27 Şubat 2019 Çarşamba

GAZEL

                                                    sükût şiiri

Kalmadı umudumuz durup biz düş kuralım
Canımız mı sıkıldı oturup düş kuralım

Ne olacak ağlayıp çare yok derdimize
Su içelim ha babam sonra bir hıçkıralım

Aşımız ekmeğimiz battı işte gemimiz
Satmışız bu dünyayı  başka mı  biçtirelim

Dökeriz emeğimiz var bizim de terimiz
Haydi ayağa kalkıp bir güzel kışkıralım

Güya bir ip örmüşler şair sözün yasakmış
Düş kuralım öyleyse kalbimiz fışkıralım

Kırıkkale, 2001

DTCF’DE BİR İŞÇİ İLE KONUŞMA

Fırçayı ben anlarım
kalemi sen   
ama şair sözden
ikimiz de çıkarmalıyız bir anlam

Ankara, 1997

KORKAK TÜRKÜ

yılan sanıp hışırtıyı ormanda
silahına sarıldı bir sayın başkan

-korktu!

göğsünü sıvazladı bay komutan
kaçar gibi bir rüyadan
dağlardan esecek ıslığı düşündü çünkü
bir an

- korktu!

yular ve urgan çatan
gardiyan bir yüz
baştan ayağa haşmetle bakan
rüzgârdan nem kapıp
çayıra saldı köpeklerini

- korktu!

işte koyunlarında
korku ruhu
taşıyan bu adamlar
katran kararan
korkular üflediler

- korktular!

Kırıkkale, 1999

28 ŞUBAT DİRENİŞ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ GİRİŞ BÖLÜMÜ


GİRİŞ
20 Yıl önce, 28 Şubat 1997’de ordunun üst kademesini ele geçiren bir grup azınlığın halkın iradesine karşı gerçekleştirdiği “postmodern” darbe, darbelerle örülü Türkiye tarihinin önemli bir aşamasıydı.
Seçilmiş iktidarı sözde sivil STK’lar, halk düşmanı bürokratlar ve ekonomik menfaat çeteleri ile işbirliği yaparak görevden el çektiren darbeciler, en büyük zulmü, Müslüman Türkiye halklarına karşı giriştikleri psikolojik baskılarla icra ettiler.
28 Şubat sürecinde Türkiye, geniş kitlelerin içine kapatıldığı devasa bir cezaevi haline geldi. Bu sürecin zorbaları, özellikle başörtüsüne karşı giriştikleri amansız bir savaşla, işgal gücü ordularının yaptığına benzer bir tutumu sergilediler. Başörtüsü bağlamında sadece okulları ve sair kamusal alanı değil, bütün hayat alanlarını baskı altında tuttular. Hemen her farklı görüşü anında bastıran refleksleriyle darbeciler, ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler.
Süreç boyunca siyasi partiler, gerçek sivil toplum örgütleri, dernekler, okullar, Kur’an kursları, basın yayın organları kapatıldı.
Türkiye ekonomisinin tümüyle çöktüğü süreç, bin yıllık bir tasarı olarak deklare edildi. Bununla birlikte, baskılar, engellemeler ve yasaklarla örülü 28 Şubat darbe süreci, tarihin lanetli çöplüğüne birkaç yıllık bir ömürle defedildi.

28 ŞUBAT’TA NELER OLDU?
Milletin aslî değerlerine karşı yapılan 28 Şubat darbesinin, bu ‘post’ zulüm sürecinin özelliklerini gelecek kuşaklara anlatmak o günleri yaşayanların görevleri arasında olsa gerektir.
Bunun için, söz konusu süreçle özdeşleşmiş bazı kayıtları buraya çıkarmamız yetecektir:
28 Şubat müdahalesi görünüşte, o dönemin TC Hükümetini (Refah-Yol) yıkmak amacıyla kurgulanmıştır. Fakat esasta, bütün bir memleket halkının hayatına kastetmeyi hedeflemiş ve bunu büyük oranda başarmıştır.
Şu halde, 28 Şubat, bir avuç zengin hariç, halkın gününü ve geleceğini perişan eden bir sürecin adı olarak anılmalıdır.
28 Şubat,  sahte “İrtica var, laiklik elden gidiyor.” çığlıkları eşliğinde uygulamaya sokulan bir baskı mekanizmasıdır.
Bu dönemin anahtar kelimeleri arasında ne bilim, ne de adalet yer almıştır. Bunların yerine “brifing” kelimesi ikame olmuş, bu kelime hemen her ortamı işgal etmiştir: Maalesef utanç vericidir ki, otobüslerle brifing merkezlerine getirilen bazı yargı mensupları, gazeteciler, siyasetçiler, işadamları ve sözde sivil toplum örgütü mensupları “brifingleştirilenler” arasında yer almayı “onur” saymışlardır.
Adları 28 Şubatçıların aile albümünde yer alanların “tam sayısı”nı belirlemek mümkün olmamakla beraber, adlarını silelim, içine eski cumhurbaşkanlarından eski başbakanlara, siyasi parti liderlerinden milletvekillerine, kartelleşmiş basın patronlarından onların hizmetindeki yazarlara, ‘üst’ rütbeli askerlerden ‘yüksek’ hukuk mevkiindeki yargıç ve savcılara, YÖK’ten üniversite rektörlerine kadar geniş bir liste girer…
28 Şubat’ın yerleşmesine katkı sağlayan meslek gruplarının sayısı az değildir. Mesela “beşli çete” ifadesi onlardan bazıları için kullanılmış olup 28 Şubat’ta ortaya çıkan bir söz öbeğidir ve temsil kabiliyeti içine (kapsama alanına) giren dönemin kurumları olarak şunlar sayılmaktadır: TÜRK-İŞ, DİSK, TOBB, TİSK ve TESK… Tabii bunlardan önce anılması gereken TÜSİAD vardır. Hatta KESK…
Sürecin sivil toplumunu temsil ettiği iddia edilen dernekleri arasında ise şu kısaltma gruplarına rastlıyoruz: ADD, ÇYDD, vb… Bunlara fişleme işlerinde bıçak gibi keskin bir kuruluş (BÇG) ise resmen eklenmelidir.
Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazeteleri ise dönem içinde yaptıkları servislerle rantiyeci seçkinlerin hizmetinde olmaktan hususiyle “zevk” almış yayın organları olarak tarihe geçmiştir.
28 Şubatçılar sanat dalları arasında özellikle tiyatroya büyük iş gördürmüşlerdir. Fakat tiyatro sanatı tarihinin hiçbir döneminde bu süreçteki kadar ayağa düşmemiş, kötü oynanmamıştır. Bu anlamda, topluma orijinal Müslüman tipi (!) olarak takdim edilen Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin gibi aktör ve aktrisler ile farklı bir dünyayı temsilen Sisi’ye hayli “iş” gördürülmüştür.
“Brifing”e yukarıda değinmiştik, bununla birlikte “Andıç” kelimesi de 28 Şubat literatürü içinde önemli mevki kaplamıştır. Bu anlamda, seri üretim yapan bir sektör oluşturulmuş; bu sektör, maksadı hâsıl kılmak için, iş ortamlarında ve bazı kurumlar seviyesinde olumsuz raporlarla kendini gündemde tutmuştur…
Bütün bunlardan sonra 28 Şubat geride şunları bırakmıştır:
Kapatılan partiler, yıkılan ve yerine kurdurulan hükümetler, hortumlanan batık bankalar, ekonomik krizler…
İstihdam imkânlarının azaltılması…
Kasıtlı ve kısıtlı sebeplere bağlı olarak işten çıkarmaların artması…
Eğitim öğretim haklarının keyfi şekilde çiğnenmesi…
Kişi hak ve özgürlüklerinin, insan haklarının ayaklar altına alınması…
Çeşitli alanlarda yargısız hükümlerin verilmesi…
Düşünce veya kılık kıyafet gibi farklı sebeplere bağlı olarak fişlemeler yapılması…
Tanklarla topluma gözdağı verilmesi…
Terör örgütü denilen örgütlerin devlet için birinci tehdit olmaktan çıkarılması, yerine dindarlığın konulması…
Ve bunlara benzer nice olumsuz gelişme…
Sonuç olarak, güya Cumhuriyet’i koruma amacıyla ortaya konulan ve “bin yıl süreceği” iddia edilen bu süreç, Türkiye’nin itibarını hem içerde hem de dışarıda zedelemiştir.

28 ŞUBAT VE ŞİİR
Ayrıntılı bir tahlile girişmeden önce, sürecin ilk yıllarında şiir adına çokça konuşulan bazı hususları, dönemi karikatürize etmek düşüncesiyle buraya çıkaralım:
28 Şubat Statükosu, yaşattığı süreç gereği, şiir veya şiirsel metinleri “tehlikeli” bularak, şiir bağlamındaki “güncelliklere” kendisine mahsus katkılar sağladı. Bunu açıklamak birkaç örnekle daha net olacaktır. İşte “şiir” çerçevesinde “yaşanan” ve “konuşulan” bazı olaylar, konular:
6 Aralık 1997’de, Siirt’te bir açık hava toplantısında konuşma yaparken şiir okuduğu için 21 Nisan 1998’de Diyarbakır 3 Nolu DGM’si tarafından 10 ay hapse mahkum edilen Recep Tayyip Erdoğan 26 Mart 1999’da Kırklareli Pınarhisar Cezaevi’ne girdi.
İnönü Üniversitesi'ndeki başörtüsü yasağını protesto ederken şiir okuyan İHL'li bir kız öğrencinin de tutuklanmasıydı. Bunların dışında, şiir ve edebiyat dergi ve seçkileri kovuşturuldu. Ve bazı şairlerin mekânı cezaeviydi. (Bekir Urfalı, Murat Küçük…).
Şunlar da 2000 yılı gazetelerinin “kültür sanat” sayfalarından yapılmış bir sunum olsun: 
“Yılmaz Erdoğan: ‘Şiirimin arkasındayım’ dedi”
 “Şair Dede’den Şiirli Nasihat: Köylü şair dede, yazdığı şiirlerle nasihat ediyor. Rize’nin İkizdere İlçesi’ne bağlı Şimşirli Köyü’nde yaşayan, 80 yaşındaki emekli...”
“Şiir Kelimelerin Musikisidir. Türk Halk Müziği’nin ağır başlılığı ve istikrarlı çalışmalarıyla tanınan sanatçısı Fatih Kısaparmak şiirlerini, ikinci kitabı olan “...Ve Ağır Sevdam” adlı şiir kitabında topladı.
“Hepsinin Kaseti Olacak. TV ekranlarından aşina olduğumuz pek çok ünlüyü bir kaset merakıdır sardı... Beyaz, İbrahim Sadri, Yılmaz Erdoğan, Uygun Kardeşler ve daha bir çok ünlüden sonra şimdi de sıra, M. Ali Erbil, Tayfun Taliboğlu ve Reha Muhtar’da...”
“Şiirin kara Şairi Şimdi Huzurevinde. Ece Ayhan: ‘Yapı Kredi beni tedavi ettirecek diye duydum. Aradım, yok öyle bir şey dediler.’”
Bu ‘ciddiyet’ (!) içinde 28 Şubat kültür sanat ortamını ve akabinde dönemin şiirini incelemeye geçebiliriz…

28 ŞUBAT’TA “KÜLTÜR”
“Postmodern Darbe”, “Derin Devlet”, “BÇG”, “Ekonomik Kriz” vb. gibi kavramlarla kitlelerin üzerine çöken “Statüko”nun 28 Şubat 1997 tarihinden itibaren gerçekleştirdiği etkinlik, nereden bakılırsa bakılsın, temelde, önceki “ana” dönemlerden farklı bir “üslûbu” taşımaz. Fakat, bizim “ana” dediğimiz kelimenin bazı lügatlerde, yanlış bir adlandırma ile, “ara” şeklinde telaffuz  edildiğini hatırlatmadan geçmeyelim.
Sürecin niteliğini, bu bölüme giriş olsun diye belirledikten sonra, konunun bizi ilgilendiren yönüne, 28 Şubat ve edebiyat/şiir ilişkisine geçebiliriz.
Darbe dönemlerinde kapısına kilit vurulan “özne”lerin başında, edebiyat ve onun kolları da gelir dense yeridir. Bu gelenek 28 Şubat döneminde de “icabınca” uygulanmış, öteden beri yaşana gelen baskı ve bilumum türevleri, daha bir koyulaştırılmıştır. İşte bunlardan bazıları;  şair ve yazarlar kovuşturulmuş veya tevkif edilmiş;  kitap, dergi, seçki ve gazeteler takibata alınmış; kültür ve sanat faaliyetiyle uğraşanlara (gazeteci, şair, yazar, ressam, müzisyen, vb) vergi (defter tutma) yükümlülüğü getirilmeye çalışılmış; kitap fuarlarına bazı yayınevleri ve kitaplar sokulmamış, vb...
Bu dönemde kültür, sanat ve edebiyat dünyasındaki olumsuzlaştırmalar, yasaklama ve kısıtlamalar ile sınırlı değildir. Bu işlerin başka yolları da vardır ve Türkiye’de gayet ustaca uygulanmıştır: El üstünde tutulan bazı kurumlar (medya, güdümlü STÖ’ler, yayınevleri, dergiler vb.) vasıtasıyla, istendik (güdümlü) yoz bir kültür sanat dünyası oluşturma...
Bilindiği gibi, bir ülkede kültür ve sanatı yönlendiren çeşitli kuruluşlar vardır. Bunlardan birisi de, şair, yazar, sanatçı örgütleridir. Bunlardan, özgürlük yanlısı olduklarını sürekli olarak gündeme getiren bazıları (Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Birliği, Pen Yazarlar Derneği, vb.) bu dönemde genel olarak “statüko”nun yanında yer almışlar, onun fiilleri doğrultusunda karanlık bir tavır sergilemişlerdir. Böylece, sözkonusu “istendik” dünyanın oluşumuna da katkı sağlamışlardır.
Güdümlü kültür sanat dünyasının oluşumu gereği, bu dönem içinde kitlelere  kaset, CD ve antoloji dolusu manzum metin, “şiir” diye sunuldu. Üstelik, yukarıda andığımız marazî medya ve örgütler de bu “furya”yı alabildiğine körükledi. Bu yolda, piyasa işi manzume kaset ve klipleri büyük iş (!) ve prim yaptı. İbrahim Sadri, Yılmaz Erdoğan, Nurseli İdiz, Bedirhan Gökçe, Seyfullah Kartal, Savaş Ay, Kerem Alışık, Ayşe Egesoy, Aynur Aydan, Yekta Göngör Özden vb. “şiir” ile adları çokça anılan isimler oldular...
Bu dönenin daha ilginç bir yönü, kendisini gerçek şiir ortamı içinde varsayan ve adları “şair” katalogları içinde yaldızlı harflerle yazılan bazılarının haliydi. Zira, TV’lerde görünmek, dergi, gazete ve gazete ilavelerinde manşet veya kapak olmak, şiir dışı ilginç konularda demeçler vermek, reklâmlara çıkmak onlar için keyif vericiydi.
Böyle bir ortam içerisinde, şiir üzerine yapılan konuşma ve tartışmaların konu başlıklarının daha çok “medyatik şiir”, “travesti şiir”, “eşcinsel şiir”, “arabesk şiir”, “müze şiiri”, “laik şiir/şair”, vb... olmaması düşünülemezdi.
Peki, devrin “muhalif” (rejime değil, Hakk’a muhalif)  yahut “merkezî” şiiri ne alemdeydi? 
Bu ifadeleri resmî entelektüel şiiri adlandırmak için kullanıyoruz. Sözkonusu şiir, resmî organlarca yaygın olarak desteklenen, palazlandırılan şiirdir. Resmî organlar sözüyle, yukarıda andığımız türden güdümlü kurumları kastediyoruz. 
Her dönemin alıştırılmış, genel kabul gördürülmüş, yaygınlık kazandırılmış bir şiir anlayışı daima olagelmiştir. Şubat döneminin de “nevi şahsına münhasır” bir şiir anlayışından söz edilebilir mi? Zamana giydirilen ruh, yani topluma uygulanan aykırı yapılandırma, ister istemez bazı mahfillerde ortak duyuş, kavrayış, ortaya koyuş tarzları; bir arada bulunma kaygıları ve tek tip olanı söyleme girişimlerini gündeme getirecektir. Bu, söz konusu süreçte, öncelikle donuk gruplaşmalar, cemaat ve klik oluşumları, olumsuz etkileşimler tezahür etmiş, bilahare, özelliklerini aşağıya çıkaracağımız bir şiir tarzı doğmuştur.
Farklı uygarlık ve düşünce dairelerinden beslenmekle birlikte, bu dönemde, ortada dönüp duran yaygın şiir anlayışının genel geçer özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:  Tek sesli, yoz bir şiir... Kaynak aldığı farklı düşünce sistemlerinden ötürü, kimi zaman birbirini reddedebilir kılıkla, birden fazlaymış gibi sanılsa da, tek bir yaygın şiir...  Sünepe bir şiir: Rahatsız etmeyen, rahatsızlığı sevmeyen.... Dörtbaşı mamurluğun, kuştüyü yatakların, ılımlı ruhların şiiri... İyi huylu, uyumlu, yumuşak şiir... Doldurma ve kalabalık dizelerden oluşan bir şiir... Sesi, boğuk ve genizden olan şiir... Ve gürültüsüz, tantanasız, kanatsız... Dolambaçlı, karmaşık, laf salatalı bir şiir. Arızalı şiir. Çok sahipli,  imzasız bir şiir. Yürekte titreşimler oluşturmayan, soğuk, gri ve metalik şiir...
Önceki dönemlere bağlı olarak süreç içinde de edebiyat dünyasına hakîm kılınan ve ‘süslü yalanlarla, neon ışıklarla, naylon yüzlerle’ öne çıkarılan bu resmî şiirin müteşairlerine getirelim sözü şimdi de. Bu müteşairlerin başlıca olumsuz özellikleri şu şekilde sıralanabilir: Şiir algısındaki tutarsızlık, şiir kültüründen kopukluk, menfî bir felsefî tavır, akıldan mahrumiyet, fakat en önemlisi, muvafık (İslâmî) olana muhalefet...
Bu “piyasa”nın “şair”leri tarafından oluşturulan ve genel kabul gören veya buna eklenmeyi tercih eden şiirin özellikleri ise şöyle betimlenebilir: Söyleyiş olarak şiiriyetten ve musikîden yoksun, ahenksiz, takıntılı, çeviri kokulu ve kekeme; tavır olarak kıpırtısız, sinik, hayatın, hatta çoğu kez toplumun dışında kalmış, yabancılaşmış, köksüzleşmiş ve bütün bunların sonucu, etkisini kaybetmiş bir şiir...

28 ŞUBAT’A DİRENEN ŞİİR
Sıra 28 Şubat süreci içinde başı dik duran Müslüman şairlerin tavırlarını ele almaya geldi.
Fakat önce olumsuz muhafazakâr şair duruşlarından söz etmek gerekecektir. Zira, genel bir adlandırmayla “İslâmcı cenah”ta adı geçen muhafazakar edebiyatçılar ve onların dergileri, şu yanlış kanaati dönem içinde sürekli yaşattılar: “Şiirin dini olmaz!” Böyle diyen muhafazakârlar, engin bir hoşgörürlükle, kendilerini “öteki”lere yamamayı, onlarla aynîleşmeyi seçtiler. Çoğu kez, büyükçe aşağılık kompleksiyle, onlara yaranma yarışına girdiler.
Merkezî/muhalif “piyasa”, bu piyasaya yamanmış “muhafazakar kompleks güruh” ve onların malûm atababaları pek yüz vermemiş olsa da,  28 Şubat döneminde “muvafık” (Müslümana has) dinamik bir şiir (her zaman olduğu gibi) vardı. Gerek poetik kaygılarla oluşturulmuş, dolayısıyla ritmi ve ahengi yerli yerinde; gerekse imanî bir bilinçle hayata ve topluma bağlı bu Müslüman dinamik şiir, elbette “has” şairler tarafından oluşturuldu. Burada, dikkat edilecek olursa, genel anlamda şiirin başlıca iki yönüne büyük önem verdiğimiz görülecektir: Gerçekten de rafine bir şiirin,  ahenk, estetik ve şekil gibi sacayakları bulunur. Bunlar, ritmik ve armonik uyumun ifadesidir. Eskilerin bedii tefekkür dediği estetik ise duygu, hayal, düşünce ve iç ses olgunluğu gibi birbirini tamamlayan birimler topluluğudur. Bu birimlerin, değişik birleşimler halinde, bir şair tarafından işlenip dokunması, şiir dediğimiz sarsılmaz binayı oluşturacaktır. Bu anlamda, aşağıya çıkardığımız örnekler de gösterir ki,  “Muvafık Şiir” her bakımdan şah eserlerle vücuda getirilmiştir.
Doğrusu, “Statüko’nun çeşitli dayatmaları”na rağmen, sağlam bir duruş sergileyen “Muvafık Şiir”in, 28 Şubat’a bakışıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: 1. Şiirin estetik yönü ihmal edilmemiştir. 2. Kimi şekil oyunlarına girişilmekle birlikte dönemi temsil edenleri sembolize eden kelime ve kavramlar kullanılarak itirazî bir tavır takınılmıştır.  3. Protest bir yaklaşım şiir dilinin imkanları ile sentezlenerek kullanılmıştır.

BU ANTOLOJİ…
Dönemin dinamik şiiri hakkında teorik cümleler kurmak yerine, işbu antolojinin içeriğine göz gezdirmek daha öğretici olacaktır. Elinizdeki bu antolojide yer bulan pek çok metinde de göreceğiniz üzere, dönem içinde yazılmış metinlerde ele alınan konuları ve bu konular bağlamında dikkat çeken motifleri dikkatlere sunmak daha yararlı olacaktır. Evet, işte 28 Şubat postmodern ihanetini bir şekilde yansıtan şiirlerde öne çıkan konular:
Darbecilere duyulan öfke: Bu antolojide okuyacağınız pek çok metinde 28 Şubat’ın askeri ve sivil hainleri tel’in eden pek çok dizeyle karşılaşacaksınız. Halktan, halkın inanç ve değerler manzumesinden nefret eden cuntacı güruhlar, şairlerin hedefinde olmuştur. Şairler ihanet şebekesi darbecileri dizeleriyle tahfif etmişler, ironi oklarıyla onları taciz etmişlerdir. Bu noktada yer yer öfkeli dizeler kurulmuş, intikam duyguları öne çıkmıştır…
İslam’a, Allah’a ve Peygamber’e saygısızlık edası takınan, toplu veya tek tek insanî kişilikleri öteleyen söylemlerle çoklu menfi haller takınan hainler, pek tabiidir ki onurlu şairlerin hedefine yerleşecekti.
Bu doğrultuda, şairlerimiz farklı kahramanlara atıf yaparak dik duruşlarını sergilemişlerdir. Sözgelimi, İslâm tarihine yapılan atıflar, İslâm tarihindeki kahramanlara yapılan telmihler bir hayli dikkat çekmektedir. Bunun gibi, Türkiye’deki farklı darbe süreçlerine karşı dik duran kahramanlar da özellikle zikredilerek, şairane övgülere mazhar olmuşlardır.
Sincan’da darbeci hainler tarafından halkımıza karşı yürütülen tanklar, Sultanbeyli’de yerel yöneticilere ve halka reva görülen tutumlar, Malatya’da öğrencilere uygulanan müdahaleler, darbeye iştirak eden basın yayın kuruluşlarınca yapılan tahrikler, Cuma zulümleri, basılan ve kapatılan örgün eğitim öğretim kurumlarının halleri, darbecilerin uşaklığını yapan sözde bilim adamı, hukukçu, akademisyen, vb.’nin sefihlikleri… Elinizde tuttuğunuz kitaptaki şiirlerde izlerine rastlayacağınız bazı konulardır.
Bunlar gibi, Beyazıt meydanı başta olmak üzere halk tarafından yapılan her türlü mitingler, başörtüsü yasakları başta olmak üzere farklı tepkileri dile getiren protesto eylemleri… Sözgelimi el ele zinciri eylemleri şairler tarafından övgüyle karşılanmıştır.
Şairlerimiz, pek çok metinde ise sabra ve duaya dikkat çekmişler, kendilerini alamadıklarında ise “âh” kapısını aralamışlardır.
Darbeci hainlerin oluşturduğu ortamın doğurduğu trajediler: Kamu alanlarında ve özellikle okullarda yapılan zulümler, bunlara bağlı olarak yaşanan kâbuslar, çile ve ıstıraplar… Bunlara bağlı olarak dayatılan ve yaşatılan hayattan nefret etme… Bu çerçevede halkın psikolojisi o derece bozulmuştur ki, pek çok insanımız yeniden hayata bağlanmak, yeni bir hayat kurmak için göç edebileceği ülkeler aramış, vatanından iltica etmenin yollarını aramıştır.
Üstteki son paragraftakine benzer edilgenlik ihtiva eden bir diğer husus, halk tabakalarında ve kimi şairlerde görülen negatif (edilgen, sinik) durum ve tutumlardır.
Şiir, her şeye rağmen geleceğe yönelik umudun ve güvenin özge sanatıdır. Dolayısıyla, pek çok şiirde geleceğe yönelik umutların diri tutulduğu da görülecektir.
Bu ve benzeri konulara bağlı olarak, 28 Şubat Direniş Şiirleri Antolojisi’nde yer alan şiirlerde karşılaştığımız kelime, kavram ve motifler haritasının dokümanını da buraya çıkaralım:
1000 yıl, Sincan, tank, kışla, asker, onbaşı, general, peruk, kesintisiz eğitim, senfonik müzik, celp emri, cemse, irtica, mürteci, cop, robocop, resmi geçit, esas duruş, hiza, uygun adım, marş, hazır ol, rap rap, kartel medyası, semiren mafyalar, korku, direniş, mazlum, mitralyöz, ikna odası, tahammül, sorgu, insan hakları, brifing, fişleme, tasfiye, ekonomik kriz, katsayı zulmü, hınç, öfke, başörtüsü, milli şuur, milli direniş…
Sözümüzün bu noktasında 28 Şubat Direniş Şiirleri Antolojisi’nin kimi teknik özelliklerine dair bilgiler sunalım:
Evet, Postmodern İhanet Darbesi’nin 20. Yılında hazırlanabilen bir antoloji var elinizde. Hazırlayan olarak bizim 20 yıllık bir ukdemizin gerçeklik dünyasına çıkışının bir ürünü…
Daha önce de konuyla ilgili birkaç makale yazmış birisi olarak, hep şunu iddia etmiştik: Her ne kadar statüko mensubu edebiyat çevreleri tarafından tam aksi ileri sürülse de, 28 Şubat dönemini dinamik bir yapı içerisinde ele alan şiirler yazılmıştır. İşte bu iddiamızı şimdi ispatlamış olduk.
Kuşkusuz derdimiz kuru bir iddiadan ibaret değildi. Şu halde işbu yekûnun asıl anlamı, karşılarındaki güç ne kadar hainane ve zalimane olursa olsun, şairlerimizin bir şekilde muvafık kalabilme, dik durabilme ve hakikati söyleme bahsinde cesur ve makul olabildiklerini göstermesidir.
Antolojiyi hazırlama sürecinde özellikle 1996-2003 yılları arasında yayımlanan dergileri dikkate almaya çalıştık. Bunun dışında, bazı dergilerin sonraki yıllarda yayımlanmış nüshalarını da dikkate almak durumundaydık. Çünkü, konuyla ilgili kimi şiirler süreç içerisinde yayımlanma imkanı bulamamış, özellikle 28 Şubat’ın sene-yi devriyelerinde dergilerde yer alabilmiştir. Bu açıklamadan sonra, tamamı olmasa da, arşivimizde bulunan farklı nüshaları  elimizden geçen dergiler şunlardır: Adam Sanat, Akatalpa, Altınoluk, Arz, Aşiyan, Atika, Atlılar, Ay Vakti, Bedîiyyat, Biat, Çınar, Çınar, Defter, Dergâh, Düşçınarı, E dergisi, Edebi Pankart, Edebiyat Ortamı, Edebiyat ve Eleştiri, Edebiyat Yaprağı, Endülüs, Eylül, Fecre Doğru, Genç Kardelen, Gerçek Hayat Gökçekimi, Gül Aydınlığı,  Güneysu, Hazan, Hece, Hüner, Ihlamur, İnsancıl, İnsan Saati, İpek Dili, İzdüşüm, Kafdağı, Kalemberk, Kalem ve Onur,  Karçiçeği, Kaşgar, Kavram Karmaşa, Kertenkele, Kırağı, Kırkayak, Kırklar, Kırlangıç, Kilim, Kum Yazıları, Kültür Dünyası, Likâ, Ludingirra, Martı, Merdiven, Mizan, Patlıcan, Polemik, Rayiha, Rewzen, Seviye,  Seyir, Şardağı, Şehrengiz, Şiirli Çıkın, Tandır, Tasfiye, Taşra, Türk Edebiyatı, Tütün, Ülke, Ünlem, Varlık, Virgül, Yaba, Yağmur, Yalnız Ardıç, Yansıma, Yedi İklim, Yeni Biçem, Yeni Binyıl Şiir, Yitik Düşler…
Kuşkusuz dergilerin yanı sıra şairlerimiz konuyla ilgili şiirlerini kitaplarına sonraki zamanlarda kitaplarına da aldılar. Doğal olarak kaynaklarımız arasında şiir kitapları da yer alacaktı ve aldı. Bu anlamda, tespit edebildiğimiz oranda, şiirleri hem yer aldıkları dergiler hem de yayımlandıkları kitaplar bağlamında kaynaklandırmaya çalıştık.
Hatta, şiirlerin iki kaynak arasındaki farklılık gösteren durumlarını da tespit etmeye çalıştık. Bunlardan tespit edebildiklerimizi kısaca metnin altında belirtmeyi tercih ettik. Amacımız bir yandan yaptığımız çalışmayı olabildiğince sahihleştirmek olduğu kadar, aynı oranda, bizden sonra bu konuya eğilecek kişilere, özellikle de akademik dünyanın hasretle ve özlemle beklenen araştırmacılarına kolaylık sunmaktı.
Antolojinin sonunda yer alan “Ekler” bölümünde bazı ilginç bilgileri içeren metinler aldık. Dönemin edebî algılanış şekillerine dair ipuçları sunacak olan bu bölümün de ilginizi çekeceğini düşünüyoruz.
Evet, 20 yıllık bir gecikmeyle de olsa, 15 Temmuz Direniş Şiirleri Antolojisi’nden sonra gün yüzüne çıkabilen 28 Şubat Direniş Şiirleri Antolojisi’nin, gerek kültür, sanat, edebiyat ve şiir dünyasına, gerekse Türkiye’nin bir hayli zafiyetler taşıyarak bugünlere gelebilmiş her türlü hayatî alanlarına yeni ufuklar sunacağını ümid ediyorum.
Başta şairlerimiz olmak üzere, işbu çalışmaya katkı sunan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. 
Bursa, 15 Şubat 2017
Kaynak: Darbeye Direnen Şiirler-28 Şubat Direniş Şiirleri Antolojisi, (Haz. Cevat Akkanat), Bursa Büyükşehir Belediyesi Yay., Bursa, 2017.

İLGİLİ BAZI LİNKLER:

28 ŞUBAT'A DİRENEN ŞİİRLER

28 ŞUBAT DİRENİŞ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ

CEVAT AKKANAT İLE 28 ŞUBAT ŞİİRLERİ ÜZERİNE


25 Şubat 2019 Pazartesi

GÜLMEKLER

ah güzel şeyler, çocukluk kanatları
bal tutan çiçekler, tozdan kahramanlıklar
yırtılan sevinç uygarlığının at arabaları.

gizemsiz sözcük turları, sizleri diyecektim
sus!-kunluk; sevgili dudak birlikteliği,
sizi.

evet, hayatın balkonu, gürültülü iç
aydınlığı, karmaşa, tantana doruğu, siz.

bir sabır taşı, yaman zambak! kokuların
kulağı, taç yamaçlar sokakları, yürünen
ezgiler yolu.

“merhaba!” “ciddi olun biraz”lar
ardı sıra “küstüm; size geliyorum!”
şakımalar,  “kah kah”lar işte!

İzmir, 1987

EDİP CANSEVER'DE EDEBİYAT GELENEĞİ

Edip Cansever (1928-1986), geleneği reddetme veya ondan faydalanmama hususlarında genellikle Ece Ayhan’la birlikte anılır, hatta daha olumsuz bir örnek olarak gösterilir.[1] Fakat bu yaklaşımların tersine, Vecihi Timuroğlu, Edip Cansever’in gelenekle bağlantılı olduğu bir yönünden söz eder. Şairin Oteller Kenti’ni değerlendiren Timuroğlu, onun bu kitapla, edebî sanatlar açısından “Türk şiirinin deneyimlerine de saygılı[2] bir nitelik sergilediğini söyler. Benzeri bir yargıyı, şairin “Petrol”ünü inceleyen Asım Bezirci de belirtir. Cansever bu kitabında sadece kendi geçirdiği denemelerden faydalanmakla kalmadığını, ‘şiir geleneğimizin getirdiği araçlardan, kolaylıklardan da’ faydalandığını belirten Bezirci, onun “Şiirimizde eskiden beri büyük yeri olan ses, uyak, ölçü düzenlerine, ‘edebî sanatlar’a,  hatta rhetorique’e baş vur”duğunu söyler.[3]

Cansever’in şiir geleneğiyle ilgisi hakkında Mehmet Salihoğlu’nun tanıklığı daha ilginçtir: “Cansever gibi  yeni şiirimizin bir ustasıyla saatlerce birbirimize divan şiirinden, Yahya Kemâl’de, Haşim’den dizeler okuyarak coşup taştığımız olmuştur. Ve dostumun, ‘bunların zevkine varamayan genç ozanlara ben ozan bile demem’ dediğini kulaklarımla duymuşumdur.[4]

Cansever’in Bakışı
Edip Cansever’in geleneğe dair görüşlerini 1962’de yayınlanan “Soyut Somut” başlıklı yazısında toplu olarak görme imkânımız vardır. Şair bu yazıda, ‘ortak bir düzen’, ‘örgensel (organik) bütünlük’, ‘gelenek’ gibi kavramlarla konuyla ilgili düşüncelerini anlatmaya çalışır.

Yazısında, “Şiiri şiirden soyutlamak mümkün müdür? Yani ilk günden bugüne dek yazılmış şiirlerle ortak bir düzen kurulmuştur da, bu düzenin dışında kalabilen şiirler olmuş mudur? Olmuşsa, bunlar canlılıklarını, etkinliklerini, işlevlerini sürdürebilmişler midir?” gibi sorularla konuyu açan şair kendisini, “Yıkıcı bir şiir akımı bile yıktığı değerlerle beslenmek, geride bıraktığı dil, biçim, yapı özelliklerini kaynak yaparak güçlenmek  zorundadır.” diye cevaplandırır.  Cansever, şiir tarihi içinde kendisine yer edinen, asırlar boyu akıp gelebilen, değerini kaybetmeden varlığını sürdüren ‘bütün şiirlerin, canlı, yaşaması olan örgensel (organik) bir bütünlük’le  bağlılıkları olduğunu savunur. Şair, şiirin varlığını, öncelikle bu organik bütünlüğe bağlar. Cansever bunu “Şiirler şiirlere eklenerek, dil, yapı v.b. bakımından nasıl bir düzen yaratıyorlarsa; çeşitli şiirlerdeki çeşitli öğeler de, duygular, düşünürler de birbirleriyle kaynaşıp çözülerek bu düzenle çakışırlar. Örneğin daha önceki dönemlerde yazılmış bir şiirin anlamını, bugün için küçümseyebiliriz ama, o anlamdan koptuğumuzu, hiç mi hiç etkilenmediğimizi söyleyemeyiz” şeklindeki açıklamalarla anlaşılır kılmaya çalışır. Çünkü şairler sadece yeni duygular, yeni heyecanlar peşine düşmezler. “Onların gerçek çabaları,  kamusal duyguya, kamusal isterlere bir yön vermek, buna bir çeşitlilik, yeni bir biçim, en önemlisi de yeni bir kişilik kazandırmaktır.  Şair, ‘Örgensel (organik) bütünlük’ diye tanımladığı geleneği, ‘dural bir ortam’ olmaktan çok, süreklilik ve hareketlilik taşıyan bir gerçeklik olarak görür. “Çünkü sürekli olarak şiirler arası bir savaştan söz açılabilir; tıpkı canlı varlıklarda olduğu gibi, şiirler de zamanla ya birbirlerini yok ederler, ya da düzeltip değerlendirirler. Başka şiirlerin hışmına uğramış bir şiir ya  tükenip yerini boşaltır, ya da yıllar sonra ötekilere baskın çıkabilir”. Cansever, ‘belli bir şiir düzeninde yer almamış, geleneğinden kopuk’ şiirleri  soyut şiirler kategorisine katarak görüşlerini bağlar.[5]

Cansever’in gelenekle ilgili olarak doğrudan doğruya beyan ettiği görüşler, bir mülakatta söylediklerinden oluşur. Bazı şairlerin ‘ulusal şiir geleneğinden kopuk tutumları’yla ilgili olarak Metin Eloğlu’nun sorduğu soruya, Edip Cansever, “Kendi şiir geleneğini yadsıyan bir ozanın, ozanlığı nasıl ve nereden edindiğini, nereye kadar sürdürebileceğini kestiremem. Bu gibi kimseler geniş bir ün de yapmış olsalar, önemi yok, bence. Bulguya (icat)  aktarmaya dayanan bütün ünler gibi geçicidir bu da. Şiirleriyse, genel çizgide bir şiir ortamının dışında kalan cansız, renksiz şiirler olmalıdır, diyeceğim. Gerçek ozan her şeyden önce tarihini, kültürünü, içinde yaşadığı toplumun koşullarını bilmek; sonra da bütün bunların, çeşitli dönemlerde yazılmış şiirlerdeki yansılarını, yani dilinin işlenişini, inceliklerini, etki alanlarını izlemek, kavramak zorundadır.[6] şeklinde cevap vererek gelenek hakkındaki görüşlerini somutlaştırır. Hemen ardından, Metin Eloğlu’nun, “Bizim bir şiir geleneğimiz var mı?” şeklindeki kışkırtıcı sorusunu ise şu kesin cevapla karşılar: “Olmaz olur mu, var elbette.. Daha çok biçimci bir şiir geleneğimiz var bizim. Örneğin Divan şiiri... Bu ozanlar belli bir dünya görüşünden, özel bir düşünce ve duygu biçiminden yoksun oldukları halde, dil özenleri, dilin bütün olanaklarını kullanmaları, mazmunlara düşkünlükleriyle şiiri bir marifet durumuna getirmeleri, bugün bile şiirimizin belli bir özelliği olarak yaşamaktadır.” Metin Eloğlu’nun Halk şiirinin gelenek bağındaki yeriyle ilgili bir sorusuna da “Halk şiirinin, halkın diline daha bir yaklaşık olmaktan başka bir niteliği ya da ayrıcalığı yok, bence. Bu durum, yani öz dile bağlılık, Halk şiirinin yaşama da daha bir bağlı olduğu sanısını uyandırıyor. Değil öyle! Hatta Halk ozanlarının, Divan ozanlarının etkisinde kaldıkları bile söylenebilir: Bugünkü iyimser yorumlar, aşırı hayranlıklar bir yana bırakılırsa, halkla Halk ozanı öylesine kaynaşmışlar ki şiir kolektif bir iş oluvermiş; yani yaşama bağlılık, pek de ozanca aktarılmamış günümüze. Bu bakımdan Halk şiirinin, Divan şiirinden daha fazla bir etkisi olmuştur, denemez.” şeklinde bir cevap verir ve ikisini de ‘gelenek zincirinin halkaları’ içinde görür: “Genel olarak Divan şiiri, daha bir şiir, daha bir şiir niteliği taşıyor, diyeceğim ben. Ama Halk şiirinin de birtakım etkileri olmuştur bizlere. İstesek de, istemesek de bu etkileri silmeye gücümüz yetmez.[7]

Divan şiirinin gelenek içindeki ağırlığını öne çıkaran Edip Cansever, “Düşünce Şiiri” başlıklı makalesinde de Divan edebiyatından sonra ‘özcü’ denilebilecek şairlerin az geldiğini söyler.[8] Onun bu tespiti bize, Divan şiirine verdiği önemi bir kez daha gösterir.
Cansever, kendisiyle yapılan başka bir konuşmada ise şairlerin, ‘Halk ağzını, halk deyimlerini yenileyerek’ şiire ‘yeni alanlar hazırla’yabileceğini ileri sürer.[9]
Edip Cansever’in eski şiirden adını andığı şairlerin sayısı azdır. Birbirini tamamlar nitelikte gördüğü Divan ve Halk şiirlerinden şu isimler onun ortaya koyduğu yazılarda anılır: Nedim, Şeyh Galip, Yunus Emre, Karacaoğlan...

Şairin gelenekte olanla ayrı düştüğü yerler de vardır. 1964’te yazdığı “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” başlıklı yazısında Cansever,  Mısra işlevini yitirdi.” hükmüyle, gelenekte var olan mısra, aruz, hece ve ‘kelime ekonomisi’ (az kelimeyle çok şey söylemek) gibi bazı unsurları dışlamaktadır. Şair bu yazısında, şiirde birim olarak cümleyi, cümleyle gelen imkanları savunur: “Yapacağı işin bilincine varmış ozanlar kabına sığamıyor artık. Hiç değilse zorlanıyor şiir, seçkin, soy bir anlatım yolu bulmak için savaşılıyor. Örneğin cümleler parçalanıyor; söze yeni bir devinim katılıyor böylelikle. Bir bakıma cümle tavır takınıyor, insanlaşıyor. Derken bir satır başı, bir parantez, bir diyalog... bakıyorsunuz düzyazıya geçmiş ozan; anlatıyor, açıyor, anlamı genişletip yoğunlaştırıyor.” Şair, bu hamlenin ‘geleneğe saygı yüzünden’ bırakılmaması gerektiğini de vurgular. [10]

Edip Cansever’in geleneğin Halk şiiri koluna dair olumsuz görüşlerini ise bir başka yazarın aktarımı ile öğreniyoruz. Fethi Naci, şairle aralarında geçen bir konuşmayı şu şekilde aktarır: “... Halk şiirinden yararlanmak olanağı var mı? Bodrum dönüşü, bu konuyu şair dostum Edip Cansever’le konuştum. Edip, kısaca, ‘Olanaksız’ diyordu.[11]

Yerçekimli Karanfil[12] ve Şairin Seyir Defteri[13] isimli bütün şiirlerinin toplandığı  iki eseriyle incelememize esas aldığımız Edip Cansever[14] 

Edip Cansever’in şiirlerinde ise türkülerle ilgili olarak tespit edebildiğimiz iki örnek,  Yerçekimli Karanfil kitabındaki “Tragedyalar”ın teatral havası içinde, birkaç ara başlık olarak kullanılan “Ağıt”lar (s. 148 ve 154) dır. Bu parçaların ‘ağıt’ olarak anılmasının sebebi, hüzün duygularının egemen olmasından olsa gerektir. İkincisini aktarıyoruz:

Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.”( s. 154)

Bu konuda Edip Cansever’in ortaya koyduğu örnekler de vardır. Yerçekimli Karanfildeki Masa da Masaymış Ha”(s. 9)da  Adam ha babam koyuyordu.  Ey” (s.15) ‘sürüylen’,  Aaa” (s. 17)da “Yok yahu bana mısın demiyor.”, “Var Var” (s. 19)’da “Vay ışıklar vay!”, “Yangın” (s. 20)’da “Gel keyfim gel”, “En kirli yerleriyle çat kapı fakir mahalleleri”, “Borazan” (s. 35)da, “O çalmıyo muydu, olanca görüntüler ayakta”, “Acı Bahriyeli” (s. 87)de  ““Bak kardeşim benim adım Ismayıl/ Kafamı kızdırma adamı bıçaklarım.”, “Tragedyalar” (s. 201) “Hay Allah! Unuttum gene, ...

Söyleyiş benzerliği konusunda Edip Cansever’in şiirleri arasına yerleşmiş iki parça ise bazı halk türkülerindeki karşılıklı konuşmaları hatırlatmaktadır. Bunlardan ilki, Şairin Seyir Defteri’deki “Rüzgârların Dinlendiği Yer” (s. 132)  başlıklı şiirdeki şu bölümdür:

Çıkardın mı su altındaki ölüyü
Çıkardık mı su altındaki ölüyü
Çıkarmadık su altındaki ölüyü
Çıkardıktı su altındaki ölüyü

Bu konuda Cansever’den vereceğimiz diğer örnek, aynı kitapta, “Şu Küçük Şey” (s. 150) başlıklı metnin baş kısmıdır ve yukarıdaki dörtlüğe benzer bir söyleyişe sahiptir:

- İndirdik mi suya denizi
- İndirmedik suya denizi
- İndirdikti suya denizi”




[1] Cansever’in gelenekle olan olumsuz ilgisi üzerine değinen yazarlardan Güven Turan, onun ‘Türk şiirinin geleneksel birimi olan dizeyi tahtından’ indiren şairler arasında sayar. (Bkz. Güven Turan, “Yüzler ve Maskeler”, Gün Dönüyor Avucumda, (Edip Cansever), Adam Yay., 3. Bas. İst., 1997, s. 219-220);  Özdemir İnce, şairin ‘sözcük ekonomisi’ ile ilişkisi olmadığını söyler. Bu, bir anlamda gelenekten kopukluk demektir. (Bkz. İnce, Şiir ve Gerçeklik, s. 117); Enis Batur, şairin gelenekle herhangi bir ‘form köprüsü arama’dığını belirtir. (Bkz. Batur, “Dört Şair, Dört Fatih”, Kitap-lık dergisi, S. 38, s. 188.) Edip Cansever’in gelenekle ilgisini ele alan diğer bazı kaynakları da şöyle sıralayabiliriz: “...”, “Devletimiz 1000 Cumhuriyetimiz 75 Yaşında (Kan Kaybeden Mendil)”, (Önsöz), Kaşgar Edebiyat Seçkisi, S. 5, s. 6; Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası, s. 56.
[2] Vecihi Timuroğlu, “Şiiri Sevenler İçin”, Gül Dönüyor Avucumda, (Edip Cansever) Adam Yay., İst., s. 215.
[3] Hüseyin Cöntürk-Edip Cansever, 2 İnceleme (Turgut Uyar, Edip Cansever), de Yay., İst., 1961, s. 83.
[4] Mehmet Salihoğlu, “Günlerle Gelen”, Varlık dergisi, S. 856 (Ocak 1979) s. 16.
[5] Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., 3. Bas., İst., 1997,  s. 54-56; Edip Cansever, “Soyut Somut”, Değişim dergisi, S. 4 (15 Şubat 1962), s. 1-2.
[6] Metin Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü”, Gül Dönüyor Avucumda, s. 81; Metin Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü”, Değişim dergisi, S. 5 (15 Mart 1962), s. 6.
[7] Metin Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü”, Gül Dönüyor Avucumda, s. 84-85; Metin Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü”, Değişim dergisi, S. 5 (15 Mart 1962), s. 7.
[8] Edip Cansever, “Düşüncenin Şiiri”, Gül Dönüyor Avucumda, s. 42.
[9] Erdal Öz, “Edip Cansever’le Konuştum”, a dergisi, S. 7 (Kasım 1956), s. 2.
[10] Edip Cansever,  “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire”, Gül Dönüyor Avucumda,  s. 57-58.
[11] Fethi Naci, Şiir Yazıları, İyi Şeyler Yay., İst. 1997, s. 51.
[12] Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, (Toplu Şiirleri I), 5. Bas., Adam Yay., İst. 1995; Bu kitapta şairin daha önce Dizlik Düzenlik (1. Bas. 1954), Yerçekimli Karanfil (1. Bas. 1957), Umutsuzlar Parkı (1. Bas. 1958), Petrol (1. Bas. 1959), Nerde Antigone (1. Bas. 1961), Tragedyalar (1. Bas. 1964), Çağrılmayan Yakup (1. Bas. 1966), Kirli Ağustos (1. Bas. 1970), Sonrası Kalır (1. Bas. 1974) isimleriyle yayımlanan kitapları toplu halde sunulmuştur.
[13] Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri, (Toplu Şiirler II), 7. Bas.,  İst., 1997; Bu kitapta şairin daha önce Ben Ruhi Bey Nasılım (1. Bas. 1976), Sevda ile Sevgi (1. Bas. 1977), Şairin Seyir Defteri (1. Bas. 1980), Eylülün Sesiyle (1. Bas., 1981), Bezik Oynayan Kadınlar (1. Bas. 1982), İlkyaz Şikâyetçileri (1. Bas. 1984), Oteller Kenti (1. Bas. 1985) isimleriyle yayımlanan kitaplarındaki şiirler bulunmaktadır.
[14] Edip Cansever de İlhan Berk gibi, yayımlanan ilk kitabını (Ömer Edip Cansever, İkindi Üstü, Işıl Kitap ve Bas., İst., 1947) ürünlerinin toplu basımlarına almaz. Cansever’in bu ilk kitabındaki şiirler İkinci  Yeni öncesine ait olduğu için, incelemeye  dahil edilmemiştir.

20 Şubat 2019 Çarşamba

BALE

keskin bir parlaklığı yaşıyor güneş. ansız el çabukluğuyla
doluyor salon. -tek kişisiyim oranın. izliyor o yeşilimsi,
kırmızımsı, sarımsı bütün renkler cümbüşünden oluşan
o cümbüşü, o sahici pırlantayı usum.- - alkışlar, alkışlar!
fır dönüyor sahne, uçuyor, göçüyor, mutluluk!

gelsin billur ışıklar kadehi! canım esriklik,
özgürlük kenti!

keskin bir parlaklığı yaşıyor güneş. yürekten doğmuştur
yarın. - - tek kişisi miyim oranın? bir ben varım. birçok
şey var, bir de o!

dansediyor sahne. yaldızlıdır dansı balerinin.

İzmir, 1986