavrı, şiirlerine de yansır.
Sembolik bir anlam taşımaktan ötede, şairin poetik algısındaki
derin bir gerçekliğe de işaret eden “Sürgün
Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak/Baharı kollayarak girelim
kelimeler ülkesine” (Şiirler IV,
s. 21, 22) veya “Esir Kent’ten Özülke’ye”
şiirinin “Gülle başla şiire atalara
uyarak/Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle” (s. 30) şeklindeki mısralarını
Karakoç’un dünyasını kavramak için burada öncelikle hatırlatmak gerekir. Zira,
birbirinin tekrarı mahiyetindeki bu mısralarda şair geleneğin şekil
özelliklerinden olduğu kadar, bundan da ileride, ‘kelimeler ülkesi’ tamlamasıyla, muhtevayı ön plâna çıkarmaktadır
Sezai Karakoç’un geleneksel
kültür ve edebiyattan yeniden kullanım şeklinde şiirine kattığı
unsurları eserlerinden çıkarıp arka arkaya sıraladığımızda, onun söz konusu tavrı daha açık anlaşılır. Bu
noktada, şairin incelediğimiz dokuz şiir kitabından çıkardığımız aşağıdaki
isim, mefhum ve kavramlar listesi bir fikir verecektir sanıyoruz.
Sezai Karakoç’un klasik kültür ve edebiyatı kaynak olarak
kullanırken andığı veya yeniden yorumladığı
unsurlar (‘kelimeler ülkesi’)
olarak şunları tespit ettik: Şiirler I’de
‘abıhayat’, ‘Hızır’ ‘İsa’, ‘Yahya’, ‘Meryem’, ‘Zebur’, ‘İncil’, ‘Tevrat’, ‘Kur’an’, ‘Musa’, ‘Beraat Gecesi’, ‘Muhammed’, ‘Yusuf’,
‘Davut’, ‘Hüthüt’, ‘Züleyha’, ‘Süleyman’, ‘Belkıs’, ‘Karınca’, ‘Hüthüt’, ‘Şuayb’, ‘İlyas’, ‘Eyyub’, ‘Zülküfül’, ‘Yuşa’, ‘Şit’, ‘Yahya’, ‘Nuh’, ‘Nuhun gemisi’, ‘İbrahim’, ‘Yakub’, ‘Firavun’, ‘Lût’, ‘badısaba’, ‘Yunus’, ‘Hârut’, ‘Marût’, ‘Kıtmir’, ‘Zekeriya’, ‘İdris’, ‘Bünyamin’,
‘Mevlâna’, ‘Mesnevî’, ‘Muhyiddin’, ‘Şems’, ‘İbn-i Arabi’, ‘Hallac-ı
Mansur’, ‘Şeyh Galib’, ‘Miraç’, ‘İsmail’, ‘Salih’, ‘Burak’, ‘Bedir’, ‘Uhud’, ‘Hendek’, ‘Mekke’, ‘Medine’, ‘Mağara’, ‘örümcek’, ‘güvercin’, ‘Ali’, ‘Ebubekir’; Şiirler II’de ‘İshak’,
‘Nemrut’, ‘Kerbela’, ‘Cebrail’, ‘Mikâil’, ‘sûr’, ‘İsrafil’, ‘Azrail’, ‘Firavun’, ‘İsmail’, ‘gül’, ‘şarap’, ‘ashab-ı kehf’, ‘İbn-i Batuta’, ‘Evliya Çelebi’, Şiirler III’de
‘Ad’, ‘Semud’, ‘Salome’, ‘çarmıh’, ‘Şehrazat’, Şiirler IV’de
‘Şeyh Galib’, ‘Halid İbn-i Velid’, ‘bülbül’,
‘Baki’, ‘Nef’i’, Şiirler V’de ‘Lebid’, ‘Firdevsi’, ‘eski kasideler’, ‘menekşe’,
‘Nesimi’, ‘Karagöz’; Şiirler VI’da ‘Leylâ’, ‘Suna’, ‘Mecnun’, ‘Nevfel’, ‘Mum’, ‘Pervane’, ‘Hafız’, ‘Câmi’, ‘Nizami’, ‘Kaf’, ‘Nûn’... [1]
Şairin bu unsurlarla irtibatı çoğu defa Divan şiirinde de olduğu
gibi, muhtelif kişi, olay, durum vb. (Dini ve tarihi şahsiyetleri, enbiya
kıssalarını, mucizeleri, efsânevi kahramanları, çeşitli rivayetleri, vb.)
hatırlatma (telmih) düzeyindedir. Bu tür kullanımlarla ilgili örneklere geleneksel
sanatların İkinci Yeni şiirindeki tezahürünü inceleyeceğimiz bölümde ayrıntılı
olarak yer vereceğiz.
Yukarıdaki listede geçen unsurlardan bir kısmı da geleneksel
şiirde kullanılan mazmunların modern şiirdeki kullanımı şeklindedir. Yeni
oluşmakta olan bir şiirin, kısa dönem içerisinde mazmunlar oluşturması
mümkün değildir. Böyle bir gerçeklik
içerisinde, geleneğin dinamik dünyasına sahip çıkan bilinçli bir şair, geçmişte
varolan mazmunları kendisi için bir çıkış kapısı olarak görür.
Sezai Karakoç, bu konuda Cumhuriyet devri şiirinde bir öncü
sayılabilir. İşte onun bazı geleneksel mazmunları kullanış örnekleri:
“Gül Muştusu” şiirinde
şarap:
“Gül şarabından içtik
sabahları
Namazın ta
kendisi gül şarabı
Bir şarap
oruçlarımızdır damıtanı” (Şiirler
II, s. 92)
“Sürgün Ülkeden Başkentler
Başkentine” şiirinde bülbül ve gül:
“Dünya bir ağaç
Bir özlem
duvarı
Bülbül
sesine
Şair
Gündüzü bir
gül gibi
Akşamı
bülbül gibi
Sarıp
sarmalayan öfkesine” (Şiirler IV, s. 20)
“Esir Kent’ten Özülke’ye”
şiirinde sabâ rüzgârı:
“Bir bad-ı saba gibi es
doğudan batıya
Hayatı
yumuşattığın gibi ölümü yumşat” (Şiirler IV, s. 33)
Sezai Karakoç’un şiirindeki bazı söyleyişler geleneksel şiirdeki
söyleyişleri hatırlatır:
“Fırtına” şiirinde yer
alan aşağıdaki parçada sanki bir Yunus Emre sesi vardır:
“Ekin gibi biçildim öldüm
ama dirildim
Kemiğin ve
etin ateşini attım öteye” (Şiirler
III, s. 25)
“Sultan Ahmet Çeşmesi”
başlıklı şiirde ise türkülere yaklaşan bir söyleyiş hakimdir:
“Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasına
oturmuş mesut bir ağır
Bütün gün
türkü çağırır” (Şiirler III, s. 82)
“Masal” şiirinde (Şiirler IV, s. 19) yedi oğlundan altısı
gittikleri Batı’da feci yozlaşmalarla yitip giden babanın ve en küçük oğlunun
serüveni masal söyleyişine yaklaşık bir
anlatımla sunulur.
Şair, “Liliyar” şiirinde
ise bir türküye atıfta bulunur:
“Anladın ya kutunun içinden
çıkan mendil
Olamaz
Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil” (Şiirler III, s. 75)
Başka bir yerde yine bir türküye atıfta bulunur:
“Bundan mı ki
Sana
‘Sarı
yıldız
Mavi
yıldız’
Demiş halk
şairi.” (Şiirler VIII, s. 27)
Sezai Karakoç, geleneğin izlerini sürerken, onun konularını bu
günün şartları içerisinde tekrar yorumlar. Buna iki örnek vermek istiyoruz: “Şehrazat” (Şiirler III, s.101) ve “Leyla
ile Mecnun” (Şiirler VI, tamamı.)
Şair, “Şehrazat”
şiirinde Doğu edebiyatlarının “1001 Gece
Masalları” adıyla bilinen klasik hikayelerinden aldığı Şehrazat’ı, yaşanılan çağa, örnek bir kahraman olarak takdim eder.
Karakoç, Leyla ile Mecnun[2]’da
ise daha geniş bir işe girişir. Klasik Doğu edebiyatlarında sürekli olarak
işlenen Leyla ile Mecnun hikayesini
tekrar yazma sınavına girişen şair, klasik hikayeyi, kimi zaman yeni unsurlar ekleyerek, kendisine
özgü bir üslupla ve başarıyla anlatır.
Bu şiirde şairin klasik şiirdeki
Leyla ile Mecnun’lara eklediği yenilik veya getirdiği farklılık sadece ‘sebeb-i telif’, ‘münacaaat’ gibi bölümleri sona bırakarak, şekilce bazı yenilikler
yapmak değildir. Bunların yanında, bazı bölümlerde, muhteva farklılıkları da,
örneğin “Doğum” (s. 11) bölümünde
anlatılan doğum sanki Peygamber’in doğumuna yaklaşma gibi, gerçekleştirilir.
Hikayenin sonunda önce Mecnun, ardından Leylâ’nın ışığa dönüşmeleri ve orada buluşmaları da yenilikle ilgili bir
örnek olarak belirtilebilir. Bu arada, hikayede şairin şekil olarak yapmak zorunda
kaldığı şeyler (‘sebeb-i telif’, ‘münacaat’ vb) şaire göre, yaşanılan
çağın olumsuzluklarından, daha açıkçası, gelenekten topluca kopukluklardan
kaynaklanmıştır.
2. Karakoç
Şiirinde Edebî Sanatlar
Edebî metinlerin sağlıklı bir şekilde incelenmesinde, kendisinde
bulunan söz ve anlam sanatlarının tespit edilip yorumlanması ayrı bir önem
taşır.
Bilindiği gibi, edebî sanatların kullanımı özellikle Divan
şiirinde üst seviyelerdedir. Öyle ki, Divan şiirinde sanatsız bir beyit bulmak
bile neredeyse mümkün değildir. Hatta, Divan şairlerinin en küçük nazım
parçalarında bile birkaç çeşit sanatı bir arada görebiliriz. İşte, Divan
şiirinin asıl yüzünü anlamak da bu yapıyı oluşturan iç dünyayı anlamaktan
geçer. Bu dünya ise, ‘tenevvü’e (‘çeşitleme’ye) bağlı olarak gelişen
sanatlar silsilesi ile kurulur.
Divan şiirinin bu yapısı, kendisi hakkında çeşitli yorumların
yapılmasına, hatta kimi zaman olumsuz sıfatlarla anılmasına sebep olmuştur.
Fakat ne denilirse denilsin, bu şiirde şairi zorlayan pek çok
husus vardır. Nazım şekillerindeki kendinden taviz vermeyen bütünlük ve
olgunluk, duygu dünyasını çekip çeviren ve önceden sınırları çizilmiş olan
mecazlar, sanatlar, mefhumlar ve mazmunlar dünyası, şairin hüner gösterme ve
yeni şeyler söyleme arzusu (tasannu),
bunlardan bazılarıdır.
Buna bağlı olarak, Divan
şiirinde neyin neyle ilişki içine sokulacağı genellikle önceden bellidir.
Şairin elindeyse sadece kelime vardır. Kelimeyi öyle kullanmalıdır ki, hem
söylenmemişi söylesin, hem de söylenmişe zeval gelmesin. Bu oldukça zordur. Pes
edenin şairliği ortadan kalkacağı gibi, ulu orta davrananın şairliği de
tartışılacaktır.
Bu ve benzeri sorularla da incelediğimiz Sezai Karakoç şiirinde,
söz ve anlam sanatlarından faydalanma, bu sanatları şiirin bir unsuru olarak
görme oranı oldukça yüksektir. Teşbih, teşhis, telmih, tecrit, tekrir, hüsn-i
ta’lil, tenasüp, tezat, mübalağa, istiare, cinas, akis, tevriye, leff ü neşr,
nida, iltifat, iştikak, iktibas, istifham vb. bu çalışma sırasında bizim
dikkatimizi çeken sanatlar olarak anılabilir. Şimdi bu sanatları Karakoç şiirinden seçtiğimiz
örnekler üzerinde gösterelim:
Teşbih:
Aralarında çeşitli yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik
bakımından güçsüz olanı, üstün olana benzetme sanatı olarak teşbih hemen bütün
İkinci Yeni şairleri tarafından kullanılmıştır. Sözkonusu kullanım, Karakoç’ta
daha orijinal bir nitelik arzeder:
“Gül Muştusu”ndan:
“Bahar dediğin de ne
Bulutun
içinde kaybolan kuş
Cihetsiz
serçe sesleri
Duman ve
buğu
Atardamarda
bir kitap
Aşk uğruna
yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül
Güllerin
içine yağdığı
Bahar
aydınlıklarının
Şeyhe
yaklaşan bir mürit gibi
Doluşu
bahçemize” (Şiirler II, s. 71)
Karakoç, aynı şiirindeki şu örnekte ‘Şarab’ı Divan şiirindeki gibi, mazmun olarak da kullanır:
“Gül şarabından içtik
sabahları
Namazın ta
kendisi gül şarabı” (Şiirler II, s 92)
“Şehrazat”tan:
“Sen bir rüya geceleyin
gündüzün
Sen bir
yağmur ince hazin
Sen
şarkılarca büyük uzun
Sen yolunu
kaybeden yolcuların üstüne
Bir ömür
boyu yağan bir ömür boyu karsın” (Şiirler III, s 101)
Teşhis (ve İntak):
İnsan dışındaki canlı cansız varlıklara, soyut duygu ve
düşüncelere, insana has nitelikler vermek ve bunları konuşturmak Sezai Karakoç’ta sık kullanılmamakla birlikte, devrin diğer şairlerine
oranla daha haz verici niteliklerle ele alınmıştır. “Fırtına” şiirinden:
“Ay gölgesi bana vuran bir
at kükremesiydi
Fırtınada
dönen yağmurun ayakkabısı pelerini
Şarabın
şapkası gecenin geceliği
Şapka ki
şaraba ait
Kıyıda
balık avlayan bir deve fırtınası
Uzamış yer
boyu buğulaşan ölülerin sesi” (Şiirler III, s. 19)
“Leyla ile Mecnun” şiirinde teşhisin teşbih ve mübalağa sanatları ile bir arada
kullanılmış olduğunu görüyoruz:
“Develerin kumda
yuvarlanması iyiye yorulmaz
Derler:
Mecnun gibi olmuş bu deve işe yaramaz
Atlar
kişneyip eşindi mi yerlerinde
Derler:
Mecnunu düşünde mi görmüş bu at ne” (Şiirler VI, s. 38)
Karakoç, geçmiş dönemlerin olay ve kişilerine bol atıflar yapmış,
onları hatırlatarak yeni şeyler söylemiştir. Geçmişe doğru atılan bu adım, onun
şiirinin Telmih sanatı bakımından zengin olmasını sağlamıştır. Öyle ki Sezai
Karakoç’un en gözde sanatı telmih sayılabilir. Şair, Kur’an’da geçen pek çok hikayeye, enbiya kıssaları ve mucizelere,
tarihi ve efsanevi şahsiyet ve kahramanlara yaptığı atıflarla geleneksel
kültürü günümüze taşımıştır. Şairin bu yönünü daha ilk etapta “Hızırla Kırk Saat” ve “Leyla
ile Mecnun” şiirleri isimleriyle ihsas ettirir. Karakoç’un telmihleriyle
ilgili küçük bir bölümünü örnek olarak sunuyoruz:
“Hızırla Kırk Saat”
şiirinden alınan aşağıdaki metinde Hz. Yusuf-Züleyha; Hz.
Süleyman-Belkıs-karınca-hüthüt kıssalarına telmihler yapılmaktadır:
“Yusuf gömleğinin yıkandığı
kaynak ondandır
Mısırın
kapıları onunla açılır
Davutun
demirini eriten o
Karıncanın
karnından konuşandır
Hüthüt onun
üstünden yedi kere uçandır” (Şiirler
I, s. 21)
“Hızırla Kırk Saat”ten
alınan şu metinde ‘Ashab-ı Kehf’
olayına atıf yapılmaktadır:
“Köpek nerde
HEPSİ
BİRDEN (bir korkuyla) - Evek köpek nerde
-Köpek ne
dışarda ne içerde
Kayanın
kendisi belki
Mağaamızı
evrenden ayıran
Kayserden
ve Kayser kentinden ayıran” (Şiirler
I, s. 46)
“Köpük” başlıklı
şiirinden aldığımız şu bölümde Hz. Meryem ile Hz. İbrahim, Hz. İsmail
peygamberlerin hayatlarına yapılan telmih, başka sanatlarla birlikte (teşbih,
mübalağa, tezat) bulunmaktadır:
“Akşam kente bir meryem gibi
girer
Bir çocuk
kutsal bir çocuk doğurur gibi
Her yönden
bir ses yükselir bu karanlık nedir
Kurban
kesilirkenki karanlık
İbrahimin
bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
Keskin ışık
İsmail
İsmail bir
çocuk başından serçe geçen
Mavi bir
gül nöbeti sertçe geçen
Omzundan arşlar dökülen” (Şiirler III, s. 10)
Tekrir, şairin heyecanlarına
kapılarak sözü etkileyici bir şekilde tekrarlamasıdır. Şair, tekrir yoluyla
ifadeyi pekiştirir, sözünün etkisini artırır, anlamı güçlendirir. Sezai Karakoç’un sevdiği ve başarıyla
uyguladığı sanatlardan birisi de tekrirdir. Devrinin şairleri arasında bu
sanatı belli bir heyecan sonucu ve amacına uygun şekilde uygulayan tek şair
sayılabilir:
“Taha’nın Kitabı”ndan
aldığımız bir örnek:
“Kavis görmek Taha’nın
gözünde yeni bir gelenek mi
Yoksa bu
yaz güneş yanıp duran bir kelebek mi
Kalbimiz
etilen bir çiçek mi bir böcek mi
Yoksa yeni
gök giysileri örülen yepyeni bir ipek mi
Büyük kan
dolaşımında bir bozukluk mu
Küçük kan
dolaşımında kırılan bir zemberek mi
Kış mı
karakış mı kan karıncalanması mı karında
...” (Şiirler II, s. 15)
“Sürgün Ülkeden Başkentler
Başkentine" şiirinden:
“Ülkendeki kuşlardan ne
haber vardır
Mezarlardan
bile yükselen bir bahar vardır
Aşk
cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan
da ötede bir Var vardır
Hep suç
bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya
özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader
deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar
boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa
ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
(...)” (Şiirler IV, s. 28)
Hüsn-i Ta’lil, bir
olayı, ifadeye güzellik katacak şekilde, kendi oluş sebebinin dışında başka bir
sebebe bağlama sanatıdır. Sezai Karakoç’un
“Taha’nın Kitabı”ndan alınan
aşağıdaki mısralarında hüsn-i talil’in yanı sıra telmih ve mübalağa da vardır:
“Önümde Yakup Yusuf ve
İshaktınız
Arkada
kaynak sular kadar berraktınız
Dün akşam
üzeri güneşi siz batırdınız
Başkası
değil doktor güneşi siz batırdınız” (Şiirler II, s. 20-21)
Şairin “Gül Muştusu”ndan
bir örnek:
“Sen ata bindin mi oğul
Atlar ayrı
kişnerdi
Arafat
dağını görmüş gibi
Göğe
sıçratırlardı başlarını” (Şiirler
II, s. 103)
“Köşe” başlıklı
şiirinden:
“Ve güldün rengârenk
yağmurlar yağdı
İnsanı
ağlatan yağmurlar yağdı” (Şiirler
III, s. 87)
Karakoç’un şiirinden,
aralarında anlamca ilgi ve uygunluk bulunan kelimelerin bir arada
kullanılmasına (tenasüp) da örnek verebiliriz.
“Hızırla Kırk Saat” şiirinden:
“Ne cennet ne cehennem ne
dünya
Ârafım ben
Cennet
demektir benden biraz ileri gidersen
Dünyadır
cehennemdir” (Şiirler I, s. 56)
Tezat, yani iki duygu, düşünce ve
hayal arasında birbirine zıt olan
nitelikleri ve benzerlikleri bir arada toplama sanatıdır. Sezai Karakoç’un Leylâ ve
Mecnun’nda dikkat çeken şu tezat, teşbih ile bir arada karşımıza çıkar:
“İçe akan gözyaşları
Kan
damlaları
Bir savaş,
zafer saymak yenilmeyi
Ne ileri
gidilebilir
Ne geri
dönülebilir
Bir
yürüyüş, çölün en derin yeteneği” (Şiirler VI, s. 8)
Aynı şiirdeki şu tezat da yüksek bir heyecan anında söylenmiş
hissi verir:
“Mecnunun babası gönlü
daralmış dönüyordu
Bir hayat
için gelmiş bir ölüm götürüyordu” (Şiirler VI, s. 36)
“Leyla ile Mecnun”daki
şu parça tezat bakımından daha yoğundur:
“Evet doğdu yine doğmayacak
sandığım güneş
Geldi
gelmez dediğim haber
Her
cehennem bir cennete işaret
Her kara
sunu ötesi bir ak Kevser” (Şiirler
VI, s. 65)
Şairin “Hızırla Kırk Saat”
şiirinden alınan şu mısralarda mübalağayla tezat bir arada kullanılır:
“Bir dağ doğurtabilirsin bir
bozkırdan
Gül
toplayabilirsin bir çıbandan
Narlar
menekşeler devşirebilirsin bir kurbandan
Bir azizi
sağlarsın bir Roma yangınından
Bir cami
çıkartabilirsin bir katedralden” (Şiirler I, s. 58)
Şairin “Çocukluğumuz”
başlıklı şiirinden alınan şu mısralarında ise mübalağanın yanında telmih ve
teşhis sanatları da vardır:
“Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar
ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus
Babamın
uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş
gelirdi ali bir kırata
Ali ve at,
gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada,
Afrikada, geçmişte gelecekte
Biz o atın
tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü” (Şiirler IV, s. 57)
Devrinin şairlerinde henüz yeterli bir seviyeye ulaşmamış olmasına
rağmen, Karakoç’un şiir dili içinde istiare sanatına da yer verilmiştir:
“Hızırla Kırk Saat”te, Hızır’ın ölümsüzlüğünü “Ölümsüz çamaşırlar giyindim” (Şiirler
I, s. 8) dizesiyle istiare eder.
Karakoç, “Şair” şiirinde
ise ölümü “iksir” kelimesiyle
çağrıştırır:
“Tart kaderini kuş
uçuşlarındaki hafiflikle
Bülbül
ötüşüyle gül açılımındaki arzuyla
Deniz altı
kırmızı ve yeşil yosunla
Ateşle
hayatının her anındaki atomu
Formülü Cebrailin cebinde olan iksirle” (Şiirler VII, s. 13)
Sezai
Karakoç’un “Gül Muştusu”ndan
aldığımız aşağıdaki parçada ise leff ü neşr sanatı, tezat ve telmihle birlikte verilir:
“Yaratılışa dönmüşümdür
baharla
İlk
yaratılışa
Gül saçarım
düşmanıma bile
Bir ilgi
var ölenle bulut
Doğanla güneş arasında
Taş bile
çiçeklenir baharda” (Şiirler II, s. 78)
Bütün bunlardan sonra, Sezai Karakoç’un, gelenekle sürekli bir
uyum içinde olduğunu, hatta geleneği devrimci bir kimlikle gelecek çağlara
aktardığını söyleyebiliriz. Onu, çağının diğer şairlerden ayıran en önemli yön
de bu bilinçli ve tutarlı devrimciliktir.
[2] Arap, Fars
ve Türk edebiyatlarında oldukça eski ve geniş bir geleneğe sahip olan Leylâ vü
Mecnûn hikayesi, ilk defa Ali Şîr Nevaî (1441-1501) tarafından yazılmıştır. En
güzelleri Nizami, Câmi ve Fuzuli tarafından
kaleme alınan mesnevî hakkında daha geniş bilgi için Bkz: Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, (Haz. Hüseyin Ayan),
Dergâh Yay., İst., 1981.
Sezai
Karakoç, hikayeyi şu ara başlıklar halinde yazmıştır: “Yolların Getirdiği” başlıklı ön şiiri takiben birinci bölüm “Doğum” başlığını taşır ve Mecnun’un, “Leylâ’nın Doğumu İçin Sonradan”
söylediği uzun bir parça ile başlar. Ardından “Leylâ’nın doğumunda bir yer yaratığının söylediği” “Sara”
başlıklı şiir, “Leyla’nın doğumunda bir
gök yaratığının söylediği” “Perili
Şiir”, “Rüzgârın Dilinden”, “Ninni”
gibi parçalar eklenir. “Doğum”,
“Günler”, “Kays’ın Aşkla Şöhret Bulup
Adının Mecnun Konması”, “Annenin ve
Babanın Vaziyeti Anlamaya Başlaması”, “Annesinin
Mecnunun Aağzını Arayışı”, “Baba
Umudu”, “Karabasan”, “Yıldız Falı”, “Nevfel” birinci bölümün diğer başlıklarıdır.
İkinci
bölüm “Çölün Öyküsü” başlıklı giriş
ile açılır. “Şairin Kuşkusu” , “Parantez”, “Dönüş”, “Mecnun Yeniden Çölde”,
“Değişim”, “Mecnun ve Silahşör”, “Mecnun
ve Rahip”, “Mecnun ve Toz Bulutu”, “Mecnun,
Mum ve Pervane”, “Kervan”, “Leylâ Köşesi” ikinci bölümün ara başlıklarıdır.
Üçüncü bölüm “Ölüm” başlığı ile açılır. “Mecnunun
Bir Işığa Dönüşmesi”, “Leylâ’nın Bir
Işığa Dönüşmesi”, “Adak Işığı”
başlıkları ile kitap biter. Bu yapısıyla da Karakoç’un eseri, geleneğe bağlanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder