“Savaş öncesinde, gezgin satıcılar
ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya çalışırlarken, özellikle
yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan iksiri elde etmek için geleneksel bir
yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağa,
dört tarafı aynayla kaplı bir kutuya konurdu. Değişik açılardan görüntüsünü
izleyen kurbağa, hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı salgılardı. Bu sıvı
toplanır, 3721 gün bir söğüt dalıyla karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılırdı.
Sonuç, bu harika bir iksirdi.”
Japon yönetmen Akira Kurosawa (1910-1998), Kurbağa
Yağı Satıcısı (Agora Kitaplığı, İst., 2006) adlı otobiyografik kitabına bu cümlelerle giriyor.
“Kendimle ilgili bir şeyler yazma düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı
hatırlattı bana.” diye ikinci bir paragrafa geçen yazar, on ayaklı kurbağayla
hayatı arasında efsanevî bir ilişki kuruyor.
Kurosawa’nın satırlarını okurken akla
bizim geleneksel yahut alternatif tababet külliyatına dair kimi malumatın
düşmemesi mümkün mü? Makul sayılabilir nitelikte olanlar kadar kimi reddiyelere
kapı aralayanlar da. Hayır, ayrıntılara girmeyeceğim.
Aynalı kutudaki kurbağa ile hayatı arasında
bir bağ kuradursun Kurosawa; biz daha farklı tasarımların peşine düşeceğiz. On
ayaklı kurbağaya, kurbağanın yerleştirildiği aynalı kutuya, kurbağanın
salgıladığı iksire, bütün bu süreci yöneten gezgin satıcıya tek tek göz
atacağız. Kuşkusuz, hâl ve muhal bağlamlarında…
Hâl dedik ya, devam edelim; yeryüzünü esir
alan canavar virüs karşısında, insanlık âleminin her bir bireyini, eli ayağı
birbirine dolaşmış bir on ayaklı kurbağa şeklinde tasavvur edebiliriz. Bu
tasavvurun aynalı fanusunu zorunlu karantina mekânlarımız olan evlerimiz
oluşturmaktadır. Bu hâl içre kim ne salgılar, bilmiyoruz. Sadece temenni
ederiz: Kin, nefret, ötekileştirme, tahammülsüzlük, bencillik, fesat, fahşa;
velhasıl işleri kesatlaştıracak negatif şeyler salgılamasın kimse, yeter...
Temsilî teşbihimizin unsurlarını başka bir
ilişki ağı içinde de kullanabiliriz. Korona günlerinin görece mazlumlarına
yapılan takdimler, ikramlar mesela. Hastalık ve ölüm göstergeleri
üzerinden sağlanan gönüllü ev hapsi mesela. Yahut bir takım tüketim maddeleri,
Köln suyu başta olmak üzere, temizlik sağlayıcı kimi materyaller. Tüketilmesi
elzem denilen bazı gıda ürünleri. Bütün bunları kurbağaya salgılatılan madde
diyebiliriz. Bu mecaz dairesinde kurbağayı hangi konuma oturtabiliriz, biraz
düşüneyim. Alınan kimi kararlar, yayımlanan genelgeler, verilen nasihatler,
uyulması gereken emirler, vb. Bu benzerliği zorlama bulabilirsiniz, fakat umut
pazarlayan kurbağa satıcısının kimliği bahsinde kimsenin itirazının
olmayacağına eminim: Basınından akademisine bütün sosyal uyarıcılar ve tabii en
başta kamusal erk. Hemen belirtelim, bu dikte unsuru ilk tasavvurumuzda da aynı
mevkide konuşlanmaktadır…
Akira Kurosawa’nın kurbağasına cebri
usullerle salgılatılan sıvının ilaç olabilmesi için 3721 günlük bir süreye
ihtiyaç vardır. Bu esrarlı süre boyunca söğüt dalıyla bireşime tabii tutulacak,
sonrasında dertlere deva olarak kullanılacaktır. Bunca beklemenin sonunda elde
edilen iksirin mucizevi bir şey olması normaldir. Âb-ı hayatla bir tutulması
tercih sebebidir. Bu tercihi bir yana bırakıp, soralım: Mevzuubahis iksirle, şu
günlerde ev sürgünlüğüne terfi ettirilmiş biz insanlara, bekleyin bulunacak
denilen ilaç, bir tutabilir mi? Evet ama bu da bir umut sömürüsü olarak kalabilir
kayıtlarda…
Oysa bu sömürüye katlanabilecek halde
değiliz artık. Sabrın kırmızı çizgisi aşılmasın, ruhlar patladı patlayacak.
Ankara, 23 Mart 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder