5 Temmuz 2019 Cuma

EBEDÎ İSTİRAHATGÂH GÖRÜNTÜLÜ MASAÜSTÜ ÜSTÜNE

Fi tarihi. Topçular’dan vapura binmiştim. Eskihisar’a doğru yol alıyoruz. Bir ara güverteye çıkmış, pruvaya (ön güverteye) yönelmiştim. Maksadım oradaki banklara oturup, vapurun denizi yara yara gidişini de izleyerek, cidden berrak bir ilkbahar havası içinde yolculuk yapmaktı. Hani havanın ve denizin bu şahaneliğini keyfe döndürmek isteyenler –benim gibi- hayli çok imiş ki, oturakların hemen hemen tamamı dolmuş. Yalnız, sadece tek kişinin oturabileceği bir yer var, fakat orayı da bir şapka işgal ediyor. Şapka dediysem, bir denizcinin fiyakası. Baktım, şapkanın sahibi asker de hemen orada, yanı başında oturuyor. Bir asker, fakat “güverte subayı” filan olamaz; zira bu vapur askerî bir araç değil, niye güverte subayı burada iş tutsun ki! Olsa olsa hafta sonu izni için Yalova’daki birliğinden İstanbul’a, sıla-i rahmine giden bir rütbelidir. Her neyse, şapka orada duruyor, kıçının dibinde. İhtimal, bir arkadaşı daha var vapurda ve ona yer tutmak için, şapka da orada!
Bizde böyledir, bir şapka binlerce insanın yerine geçebilir. Bir şapka sahibi, milyonlarca insandan daha mühim bir mevkiin sahibidir.
Sordum, öyleymiş; bir arkadaşı gelecekmiş, şapka onun yerini tutmaktaymış. Sert bakışları ve keskin sözleri böyle söyledi. Kendisini “güverte subayı” zannetmediğim asker, hay aksi, bu sivil deniz vasıtasında, bir rütbeli olarak arz-ı endam etmekteymiş.
Velhasıl, güvertenin o kısmına oturamadık. Günün muhtemelen yaşanabilecek mühim bir keyifli süreci, böylece heba olup gitti.
Böyledir, kimi zaman gül umarken, külle karşılaşırsınız. Yahut şöyle diyelim, gül ekersiniz, gül bahçesi beklersiniz; viraneye dönmüş bir araziyle karşılaşırsınız.
Ben bu “fi tarihi” hadisesini anlattığımda kendisine, X Şirketi mensubu bir dostum, haydi adını da vereyim, Salim Bey diyeyim, “Başımdan geçen bir olayı da ben hikâye edeyim.”, deyiverdi. Salim Bey, bir zamanlar bir yüksek öğretim kurumunda hoca olarak da çalışmıştı. Anlatacağı “yaşanmış olay” o hocalık zamanlarında vuku bulmuş:
Kızın adı Gizem’miş, derste Salim Bey’in ağzından çıkan birkaç cümleye mana (anlam) bulamayınca, “Nasıl yani?” deyivermiş. Bu kof soruya rağmen, “Esrarengiz bir şey söylemedim canım benim”, diye konuşmasını sürdürmüş dostumuz: “Sadece,  yıllar yılı karşımda dikili duran bir manzaradan bahsediyorum. Hep ve daima, bir görüntü, tek görüntü, çekip çeviriyor bütün gözleri. Göz değil bunlar, sanki görmeye kilitli bir kütle. Yoksa ölü canlar birliği mi? İnanılacak gibi değil, ama ömrüm boyunca dikkatimi çekti, çekiyor. Hâlâ böyle değil mi? Ne usanç verici…”
Adı Gizem olan kız: “Gerçekten hocam ya; sizi pek karamsar yapmış; değiştirin bu masa üstünü, şöyle, renkli menkli bir şeyler yok mu elinizin altında?”
Dostum acı acı gülmüş, ne diyebilir, şöyle söylemiş: “Ana bilgisayar virüslü.  Üstelik, olası müdahalelere karşı koymaya ayarlı duvarlarla çevrelenmiş, çerçevelenmiş bu virüs. Bir de boyuna korku salıyor. Görüntünün dili korkuya dayalı söylemlere ayarlanmış. Şimdi bu örtüyü, ana bilgisayardan mümkün değil zaten, ağımızın bir parçasından alır uzaklaştırırsak -sakın ha!- büyük bir facia gelebilir başımıza. Yani ahali böyle düşünüyor güzelim!”
Kendisine hocası tarafından –bir boşluğa gelinerek- “güzelim” diye hitap edilen Gizem, pek bir şey anlamamış olacak ki, önce şöyle aval aval bakmış, sonra tekrar şapşal bir “Nasıl yani?” sorusu kondurmuş.
Kimi kokmuş haller ve hadiseler konuşulur tartışılırken böylesi sorularla karşımıza çıkıverenler asabımızı bozan bir başka kesimi oluştururlar. Ezberciliğe formüle edilmiş bir zihin yapısının tercümanı olan bu tipler, ayağınıza ayak bağı olmakla kalmazlar, siz tökezleyince kendi tablolarına artı işareti (galibiyet anlamında) koymayı da zafer addederler. Bu aksiliğe yakalanma riskini hisseden Salim Bey, işini sağlama bağlamanın yolunu tez elden bulmuş.
- “Gizem, bak kızım, senin bir itirazın var, ama ne, bilmiyorsun, doğrusu ben de asabiyim, iyisi mi, bu muhabbeti burada keselim. Fakat, şunu da belirteyim, aferin, senin, ebedî istirahatgâh görüntülü masaüstünü kaldırma yönündeki teklifini beğendim. Oraya, şöyle, hayata ve yaşamaya dair bir şeyler yerleştirmeli…”
Salim Bey bir hayat-ı hakikiye sahnesini böylece anlatıp bitirdikten sonra, içinde itiraz da barındıran şu soru soruverdim: “Niye açık seçik konuşmadın, düpedüz anlatsaydın ya zihninden geçeni, yazık değil mi kızcağıza?”
- “Kardeşim, sen de bilirsin, düz değil, düpedüz de anlatırım, fakat marifet bunda değil; marifet, talebenin kendi muhakemesini kullanmasında… Bir parça akıl varsa bünyesinde, bulur illâ dersimizin hikmetini, alır kısmetini…”
Bana sadece “Eyvallah!” sözünü söylemek kaldı.

Milli Gazete, 10 Kasım 2011

Hiç yorum yok: