Gözüme nerede takıldı hatırlayamıyorum. Bir filmin birkaç dakikalık
akışından mı kalakalmıştı belleğimde yoksa canlı bir olayın izleri miydi benim
zihnimi meşgul eden sahne?
İki lise çağı kızı var görüntüde. Bunlardan birisi diğerini bir duvar
dibinde yakalamış, yakasına yapışmış. Bir eliyle sıkı sıkı tutarken
karşısındakini, öteki eli sille tokat, hatta tekme yumruk, gelip gidiyor
rakibinin yüzüne gözüne, baldırına bacağına. Bir yandan da ağzına geleni
söylüyor. Hesap soruyor, sövüyor, tehditler savuruyor.
Meselenin çıkış sebebi merak edilecek bir şey değildir. Fakat siz merak
ettiniz, biz de söylemek durumundayız: Atlı prens kavgası!
Baskın haspanın kullandığı müstehcen dilden anlaşılmaktadır ki ‘rakibe’,
büyük bir suç işlemiştir: Sevdiği delikanlıya göz koymuştur. Ona gizliden
mektuplar atmış, mesajlar göndermiş, hatta ‘net’ imkânlardan faydalanmış, fakat
her halükarda naz ve işvelerde bulunmuştur.
İşte dövüş ustalarından çektiği kopyaları rakibi üzerinde deneyen haspa,
böyle bir acının hesabını görmektedir.
Haşin bir saldırıya hedef tahtası olan zavallı kızın ise yapabileceği bir
şey yoktur. Kuytu bir duvar dibinde yakayı kaptırmış olması, onu çaresiz
kılmıştır. Hani rakibi de kendisine göre bedence güçlüdür, kuvvetlidir üstelik…
Sus pus duruşu, karşı koyamayışı, hakaretlere cevap veremeyişi, değişik
darbeleri bedeninde kabullenişi, biraz suçluluk duygusundan iken, biraz da sert
bir rakibe çatmış olmasındandır.
Toplumun genel ahlâkına aykırı (ters) düşen bu sahnenin sonu nasıl bitti,
atlı prens haspalardan hangisini atının terkisine attı bilmiyoruz. Bir
başkasıyla yola devam etme kararı aldığını da düşünebiliriz. Eğer hakikatli bir
“atlı”, yiğit bir delikanlı ise ilk iki “müşteri”yi defterden silmekte geç
kalmayacaktır. Pek tabii olarak, seçtiği bu taze “yâr”in huyu akça, suyu
pakçadır.
***
Sanat dünyasında da görüyoruz benzeri görüntüleri… Aşk ahlakına ters düşmüş kızlar gibi
‘takılanlar’ çıkıyor sanatın karşısına kimi zaman. Sanatkârlığı, sözgelimi
şairliği, birtakım sihirli işler çevirmek şeklinde algılıyor olmalı böyleleri.
Bunlar, öncelikle biyografilerini ‘artistik’ malzemelerle zenginleştirmek
sevdasına tutulmuşlardır. Maksada vasıl olmak için de farklı renkte karbon
kağıtları kullanırlar. Kopyasını çıkardıkları şey, benzeri artistlikleri daha
önce yapmış olanların hasta fiilleridir.
Sürprizlere açık yaşantı biçimleri
sergilemek, farklı davranışlar içine girmek, rol kesmek, bir grubun içine
girmek, hatta grup kurmak ve orada ‘cins’ ilişkiler çevirmek, bir fırsatını
bulup şölen ve şenlik gibi faaliyetlere yön vermek, bu faaliyetlerde dikkat
çekecek arzı endamlar sergilemek, sahici ve usta sanatkârlara sataşmaya hevesli
olmak, vs…
Oysa sanatın bunlara ihtiyacı yoktur. Sözgelimi şiir, kişide öncelikle
şairlik hasletinin var olup olmadığına bakar. En başta şair-i maderzatı tercih
eder. Karşısında hakikatli bir sevdalı bulduğunda göz kırpar. Ötesini, bu göz
kırpışa cevap verecek olanın yetenekleri belirleyecektir. Kuşkusuz,
yeteneklerini geliştirmenin yollarını arayan, sözgelimi bir yandan öncelerden
beri sürüp gelen birikimle kendisini pişiren, bir yandan da el değmemiş
imgelerin peşine düşen sevdalı, şiir turnasını gözünden vuracak, vuslata
erecektir.
Şiire ulaşmanın başka bir yolu, şairlik vasfını almanın başka bir macerası
yoktur. Gerisi, müteşairler mezarlığına ceset taşımaktan başka bir şey
değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder