Sezai
Karakoç, İkinci Yeni şairleri[i]
arasında hem gelenek hakkındaki ilmî ve kapsamlı düşünceleri, hem de gelenekten
faydalanmayı diğer şairlerden farklı boyutlarında uygulaması ile dikkat çeker.
Karakoç’un farklılığı ve işe ciddi bir şekilde eğildiği, hemen ilk
bakışta, gelenekle ilgili olarak ortaya koyduğu yazılardan anlaşılır. Diğer
İkinci Yeni şairlerinin genellikle günlük, mülâkat veya denemelerle ve
ansiklopedik bilgilerin yüzeyselliği çerçevesinde gündemlerine aldıkları
geleneği Sezai Karakoç, makaleler halinde inceler. “Kavramlar ve İlkeler”[ii],
“Şair ve Gelenek”[iii] ve “Gelenek ve Şiir”[iv]
başlıklı makaleler, onun bu yolda dikkatlere sunulan yazılarından belli
başlılarıdır.
Sezai Karakoç bu makalelerde, geleneğin oluşumunu, ne olduğunu,
geleneğe saygıyı, gelenekten nasıl faydalanılması gerektiğini, geleneğe isyan
veya gelenekle yeninin çatışmasını ve geleneğin vazgeçilmezliğini anlatır.
Karakoç, bütün uygarlık
kurumları gibi şiirin de doğup gelişmesiyle birlikte bir takım ‘arketiplere’, insanlık ömrüne sahip bir
ömürdeki ‘leitmotiflere’ kavuştuğunu,
bazı belirgin temalara sahip olduğunu, bunların da insan ruhu ve psikolojisine
bağlı olarak çağdan çağa akıp geldiklerini, her çağın şartları içinde bu ‘arketipler ve leitmotifler’in yepyeni
kılıklarla yeniden doğduklarını belirtir. Bunlar, her uygarlık değişiminde
sanki ölüp yeniden ve bambaşka ‘renklerle
ve görüntülerle’ dirilirler. Fakat, iyi bir inceleme yapılmazsa, derinlerde
aynı ‘arketiplerin ve leitmotiflerin’
farklı ‘dil ve deyişler, kılık ve kıyafet içinde’ yeniden ortaya çıktıkları
fark edilmez.
Karakoç, her uygarlık değişiminde, bazı ‘arketiplerin ve leitmotiflerin’ öne geçtiğini, kimisinin gelişip
serpildiğini, ‘güneş gibi parladığını’,
kiminin de ‘latan hale geldiğini’
belirtir. Bunlardan kimisi, ‘ay gibi
bulutlar arkasına saklanır’ken, kimi de, ‘arkaikleşir’ veya, ‘güncelleşir.’
Fakat, aslında, her biri, şu ya da bu şekilde, varlığını şiirlerde sürdürür.
Bazı ‘arketipler’, asırlarca faal
iken; bazıları da uyur. Kimi ‘leitmotifler’,
‘uyurgezerler gibi’ çağlar boyu
dolaşıp dururlar. Fakat, insanoğlu, ne kadar ‘ayıklayıcı, arıtıcı, ya da reddedici olursa olsun’, bu ‘arketipler ve leitmotifler’, ruhunda kazınmaz bir mühür gibi durur.
İşte Sezai Karakoç’a göre şiir tarihi, şiir birikimi, dahası
gelenek, aslında bu ‘arketiplerin ve
leitmotiflerin tarihi ve karşılaştırılmalı tasnifi’ demektir. “Mazmunlar ve edebî sanatlar da, aslında
bunların aldıkları sayısız şekillerden en çok tekrarlananları,
saptanabilenleri, insanlığı en çok ilgilendirenleri, duyarlıkları en çok
sarsanlarıdır.” Yeni şairlerin, bunlardan ‘vareste’ kalmaları
düşünülemez. “Her yeni şiir, onların
içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik olursa olsunlar, ne yapıp ederler, her
yeni şiirin içinde yeniden doğarlar.” Mısır, Çin, Eski Yunan, Lâtin, İslâm
(Arap, Acem, Türk), Batı edebiyatları ve bunların içinde bilhassa şiir sanatı
incelendiğinde, benzer temalar ve biçim denemelerinin bu şekilde ‘tarihi bir kurum’ yani, gelenek halini
alarak sürüp gittiği görülür.[v]
Karakoç’a göre şairler ve yazarlar, ‘usanmadan ve bin bir orijinal ele alışla, ayni leitmotif ve mazmun,
ayni temayla eserlerini, genel edebiyat tarihi ve geleneği içine’
yerleştirmişlerdir. Bu gerçeklik içinde gelenek, ‘...sanatın öz ilkelerinin derinlerde sürmesi ve zamana hükmünü yürütmesi,
gelen her yeni sanatçı ile hesaplaşmasını yapması’ anlamına gelir. Şair
geleneği, ‘Yeni gelenin özgürlüğünü hak etme
sınavının kara tahtası’ olarak da görür. Yine, ‘Pirlerle olan alışverişin usûl ve âdâbı’ da denilebilir geleneğe.
Daha farklı bir söyleyişle, gelenek, “Sıkı
sıkıya kurallarıyla bağlı gibi göründüğümüz bir törende özgürlüğün türküsünü
çağırma yoludur. Doğanın somutundan soyutlamaya, soyuttan sanat somutlamasına
çıkışın tarih içindeki oluşmuş samanyoludur”.[vi]
Karakoç, her şairin geleneği izlemek, kendi yolunu geleneğin
yolundan giderek bulmak, ondan haberdar olmak mecburiyetini öne çıkarır. Çünkü
bir şairi şiire götüren ilk unsur gelenektir. Bir şair, ‘daha evvelki şairlerle ruh ilişkisi kurmakla’ şiiri sevmeye başlar.
Zamanla şiir onun içine yerleşir, ruhunda yuvalanır. Böylece şair, şiire
sempati duyarak, şiirle yoğrularak, geleneğin ilk etkisini yaşar ve gelenekten
‘armağanı’nı alır. ‘Şairin ilk dünyası’ olarak gelenek, onun kendi kendisine güven duymasını sağlar. Bu duygu, yetenek noktasına kadar
ilerler ve onunla birleşirse, kişi şairliğe adım atmış olur. “Yani, yeteneği ilk uyandıran, bilinçlendiren,
kımıldatan, onu harekete geçiren tarihi sosyolojik birikim, gelenektir. Bir
yandan, doğa, öte yandan gelenek, yeteneği yerinden oynatır ve ona ilk
denemeler yapma heyecanı, heves ve cesareti verir.”[vii]
Sezai Karakoç, bir şairin, gelenek aracılığıyla başka bir ‘zaman’da yaşayacağını ileri sürer.
Gelenek yoluyla, geçmiş şairler yeni şairle çağdaş, yeni şair, geçmiş şairlerle
çağdaş olur. Karşılıklı bir diyalog kurulur,
aralarında bir alışveriş başlar. Bundan sonra, yeni şairin ikinci bir
adım atması gereklidir. Bu adım, ‘klasik
dönem şairleriyle yarışma dönemidir.’ Yeni şair, çağdaşlarıyla olduğu gibi,
daha öncekilerle de yarışmaya başlar. Bu dönem, ‘kendini anlaması, gücünü değerlendirmesi’ için kaçınılmazdır.
Çünkü, şairin, bu ilk adımdaki kendini yoklama ve bulmaya yönelik ‘etkilenme dönemini kısa zamanda aşması’
lazımdır. Kısacası, ‘gelenekle hesaplaşma
dönemi’[viii]
kaçınılmazdır.
Karakoç, kimi zaman hesaplaşmanın şiddetli geçtiğini, geleneği reddetme şekline dönüştüğünü, (Çünkü
“Geleneğin hiyerarşisi ve kılı kırk yaran
protokolü, şairi sıkacaktır. Ona sık sık isyan edecektir.”[ix]),
ama bunun da aslında geleneğin gücünü omuzlarda hissetmenin bir ifadesi
olduğunu, aslolanın ise reddetmekten ziyade eser vermek olduğunu söyler. Bu
arada sözü yeniliğe getirir ve yeniliğin, şekilden ziyade ruhta olmasını, bunun
da geleneğe karşı olmakla değil, ‘belki
onun bıraktığı noktadan başlamak’la yani geleneğe eklenmekle mümkün
olacağını söyler. “Bu yüzdendir ki,
çoğunlukla geleneğe ve kendinden
öncekilere başkaldırmakla başlayan şair, sonraları yumuşar ve daha
uzlaşıcı ve hoşgörülü olur. Çünkü: eninde sonunda, kendisi de, gelenek denen o
geçmiş zaman kataloğuna ve kalamozasına sokulacaktır.”[x]
Karakoç’un şair için ‘en çetin sınav dünyası' olarak gördüğü gelenek,
‘korkunç aldatıcı, adeta hileci’ bir yapıya sahiptir. Önce genç şairi kendisine
çeker; sonra ona baskı yapar, sanki onu vazgeçirmeğe çalışır. “Genç şair,
varolmak istedikçe, gelenek, eski şairler dünyası onun karşısına dikilir, adeta
onun moralini bozmak ister. (...) Fakat, geleneğin yaptığı bu baskı, geçmiş
şiirin adeta ezici bir şekilde insanın üstüne yürüyüşü, iyi düşünülürse, genç
şair için, yeni şair için, kötülük değil, iyiliktir. Onun için gereklidir;
hatta, tek seçenektir. Dayanamayıp kaçanlar, daha başlangıçta terk edenler, bu
ağır sınavı veremeyenlerdir. Direnenler, dayananlar ve diretenlerdir ki,
kazanacaklardır.” Bu şairleri gelenek, ‘sessiz sedasız onaylayacak’tır.[xiii]
Karakoç, geleneğin dünyasını, “yedi
gök gibi kat kat” tasavvur eder. Ona göre “Şair, orada miracını tamamlayıp yine kendi toprağına dönmelidir. Her
katta ayrı sınav verecektir. Cenneti ve cehennemi görecektir. Meleği ve
zebaniyi orada tanıyacaktır. Bir âhiret gibi, kutlu ve gereklidir gelenek,
şairin dünyası için. Orda ölüp kendi dünyasında yeniden dirilecektir şair.
Hesap verecek, canını burnundan getiren sorularla karşılaşacak, Münker ve
Nekiri görecek, kabir azabını tadacak, Ârafı seyredecek, ceza ve armağanı,
ruhun bu zakkum ve tûba yemişlerini, azab ve muştuyu bilecektir.” Öyle ki,
yeni şair, hayat macerasında olduğu kadar gelenek dünyasında da ‘haşr ve neşri’ yaşayıp kıyametini
tamamlayacaktır. Bütün geçmiş şairlerin önünde ‘onlar diriymiş, ya da kendisi ölüymüş gibi’ diz çöküp, dersini
okuyacak, icazetini alacaktır. Bunlar ‘manevî
bir dünyada’ meydana gelen, şairlik çilesidir. Bu arada, Karakoç, geleneğin
dünyasını, ‘çok boyutlu ve cepheli bir
dünya olarak, şairin okulu’ diye tanımlar. Şair bu okuldan ‘aşkla, sevgiyle, çileyle’ geçmek zorundadır.[xiv]
Sezai Karakoç’a göre, gelenekten
faydalanma sözü bizde, geçmiş şekilleri taklit, ya da onların adlarını kullanma
biçiminde algılanmıştır. Bu yanlış bir anlayıştır. “Oysa, geleneğe bakış, herşeyden önce, o geçmiş zaman eserlerini sevmek,
onlardan zevk almayı bilmek, geçmiş sanatları ve şairleri daha yakından
tanımaya çalışmak, adeta onlarla birlikte olmak, onlarla gün geçirmek, zihinde
ve hayalde olsun, onların eserlerini vermelerini izlemek, buna tanık olmak ve
bu izleyiş ve tanıklıktan, sonsuz bir mutluluk duymak demektir.”[xv] Yani şair, kendinden öncekilere sevgiyle
bakmalı, onlardan okuduğu bir mısrayla bir beytle mutlu olmalı, o şairlerin
güzel eserleri olduğunu herkese gösterip söylemeli, sanki onlar kendi eseriymiş
gibi öğünmelidir.[xvi]
Sezai Karakoç, bu arada, başka bir gelenekten, eski edebiyatımızda
yaşanan eskilerle yeniler arasındaki davranış geleneğinden de bahseder: “Yeniler genellikle eskilere saygı ve sevgi
gösterir, onları üstad bilir, onlara hayranlık duyarlardı. Bu, elbet, şairin,
kendini ortaya koyması için, ünlülerle gizli bir savaşım içinde olmadığı
anlamına gelmiyordu. Ancak, bu savaşımı, onları yıkmak için değil, belki daha
çok kendisini kabul ettirmek içindir.”[xvii]
Sezai Karakoç, Türk şiirinde gelenek denilince anlaşılması
gerekenin ‘Osmanlı dönemi’ şiiri,
bunun içinde de ağırlıklı olarak, Divan şiiri olduğunu belirtir. Bunu, “Osmanlı dönemi, Türkçe’nin en zengin bir
kültür ve medeniyet dili haline geldiği bir dönemdir.”[xviii] ve “Gelenek hakkında somut bir fikir edinmek için, Divan şiirimizi toptan
kuşbakışı bir gözle görmek yeterlidir.”[xix] şeklindeki sözlerinden
anlamamız mümkündür. Bunun yanında,
Divan şiirini, ‘İslâm şiirinin’
önemli bir atılımı olarak görmesi ve bu şiiri ‘sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç ihtiyarlamamış’ hatta ‘her yüzyılda yeniden gençleşen’ bir şairin
Divanı şeklinde görmesi[xx],
yanısıra, Divan şairlerinin ‘büyük bir
çınarı oluşturmuşlar gibi’, birbirlerine bağlı ve birbirleriyle yakından
ilişkili oluşları, böylece ‘büyük bir
gelenek disiplini içinde, yavaş yavaş yenilenen büyük bir şiirin kurucuları’[xxi]
olmaları, şairin bakışıyla ilgili ipuçları arasında yer alır.
Karakoç, Divan şiirinin gelenek oluşunu söylemekle noktayı koymaz.
Bu şiirin çeşitli özellikleriyle, alttan alta hâlâ sürdüğünü de belirtir. ‘Ne gazel ölmüştür, ne de kaside’
görüşünü öne sürer; küçük aşk şiirlerinin gazele, uzun şiirlerin kasideye,
kitaplık çaptaki şiirlerin de mesnevilere karşılık olduğunu belirtir.[xxii]
Bunun yanında, “Vezin ve kafiyenin
görünüşte ölümüne aldanmamalı.” diyen şair,
aruz ve hece seslerinin, her şiirde, yer yer yoklama yapıp durduklarını
söyler. Gerçek şiirin içinde gizli bir
aruz, ‘tarihin ölmez mirası’ şeklinde
yaşar. Kafiye, dize sonundan mısra içlerine kaymış, daha genel bir çağrışım
düzeni halini almıştır. Serbest şiir, ‘vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp
bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir’dir. “Şair, kendi veznini, kafiyesini, nazım ve mazmunlarını arar ve
bulurken, klasik yaratımlar, önünde, zengin bir koleksiyon gibi örneklik eder.
Bu engin miras, onun yatırım sermayesidir. Her şair, biçimleri kurcalar, dili
didik didik eder, düşünce ve duyguları yakar dururken, ilham, geleneğin bu
hazinelerinde dolaşır ve ona yepyeni bir çağrışım dünyasının kapılarını açar.”[xxiii]
Bu arada Sezai Karakoç, bir vesileyle, gelenekten nasıl
yararlanılması gerektiğini bir örnekle de açıklar: Şair, ‘divan, divançe ya da ilâhi’ adıyla yayınlanan şiirlerdeki geleneğin
sadece isimden ibaret kalmış olduğunu, bununsa, ‘bir özenti, ya da doğacak olanın yerini daha doğmadan batıcılık adına
kapmak kurnazlığı’ndan başka bir şey olmadığını söyler. “Oysa, olması gereken bile anlaşılmamıştır.
Aruzla, vezinli ve kafiyeli, tıpatıp Divan şiirinde olduğu gibi kasideler,
gazeller, murabbalar mı yazılacaktı? Ya da adı divan, gazel, kaside olsun da ne
olursa, olsun mu denecekti? Hayır, bu iki yol da değil. Asıl gerekli olan, eski
şiirimizin ruhunun, algılanmasının, şiire bakışının yeniden dirilişiydi.
Biçimlerin ve mazmunların aynen alınışı, kullanılışı değil, onların bugünkü
şartlarda doğurması gereken şekilleri. Yani, şiir, aruzla olmak zorunda değil,
ama arûz ruhu ve yankısından sesler getirmeli; gül, bülbül, şarap, saki, rakip
gibi mazmunların kullanılması yenilenmeli, ayrıca çağımızda bunlara karşılık,
yeni mazmunlar doğurulmalı idi. Epik türde de, destanlar, yeniden yazılabilmeli
ve günümüz insanı onu okumalıydı. Ya da onlardan esinlenerek epos, yeniden
üretilmeliydi. Elbet, bunların olması, hep uygarlık kavramına bağlıdır.”[xxiv]
Sezai Karakoç, Halk şiirini de geleneğin tükenmeyen bir başka
kaynağı olarak ele alır. Fakat tek başına buna yaslanmak, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında olduğu gibi, kısa zamanda tükenişi getirir.[xxv] Bu yüzden, geleneğe bir
bütün olarak bakmak lazımdır.
Buraya kadar ele aldığımız makalelerinin dışında, kitaplarında
bulunan diğer makalelerinde klâsik dönemin uygarlık dünyasına, kaynaklarına,
şair ve eserlerine, bunların çeşitli özelliklerine atıflarda bulunan Sezai
Karakoç, diğer İkinci Yeni şairlerinden farklı olarak, daha bilinçli ve tutarlı
bir yolu takip etmiştir. Onun bu yol sonunda vardığı yer, geleneğe sağlam bir
şekilde yaslanan eserler vücuda getirmek olmuştur.
İncelememizde Sezai Karakoç’un “Şiirler” genel başlığı altında ve 9 kitap halinde yayınlanmış olan bütün şiirlerini ele aldık[xxvi].
Sezai Karakoç’un, geleneğe bilinçli olarak bağlanan bir şair olduğunu, düşünceleriyle ilgili bölümde görmüştük. Bu bağ, onun şekilden ziyade muhteva olarak geleneği takip etmesini sağlamıştır. Fakat bu, Karakoç’un şiirlerinde gelenekte varolan şekillerin olmadığı anlamına gelmez. Şairin Şiirler IV’deki “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” isimli şiirinden yaptığımız şu alıntılar, ondaki şekil ile muhteva ortaklığını göstermek bakımından önemlidir:
“Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine” (s. 21)
Karakoç şiirinin Divan şiiri şekilleriyle ilgisini incelerken dikkatimizi en çok çeken husus, nazım şekilleri itibariyle olan benzerliktir: Rubai ve gazel, onun isim olarak da andığı iki Divan şiiri nazım şeklidir. Bunların yanında, şekil, kafiyeleniş, konu vb. gibi birtakım özellikleri sebebiyle bazı şiirleri de beyit, kaside, mesnevî gibi isimlerle anmamız mümkündür.
Onun, Şiirler VII’de yer alan “Yorum” (s. 25) ve “Kuş” (26) şiirleri tek beyitlik nazımlarıdır:
“Açtım bir al gibi dün gece kitabımı
Kader meşaleli şiirlerle donandım” (Yorum, s. 25)
“Seni anmak her günkü gök armağanımdır beni
Ebedî şadırvansın gün içinde kalbimden”(Kuş, s. 26)
Şair, Şiirler III kitabının sonunda bizlere, “Rubailer” (s. 126), başlığı altında, rakamla birbirlerinden ayrılmış üç rubaiyi sunar. Bilindiği gibi, Divan şiiri nazım şekli olarak rubai aruzun belli 24 kalıbı ile yazılır. Bunun gibi, kafiyeleniş bakımından da rubainin kendisine has bir sistemi vardır. Rubailer (aaxa veya aaaa) şeklinde kafiyelenir. Ayrınca, rindane veya aşıkâne bir eda da gereklidir. Dörtlük halinde olmaları dışında, Karakoç’un hiçbir rubaisi, bu bağlara uymaz. Onun “Rubailer”inden birincisini buraya alarak sözkonusu ilişkiyi daha açık görelim:
“Çocuklar bana kalırsa yoklar
Yok çocuk falan yok öyle şey
Hayal edilmiş ekler olacaklar
Ailelerin melankolileri için” (Şiirler III, s. 126)
Karakoç’un Şiirler VII kitabında yer alan “Gazel” (s. 19), “İstanbul’un Hazan Gazeli” (s. 22), “Kızkulesi’ne Gazel” (s. 23) şairin gazel adıyla andığı ve Divan şiiri nazım şekline benzeterek yazdığı şiirleridir. Bunlardan “Gazel” başlıklı olanı ‘düştü’ redifli olup beş beyitten ibarettir. Bu gazelde ‘bülbül’, ‘sümbül’, ‘gürül’, ‘kül’, ‘gönül’ kelimelerindeki ‘ül’ sesleriyle tam kafiye yapılır. Kafiye şeması da klasik gazellerde olduğu gibi (aa, ba, ca, da, ea...) şeklindedir. Bu şiirlerden beş beyitlik “Kızkulesi’ne Gazel” de kafiyeleniş ve şema itibariyle klasik gazellere uygun düşer. “İstanbul’un Hazan Gazeli” ise, yedi beyitlik olup, beyitlerle yazılmış olmasının dışında klasik gazellerle hiçbir şeklî özellik taşımaz. Sezai Karakoç’un aynı kitabında yer alan “Diriliş” (s. 24) şiiri de şekil olarak gazeli çağrıştırır. Zira, bu şiir de beyitler halinde yazılmıştır ve klasik gazel tarzıyla kafiyelendirilmiştir.
Şairin Şiirler VIII’de yer alan 13 bölümlük “Alınyazısı Saati” (s.7-58) şiirinin 10. bölümündeki metin de gazel adıyla anılmıştır. Anılan uzun şiirin diğer bölümlerinden ayrı bir şekilde, numarayla ayrılmanın yanısıra, “Kız Kulesine Gazel II” (s.45) şeklinde de isimlendirilen metin ise gazelin hiçbir şekil özelliğini taşımaz.
Karakoç’un gazel şekliyle yazdığı şiirlere örnek olması için ‘düştü’ redifli “Gazel”ini buraya alıyoruz:
Rüzgâr ışıdı titredi çiğ gül düştü
Tutunduğu dalı tutuşturup bülbül düştü
Gün doğumundan gün batımına kızardı bahçe
Bir bir leylâk nergis lâle ve sümbül düştü
Ne çam dayandı ne kestane ne kavak ne nar
Bin yıllık çınar gürül gürül düştü
Geçti mi ki yeşilin sonsuzluk yüklü çağı
Kader yanardağından kızıl kara kül düştü
Vakit görmemişti böyle bir kıyameti
Akıl sarardı karardı ruh gönül düştü” (Şiirler VII, s. 19)
Karakoç’un Şiirler IV’te yer alan “Çocukluğumuz” (s. 57) şiirinin ilk dizeleri beyitlerle oluşturulmuş. Aynı kitapta bulunan “Esir Kent’ten Özülke’ye”nin ilk bölümü olan “1-alınyazısı şiiri” (s.30-33) sayfa sonlarındaki birer mısra hariç, beyit usulüyle yazılmıştır. Bu beyitler arasındaki kafiyeleniş (ab, ab, ab, ...) şeklindedir:
“Gülle başla şiire atalara uyarak
Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle
Her kelime gönlünde kan kırmızı bir şafak
Kafiye olmak için yaratılmış bülbülle
Göz gözü görmez olmuş toz duman arkana bak
Alınyazın yarışmış sanki kutlu düldülle
Gül bülbül ve düldülle kaybolanı buldurmak
Ne noktayla ilgin var ne ünlem ne virgülle
Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle
(...)” (Şiirler IV, s. 30)
Karakoç’un Şiirler II’de yer alan “Gül Muştusu” (s. 71), konusu ve bölümleri itibariyle Şiirler IV’teki “Küçük Na’t” (s. 55-56) ise sadece konusu (Peygamber övgüsü) yönüyle kaside şeklini hatırlatır. Bunlardan “Gül Muştusu” uzun bir şiir olup kendi içinde bölümlere ayrılır. Bu bölümlerden sonuncusu (XIV. Bölüm) kasidelerin ‘Dua’ bölümlerini hatırlatır tarzdadır. Ayrıca, şiire bahar ve gül tasvirleriyle başlanmaktadır ki, bu da şiirin kaside ve “Bahariyye” olarak algılanmasına vesiledir. “Gül Muştusu”nun ilk ve son bölümlerden iki örnekle bunları daha iyi görebileceğimizi sanıyoruz:
“Bahar dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir karacadağlının kucağımıza
yıkılışı: gül
Güllerin içine yağdığı
Bahar aydınlıklarının
Şeyhe yaklaşan bir mürit gibi
Doluşu bahçemize
Hani bir vakitler de ölmüştük
Leylâklar altından geçerken o sevilenler
...” (Şiirler II, s. 71)
“Tanrım duam şu ki her şey yeniden toprak olsun
Su toprak olsun
İnsan toprak gibi duysun yeri
Ay toprak olsun
Topraktan kaçanı toprak tutsun
Gün toprak olsun
Kabirler saltanatı toprak olsun
Yazı
Kitap
Ve söz toprak olsun
(...)
Yetiş peygamber imdadı yetiş
Yetiş Allahın izniyle
Yetiştir erlerini
Diriliş bayraklarını taşıyan
Şehit gömleklerini peşin giymiş
Ateşten, sudan geçer gibi geçen
Allah önünde her varı yok gören
Dağların üstünde erip
Kentlere şafaklar gibi ağan
Küçük askerlerini
Gül diksinler diye yeni topraklarına
İnsanın ta gönlüne
...” (Şiirler II, s. 110-112)
Bu noktada, Karakoç’un Şiirler VI kitabını oluşturan “Leylâ ile Mecnun”u da anmak gerekmektedir.
Konusunu klasik şiirin mesnevilerinden alan bu uzun şiirde şair, geleneksel ‘Leylâ vü Mecnun’lardaki muhteva ve bölümler (‘Sebeb-i Telif’, ‘Münacaat’, ‘Şairin Kuşkusu’ vb. ) göz önünde bulundurulur. Fakat bunlar, eski mesnevilerdekine diziliş şekli bakımından benzemezler. Sözgelimi, şair ‘Sebeb-i Telif’ ve ‘Münacaat’ı sonlara doğru bırakır.
Bunlar bir yana, sözkonusu şiirde ilk bakışta şekil bakımından geleneğe bağlılık yoktur. Fakat bazı bölümlerde, beyitlere bölünmemekle birlikte, mesnevilerdeki kafiyeleniş (aa, bb, cc, dd, ee, ...) görülür. Bunu birkaç örnekle gösterelim:
“Mecnunun derdi günden güne arttı
Eski halini arayışı hep boşa gitti
Eski günler gibi uyanmak, istediği, her sabah
Eskisinden beterdi her yeni gün, ah!
İstiyordu ki bir sabah uyansın
Tıpkı eski günlerdeki gibi uyansın
Fakat başlıyordu düşünceler yakmaya uyanır uyanmaz
Gün bir büyü gibi güneş sihirbaz
...” (Şiirler VI, s. 31)
“...
Ruh arına arına özgür olmalı
Tanrı’ya yaklaşma halini bulmalı
Kitabın bir ödevi bu
Çağdan çıkarıp ebedî çağa götürme oyunu
Namaz için abdest gerektiği gibi
Ve okuyan, eserin sonunda bulur nasibi
Son gelmiş Ulu Tapınağa varmışlar
Yazan ve okuyan
Allah’ın önünde secdeye kapanmışlar
Perde kapanırken bu sahne
Daha yakışmıyor mu günümüze
Eskiler mutlu kişilerdi her an ve her zamanda
Tanrı’ya yakaracak bir halde ve bir durumda
Bir çağdayız ki eskilerin başladığı bizim sonumuzdur
Sonumuz olsa yine ne mutluyuzdur
...” (Şiirler VI, s. 62-63)
Son olarak, Şiirler IX’da bulunan ve şairin ilk şiirleri arasında yer alan “Kayboluş” (s. 47) şiiri kuruluş olarak Müstezat nazım şeklini hatırlatmaktadır. Altı bölümlük şirin yapısını üç dörtlük ve üç ikiliğin iç içe sıralanması oluşturuyor. İkilikler, dörtlükler arasında yer alırken, müstezatlarda olduğu gibi, kısa bir yapıya da sahiptirler.
Karakoç Şiirinde Halk Şiiri Şekil Unsurları
Sezai Karakoç, Divan şiirinde olduğu gibi, halk şiirinin şekil özelliklerinden de zaman zaman faydalanır.
Onun nazım birimi olarak dörtlük esasına bağlı kaldığı şiirlerinden birisi Şiirler VII’de bulunan “Şairlere ve Şiire Dair Dörtlükler” (s. 29-38) genel başlığıyla anılan ve sekiz dörtlükten oluşmuş bir toplamdır. Bu dörtlüklerde hece ölçüsü bulunmadığı gibi, ortak ve alışılmış bir kafiye şemasına da sahip değillerdir. Bunların kafiye şemaları sırasıyla, (abab, abcc, abca, abbc, abcb, abcb, abcc, abcd) şeklindedir. Bunlardan üçüncüsünü aktarıyoruz:
“Önüne çıkar hayat yolkesen gibi
Soyulur çırçıplak gider şair
Bir deri bir kemik öteye geçtiğinde
Arkasında kalır şiir tomarı kefeni” (s. 33)
Şairin Şiirler IX kitabında bulunan “İşaret” (s. 44) başlıklı şiiri de tek başına bir dörtlüktür:
“Ne zaman yandı elin,
Ne zaman ellerini yaktı hâtıram?
Ne zaman bir yüzük gibi taktı hâtıram,
Parmağına, bu gizli ve acı işareti, gelin.”
Görüldüğü gibi, şairin ilk şiirleri arasında yer alan bu şiirde de ölçü yoktur. Fakat (abba) şeklindeki kafiye örgüsü ile dikkatleri çeker.
Karakoç’un dörtlüklerle kurulan şiirleri ise Şiirler III’de bulunan “Çatı” (s. 79), “Kar Şiiri” (s. 92), “Ben Kandan Elbise Giydim Hiç Değiştirsinler İstemezdim” (s. 105), “Sevgi” (s. 106), “Ödünç Gece” (s. 110), “Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri” (s. 112), “Tan” (s. 113), “Somut” (s. 114), “Deniz” (s. 115), “Balkon” (s. 116), “Festival” (s. 117), “Kanarya” (s. 118), “Eski Kirazın Gereği” (s. 119), “Anneler ve Çocuklar” (s. 120), “Reklâmlarda Yaşama” (s. 121), “Kalorifer” (s. 122), “Büyüyüp te Çocuk Kalmak” (s. 123), “Yapı Aralıkları” (s. 124), “Kapamak İçin Gözlerini” (s. 125); Şiirler IV’deki “Şehzadebaşında Gün Doğmadan” (s. 52), “Sepet” (s. 59), “Denizin Kentini Yaktım” (s. 65), “Akrebin Ölümü” (s. 66), “Kış” (s. 67), “Akşam” (s. 68), “Tören” (s. 69); Şiirler VII’deki “Bal” (s. 15), “Konuk” (s. 17), “Şehirlerim” (s. 20), “Ninni” (s. 27); Şiirler IX’daki “Rüzgâr” (s. 7) “Kader Yolu” (s. 45)’dur.
Bu şiirlerden “Ninni”, “Rüzgâr” ve “Kader Yolu” şiirlerinin dışındakilerde ölçü ve kafiye bağı köklü ve kalıplaşmış bir halde bulunmamaktadır. Bunun yanında, Halk şiirinin sunduğu ses ve söyleyiş imkânlarını taşıdıkları da görülür . Bunu, redif ve kafiyelerindeki ses yoğunluğu ve söyleyiş rahatlığı bakımından, “Kar Şiiri” üzerinde dikkatlere sunalım:
“Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten ağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” (Şiirler III, s. 92)
Ölçü ve kafiye bağı olmamakla beraber, her dörtlükten sonra tekrarlanan nakaratıyla dikkatleri çeken “Şehzadebaşında Gün Doğmadan” şiirini de en azından birkaç dörtlüğüyle buraya aktarmak lazımdır:
“Yerleşecek yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşında
Başı avuçlara almak
Kuşların kanatlarını toplamak
Gecenin çatı katından
Gün doğmadan Şehzadebaşında
(...)
Gün de doğar gün de doğar
Bir gün mutlaka gün doğar
Gün doğmadan neler doğar
Gün doğmadan Şehzadabaşında” (s. 52-54)
Şairin, yukarıda andığımız ölçülü ve kafiyeli şiirlerinden birisi de “Ninni”dir. İki dörtlükten oluşan “Ninni”, 8’li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Bilindiği gibi, ninni annelerin çocuklarını uyutmak için, kendine özgü bir besteyle söylediği, basit sözlü türkülerdendir. Ninnilerde genellikle çocuğa dair istek ve iyi dilekler, söyleyenin sevinç ve üzüntülerini yanık bir havayla dile getirilir. Karakoç’un şiirini bu bilgiler ışığında okursak, şekil ve tür uygunluğu daha açık anlaşılacaktır:
“Sana Tanrı Armağanı
Desem uyur musun yavrum
Geleceğin kahramanı
Desem uyur musun yavrum
Gözün göğün siyahından
Göğsün güneş kadehinden
Yüzüne nur saçmış Kur’an
Desem uyur musun yavrum” (Şiirler VII, s. 27)
Karakoç’un ilk şiirleri (Şiirler IX) arasında yer alan “Rüzgâr” ve “Kader Yolu” başlıklı şiirleri de ikişer dörtlük halindedir. Bu şiirlerin ölçüsü ise 11’li heceden oluşmaktadır. Her ikisinde de mısra sonlarındaki redifleri, kafiye tür ve şeması da Halk şiiriyle olan akrabalık sağlamlaştırır:
“Rüzgâr”:
“Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr,
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar...
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut...
Yangından yangına arta kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar” (Şiirler IX, s. 7)
Görüldüğü üzere, bu şiirde 4+4+3, 6+5 veya duraksız 11’li hece ölçüsü kullanılmış, tam ve zengin sesli kafiyelerle şiirin ses örgüsü güçlü kılınmıştır. Aynı manzara aşağıda sunduğumuz şiirde de görülecektir.
“Kader Yolu”:
“Etrafımız, uçsuz bucaksız çöller;
Yerler demir, gökler bakır Madonna.
Nehirler çekilmiş, kurumuş göller;
Aramızda deniz vardır Madonna!
Gelir gelmez Venedik’ten aynalar,
Uçtu gökte kara kara kargalar.
Ömrü biçti kılıç gibi levhalar
Bize kalan sade sabır Madonna!” (s.45)
Sezai Karakoç’un tamamı dörtlükle yazılmış olmamakla beraber içinde yoğun halde dörtlük bulunan şiirleri çoktur. Bunların burada tek tek anılması ayrıntılara inilmeyi gerektireceğinden, içlerinden diğerlerine göre daha farklı bir yapı arzedenlere değinmek yetecektir.
Bu anlamda, Şiirler II’de bulunan “Gül Muştusu” nun (s. 71) XII. bölümünün içinde, üç dörtlükten oluşan ve şairin, hemen öncesindeki mısrada ‘gül türküleri’ olarak adlandırdığı (“Ve dudaklarında gül türküleri”) üç dörtlükten oluşan bir parça vardır. Şair bu parçada redif ve kafiyelere dikkat etmiş, ses yönünden oldukça zengin bir metin oluşturmuş:
“Gül gelmiş gül gelmiş
Gümüş düşmüş bahçemize
Altın serpilmiş suya
İğde dalı yola ağmış
Bahçemize bülbül doğmuş
Ay gibi bir bülbül doğmuş
Bülbül sesi bir gecede
Sedef gibi aydınlanmış
Gül gelmiş gül gelmiş
Şamdan bir bulut inmiş
Bağdattan bir rüzgâr esmiş
Sabah rüzgârları esmiş” (s. 100-101)
Aynı bölümün sonunda şairin ‘ağıt’ adını verdiği (“bir ağıt yükselir tutar doğuyu batıyı”) uzun bir parça vardır. Bu parça ise dörtlükler ve ikiliklerden kurulmuştur. Genellikle iki dörtlük ve ‘kavuştak’ sayılabilecek bir ikilik şeklinde sıralanan (son kısımda bir dörtlük bir ikilik), ondokuz bentten oluşan bu ara şiirde şekil ve konu bakımından ağıt türüne uygunluk vardır. Bir bölümünü aktarıyoruz:
“Yıkıldı dağlar yıkıldı
Evimin üstüne güpegün
Güneş yaktı ekini
Kuş bitirdi tarlamı
Sen çabuk öldün
Hey köyü titreten
Sen ölmeseydin
Oğlunu öldüremezlerdi
Yıkıldı dağlar yıkıldı
Evimin üstüne yüreğim
Sen ata bindin mi oğul
Atlar ayrı kişnerdi
Arafat dağını görmüş gibi
Göğe sıçratırlardı başlarını
Seni görmek için
Düğünlere koşardı kızlar
Niçin gittin o kara yere
Kendi ayağınla ciğerim
Yıkıldı dağlar yıkıldı
Başımın üstüne ciğerim
...” (s. 103-104)
Şiirler III’teki “Fırtına” (s. 19) şiirinin dördüncü bölümü içinde yer alan ve “Koro”ya söyletilen altı dörtlükten oluşan ara şiir, dörtlüklerin yanı sıra 7, 8 ve yer yer 9’lu hecelerden oluşur. Bu altı kıtalık bölümde kafiye uyumları ve Halk şiiri söyleyişi de dikkat çeker. Bir bölüm aktarıyoruz:
“Oyun oynandı iyice
İnandı kandı büyüye
Bir karnaval gecesinde
Belkis sattı saçlarını
(...)
Horoz ötene kadar
Şafak sökene kadar
Güneş doğana kadar
Belkis sattı saçlarını
(...)” (s. 22)
Bu arada “Fırtına” şiirin yedinci bölümünde “Koro”ya söyletilen benzer nitelikte bir başka ara şiir daha vardır. Bu parçada da kafiyeye, ses zenginliklerine ve söyleyişe dikkat çekilmiştir. Beş dörtlükten oluşan metnin bir dörtlüğünü sunuyoruz:
“Getirin bütün savaşları getirin
Tarihin özünü yakın denizde
Yalvarış seslerini biriktirin
Akıtın bu fırtınanın önünde
...” (s. 25)
Şiirler IV’de bulunan “Esir Kent’ten Özülke’ye” (s. 30) şiirinin bazı iç şiirleri de dörtlüklerle yazılmıştır. Bunlar “Simya” (s. 34) ve “Özgür Bahar” (s. 37) başlıklı metinlerdir. Bu metinlerin ilkinde, birkaç mısra hariç, (7+7) duraklı 14’lü hece ölçüsü bulunmaktadır:
“Balmumundan bir şehir arkadaşlar ülkesi
İçinde yanar durur yalanın lâmbaları
Benim hakkımda yalan senin hakkında yalan
Kapadılar sonunda sana çıkan yolları” (s. 34)
Bilindiği gibi Şiirler VI, Sezai Karakoç’un konusunu klasik kültürden ve Divan şiirinden aldığı Leylâ ile Mecnun mesnevisini oluşturur. Bu kitapta, “Sara” (s. 14), “Perili Şiir” (s. 15) gibi dörtlüklerle yazılmış iki ara şiirin yanı sıra, “Rüzgârın dilinden” söylenen “Ninni” (s.17) başlıklı ara şiir, adıyla ve muhtevasıyla Halk şiirindeki ninni türkülerini hatırlatır:
“...
Kuşlar öttü Leylâ için
Güller açtı Leylâdan ötürü
Uyku bir bahara döndü
Leylâ ayla yıldızların
Arasında paylaşıldı
Ortasında kapışıldı
Sussun bütün dünya şehir
Leylâ derin bir uykuda
Güller Leylânın uykusunda olgunlaşırlar
Leylânın düşlerinden renk alır kuşlar” (s. 18)
Şiirler IX, Karakoç’un gençlik şiirlerinden oluşan şiirlerdir. Bu kitaptaki bazı şiirleri dörtlük esasına bağlı olduğu için daha önce anmıştık. Halk şiiri etkisinin daha güçlü olduğu bu şiirlerden “Yağmur Duası” beşliklerden oluşur. Her bendin ilk ve beşinci dizeleri aynen tekrarlanır. Bu şiirde 11’li hece ölçüsü kullanılmış olup (abaca, dadad, vb.) şeklinde şematize edilebilecek bir kafiye örgüsü bulunmaktadır. Tam kafiye ve yer yer redifler de şiirin ses gücünü artıran unsurlardır:
“Ben geldim geleli açmadı gökler;
Ya ben bulutları anlamıyorum,
Ya bulutlar benden bir şeyler bekler,
Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum...
Ben geldim geleli açmadı gökler.
...”(s. 8)
Şiirler IX’daki “Monna Rosa” (s. 11) şiirinin birinci bölümü olan “I-Aşk ve Çileler” (s. 13) başlıklı metinde 11’li hece ölçüsü kullanılır. 13 beşlikten oluşan metnin her beşliğinde ilk ve beşinci dizeler kendi içlerinde tekrarlanmaktadır. Tam kafiye, bu şiirin de kafiye türüdür. İlk beşliği okuyalım:
“Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister,
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!”
Aynı şiirin “II-Ölüm ve Çerçeveler”(s.21) başlıklı bölümü de 11’li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Fakat “Monna Rosa”nın ilk bölümündeki bend düzeni burada bulunmamaktadır. Birli, üçlü, dörtlü, beşli, yedili vb. 13 bendden oluşan bu metinde “Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;” veya “Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;” dizeleri sürekli (özellikle de bend başlarında) tekrarlanır.
Şiirin son bölümü olan “Ve Monna Rosa” (s.37) başlıklı metin yedişer dizelik dokuz bentten oluşur ve bunların tamanında 14’lü hece ölçüsü kullanılır.
“Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakâr balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgâra.
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeklerinin aydınlığında ara..”(s. 39)
Bütün bunlardan sonra, Şiirler III’te bulunan “Köşe” (s. 85) şiirin ikinci bölümünden aldığımız şu parça sanki halk türkülerinden kopup gelmiş bir tadı sunmaktadır, diyebiliriz:
“...
Evlerinin içi kabartma bahar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saklılar
Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar
Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar
Evlerinin içi yeni güllerden
Görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlerine getiren
Sağ köşedeki entari sol köşedeki şapka
Beni katil suların ortasına bıraka
Katil sular güneşi gözlerinden götüren
Evlerinin içi gurur döşeli
Benim aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli”(s. 86)
[i] Sezai Karakoç’un İkinci
Yeni hareketine dahil olup olmadığı çeşitli tartışmalarla sürekli gündemde
kalmıştır. Bu tartışmaları göz önünde tutmak şartıyla, edebiyat içi sebepleri
ölçü alarak, Karakoç’u İkinci Yeni şairleri arasında değerlendirdik. (Bkz.
Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni
Şiiri, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kahraman, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Kırıkkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kırıkkale, 2000, s.
56.)
[ii] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yay., 2.
Bas., İst., 1988, s. 5-19.
[iii] age., s. 95.
[iv] age., s. 102.
[v] age., s. 102-104.
[vi] age., s. 17-18.
[vii] age., s. 95.
[viii] age., s.96.
[ix] age., s.97.
[x] age., s.96-97.
[xi] age., s.97.
[xii] age., s. 98.
[xiii] age., s. 100.
[xiv] age., s. 100-101.
[xv] age., s. 99.
[xvi] age., s. 98.
[xvii] age., s. 97.
[xviii] Karakoç, Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yay.,
İst., 1986, s. 15.
[xix] Karakoç, Edebiyat Yazıları I, s. 105.
[xx] age., s.106.
[xxi] age., s. 107.
[xxii] age., s. 104.
[xxiii] age., s. 105.
[xxiv] Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s. 12-13.
[xxv] age., s. 11.
[xxvi]
Sezai Karakoç, Şiirler I, (Hızırla Kırk
Saat), 7. Bas., Diriliş Yay., İst., 1995, 128 s. ; Şiirler II, (Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu), 5. Bas., Diriliş Yay.,
İst., 1990, 112 s.; Şiirler III.
(Körfez/Şahdamar/Sesler), Diriliş Yay., 5. Bas., İst.,1990, 128 s.; Şiirler IV,(Zamana Adanmış Sözler), 4.
Bas., Diriliş Yay., İst., 1995, 72 s.; Şiirler
V, (Ayin), Diriliş Yay., 4. Bas., İst., 1995, 64 s.; Şiirler VI, (Leylâ ile Mecnun), 3. Bas., Diriliş Yay., İst., 1995,
88 s.; Şiirler VII. (Ateş Dansı),
Diriliş Yay., 2, Bas., İst., 1995, 40 s.; Şiirler
VIII, (Alınyazısı Saati), 2. Bas., Diriliş Yay., İst., 1995, 64 s.; Şiirler IX, (Monna Rosa, İlk Şiirler),
2. Bas., İst., 1998, 48 s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder