30 Nisan 2019 Salı

TAZE HASPALARIN YAPTIĞI...

Gözüme nerede takıldı hatırlayamıyorum. Bir filmin birkaç dakikalık akışından mı kalakalmıştı belleğimde yoksa canlı bir olayın izleri miydi benim zihnimi meşgul eden sahne?

İki lise çağı kızı var görüntüde. Bunlardan birisi diğerini bir duvar dibinde yakalamış, yakasına yapışmış. Bir eliyle sıkı sıkı tutarken karşısındakini, öteki eli sille tokat, hatta tekme yumruk, gelip gidiyor rakibinin yüzüne gözüne, baldırına bacağına. Bir yandan da ağzına geleni söylüyor. Hesap soruyor, sövüyor, tehditler savuruyor.

Meselenin çıkış sebebi merak edilecek bir şey değildir. Fakat siz merak ettiniz, biz de söylemek durumundayız: Atlı prens kavgası!

Baskın haspanın kullandığı müstehcen dilden anlaşılmaktadır ki ‘rakibe’, büyük bir suç işlemiştir: Sevdiği delikanlıya göz koymuştur. Ona gizliden mektuplar atmış, mesajlar göndermiş, hatta ‘net’ imkânlardan faydalanmış, fakat her halükarda naz ve işvelerde bulunmuştur.

İşte dövüş ustalarından çektiği kopyaları rakibi üzerinde deneyen haspa, böyle bir acının hesabını görmektedir.

Haşin bir saldırıya hedef tahtası olan zavallı kızın ise yapabileceği bir şey yoktur. Kuytu bir duvar dibinde yakayı kaptırmış olması, onu çaresiz kılmıştır. Hani rakibi de kendisine göre bedence güçlüdür, kuvvetlidir üstelik… Sus pus duruşu, karşı koyamayışı, hakaretlere cevap veremeyişi, değişik darbeleri bedeninde kabullenişi, biraz suçluluk duygusundan iken, biraz da sert bir rakibe çatmış olmasındandır.

Toplumun genel ahlâkına aykırı (ters) düşen bu sahnenin sonu nasıl bitti, atlı prens haspalardan hangisini atının terkisine attı bilmiyoruz. Bir başkasıyla yola devam etme kararı aldığını da düşünebiliriz. Eğer hakikatli bir “atlı”, yiğit bir delikanlı ise ilk iki “müşteri”yi defterden silmekte geç kalmayacaktır. Pek tabii olarak, seçtiği bu taze “yâr”in huyu akça, suyu pakçadır.

***

Sanat dünyasında da görüyoruz benzeri görüntüleri…  Aşk ahlakına ters düşmüş kızlar gibi ‘takılanlar’ çıkıyor sanatın karşısına kimi zaman. Sanatkârlığı, sözgelimi şairliği, birtakım sihirli işler çevirmek şeklinde algılıyor olmalı böyleleri.

Bunlar, öncelikle biyografilerini ‘artistik’ malzemelerle zenginleştirmek sevdasına tutulmuşlardır. Maksada vasıl olmak için de farklı renkte karbon kağıtları kullanırlar. Kopyasını çıkardıkları şey, benzeri artistlikleri daha önce yapmış olanların hasta fiilleridir.

 Sürprizlere açık yaşantı biçimleri sergilemek, farklı davranışlar içine girmek, rol kesmek, bir grubun içine girmek, hatta grup kurmak ve orada ‘cins’ ilişkiler çevirmek, bir fırsatını bulup şölen ve şenlik gibi faaliyetlere yön vermek, bu faaliyetlerde dikkat çekecek arzı endamlar sergilemek, sahici ve usta sanatkârlara sataşmaya hevesli olmak, vs…

Oysa sanatın bunlara ihtiyacı yoktur. Sözgelimi şiir, kişide öncelikle şairlik hasletinin var olup olmadığına bakar. En başta şair-i maderzatı tercih eder. Karşısında hakikatli bir sevdalı bulduğunda göz kırpar. Ötesini, bu göz kırpışa cevap verecek olanın yetenekleri belirleyecektir. Kuşkusuz, yeteneklerini geliştirmenin yollarını arayan, sözgelimi bir yandan öncelerden beri sürüp gelen birikimle kendisini pişiren, bir yandan da el değmemiş imgelerin peşine düşen sevdalı, şiir turnasını gözünden vuracak, vuslata erecektir.


Şiire ulaşmanın başka bir yolu, şairlik vasfını almanın başka bir macerası yoktur. Gerisi, müteşairler mezarlığına ceset taşımaktan başka bir şey değildir.

Hiç yorum yok: