12 Temmuz 2019 Cuma

SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE GELENEKSEL MUHTEVA UNSURLARININ GÖRÜNÜMÜ

Sezai Karakoç, döneminin şairleri arasında, geleneğin muhtevayla ilgili yönüne eğilimi bakımından farklı bir konum arz eder.
Bunu daha iyi görebilmek için,  onun şiirlerini geleneğe ait konu, bilgi, kültür ve kavramlar bakımından olduğu kadar, edebî sanatlar açısından da dikkatlice incelemek gerekecektir.

1. Karakoç Şiirinde Geleneğe Ait Konu, Bilgi, Kültür ve Kavram Unsurları
Sezai Karakoç, bir tez halinde de savunduğu ‘Diriliş’ fikri çerçevesinde, kültürel geleneğin muhteva olarak beliren yönünü, dinamik bir unsur sayıp merkeze yerleştirir. Onun fikrî  platformda  ortaya çıkan bu tavrı, şiirlerine de yansır.
Sembolik bir anlam taşımaktan ötede, şairin poetik algısındaki derin bir gerçekliğe de işaret eden “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak/Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine” (Şiirler IV, s. 21, 22) veya “Esir Kent’ten Özülke’ye” şiirinin “Gülle başla şiire atalara uyarak/Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle” (s. 30) şeklindeki mısralarını Karakoç’un dünyasını kavramak için burada öncelikle hatırlatmak gerekir. Zira, birbirinin tekrarı mahiyetindeki bu mısralarda şair geleneğin şekil özelliklerinden olduğu kadar, bundan da ileride, ‘kelimeler ülkesi’ tamlamasıyla, muhtevayı ön plâna çıkarmaktadır
Sezai Karakoç’un geleneksel  kültür ve edebiyattan yeniden kullanım şeklinde şiirine kattığı unsurları eserlerinden çıkarıp arka arkaya sıraladığımızda, onun  söz konusu tavrı daha açık anlaşılır. Bu noktada, şairin incelediğimiz dokuz şiir kitabından çıkardığımız aşağıdaki isim, mefhum ve kavramlar listesi bir fikir verecektir sanıyoruz.
Sezai Karakoç’un klasik kültür ve edebiyatı kaynak olarak kullanırken andığı veya yeniden yorumladığı  unsurlar (‘kelimeler ülkesi’) olarak şunları tespit ettik: Şiirler I’de ‘abıhayat’, ‘Hızır’ ‘İsa’, ‘Yahya’, ‘Meryem’, ‘Zebur’, ‘İncil’, ‘Tevrat’, ‘Kur’an’, ‘Musa’, ‘Beraat Gecesi’, ‘Muhammed’,  Yusuf’, ‘Davut’, ‘Hüthüt’, ‘Züleyha’, ‘Süleyman’, ‘Belkıs’, ‘Karınca’, ‘Hüthüt’, ‘Şuayb’,İlyas’, ‘Eyyub’, ‘Zülküfül’, ‘Yuşa’, ‘Şit’, ‘Yahya’, ‘Nuh’, ‘Nuhun gemisi’, ‘İbrahim’, ‘Yakub’, ‘Firavun’, ‘Lût’, ‘badısaba’, ‘Yunus’, ‘Hârut’, ‘Marût’, ‘Kıtmir’, ‘Zekeriya’, ‘İdris’,  Bünyamin’, ‘Mevlâna’, ‘Mesnevî’, ‘Muhyiddin’, ‘Şems’, ‘İbn-i Arabi’, ‘Hallac-ı Mansur’, ‘Şeyh Galib’, ‘Miraç’, ‘İsmail’, ‘Salih’, ‘Burak’, ‘Bedir’, ‘Uhud’, ‘Hendek’, ‘Mekke’, ‘Medine’, ‘Mağara’, ‘örümcek’, ‘güvercin’, ‘Ali’, ‘Ebubekir’; Şiirler II’de  İshak’, ‘Nemrut’, ‘Kerbela’, ‘Cebrail’, ‘Mikâil’, ‘sûr’, ‘İsrafil’, ‘Azrail’, ‘Firavun’, ‘İsmail’, ‘gül’, ‘şarap’, ‘ashab-ı kehf’, ‘İbn-i Batuta’, ‘Evliya Çelebi’, Şiirler III’de ‘Ad’, ‘Semud’, ‘Salome’, ‘çarmıh’, ‘Şehrazat’, Şiirler IV’de ‘Şeyh Galib’, ‘Halid İbn-i Velid’, ‘bülbül’, ‘Baki’, ‘Nef’i’,  Şiirler V’de ‘Lebid’, ‘Firdevsi’, ‘eski kasideler’, ‘menekşe’, ‘Nesimi’, ‘Karagöz’; Şiirler VI’da ‘Leylâ’, ‘Suna’, ‘Mecnun’, ‘Nevfel’, ‘Mum’, ‘Pervane’, ‘Hafız’, ‘Câmi’, ‘Nizami’, ‘Kaf’, ‘Nûn’... [1]
Şairin bu unsurlarla irtibatı çoğu defa Divan şiirinde de olduğu gibi, muhtelif kişi, olay, durum vb. (Dini ve tarihi şahsiyetleri, enbiya kıssalarını, mucizeleri, efsânevi kahramanları, çeşitli rivayetleri, vb.) hatırlatma (telmih) düzeyindedir. Bu tür kullanımlarla ilgili örneklere geleneksel sanatların İkinci Yeni şiirindeki tezahürünü inceleyeceğimiz bölümde ayrıntılı olarak yer vereceğiz.
Yukarıdaki listede geçen unsurlardan bir kısmı da geleneksel şiirde kullanılan mazmunların modern şiirdeki kullanımı şeklindedir. Yeni oluşmakta olan bir şiirin, kısa dönem içerisinde mazmunlar oluşturması mümkün  değildir. Böyle bir gerçeklik içerisinde, geleneğin dinamik dünyasına sahip çıkan bilinçli bir şair, geçmişte varolan mazmunları kendisi için bir çıkış kapısı olarak görür.
Sezai Karakoç, bu konuda Cumhuriyet devri şiirinde bir öncü sayılabilir. İşte onun bazı geleneksel mazmunları kullanış örnekleri:
Gül Muştusu” şiirinde şarap:
Gül şarabından içtik sabahları
Namazın ta kendisi gül şarabı
Bir şarap oruçlarımızdır damıtanı” (Şiirler II, s. 92)

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinde bülbül ve gül:
Dünya bir ağaç
Bir özlem duvarı
Bülbül sesine
Şair
Gündüzü bir gül gibi
Akşamı bülbül gibi
Sarıp sarmalayan öfkesine” (Şiirler IV, s. 20)

Esir Kent’ten Özülke’ye” şiirinde sabâ rüzgârı:
Bir bad-ı saba gibi es doğudan batıya
Hayatı yumuşattığın gibi ölümü yumşat” (Şiirler IV, s. 33)

Sezai Karakoç’un şiirindeki bazı söyleyişler geleneksel şiirdeki söyleyişleri hatırlatır:
Fırtına” şiirinde yer alan aşağıdaki parçada sanki bir Yunus Emre sesi vardır:
Ekin gibi biçildim öldüm ama dirildim
Kemiğin ve etin ateşini attım öteye” (Şiirler III, s. 25)

Sultan Ahmet Çeşmesi” başlıklı şiirde ise türkülere yaklaşan bir söyleyiş hakimdir:
Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasına oturmuş mesut bir ağır
Bütün gün türkü çağırır” (Şiirler III, s. 82)

Masal” şiirinde (Şiirler IV, s. 19) yedi oğlundan altısı gittikleri Batı’da feci yozlaşmalarla yitip giden babanın ve en küçük oğlunun serüveni masal söyleyişine  yaklaşık bir anlatımla sunulur.
Şair, “Liliyar” şiirinde ise bir türküye atıfta bulunur:
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil” (Şiirler III, s. 75)

Başka bir yerde yine bir türküye atıfta bulunur:
Bundan mı ki
Sana
‘Sarı yıldız
Mavi yıldız’
Demiş halk şairi.” (Şiirler VIII, s. 27)

Sezai Karakoç, geleneğin izlerini sürerken, onun konularını bu günün şartları içerisinde tekrar yorumlar. Buna iki örnek vermek istiyoruz: “Şehrazat” (Şiirler III, s.101) ve “Leyla ile Mecnun” (Şiirler VI, tamamı.)
Şair, “Şehrazat” şiirinde Doğu edebiyatlarının “1001 Gece Masalları” adıyla bilinen klasik hikayelerinden aldığı Şehrazat’ı, yaşanılan çağa, örnek bir kahraman olarak takdim eder.
Karakoç, Leyla ile Mecnun[2]’da ise daha geniş bir işe girişir. Klasik Doğu edebiyatlarında sürekli olarak işlenen Leyla ile Mecnun hikayesini tekrar yazma sınavına girişen şair, klasik hikayeyi,  kimi zaman yeni unsurlar ekleyerek, kendisine özgü bir üslupla ve başarıyla anlatır.  Bu şiirde şairin klasik şiirdeki Leyla ile Mecnun’lara eklediği yenilik veya getirdiği farklılık sadece ‘sebeb-i telif’, ‘münacaaat’ gibi bölümleri sona bırakarak, şekilce bazı yenilikler yapmak değildir. Bunların yanında, bazı bölümlerde, muhteva farklılıkları da, örneğin “Doğum” (s. 11) bölümünde anlatılan doğum sanki Peygamber’in doğumuna yaklaşma gibi, gerçekleştirilir. Hikayenin sonunda önce Mecnun, ardından Leylâ’nın ışığa dönüşmeleri  ve orada buluşmaları da yenilikle ilgili bir örnek olarak belirtilebilir. Bu arada, hikayede şairin şekil olarak yapmak zorunda kaldığı şeyler (‘sebeb-i telif’, ‘münacaat’ vb) şaire göre, yaşanılan çağın olumsuzluklarından, daha açıkçası, gelenekten topluca kopukluklardan kaynaklanmıştır. 

2. Karakoç Şiirinde Edebî Sanatlar
Edebî metinlerin sağlıklı bir şekilde incelenmesinde, kendisinde bulunan söz ve anlam sanatlarının tespit edilip yorumlanması ayrı bir önem taşır.
Bilindiği gibi, edebî sanatların kullanımı özellikle Divan şiirinde üst seviyelerdedir. Öyle ki, Divan şiirinde sanatsız bir beyit bulmak bile neredeyse mümkün değildir. Hatta, Divan şairlerinin en küçük nazım parçalarında bile birkaç çeşit sanatı bir arada görebiliriz. İşte, Divan şiirinin asıl yüzünü anlamak da bu yapıyı oluşturan iç dünyayı anlamaktan geçer. Bu dünya ise, ‘tenevvü’e (‘çeşitleme’ye) bağlı olarak gelişen sanatlar silsilesi ile kurulur.
Divan şiirinin bu yapısı, kendisi hakkında çeşitli yorumların yapılmasına, hatta kimi zaman olumsuz sıfatlarla anılmasına sebep olmuştur.
Fakat ne denilirse denilsin, bu şiirde şairi zorlayan pek çok husus vardır. Nazım şekillerindeki kendinden taviz vermeyen bütünlük ve olgunluk, duygu dünyasını çekip çeviren ve önceden sınırları çizilmiş olan mecazlar, sanatlar, mefhumlar ve mazmunlar dünyası, şairin hüner gösterme ve yeni şeyler söyleme arzusu  (tasannu), bunlardan bazılarıdır.
Buna bağlı olarak,  Divan şiirinde neyin neyle ilişki içine sokulacağı genellikle önceden bellidir. Şairin elindeyse sadece kelime vardır. Kelimeyi öyle kullanmalıdır ki, hem söylenmemişi söylesin, hem de söylenmişe zeval gelmesin. Bu oldukça zordur. Pes edenin şairliği ortadan kalkacağı gibi, ulu orta davrananın şairliği de tartışılacaktır.
Bu ve benzeri sorularla da incelediğimiz Sezai Karakoç şiirinde, söz ve anlam sanatlarından faydalanma, bu sanatları şiirin bir unsuru olarak görme oranı oldukça yüksektir. Teşbih, teşhis, telmih, tecrit, tekrir, hüsn-i ta’lil, tenasüp, tezat, mübalağa, istiare, cinas, akis, tevriye, leff ü neşr, nida, iltifat, iştikak, iktibas, istifham vb. bu çalışma sırasında bizim dikkatimizi çeken sanatlar olarak anılabilir. Şimdi  bu sanatları Karakoç şiirinden seçtiğimiz örnekler üzerinde gösterelim:
Teşbih:
Aralarında çeşitli yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz olanı, üstün olana benzetme sanatı olarak teşbih hemen bütün İkinci Yeni şairleri tarafından kullanılmıştır. Sözkonusu kullanım, Karakoç’ta daha orijinal bir nitelik arzeder:
 Gül Muştusu”ndan:
Bahar dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül
Güllerin içine yağdığı
Bahar aydınlıklarının
Şeyhe yaklaşan bir mürit gibi
Doluşu bahçemize” (Şiirler II, s. 71)

Karakoç, aynı şiirindeki şu örnekte ‘Şarab’ı Divan şiirindeki gibi, mazmun olarak da kullanır:
Gül şarabından içtik sabahları
Namazın ta kendisi gül şarabı” (Şiirler II, s 92)

Şehrazat”tan:
Sen bir rüya geceleyin gündüzün
Sen bir yağmur ince hazin
Sen şarkılarca büyük uzun
Sen yolunu kaybeden yolcuların üstüne
Bir ömür boyu yağan bir ömür boyu karsın” (Şiirler III, s 101)

Teşhis (ve İntak):
İnsan dışındaki canlı cansız varlıklara, soyut duygu ve düşüncelere, insana has nitelikler vermek ve bunları konuşturmak Sezai Karakoç’ta sık kullanılmamakla birlikte, devrin diğer şairlerine oranla daha haz verici niteliklerle ele alınmıştır. “Fırtına” şiirinden:
Ay gölgesi bana vuran bir at kükremesiydi
Fırtınada dönen yağmurun ayakkabısı pelerini
Şarabın şapkası gecenin geceliği
Şapka ki şaraba ait
Kıyıda balık avlayan bir deve fırtınası
Uzamış yer boyu buğulaşan ölülerin sesi” (Şiirler III, s. 19)

Leyla  ile Mecnun” şiirinde teşhisin  teşbih ve mübalağa sanatları ile bir arada kullanılmış olduğunu görüyoruz:
Develerin kumda yuvarlanması iyiye yorulmaz
Derler: Mecnun gibi olmuş bu deve işe yaramaz
Atlar kişneyip eşindi mi yerlerinde
Derler: Mecnunu düşünde mi görmüş bu at ne” (Şiirler VI, s. 38)

Karakoç, geçmiş dönemlerin olay ve kişilerine bol atıflar yapmış, onları hatırlatarak yeni şeyler söylemiştir. Geçmişe doğru atılan bu adım, onun şiirinin Telmih sanatı bakımından zengin olmasını sağlamıştır.  Öyle ki Sezai Karakoç’un en gözde sanatı telmih sayılabilir. Şair, Kur’an’da geçen pek çok hikayeye, enbiya kıssaları ve mucizelere, tarihi ve efsanevi şahsiyet ve kahramanlara yaptığı atıflarla geleneksel kültürü günümüze taşımıştır. Şairin bu yönünü daha ilk etapta “Hızırla Kırk Saat” ve Leyla ile Mecnun” şiirleri isimleriyle ihsas ettirir. Karakoç’un telmihleriyle ilgili küçük bir bölümünü örnek olarak sunuyoruz:
Hızırla Kırk Saat” şiirinden alınan aşağıdaki metinde Hz. Yusuf-Züleyha; Hz. Süleyman-Belkıs-karınca-hüthüt kıssalarına telmihler yapılmaktadır:
Yusuf gömleğinin yıkandığı kaynak ondandır
Mısırın kapıları onunla açılır
Davutun demirini eriten o
Karıncanın karnından konuşandır
Hüthüt onun üstünden yedi kere uçandır” (Şiirler I, s. 21)

Hızırla Kırk Saat”ten alınan şu metinde ‘Ashab-ı Kehf’ olayına atıf yapılmaktadır:
Köpek nerde
HEPSİ BİRDEN (bir korkuyla) - Evek köpek nerde
-Köpek ne dışarda ne içerde
Kayanın kendisi belki
Mağaamızı evrenden ayıran
Kayserden ve Kayser kentinden ayıran” (Şiirler I, s. 46)

Köpük” başlıklı şiirinden aldığımız şu bölümde Hz. Meryem ile Hz. İbrahim, Hz. İsmail peygamberlerin hayatlarına yapılan telmih, başka sanatlarla birlikte (teşbih, mübalağa, tezat) bulunmaktadır:
Akşam kente bir meryem gibi girer
Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
Kurban kesilirkenki karanlık
İbrahimin bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
Keskin ışık
İsmail
İsmail bir çocuk başından serçe geçen
Mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
Omzundan arşlar dökülen” (Şiirler III, s. 10)

Tekrir, şairin heyecanlarına kapılarak sözü etkileyici bir şekilde tekrarlamasıdır. Şair, tekrir yoluyla ifadeyi pekiştirir, sözünün etkisini artırır, anlamı güçlendirir. Sezai Karakoç’un sevdiği ve başarıyla uyguladığı sanatlardan birisi de tekrirdir. Devrinin şairleri arasında bu sanatı belli bir heyecan sonucu ve amacına uygun şekilde uygulayan tek şair sayılabilir:
Taha’nın Kitabı”ndan aldığımız bir örnek:
Kavis görmek Taha’nın gözünde yeni bir gelenek mi
Yoksa bu yaz güneş yanıp duran bir kelebek mi
Kalbimiz etilen bir çiçek mi bir böcek mi
Yoksa yeni gök giysileri örülen yepyeni bir ipek mi
Büyük kan dolaşımında bir bozukluk mu
Küçük kan dolaşımında kırılan bir zemberek mi
Kış mı karakış mı kan karıncalanması mı karında
...” (Şiirler II, s. 15)

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiirinden:
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
(...)” (Şiirler IV, s. 28)

Hüsn-i Ta’lil, bir olayı, ifadeye güzellik katacak şekilde, kendi oluş sebebinin dışında başka bir sebebe bağlama sanatıdır. Sezai Karakoç’un “Taha’nın Kitabı”ndan alınan aşağıdaki mısralarında hüsn-i talil’in yanı sıra telmih ve mübalağa da vardır:
Önümde Yakup Yusuf ve İshaktınız
Arkada kaynak sular kadar berraktınız
Dün akşam üzeri güneşi siz batırdınız
Başkası değil doktor güneşi siz batırdınız” (Şiirler II, s. 20-21)

Şairin “Gül Muştusu”ndan bir örnek:
Sen ata bindin mi oğul
Atlar ayrı kişnerdi
Arafat dağını görmüş gibi
Göğe sıçratırlardı başlarını” (Şiirler II, s. 103)

Köşe” başlıklı şiirinden:
Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı” (Şiirler III, s. 87)

Karakoç’un şiirinden, aralarında anlamca ilgi ve uygunluk bulunan kelimelerin bir arada kullanılmasına (tenasüp) da örnek verebiliriz.
 Hızırla Kırk Saat” şiirinden:
Ne cennet ne cehennem ne dünya
Ârafım ben
Cennet demektir benden biraz ileri gidersen
Dünyadır cehennemdir” (Şiirler I, s. 56)

Tezat, yani iki duygu, düşünce ve hayal  arasında birbirine zıt olan nitelikleri ve benzerlikleri bir arada toplama sanatıdır. Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’nda dikkat çeken şu tezat, teşbih ile bir arada karşımıza çıkar:
İçe akan gözyaşları
Kan damlaları
Bir savaş, zafer saymak yenilmeyi
Ne ileri gidilebilir
Ne geri dönülebilir
Bir yürüyüş, çölün en derin yeteneği” (Şiirler VI, s. 8)

Aynı şiirdeki şu tezat da yüksek bir heyecan anında söylenmiş hissi verir:
Mecnunun babası gönlü daralmış dönüyordu
Bir hayat için gelmiş bir ölüm götürüyordu” (Şiirler VI,  s. 36)

Leyla ile Mecnun”daki şu parça tezat bakımından daha yoğundur:
Evet doğdu yine doğmayacak sandığım güneş
Geldi gelmez dediğim haber
Her cehennem bir cennete işaret
Her kara sunu ötesi bir ak Kevser” (Şiirler VI, s. 65)

Şairin “Hızırla Kırk Saat” şiirinden alınan şu mısralarda mübalağayla tezat bir arada kullanılır:
Bir dağ doğurtabilirsin bir bozkırdan
Gül toplayabilirsin bir çıbandan
Narlar menekşeler devşirebilirsin bir kurbandan
Bir azizi sağlarsın bir Roma yangınından
Bir cami çıkartabilirsin bir katedralden” (Şiirler I, s. 58)

Şairin “Çocukluğumuz” başlıklı şiirinden alınan şu mısralarında ise mübalağanın yanında telmih ve teşhis sanatları da vardır:
 Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü” (Şiirler IV, s. 57)

Devrinin şairlerinde henüz yeterli bir seviyeye ulaşmamış olmasına rağmen, Karakoç’un şiir dili içinde istiare sanatına da yer verilmiştir:
 Hızırla Kırk Saat”te, Hızır’ın ölümsüzlüğünü “Ölümsüz çamaşırlar giyindim” (Şiirler I, s. 8) dizesiyle istiare eder.
Karakoç, “Şair” şiirinde ise ölümü “iksir” kelimesiyle çağrıştırır:
Tart kaderini kuş uçuşlarındaki hafiflikle
Bülbül ötüşüyle gül açılımındaki arzuyla
Deniz altı kırmızı ve yeşil yosunla
Ateşle hayatının her anındaki atomu
Formülü Cebrailin cebinde olan iksirle” (Şiirler VII, s. 13)

Sezai Karakoç’un “Gül Muştusu”ndan aldığımız aşağıdaki parçada ise leff ü neşr  sanatı, tezat ve telmihle birlikte verilir:
Yaratılışa dönmüşümdür baharla
İlk yaratılışa
Gül saçarım düşmanıma bile
Bir ilgi var ölenle bulut
Doğanla güneş arasında
Taş bile çiçeklenir baharda” (Şiirler II, s. 78)

Bütün bunlardan sonra, Sezai Karakoç’un, gelenekle sürekli bir uyum içinde olduğunu, hatta geleneği devrimci bir kimlikle gelecek çağlara aktardığını söyleyebiliriz.  Onu,  çağının diğer şairlerden ayıran en önemli yön de bu bilinçli ve tutarlı devrimciliktir.



[1] Şairin, eserlerinde sürekli  kullandığı bu unsurları, ilk kez kullanıldığı yere göre sıraladık.
[2] Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında oldukça eski ve geniş bir geleneğe sahip olan Leylâ vü Mecnûn hikayesi, ilk defa Ali Şîr Nevaî (1441-1501) tarafından yazılmıştır. En güzelleri Nizami, Câmi ve Fuzuli tarafından  kaleme alınan mesnevî hakkında daha geniş bilgi için Bkz: Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, (Haz. Hüseyin Ayan), Dergâh Yay., İst., 1981.
Sezai Karakoç, hikayeyi şu ara başlıklar halinde yazmıştır: “Yolların Getirdiği” başlıklı ön şiiri takiben birinci bölüm “Doğum” başlığını taşır ve Mecnun’un, “Leylâ’nın Doğumu İçin Sonradan” söylediği uzun bir parça ile başlar. Ardından “Leylâ’nın doğumunda bir yer yaratığının söylediği  Sara” başlıklı şiir, “Leyla’nın doğumunda bir gök yaratığının söylediği” “Perili Şiir”, “Rüzgârın Dilinden”, “Ninni”  gibi parçalar eklenir. “Doğum”, “Günler”, “Kays’ın Aşkla Şöhret Bulup Adının Mecnun Konması”, “Annenin ve Babanın Vaziyeti Anlamaya Başlaması”, “Annesinin Mecnunun Aağzını Arayışı”, “Baba Umudu”, “Karabasan”, “Yıldız Falı”, “Nevfel” birinci bölümün diğer başlıklarıdır.
İkinci bölüm “Çölün Öyküsü” başlıklı giriş ile açılır. “Şairin Kuşkusu” , “Parantez”, “Dönüş”, “Mecnun Yeniden Çölde”, “Değişim”, “Mecnun ve Silahşör”, “Mecnun ve Rahip”, “Mecnun ve Toz Bulutu”,  Mecnun, Mum ve Pervane”,  Kervan”, “Leylâ Köşesi” ikinci bölümün ara başlıklarıdır.
Üçüncü bölüm “Ölüm” başlığı ile açılır. “Mecnunun Bir Işığa Dönüşmesi”, “Leylâ’nın Bir Işığa Dönüşmesi”, “Adak Işığı” başlıkları ile kitap biter. Bu yapısıyla da Karakoç’un eseri, geleneğe bağlanır.

Hiç yorum yok: