Fi tarihi. Topçular’dan vapura
binmiştim. Eskihisar’a doğru yol alıyoruz. Bir ara güverteye çıkmış, pruvaya
(ön güverteye) yönelmiştim. Maksadım oradaki banklara oturup, vapurun denizi
yara yara gidişini de izleyerek, cidden berrak bir ilkbahar havası içinde
yolculuk yapmaktı. Hani havanın ve denizin bu şahaneliğini keyfe döndürmek
isteyenler –benim gibi- hayli çok imiş ki, oturakların hemen hemen tamamı
dolmuş. Yalnız, sadece tek kişinin oturabileceği bir yer var, fakat orayı da
bir şapka işgal ediyor. Şapka dediysem, bir denizcinin fiyakası. Baktım,
şapkanın sahibi asker de hemen orada, yanı başında oturuyor. Bir asker, fakat
“güverte subayı” filan olamaz; zira bu vapur askerî bir araç değil, niye
güverte subayı burada iş tutsun ki! Olsa olsa hafta sonu izni için Yalova’daki
birliğinden İstanbul’a, sıla-i rahmine giden bir rütbelidir. Her neyse, şapka
orada duruyor, kıçının dibinde. İhtimal, bir arkadaşı daha var vapurda ve ona
yer tutmak için, şapka da orada!
Bizde böyledir, bir şapka binlerce
insanın yerine geçebilir. Bir şapka sahibi, milyonlarca insandan daha mühim bir
mevkiin sahibidir.
Sordum, öyleymiş; bir arkadaşı
gelecekmiş, şapka onun yerini tutmaktaymış. Sert bakışları ve keskin sözleri
böyle söyledi. Kendisini “güverte subayı” zannetmediğim asker, hay aksi, bu
sivil deniz vasıtasında, bir rütbeli olarak arz-ı endam etmekteymiş.
Velhasıl, güvertenin o kısmına
oturamadık. Günün muhtemelen yaşanabilecek mühim bir keyifli süreci, böylece
heba olup gitti.
Böyledir, kimi zaman gül umarken,
külle karşılaşırsınız. Yahut şöyle diyelim, gül ekersiniz, gül bahçesi
beklersiniz; viraneye dönmüş bir araziyle karşılaşırsınız.
Ben bu “fi tarihi” hadisesini
anlattığımda kendisine, X Şirketi mensubu bir dostum, haydi adını da vereyim,
Salim Bey diyeyim, “Başımdan geçen bir olayı da ben hikâye edeyim.”, deyiverdi.
Salim Bey, bir zamanlar bir yüksek öğretim kurumunda hoca olarak da çalışmıştı.
Anlatacağı “yaşanmış olay” o hocalık zamanlarında vuku bulmuş:
Kızın adı Gizem’miş, derste Salim
Bey’in ağzından çıkan birkaç cümleye mana (anlam) bulamayınca, “Nasıl yani?”
deyivermiş. Bu kof soruya rağmen, “Esrarengiz bir şey söylemedim canım benim”,
diye konuşmasını sürdürmüş dostumuz: “Sadece,
yıllar yılı karşımda dikili duran bir manzaradan bahsediyorum. Hep ve
daima, bir görüntü, tek görüntü, çekip çeviriyor bütün gözleri. Göz değil
bunlar, sanki görmeye kilitli bir kütle. Yoksa ölü canlar birliği mi?
İnanılacak gibi değil, ama ömrüm boyunca dikkatimi çekti, çekiyor. Hâlâ böyle
değil mi? Ne usanç verici…”
Adı Gizem olan kız: “Gerçekten
hocam ya; sizi pek karamsar yapmış; değiştirin bu masa üstünü, şöyle, renkli
menkli bir şeyler yok mu elinizin altında?”
Dostum acı acı gülmüş, ne
diyebilir, şöyle söylemiş: “Ana bilgisayar virüslü. Üstelik, olası müdahalelere karşı koymaya
ayarlı duvarlarla çevrelenmiş, çerçevelenmiş bu virüs. Bir de boyuna korku
salıyor. Görüntünün dili korkuya dayalı söylemlere ayarlanmış. Şimdi bu örtüyü,
ana bilgisayardan mümkün değil zaten, ağımızın bir parçasından alır
uzaklaştırırsak -sakın ha!- büyük bir facia gelebilir başımıza. Yani ahali
böyle düşünüyor güzelim!”
Kendisine hocası tarafından –bir
boşluğa gelinerek- “güzelim” diye hitap edilen Gizem, pek bir şey anlamamış
olacak ki, önce şöyle aval aval bakmış, sonra tekrar şapşal bir “Nasıl yani?”
sorusu kondurmuş.
Kimi kokmuş haller ve hadiseler
konuşulur tartışılırken böylesi sorularla karşımıza çıkıverenler asabımızı
bozan bir başka kesimi oluştururlar. Ezberciliğe formüle edilmiş bir zihin
yapısının tercümanı olan bu tipler, ayağınıza ayak bağı olmakla kalmazlar, siz
tökezleyince kendi tablolarına artı işareti (galibiyet anlamında) koymayı da
zafer addederler. Bu aksiliğe yakalanma riskini hisseden Salim Bey, işini
sağlama bağlamanın yolunu tez elden bulmuş.
- “Gizem, bak kızım, senin bir
itirazın var, ama ne, bilmiyorsun, doğrusu ben de asabiyim, iyisi mi, bu
muhabbeti burada keselim. Fakat, şunu da belirteyim, aferin, senin, ebedî
istirahatgâh görüntülü masaüstünü kaldırma yönündeki teklifini beğendim. Oraya,
şöyle, hayata ve yaşamaya dair bir şeyler yerleştirmeli…”
Salim Bey bir hayat-ı hakikiye
sahnesini böylece anlatıp bitirdikten sonra, içinde itiraz da barındıran şu soru
soruverdim: “Niye açık seçik konuşmadın, düpedüz anlatsaydın ya zihninden
geçeni, yazık değil mi kızcağıza?”
- “Kardeşim, sen de bilirsin, düz
değil, düpedüz de anlatırım, fakat marifet bunda değil; marifet, talebenin
kendi muhakemesini kullanmasında… Bir parça akıl varsa bünyesinde, bulur illâ
dersimizin hikmetini, alır kısmetini…”
Bana sadece “Eyvallah!” sözünü
söylemek kaldı.
Milli Gazete, 10 Kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder