30 Haziran 2020 Salı

MEZARLIK KOMUTANI

lspanya edebiyatının önemli isimlerinden Katalan şair ve yazar José Agustín Goytisolo (José Augustin Gaytisolo, 1928-1999), üçü de edip olan Goytisolo kardeşlerin (diğer ikisi Juan ve Luis) en büyüğü ve ünlüsüdür. 

İspanya'da "50 Kuşağı"nın en önemli yazarlarından olan Goytisolo, "Barselona'nın Şiirsel Okulu" adıyla da anıldı.
Şiirlerinde toplumsal sorunları estetik değerler eşliğinde ele alan şairin bu tercihinde hukuk tahsili yapmış olması etken olabilir. Fakat bundan daha önemlisi, 1938'de daha 10 yaşındayken, İspanya iç savaşında, Franco güçleri tarafından annesinin öldürülmesi olsa gerektir. Kuşkusuz, iç savaş sonrası kurulan falanjist Franko diktatörlük rejimi de onun sanatı incelenirken dikkate alınmalıdır. 

Büyük Goytisolo'yu gündemime almamın nedeni, şu günlerde zihnimde kendisine derin bir yer edinmiş olan "Alkışlarla Seçilen" şiiri. 

Said Maden'in Çağdaş İspanyol Şiiri (Çekirdek Yay., İst., 2001) adlı antolojisinde yer alan şiirde demokratik imkânları diktatörlük atmosferine dönüştüren bir "önder"e atıflar yapılır. Bu atıfları tek tek açıklamaktansa, şiirin tamamını kaydetmek istiyorum: 
    Yanlış anlama oldu. "Sandık başına!" diye 
    bağırdılar, o, "demek silah başına!" dedi. 
    Onuruna toz kondurmazdı, çok adam 
    öldürdü tabancalar, tüfekler, buyruklarla.

    Sonra kılıcını kına sokarken, dedi ki:
    "Demokrasi en üstün yetkinliktir!"
    Halk alkışladı onu. Tek susanlar
    aldırışsız ölüler oldu.

    "Yerine gelecek halkın istemi, tamam mı?
    Bundan böyle ben -sessizlik-
    Önder'inizim sizin. Kabul etmeyenler
    parmak kaldırsın bakalım şimdi."

    Sonsuz bir ölüler kalabalığı
    Onu seçti mezarlığın komutanlığına. (s. 159)

Her bakımdan sarih bir manzum öykü. Çağlara meydan okumuş bu metniyle Goytisolo.  Sadece çağlara değil, yönettikleri toplumları ölüler mezarlığı mensubu yapanlara...  Ve dahi mezarlık halkı olmaya rıza gösteren kitlelere de...

Ankara, 30 Haziran 2020









 

AH'LAR KİTABI'NDAN-4

Ahlar ince ince saran sarmaşık
Taptaze bir ırmak doğuran ışık
Kralların bendi nasıl yıkılmaz
Boyun ölçülerin alır karmaşık…

Ankara, 25 Mayıs 2020

28 Haziran 2020 Pazar

ISKA

Nağmeyi iyi veriyor müezzin
Yatsıyı yadsımıyoruz keza
Yanık gönülleri teyelliyor
Bir şeyi unutuyor ama

Kurtuluşa çağırıyor ya hani
Bir ara dalıp gidiyor orada
Sanki biliyor da bir şeyleri
Söyleyemiyor galiba

Virüsü ıskalamıyor hayır
Esastan tel'in ediyor hatta
İlahilerle sosluyor da geceyi
Asıl mevzuya geçmiyor

Sırasıyla Türk ve İslam alemini
Bütün dünya dergisini alıyor duaya
Temyizsiz bir reçete sunuyor da güya
Adli ilahiye sıra gelmiyor

Ank. 25 Haziran 2020

24 Haziran 2020 Çarşamba

AH'LAR KİTABI'NDAN-3

Ahlar nazlı kızları gibidir
Söğüt dallarının sızlayan.
Muştu gibi sanki kitaptan:
- Zul tepesi devrilecektir...

Ankara,  24 Mayış 2020

23 Haziran 2020 Salı

AH'LAR KİTABI'NDAN-1

Ahlar ateşidir güneşi yakan
Göğe üflediğim kalbimin sesi
Şafağa evrilir Hakk’ın ezgisi
Halka halka budur kini kuşatan

Ank., 22 Mayıs 2020

AH'LAR KİTABI'NDAN-2

Ahlar otağının eteğini tırmanıyor
Avlunun demir parmaklarını kırıyor
Ne emir komutalar gördü bu gözler
Kanlı gözyaşı seli ne başlar koparıyor

Ankara, 23 Mayıs 2020

19 Haziran 2020 Cuma

GÖLGE ŞAİR TASARILARI-3

22

Ona, yatağındaki kin gibisin dedim. Fakat o bu cümlemi duymadı. Çünkü benimkisi bir iç konuşmasıydı. Hatta kalp konuşması. Öte yandan son zamanlarda yeraltından söyleyip yazıyordum. Adeta yeraltına çekilmiştim. Şanı Yücemiz buna mı zorlamıştı bizi? Cevap veremeyeceğim. Sözlerimin aleniyet cografyasında dolaşıma çıkmasını istemiyorum. Netlik ve kesinlik dünyası da bana göre olmaktan çıkalı hayli zaman oldu. Bu böyle. Bunun böyle olması Şanı Yücemizin kin yatağına halel getirmez. Bana ise korkuyu betimleme fırsatı doğurur. Size düşen mi? Zavallı okurlarım, siz, şair Primafasya Delphian bir takım tevatür söyleyip buralardan geçip gitti deme hakkına sahipsiniz. (Primafasya Delphian)

19 Haziran 2019

23

Kötülüğe dadanmıştı. Kötülüğün kendisini zenginleştirdiğini düşünüyordu. Çevresindeki dalkavuklar, kovalaklar, yalakalar, şakşak elli bilumum madrabazlar, onun bu eğilimini takdis ediyor, dahası, kalbini bürüyen kinden zehre körük çekiyordu.
Nihayet,  kötülük yoluyla iyiye sefer eylediğine inanmış, bu yolun zirveye yürümek bahsinde bir aşama anlamı taşıdığı zannına iman etmişti. 
Bense Başyüce Efendimizin bir düşüş, feci bir çürüyüş ile iç içe geçmiş bir hâle müptela olduğu kanaatindeydim. Gün geçtikçe de umudum yitiyordu. Efendi Hazretleri için artık yeniden bir canlanma çağı olmayacaktı. Böyle bir adam ancak yıkabilirdi, yakabilirdi.
Son zamanlarda bu ölümcül vak'anın günahlarına odaklanmıştım. Şiirimdeki inildeyişler, günahkâr efendimizin çıkardığı yangınlardan yankılanıyordu. (Yishar Hareven)
Ankara, 15 Ocak 2020

24

Rusya'yı Kaplayan Kuşkuculuk Sisi başlığını atmıştı yazar. Tashihini yaptığım kimi metinler birden çarpardı beni. O anlarda, iş icabı yaptığım okumalar, metnin sunduğu duygu değeri bağlamında keyfe dönüşürdü.
İşte, Rusya'yla ilgili satırların olduğu şu metin de bir anda sarsmıştı beni. Yazar zafer, coşku ve heyecanla başlayan bir sürecin, sahiplerinin beceriksizliği sonucu akamete uğramasını konu ediniyordu. Vaatler birer birer askıya alınmış, yavaş yavaş düş kırıklıklarına uğranılmıştı. Şöyle diyordu Lyons adlı yazar: "Kuşkuculuğun kalın, ıslak bir sis gibi Rusya üzerine yayılıp insanların derilerine işleyerek ta ruhlarına kadar gittiğini gördüm." Korkunç bir sosyoloji betimlemesiydi bu. Halkın şevk ve hevesinin nasıl kırıldığı hususu, toplumda gittikçe artan kuşkularla, bir yandan para ödüllü ihbarcılığın efsanevi anlatımıyla, öte yandan verilen orantısız ve şedit cezaların övgüsüyle yansıtılıyordu. Bu topyekûn alçalış sürecinin ruhunu şiirimle nasıl lanetleyebilirdim, bunu düşünüyordum? (İbrahim İshak)

Ankara, 26 Haziran 2019


16 Haziran 2020 Salı

İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN DOĞUM SANCISI NEYE DAYANIR?

İkinci Yeni şiiri, oluşumundan gelişimine, hatta bitişine kadar pek çok tartışmanın, dolayısıyla polemiğin konusu olmuştur.
Bunlardan ilki, oluşumunda ana etken nedir sorusuyla ortaya çıkar. Bu soru, üç farklı yaklaşım doğurmuştur. Birincisi, İkinci Yeni’nin 1950’lerde DP’nin baskısı sonucu doğduğu kanaatidir. Devrin ruhuna atıf yapan bu görüş, politize olmuş bir arka plana yaslanır.
İkinci Yeni’nin hayat bulduğu 1950’li yıllarda iktidarda olan DP’yi, Emre Kongar’a uyarak, çok partili hayata geçişin bir aşaması ve ‘siyasal düzenin demokratikleşmesi yolunda somut bir adım’ olarak adlandırabiliriz. 1946’da CHP’den ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulan DP’nin, kısa bir süre içerisinde hızla büyüyüp, 1950’de yapılan seçimleri yüzde 53’lük oy oranı elde ederek iktidara geldiği ortadadır. Cem Eroğul’a göre ‘liberalizm ve demokrasi’yi hedefleyen, Kemal H. Karpat’a göre ise ‘Esas gayesi tek parti diktatörlüğünü tasfiye etmek’ olan DP’nin iktidardaki döneminin belli başlı niteliklerini, şöyle özetleyebiliriz:
DP iktidarı vesayetçi sivil ve askerî bürokrasiyle savaşmış fakat geçmiş tek parti dönemine öykünmekten de geri kalmamıştır. Batı dünyası ile ekonomik ve siyasi bütünleşmeyi hedeflemiş, fakat edilgen bir ortak olmaktan öte gidememiştir. Bunların yanında, DP’nin iktidarda gerçekleştirdiği en önemli niteliklerinden biri, halkla bütünleşmesidir. Bunu Emre Kongar şöyle izah eder: “Cumhuriyet döneminin siyasal tarihinde ilk kez halk ve özellikle köylü, iktidar üzerinde bir güce sahip olduğunun bilincine” varır.

Attilâ İlhan, İkinci Yeni’yi DP baskısına bağlayan iddia sahiplerinin başında gelir. Şair, İkinci Yeni Savaşı kitabında ‘âdeta diktanın işine gelir bir sapıklık’ hareketi şeklinde vasıflandırır İkinci Yeni’yi ve ‘Menderes Diktası’nın şiiri olarak görür. Bu dönemi ‘soğuk savaş yılları’ olarak adlandıran Attilâ İlhan, dönemin sosyal atmosferini İkinci Yeni için yorumlarken, DP’nin küçük Amerika olma sevdaları, Truman Doktrini’nin uygulanışı, Marshall (ABD) Yardımı, IMF’ye katılış, Kore Savaşı, tarım ve burjuvazinin geliştirilmesi, yabancı sermayenin özendirilmesi ve çok uluslu kapitalizme pazar olma, vb. gibi özellikleri dile getirir.
Asım Bezirci de İkinci Yeni Olayı kitabında, İkinci Yeni’nin oluştuğu devreyi ‘baskı ve bunalım’ kelimeleriyle anar. Bezirci’nin çizdiği sosyal tablo da Attilâ İlhan’ınkine benzer: DP, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası yıllarının gelişen büyük burjuvazisini temsil etmektedir. DP’nin politikaları karşısında şair ve yazarlar sinikleşir. Böylece, iktidarla uyuşamayan, aynı zamanda harekete geçemeyip onu değiştirme umudu taşıyamayan yılgın ve sinik, küçük burjuva şair ve yazarlar toplumla ilişkilerini gevşetirler. Böylece, Garip’ten sonra, ikinci bir ‘baskı ve bunalım’ şiiri oluşmuştur.
Her ne kadar edebiyat ve eleştiri ile ileri derece ilgili olsalar da, İlhan ve Bezirci siyasal bakımdan angaje olmuş isimlerdir. Onların İkinci Yeni ve devrin ruhu bağlamındaki yaklaşımlarını bu çerçevede düşünmek gerek. Bununla birlikte, İkinci Yeni’nin hayat bulduğu yılların siyasal iktidarı olarak DP’yi, sosyal ve siyasal etkileri yanında, düşünce, kültür ve edebiyat ortamına olan yansımaları bakımından da masaya yatırmak gerekir.
İkinci Yeni şairlerinin ve onlarla ilgili tespitlerde bulunan bir kısım yazarın, genel olarak DP ile barışık olmayan vesayetçi, devletçi, seçkinci, hatta bürokratik isimler olduğu biliniyor. Böyleyken, DP’nin İkinci Yeni’nin oluşumunda etkisi, hatta negatif bir katkısı olmadığı söylenemez. Fakat salt siyasal bir etki, dahası siyasal bir yapının oluşturduğu ortamdan kaçış, edebî bir topluluğu tek başına oluşturacak güce sahip midir?
İkinci Yeni’nin oluşumu ile ilgili ikinci görüş, onun Garip’e karşı bir tepkiden doğduğu yolundadır.  Bu görüş de ilki gibi edebiyat dışı bir bakışın yansımasıdır. Buna göre, İkinci Yeni, Garip şiirine bir tepki olarak doğmuş, varlığını bu tepkiden almıştır. Bu görüşe bağlananlar, Garip şiirinin ortaya koyduğu negatif şeyleri sıralarlar. Öyle ya, 1950’lere gelindiğinde, şiirin belirli bir şekilde zayıfladığı, hatta yozlaştığı görülür. Bu arada Garipçiler’in, bütün bir edebiyat hayatı üzerine ‘sulta’ kurdukları, geleneği kökten’ değiştirmeye çalıştıkları, hayâle ve sanatlara boş verdikleri, duyguya, şairane duyuşa karşı bir tarz geliştirdikleri, ölçü ve kafiyeyi kapı dışarı ettikleri gözlenir. Böylece şiir, sadece anlamdan ibaret bir söz sanatı haline dönüşmüştür. Bu durum, şiirin ayaklar altına düşmesine sebep olmuş, güçsüz ve taklitçi şairlerin elinde boş lakırdı’ halini almıştır. Şiirde basitlik ve alelâdelik öne geçmiş, cansız, renksiz, coşkusuz bir anlayış ön plana yerleşmiştir. Küçük bir espri ve bir fıkra havası, şiir için yeter görülmüştür. Velhasıl “Garip yorgun düşmüştür.” İşte bütün bunlar, Garip’in sonu, İkinci Yeni’nin başlangıcı anlamına gelir. Attila Özkırımlı “İkinci Yeni, Garip’in tam tersi bir noktadan yola çıkar.” derken bunu kasteder. Enis Batur’un ifadesiyle, Garip, ‘II.  Yeni şairleri için hem zehir, hem de panzehir’ olur. Dahası, Cemal Süreya, İlhan Berk, Sezai Karakoç gibi İkinci Yeni şairleri de Garip’i tenkit etmişlerdir. Sözgelimi Şairin Toprağı kitabında İlhan Berk, “İkinci Yeni’nin İlkeleri Ya da Salt Şiir” başlıklı yazısında İkinci Yeni’nin ‘kendinden önceki şiire’ karşı oluştuğunu, bununla da ‘Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat şiirine karşıtlığı’ kastettiğini maddeler halinde bildirir: “1- İkinci Yeni’nin kendinden önceki bu şiir anlama dayanan bir şiirdir. İkinci yeni ise bu anlama karşıdır. 2- Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat şiiri konuşma diline dayanır. İkinci Yeni konuşma diline karşıdır. 3- Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat şiiri salt şiirden yana değildir. İkinci Yeni, salt şiirdir.” 
Özdemir İnce ile Mehmet H. Doğan ise hem DP’nin oluşturduğu ortam hem de Garip’e karşıtlık görüşlerine iştirak etmezler. İnce, İkinci Yeni’nin oluşumunun, Garip şiirininki gibi, ‘şiirin gelişme diyalektiğine uygun’ olduğunu, dışarıdan bir ‘zorlama’ ve bir ‘müdahale’ sonucu oluşmadığını, hele hele ‘toplumcu şiire ve ideolojisine karşı hazırlanmış resmi, yarı resmi, gayrı resmi bir suikast ya da komplo’  olmadığını söyler. Doğan ise, İkinci Yeni’nin meydana gelmesinde ‘Toplumsal ve sanatsal’ iki çevreden söz eder.  Hatta bir yazısında bu şiirin ‘D.P’nin baskısından kaçmak için’ yazıldığını söyleyenlere karşı çıkar. İkinci Yeni şairlerinin daha başlangıçtan beri ‘tıkanmış bir şiirden kurtulma çabası’  içinde olduklarını kaydeder. 
Bu noktada, İkinci Yeni’nin oluşumu konusunda hareketin içinde kuramcı olarak yer alan, ona isim babalığı yapan Muzaffer Erdost’un görüşleri de ‘şiir dili’, ‘mısra yapısı’ ve ‘şiiri düşünüş’ gibi kavramlara yaslanır.  Böylece, İkinci Yeni’nin ‘toplumsal sorunlardan kaçış şiiri’ olmadığını, ‘şiirin içsel yapılanması’na uygun bir gelişmeye bağlı olarak geleneksel işlevini kaybetmeye başladığı bir dönemin ‘doğal sonucu’ halinde geliştiğini vurgulamış olur. Erdost’a göre, ‘... sorun, doyulmuş estetikleri aşmak, yeni doyumlar sağlayacak estetikler üretmekti. Bu da, şiirin özgürleşmesine, yani alışılagelmiş kösteklerden kurtulması’yla mümkündü. Bazılarının öne sürdüğü ‘siyasal baskıdan kaçış’ veya ‘varolan düzene tepkinin’ bu şiirde bilinçli bir şekilde yer almadığını ısrarla söyleyen Erdost, bunların bir şiirde ‘bilinçsiz olarak’ bulunabileceğini de hatırlatır.
Bu arada, İkinci Yeni’nin Garip’e veya o dönemde gelişen Attila İlhan şiiri veya toplumcu şiir gibi başka bir şiir hareketine karşı gelişmediğini de ileri sürer. Çünkü, İkinci Yeni, ‘başka bir şiir arayışı’ içinde olan bir harekettir.  Bu arayış yeni bir ‘şiir dili’ne doğru yapılmaktadır. Bu şiir dilinde şairin ‘bir düşünceyi, bir duyguyu, bir olayı anlatmak için’ mısra kurması gerekmez. Bu hareketin amacı, ‘şiirin kendisini kurmaktır.  Dolayısıyla, İkinci Yeni, ‘kendisinden önceki şiire göre yeni olan bir şiirin sınır çizgisidir.'
Bütün bu açıklamalardan sonra, Erdost’un bir konuşmada verdiği şu cevap İkinci Yeni’nin kuruluşuyla ilgili tartışmalara noktayı koyacak niteliktedir. İkinci Yeni Yazıları kitabından aktaralım: “Şiir, bir şeyin şiir olarak anlatımından, kendinde şiir olmaya evrimleştikçe, söz ile sözcük arasındaki geleneksel denge de bozulmaya başlar. Bu dengenin bozulmaya başladığı dönem, İkinci Yeninin oluşmaya başladığı dönemle örtüşür. (...) Artık kişi kendini açıklamak istediği zaman, eski ve o denli yalın açıklama biçimlerinin yeterli olmadığını kavrar. Yeni anlatım biçimleri aradığı gibi, varolan anlatım biçimlerini de kendi içlerinde geliştirmeye yönelir. Şiir ile kendini açıklar ama, artık yeni kendini, eski şiirin biçimiyle anlatamaz, açıklayamaz olur. Bu gelişen öz, şiirde yeni bir biçim arar. İkinci Yeniye denk düşen yıllar, şiirde, bu biçim arayışı, dış-biçim arayışından iç-biçim arayışına yönelmiş ve sözcük ile söz arasındaki denge zorlanmıştır. Sözcük ve söz arasındaki (alışılagelmiş) dengenin, sözcük çıkarına bozulması olarak ortaya çıkmıştır İkinci Yeni.
(İlk kez Şiar dergisinde yayımlanmıştır.)

12 Haziran 2020 Cuma

NASILSINIZ?

25

dönmeyecek hayatınız!
demiri kırabilir, duvarı yıkabilirsiniz, zorluk ve kabalıkla, çatlatabilirsiniz metaın canını...
hayatınız dönmeyecek!
tekme tokat uçurarak, halatlarla jiletlerle, sindirilir duygular, öfkenin üstüne çekilebilir sünger...
dönmeyecek hayatınız!
çıkar mı çıkar, çıkamaz adalet  tatile, nasıl çıkmasın, gezindikçe yeraltında o zehirli böcekler... 
hayatınız dönmeyecek!
masmavi gökyüzünü, mümkündür kilitlemek, pamuktan potin ipliğiyle, kirli bir kafese, küflü bir mahzene...
dönmeyecek hayatınız!
nasıl bükülürse bir tel,  penseyle, kırılabilir yiğitler de, belden, boyundan elbette; çünkü sandalye ve urgan kimde, nerede?!
hayatınız dönmeyecek!
...ve tersinden okunan sözlerden sızıverir ya kuş kanatları, alır ya ortalığı rengarenk cıvıltılar, gömgök bağ ve bahçeler, işte öyle...
dönmeyecek hayatınız!
öyle,  bir yere kadar, her şey bir yere kadar, bir yere kadar her şey, öyle, her şey bir yere kadar...
heyhat, hayata dönüşünüz, dönecek!

Likâ Edebiyat, S. 25 (1 Ocak 2001), s. 1

HANGİ ŞİİRİN SORUNLARI?..

Binyıl Kitap’ın 52. sayısı “Ey Şiir Anlat Bana...” kapak başlığıyla çıktı. Günümüz şiirinin sorunlarını tespit iddiası taşıyan mevkute, soruşturmaya aldığı isimlerden de kolayca anlaşılacağı gibi, statükonun himayesinde boy salan ‘manzume’nin, sırtını kaşımaktan öteye gidememiş...
Şiirin gidişatı, kimliği, şiirde anlam, muhalif yönü, eski-yeni çatışması vb. gibi, birbirinden kopuk ve aşınmış  konuları kapsayan sorular,  yer yer kör bakışlarla cevaplanmış: Sözgelimi, şiir geleneğini 1920’lerden başlatan Ahmet Ada, donanımsızlığını,  “İslamcı şairlerin” “çağdaş bir şiir üretemedikleri” yorumuyla da  göstermiş. Ahmet Necdet ise,  “erotik beden veya sanal beden”in iktidarındaki bir şiirden dem vururken, araya “siyasal kokuşmuşluk, mafya ve köktendinci vahşetin şoku”nu da sıkıştırıveriyor. Onun hangi telden çaldığını böylece daha net anlıyoruz. Orhan Duru ise, bir bölümde “Divan şiirinden uzak kalamayız.” gibi,  cesur ve domuz ürküten bir laf ediyor, fakat hemen arkasından  dinazorluk yapmaktan geri kalmıyor: “Öteden beri ‘şiir’ sözcüğüne bozulurum. Arapçadan geliyor...” Bu ifadesi bile, Duru’nun bulanık bir zihne sahip olduğunu farkettiriyor.
Nevzat Çelik,  Yılmaz Odabaşı ve Refik Durbaş, illetin kendilerine dokunan kısmından konuşuyorlar. Çelik ve Durbaş yaşanılan dönemin “12 Eylül süreci” olduğunu varsayıp cevaplarını buna göre düzerlerken, Odabaşı, muhalifliğin bedel ödemekten geçtiği genel sözünü tekrar ediyor. Odabaşı’nın muhalifliği siyasal iktidarlarla da sınırlı kalmıyor. Türkiye’deki şiir iktidarına karşı da isyan ediyor. Her ne kadar buna dahil olmadığını söylese de, biz, yedekte olmakla asıl olmanın pek farklı anlamlar taşımadığını iyi biliyoruz. Vaktiyle bu şairler  soyunun elebaşısı olan Ataol Behramoğlu  ise, muhalefet sözüyle “Geçimsiz, bireyci, sevimsiz, şımarık bir tip”i  düşündüğünü, ama “sorgulamayı” bırakmadığını belirtip, değiştiğini gösteriyor
Bunlara karşın, Özdemir İnce, şiirin merkezinden konuşmaya çalışıyor. “Şiirin içinde” olmayanlarca sorulan ve “günübirlik” değerlendirmelere sığmayacak konuları, titiz cevaplarla saf dışı bırakıyor: “şiir geleneğinin tümü”, “şiir sosyolojisi”, “şiir tarihi” gibi ifadeleri onun yazısından alıyoruz. Roni Margulies’i de genel olarak olumlu yönü ağır basanlar kısmına kaydetmek mümkün: “Kelime oyunları, zeki imgeler, çarpıcı dizeler, biçimsel cambazlıklar peşinde koşan”ların “yüzeyi parıltılı ama içi boş, biçimsel güzelliğe sahip ama sığ” “hokkabazlık”larına dikkat çeken Margulies, kuşkusuz onları kızdırıyor. Seyyit Nezir,  Hilmi Yavuz, Haşmet Babaoğlu, Mehmet H. Doğan Binyıl Kitap’ta yer yer çıtayı yükseltenler... 
Fakat soruşturmanın tek itirafını Haşmet Babaoğlu yapıyor: “...özellikle genç kuşak ‘Müslüman şairler’in son yıllarda büyük bir açılım gerçekleştirdiğini düşünüyorum.”  Bunu, statüko karşısında komplekse düşen ‘içimizdekiler’ için özellikle vurguluyor ve sözü sükuta bağlıyoruz.

Likâ Edebiyat, S. 25 (1 Ocak 2001), s. 4.


NASILSINIZ?

24

sırılsıklam! sırılsıklam!
aşkla sula tüm gövdemiz!
ömür boyu sürsün yağmur!
ıslanalım sırılsıklam!
***
teşne gönüllerle basıp toprağına, yaşamak ergenlik çağını, muştu! muştu!
bir ruhu devşirmek ondan, işlemek can ve tenden bir âleme onu, işte hayat bu, sanat bu, bu, bu!
ne güzeldir gelişi! ey, ne güzeldir gelişin!
ne efsaneler, ne esinler, esrik esintiler...
çıkageldi kurtuluşun kitap kanatlı günleri...
suyun kaynağından yürüyüp, duru şelâlenin seçkini, gözü, bebeği!
kalbin derinliklerine doğru yol aldı saf içecek, arı gıda sarıp sarmaladı bedeni...
o, bolluk ve esenlik yağmuru, sağlık ve saadet ülkesi!
o, zeytin tanesi, incir tanesi, dürr-danesi!
sükûnetin has ipeği, bereket dağından fışkıran narin ve nazik akşam sefası vakti, geldi, geldi, o geldi!
umudun şehri, diriliğin şehri, hoş geldin, hoş geldin!
öyle ya, şöyle ya: aşk geldin! aşk geldin!
***
yak bizi efendim de
ömür boyu sürsün ateş
aşkla yansın bedenimiz
sırılsıklam! sırılsıklam!

Likâ Edebiyat, S. 23 (1 Aralık 2000), s. 1.

10 Haziran 2020 Çarşamba

KIZLARDA ÖZEL...

okul saatleri dışında spor alıyorlar
kurstan kursa koşup duruyorlar
karete tekvando boks üçgeni
hareket halinde sabah akşam
jimnastik salonlarında paldır küldür
benim köpeğim için yarışıyorlar


beyaz geceleri okumamışlar henüz
onların romantizmi farklı
toplumsal kaygı orgazmı
ay sonu hesabı yapacak değiller ya
fısır fısır kıkır kıkır gülüş modunda hepsi
dövüş sanatı filminden çıkmışlar sanki
köpeğime kemik için yaşıyorlar


medya salmış olmalı meydanlara onları
alfabe'nin ilk harfi besmelesiz kaldı ki
yoldan çıkmışlar diyelim tasmalı hayalleri
gez göz arpacık kadar yok haber değerleri
ersan şen uyar/sa da mehmet sarı sendika
kızlar ne anlar sarı ve kırmızıdan
köpeğime sadece yanaşıp sırnaşırlar


köpeğim argo diye hikaye okur onlar
italo svevo yazmışmış yansıtır iç dünyalar
sorsan duvar olurlar sussan hayat kepaze
iç dünyaları algı dışa operasyon kurarlar
aziz nesin olsaydı 'hayvan deyip geçme'zdi
kaş göz etmişler köpeğime kızlar


adını soruyorlar neydi adı diyorlar
hadi söyleyin bize huysuz mu bu huylu mu? (*)
söyleyemem tabii ki korkarım şiir susar
köpeğim var diyorum benim bir köpeğim var
sadece köpeğim var bir köpeğim sadece
ona hareket çeker özel hareket kızlar


(*) Bir, dipnottu yıldızım, kaybettim.
Hükümsüzdür köpeğim, iki.  


Bursa, 6 Kasım 2017

9 Haziran 2020 Salı

DAR'DA KALAN'A


Yaslan dertlerine A'hın dayansın
An'dan geriye tek 'n' sesi kalsın
İsyan otağında sükutun durur
Ankara'nın kara karası yansın!

Ankara, 9 Haziran 2020

KALANLARDAN BİR ANDAÇ

Şiirin kendisini ne zaman ifşa edeceği belli olmaz. Bu belirsizlik içre, şairin hazır asker beklemesi de mümkün değildir. Bu yüzden, geliverdiğinde şiir, kaydedilecek bir şeyler bulması gerekir şairin.
Bazıları övünerek anlatır: Defter taşımaktadırlar. Estikçe, şiirimsi bir şeyler kendisinde geliştikçe o defteri kundaklamaktadırlar. Zamanla bir şeyler çıkar. Elbette, kanatlandırıcı bir nitelik de taşıyabilir bu anlık süreçlerin oluşturduğu yekûn…
Ben, bir dönem çalıştım, bir defterle dolaşmayı denedim. Olmadı. Diyebilirim ki dikiş tutturamadım deftere devam etmeye. Hayır, neredeyse otuz yıldır, hemen her yıla bir adet olmak üzere, ajandalarım vardır. Açılsa bakılsa, kim bilir içlerinden hangi malzemeler çıkacaktır. Tabii ki bunlar arasında işlenmeden kalakalmış şiir parçacıkları da vardır. Fakat eminim ekserisi, sonradan bu defterlere aktarılmıştır. İlk kaydedildikleri yerler de, genellikle derleme toplama kağıtlardır. Şiirin beni ziyaret ettiği anda, artık neredeysem, orada buluverdiğim kağıtlara, karton koli parçalarına, sigara paketlerine (ömrümde üç dört yıl kadar, fakat derler ya, ölümüne tütüne düşmüştüm, kahrolası…), gazete kağıtlarının kıyılarına, edebiyat dergilerinin kapaklarına, içlerine, kıyı bucak köşelerine…
Bu bir kısmı ölümlü kağıt parçalarına, bir kısmı ise gözden kaybolması kaçınılmaz yayınlara aldığım notları ajandalarıma aktarmaya çalıştım, evet. Fakat, bir de o anda, zihnimin şiirle dolup taştığı zamanlarda, okumakta olduğum kitaplara kaydettiklerim var. Bunlar, işte bunlar, defterlere geçmedi, geçirilmedi. Okunan kitap rafa konulunca, onlar da yerlerini unutturdular. Kendilerini kaybettirdiler. Belki zaman zaman göze göründüler ama, bu görünmelerin hiçbirisi benim bilinçli bir ilgim sonucunda gerçekleşmedi. Ya bir taşınma anında, paketlenirken kitaplar, rastgele açılıverince yahut birkaç yılda bir kitaplık aktarılırken… Hadi bir ihtimal daha verelim, hazırladığım antolojiler için sondaj yaptığımda…
Şimdi, ilk kez belirli bir tercihle, okuduğum kitapların sayfaları arasına çiziktirdiğim şiirlere el atıyorum. Bakalım neler çıkacak…

İşte 16 Haziran 1985 günü Balıkesir’de okuduğum Adnan Özer’in Ateşli Kaval (Yeni Türkü Şiir Yay., İst., 1981) kitabının ikinci yaprağındaki şaheserimden bir bölüm: “Çocuğum/… esriksin/yürekten/usa/ama korkma/ yeni polis yasası/ alamaz sevgilinin sözünü/…”
6 Mart 1985’te İzmir’de alıp okumaya başlamışım Octavio Paz’ın Kartal mı Güneş mi? (Çev: Ali Cengizkan, Kuzey Yay., Ank., 1984) adlı kitabını. Dört gün sonra, 10 Mart’ta Balıkesir’de okunup bitirilmiş bu kitap. Hayret, pek yapmayacağım bir şey, tükenmez kalemle çizmişim Paz’ın dizelerinin altını. Daha kötüsü, 119 ve 124. sayfalarına olmak üzere iki şiir döktürmüşüm. İkincisinin üstünü nedense tamamen karalamışım. Sadece başlığını yok etmemişim bu şiirin: “Miting”. 119. sayfadaki metnimin tamamını merak eden varsa, o, benim sağlığımda olmaz ya, bu kitabı bir gün sahafın birisinde ele geçirme bahtiyarlığını tatmalıdır! Her neyse, kekre de olsa, tadımlık bir parça sunayım: “ilk söz söylenmeden yırtılabilir bir çuha/ yırtılmalıdır/ kırkaç!/ kırk diyorum saçlarımı, durma!/yalınlaşmak istiyor uscuğum/dağılsın istiyor belaları, kovulsun!”

Alınma tarihi olarak 15 Haziran 1985 tarihini yazdığım Mehmet Kıyat’ın Yazılan (Yazko Yay., İst., 1982) kitabının ilk yaprağına “Senlerle” diye bir şiir nakşetmişim. Ama şiirin altında 14 Haziran tarihi var! Tarihlerden birisi yanlış, ama hangisi, Allah bilir. “Senlerle”nin başından ve sonundan aktarıyorum: “yaldızlanan/yaşamımız /…/ gitmek senlerle/yarına”. Bu kitabın bir de son yaprağına bakıyorum: “kurşun işlemez ozanlara” diye yazmışım oraya da…
(Mehmet Kıyat)

Ahmet Erhan’ın Kuş Kanadı Kalem Olsa (Can Yayınları, İst., 1984) adlı toplu şiirler kitabının başına “Eylül 85-İzmir” kaydını düşmüşüm. Sadece bu kaydı mı? 5, 6, 7. sayfalarına, yani daha en baştaki boş sayfalara dört parçadan oluşan uzun bir şiir kazımışım. Bakıyorum şimdi, adını metnin başına değil, parantez içinde en sona yazmışım. “Sözcük Başı Kalem Kırılan Şiirler”. 29 Eylül 95 tarihinde okumasını tamamladığım bu kitabın son sayfalarında da iki metnim var. “İçindekiler”i takip eden boş 332. sayfa ile “Ahmet Erhan için ne dediler” başlıklı metnin son satırlarının bulunduğu 334 nolu sayfalardaki metinlerim oldukça kısa. 332’deki şöyle başlıyor: “kültablasında mavi bir yüreği yakıyordum, anımsıyorum”. 334’teki ise Adnan Binyazar’ın Ahmet Erhan için söylediği “Ahmet Erhan, az bulunur mermerlerdeki damar gibi, şiir alanında az bulunur bir damardan besleniyor.” şeklindeki cümlesini takip ediyor ve şöyle başlıyor: “galatasaraya bir verdim şampiyon olacak diyorlar.”
Övünürmüş gibi yapalım mı bilmem, benim 1985’li gençlik günlerim Ocak’ından Eylül’üne şiirle gelip şiirle geçmiş. Şimdi, rastgele kitaplığımdan çektiğim üç beş kitabın ortaya koyduğu yekûn bu. Kim bilir, kütüphanemdeki hangi kitabın hangi sayfasında, beni de gör, beni de gör diyen hangi dizelerim, hangi şiirlerim var daha…

Ahmet Erhan’ın kitabının ilk sayfalarına yazdığım “Sözcük Başı Kalem Kırılan Şiirler” başlıklı metnimin bir bölümüyle bitiriyorum:
“yadsınmış okul sularının fotoğraflarına bakıyorum,
-mademki istedin, veririm,
o fotoğraflarım, benim, garip yüzümdür,
kazâzede yüzümdür-
ama veremem başka sulardan fotoğraflarımı,
lânetlenmişliklerimi hiç hele
isteme”

(Milli Gazete, 30 Haziran 2011)

5 Haziran 2020 Cuma

NASILSINIZ?

23

ne haber ey köhne yapı, çökmüşlüğün ve bitkinliğin gövdesi, sonra siz, hey oradakiler: solgunluklar, sayrılıklar, sağlıksızlar kitlesi hey!?
- iyiler iyi!
yıkılmaya binalar yapıyordunuz, nasıldı, nasıl?
-ayna!
çalıp oynuyorsunuz çanlı çalgılar ve çapsız müzikler eşliğinde, öyleydi değil mi, loş sahnelerde, sürüyor mu hâlâ sürünme?
- çal çal!
damak ve dudak keyfine yaslanmış şölenleriniz ne alemlerde ola?
- çalpara!
tüketim tapınaklarına olan eğiliminize de söylenmesin bir şey, tabii ki!?
- hurra!
yani şekerler afiyetler içre bir uyku, yarasınlar, şerefe kalkan tok kadehler, vay!?
- he he he!
peki, kredi notunuzu düşürmüyoruz, sevinin ki, sevinin, sevinin...
- yaşasın,  yaşasın!
öyle mi? alın öyleyse, işaretini şaşırmış bir soru: zorunlu yıkılış sigortanızı yaptırdınız mı!

Likâ Edebiyat, S. 23 (1 Kasım 2000), s. 1

4 Haziran 2020 Perşembe

NASILSINIZ?

22
ustasıyızdır ölçülü sözlerin 
düzensiz kelimelerin erbabı
biz hizaya getiririz sesleri
dizeler kurarız savrukça
hoyrat nakaratlar
söyleriz de
birbirine ulanmış 
rüzgârları
kanatlandırırız 
kalbimizden.

Likâ Edebiyat, S. 22 (15 Ocak 2000), s. 1.


3 Haziran 2020 Çarşamba

ESKATOLOJİQUE

halk düşmanının sonu
konumuz

eti budu değil
kemiklerini de
merak etmiyoruz

onlar börtü böceğin
yılanın çıyanın
toprağa bırakıyoruz

ne kaldı geriye
bilmezlikten geliyoruz

canı cehenneme
namussuzun diyoruz

Ankara, 3 Haziran 2020


2 Haziran 2020 Salı

SORUYA DİKKAT!

“Marksist Estetik” kitabının yazarı Murat Belge, eleştiri “dolayımı”nda kendisiyle yapılan bir mülakatta takdirimizi kazanan şu lafı etti: “Sanat insanın varolan biçimlerinden biri, eleştiri de bu büyük faaliyetin insanı tanımlayan parçası. Bir yapıtı ele alırken aslında bütün hayatı ve hatta kendini de eleştirir, ‘sen hayatı hangi değerlere dayandırmak istiyorsun?’ sorusunu tartışırsın.” (Radikal Kitap, 3. 8. 2007)

Dünya görüşünü, hayata bakışını, durduğu yeri, ayaklarını bastığı zemini benimsemiyor olsak da, bu tespiti önemli Murat Belge’nin.

Belge, Marksist dünyaya, bu dünyanın yol ve yordamlarına kapaklanmış birisi olarak, elbette kendi içinde tutarlı.

Eleştiri ölçeğinde, kendi itikadını ortaya koyuyor.

Aslında, vahyî bir bakış ile baktığımızda, kâinatı bir bütün olarak görmekten uzaktır onun öğretisi de. Fakat, vaktini ve nakdini sadece dünyevî olana yaslayan Marksist tenkid konusunda, makul bir olgunluğa tekabül eden cümleler kurduğu da muhakkak…

Bu noktada, kültür, sanat yahut edebiyat aleminde olup da, hayatı, kâinatı bir bütün olarak görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin, kaypakların, iki yüzlü liberallerin, göbek bağı menfaaten ‘öteki’yle bağlaşık olanların, hoşgörüyle körleşmiş taş kalplerin, geçici siyasî ‘erk’lerle ortak çanakları paylaşanların anlamakta kasten zorlanacakları bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla, bunlara karşı bir hususu dile getirebilmek için,  Belge’nin bu “net” söylemini burada ‘kullanıyoruz’.

Gelin bu ‘kullanım’ı iyice kendi lehimize çevirelim.

Bize göre, insan, bî-taraf olamayacak nitelikte bir fıtratta yaratılmıştır. O, Rabbinin kendisine verdiği bu niteliği, yine Rabbinin önerdiği şaşmaz ölçülerle hayata nakşetmeli, her türlü fiiliyatında, ibda ve inşa faaliyetlerinde yaşamalı, yaşatmalıdır.

Şimdi, bu temenniyi ısrarla yenilemenin zamanı mıdır?

Bir örnekle cevaplamaya çalışalım bunu:

Çağdaş Fransız yazar Pascal Quignard, “Albucius” adlı romanında konu edindiği Antik Yunan yazarı Caius Albucius Silus’u eserin bir yerinde şöyle anlatır: “Üslubu kirlendikçe gücü artmış gibi geliyordu. Bir yakınına şöyle demiştir: ‘Benim eserime yaklaşma. Tuvalet kokar.’” (Türkçesi: İsmail Yerguz, Sel Yay., İst., 2007, s. 29)

Nahoş koku istiaresini Molla Cami de kullanmıştı, hafızamızı zorlayalım: Müteşairin birisi Molla Cami’ye gelir, yeni ‘eser’ini gösterir ve “Bunu ayakyolunda yazdım” der. Molla Cami: “Belli, orasının kokusunu hissettiriyor!”

İki kıssadan bir hisseye nasıl varırız?

“Sen hayatı hangi değerlere dayandırmak istiyorsun?’ sorusuna dikkat…

Bî-taraf ve sonra bertaraf olup ‘öteki’leşenlere büyük ikaz!

O tarafta çirkin üslup, kötü koku… Bu tarafta selamet!

Milli Gazete, 9 Ağustos 2007

1 Haziran 2020 Pazartesi

İBRAHİM ERYİĞİT YAZDI...



MEKTUP TASLAĞI

                                                                                                                                      İzmir, 16.4.86

öperim,

ağır ağır, aksak aksak… bazen daralmış, bazen çok geniş, uçarı, lirik, yarınlarda… geçmişi unutuvermeler arasıra, arasıra elem çiçeklerine banarak ekmeğimizi, nostaljik kokulu… yaşınız kaç? tutuyor mu? yoksa çoktan mı geçtik o yaşları, yaşlandık mı? üç beş yaşındaki mini miniyle yetmişine kapı açmışın ara sokağı yoksa yine o üç beş yaşın mini minisiyle yetmişliğinki gibi mi?

fotoğraflara mı çizilmiştir gençliğimizin ağırlığı? kaç kiloyuz?

hafif bir öğrencinin ağırlığını kaldıramayan yüreğim” mi diyeceğiz durmadan? ve şiirleri hep, yasak yasak içtiğimiz sigara paketlerine mi döktüreceğiz? bizi bir şarkı sözü mü avutacak hep?

kaval çalıyor bir çoban
usta bir çobandır bu çoban
bütün koyunlar olmasa da
çoğu koyunlar…

avunmaca ve avutmaca değil de ne bu? kimler dinler seni? önce kendin, he? hayır! yoksun kendin bile!

hem çobandan sana ne? ya da çoban tek mi? çokluğundan sözedilse, çok denilse daha gerçekçi olunamaz mı?

-küçük burjuva!

***

-küçük burjuva!
-ben mi?
-kaçan kimse?
-benimkisi kaçmak mı?
-evet! kaçmak seninkisi. buralardan, buralarda duramamana neden olan olaylardan, yaşantılardan… ya da hiçbir nedensizlik! kaçmaktır seninkisi!
-ama akdeniz değil gittiğim yer!
-karadeniz’e hiç gidemezsin!
-ya!

***

“özerk-demokratik üniversite için…”
“barış…”
“kaddafi ikinci deli…”

***

öperim,

ne olursa… yılar değil adımız, yılmaz! iyi günlere selam en azından kafamızda. savunuyoruz güzelliği. güzellik için savaşıyoruz.

ve ara sıra mektuplar yazıyoruz; sıcak, çığlık çığlığa, soluklu olmasalar da.

okulsuzluğum, işsizliğim
evden çıkarılmakla karşılaşmışlığım selam eder.

düzensiz masalarımın, yataklarımın, kitaplarımın, kilim ve halılarımın selamları pek çok…

pek çok selam ederler; yarım kalmış mektuplarım, şiirlerim, öykülerim…

adressizliğim ellerinden öper…

ailelerimin tümü; kırgınlıklar, uçarılıklar, gözyaşları, sevinçten haykırışlar, teslim olmamalar, teslim olmalar, tüm sevecenlikler seni sorarlar, iyilikler dilerler…

tüm taslaklar: intihar ya da güzel günler için… zarflara sığdırmam gerekiyor selamlarımı…

mehmet, aysel, ayşe, ali, fatma, yusuf, alpaslan, ismail, berrin, sabriye, gene ayşe, emine… daha daha hayal, meyal, hepsi hepsi hepsi selamlarını söylerler…

Bu metnin de içinde olduğu Issızlık Marşı kitabının diğer yazılarını okumak için tıklayınız.