29 Kasım 2019 Cuma

“MERMER ‘TEZGÂH’”

‘Tezgâh’ı çevreleyen tek ‘tırnak’lar hariç, başlığımız Ömer Seyfettin’den mülhem. Onun meşhur “Mermer Tezgâh”ını okumayanınız var mıdır bilmem. Hatırlatmak babından, kısaca anlatalım:
Kahramanımız ilginç bir ‘tip’tir: Cabi Efendi. Geçim kaygısı olmayan bu adamın ‘yegane merakı’, dünyanın çeşitli halleriyle hallenmektir. “Nadanların akıl ambarı” olarak adlandırdığı kütüphanelerden faydalanıp bir şeyler okumaktansa, hayatı okumayı tercih etmektedir: “Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır… binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan, hep hayatın içinde idi.” Bu düşünceler içinde, beyaz top sakalı, kısa boyu, şişman vücuduyla Cabi Efendi, sabahtan akşama kadar İstanbul’u gezmekte, kendince umum hayata nizamat vermektedir.
O şimdi Üsküdar taraflarındadır. Kafasında Harem’den Kız Kulesi’ne doğru bir “sandal” sefası yuvarlamaktadır. Fakat hayır, yıllardır gezindiği bu sokaklarda şu ilginçliği ilk kez fark etmiştir: Bir marangoz dükkanı. “İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam”ın çalıştığı dükkanın tezgâhı mermerdendir. Dayanamaz Cabi Efendi, “nasihat damarları” kabarır: “Sen deli misin, oğlum?” “Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?” diye konuşur. Marangoz ustası onu, “Ben birinci ustayım” “Hiç yanılmam. Elimin maharetine emniyetim var, onun  için tezgahı mermerden yaptırdım” şeklindeki cevaplarıyla başından savmaya çalışsa da, iş uzayınca, “Haydi bakalım, gevezelik yeter… Çek arabanı…” deyip kovar.
Cabi Efendi “düşüncesizliği kendisi için ‘meziyet’ sayan” ustaya haddini bildirecektir. Önce adını öğrenir: Ali. Ardından diğer bilgiler: Ailevi durumu, evi, adresi… Sonra, kasaptan yüzülmüş bir kuzu alır, fırında kızarttırıp Ali Usta’nın evine götürür. Gayet titiz bir şekilde, evin hanımına tepsiyi sunar.
Plân gayet basittir: Kuzu yüzünden karı koca birbirine girecek, ertesi sabah da “sanatının eri… budala…” Ali Usta, keserini mermer tezgâha indirecektir. Cabi bu son sahneyi seyretmek aşkıyla geceyi Üsküdar’da geçirir. Ertesi sabah olan biteni görebileceği bir noktaya konuşlanır. İş tasarlandığı üzere sonuçlandığında, içeri dalıp “Geçmiş olsun usta!” der. Tabii,  gereken nasihatleri verirken, “kuzu”yla çevirdiği katakulliyi de açıklar.
Sözü Ömer Seyfettin’e bırakalım: “Hadi oğlum dedi, dünyanın nizamını bozmağa kalkma. Marangozun tezgahı kalastan olur.”
*
Lisân-ı mâzi ile soralım: Vasatî tedrisattan geçmiş hemen her ilk mektep talebesinin aşinası olduğu bu hikâyeyi niçin hatırlattık dersiniz?
Tahminen, şu satırlardan itibaren, “nadanın birine ‘dikkatin hakikati’ni öğreten” Cabi Efendi’yle aramızda bir benzerlik ilgisi kuranlar çıkacaktır. Doğrudur, işi gücü bırakıp memleket ahvali hakkında yol yordam biçip duran bilumum yazar çizer takımı, Cabi Efendi’ye teşbih edilebilir.
Kuşkusuz, Cabi Efendi’nin şu üstün tarafı önemlidir: Kafası hile hurdaya bir hayli eğimlidir.
Yazar çizer takımının fazlalığı ise Cabi Efendi’nin küçük gördüğü için kullanmadığı bir yön itibariyledir: “okur yazarlık.” O, okur yazar olduğu halde bunu “denî” buluyor. Asıl ilgi alanına yerleştirdiği hayatın halleri üzerine pür dikkat kesiliyor. Yazar çizer takımı ise (en azından biz) hayatı bir tarafa bırakmamakla birlikte, okuduklarına da önem veriyor!
İşte bunlardan birisi, birlikte okuyalım:
“Anneler gününde mermer siparişi artıyor!”
“… sevgisini çeşitli hediyelerle ifade etmeye çalışan çocuklar, vefat eden anne ve babası için de o gün mezarını yaptırmaya çalışıyor.”
“Mermerden mezar yapan firmaların (…) aldıkları sipariş diğer günlere göre 20 kat artıyor.”
“Mermerden hazır mezar siparişi verenler hece taşına, ölen kişinin hayatta sevdiği  türküyü, şarkıyı, ulaşamadığı bir idealini, ibret alınacak ve mesaj verecek cümleler de yazdırıyorlar.”
*
Bu mevzuda mermerci esnafına bir şey söylemek haddimize değil. Sonuçta onlar talebe göre arzı endam içindeler.
Bu tür işler, mermerciler için, diğer esnaf gibi, ‘özel’ ticaret günleri, tüketim ‘seans’ları çerçevesinde olup biten şeyler kabilinden…
Fakat memleket evladının geldiği nokta nasıl tahlil edilecek?
Marangoz Ali Usta’nın keresteye uygun gördüğü mermer tezgah, kendi elleriyle çocuklarından ‘ölü’ ana-babalara ‘ikramiye’…
Mermer mezar ile “ölü” ana-babasının kıymetini anlayacak bir zihniyet!
Ölünün “yerini belli edecek”! Unutulmasını engelleyecek!
Onlara sağken yapamadığı bir takım hayır hasenatı, şimdi gerçekleştirecek!
Hayır, kendi vicdanını “aklayacak”!
Yoksa şu her türden özel günlere gecelere ilişik yaşayanların farklı bir “mevsim”le imtihan oluşları mıdır şahit olduklarımız?
Öyleyse, ne yapalım? Cabi Efendi’nin önünde bir kişi varken, bizim karşımızda bire yirmi bir artış!
Üstelik, doğal bir şey de değil karşımızdaki.
Evlatları vasıtasıyla ana babalarına mermer ‘tezgah’ kurduran bir zihniyet var ortada. Bir toplum mühendisliği. On yıllardır toplumun etrafına duvar örmekten başka bir gailesi olmayan ‘yapı’laşmanın ta kendisi…
Fakat, onun da karşısında, insanın aklı, derdi, gailesi olmalı değil mi? Diri bir zihniyeti?


"ARKA BAHÇEDE SALINCAKTA SALLANIRMIŞ GİBİ"

Türklerin “batılılaşma” çağı, redd-i milliyet (din) ve medeniyet ve dahi terk-i memleket fiilleriyle başlar…
Bu cümlenin içini edebiyat aleminden seçebileceğimiz bir çok örnekle doldurmamız mümkündür. Değil mi ki edebiyat toplumun aynısıdır ve aynasıdır? Şu halde, Tanzimat ve ilk dönem Cumhuriyet eserlerinde ‘batılılaşma’nın ana ve işlek bir konu olarak ele alındığını; ve olumsuz  ‘tipler’ eşliğinde dikkatlere sunulduğunu hatırlatabiliriz.
Peki, sözkonusu roman kahramanları arasında kimler var? Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey’i, Recaizade’nin Bihruz’u, Halid Ziya’nın “Melih Bey Takımı” (özellikle Bihter), Hüseyin Rahmi’nin Meftun’u, Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey’i, Peyami Safa’nın Neriman’ı, Yakup Kadri’nin Seniha’sı, Reşat Nuri’nin Necla ve Leyla’sı… Bu alafranga tiplerin çoğunluğu züppe, bir kısmı hoppa!
Konuyla bağlantılı sayılabilecek şiirlerimiz nerede duruyor? Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan”, Sezai Karakoç’un “Masal” şiirleri sözün bu noktasında birer iktibasla hatırlanmalıdır:
“Mehlika'nın kara sevdâlıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.” (Mehlika Sultan)

“Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları” (Masal)
Edebî eserleri ve kahramanları şöyle bir kenara bırakalım, ilk dönem ‘batılılaşma’sının bizce ‘menfî’ kişileri arasında yer alan canlı kanlı insanlar da oldukça çoktur. Detaylara inmeden, birkaç isim aktaralım:
Namık Kemal’in torunu Selma, “Özgürce şapka giymek için” Amerika’ya iltica ediyor, 1930’da. Amerikan Kolej’de okumuş, “Peçeye İsyan”ı yazmış…
Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, hikayesi çokça biliniyor…
Ahmet Cevdet Paşa’nın torunu (Fatma Aliye’nin kızı) İsmet; Dame de Sion’da okumuş, “Hür yaşamak için” 1926’da evi terk ediyor, menzili Fransa…
Bu aktarmayı, çok amaçlı bir okuma faaliyetine tâbî tuttuğumuz Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun “Fatma Aliye: Uzak Ülke” (Timaş Yay., İst., 2007, 352 s.) romanından yaptığımızı, sözü bu kitaba getirmek kaygısını da ortadan kaldırarak belirtelim.
Çok amaçlı okuma, evet, bu roman, kurgusu, olay örgüsü, kahramanları, zaman, mekan, ve kahramanlar arası ilişki ağları, dil ve üslûbu gibi pek çok yönüyle dikkatlere sunulabilir. Doğrusu böylesi disiplinlerde kullanmak için aldığımız notlar, altını çizdiğimız satırlar, çıkardığımız derkenârlar büyük bir yük oluşturdu üstümüzde. Bilmem bunları yazıya aktarabilecek miyim, hayırlısı?!
“Uzak Ülke”, biyografik bir roman. Fakat alışılagelmiş bir biyografiden söz etmiyorum. Bu romanda, en az üç ayrı biyografinin izi sürülebilir: Toplumun, Fatma Aliye’nin ve roman anlatıcısının biyografileri… (Anlatıcı terimi ‘yazar’ı karşılamaz ama, biz yine de Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun biyografisi de “Uzak Ülke”ye yansımıştır diyeceğiz. Evet, bir kadın yazar olarak, Fatma Aliye’nin sıkıntılarını çekmektedir o. Ayrıca, o dönemin sosyal sorunları, tam tersi bir yönde, bugün hüküm sürmektedir.)
Toplumun biyografisi sunulurken özellikle şu metod kullanılmış: Takvime bağlı olarak, bölüm başlarında verilen ‘sosyolojik’ olaylar… Yığma yapılarak verilen bu bilgiler, anlatı içerisinde belli bir arka plân unsuru olarak kullanılmış, özellikle bu kullanım başarılıdır. Zira roman boyunca, bir kişiyle birlikte toplumun sarsılış tarihini de okursunuz…
Fatma Aliye’nin hayatıyla ilgili ayrıntıları buraya sıralamanın bir anlamı yok. Ama gene de birkaç noktayı kaydetmek okuyucuya ikram sayılsın: O, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Küçük yaşta haremlikten selamlığa iltica etmiş bir kız çocuğudur. Öğrenimine kendisi yön veren zehir bir çocuktur. Gizlice öğrendiği Fransızca’yı ilerletmek için ilk yılları elemli geçen bir evliliğe mecbur kalmış sabırlı bir eştir. “Bir Kadın” imzalı ilk muharriredir. Romanlarında kadınların aile içi sorunlarını dile getirir. Özellikle çalışan, para kazanan, dolayısıyla bir ‘koca’ya ihtiyacı olmayan kadınları anlatır…
Fakat onun biyografisindeki asıl kırılma, küçük kızı İsmet’in, yukarıda belirtilen ‘evden kaçış’ hikayesiyle başlar. Böylece Fatma Aliye, yazarlığa, hatta olağan hayata veda eder. Ahmet Cevdet Paşa’dan intikal eden bütün serveti kızını bulmak için harcayacaktır.
Bir zamanlar, “Arka bahçede salıncakta sallanırmış gibi yaparak, Fransızca öğrenmeye çalışan” çocuk Fatma Aliye; yazdığı romanların kahramanlarına bir anlamda batılı hayat standartlarını yaşatan muharrire “Bir Kadın”; işgal İstanbul’unda sancılar çeken muhafazakar “Osmanlı Kadını”; kızı İsmet’i Dame de Sion’un ‘kurt’larına kaptırmıştır. Roman bir ara kaptıranın (Fatma Aliye) acı serüvenine dönüşür. Kaptırılan (İsmet) ise ortaya hiç çıkarılmaz, anlatılmaz; eksiklik gibi görülebilir bu, fakat bakış açısının sahibi kaptırandır, roman onun üzerine bina edilmiştir, unutmayalım.
“Uzak Ülke”yi ilginç kılan bir başka husus, yukarıda da söylemiştik, anlatıcı biyografisinin işe karışmasıdır. Burada cümleyi şöyle de kurabiliriz: Romanı okurken, Fatma Aliye’nin kimliğiyle aynileşen bir anlatıcıyla karşı karşıya kaldığınızı hissediyoruz. Böylece, bir kimlikte iki, hatta üç (Üçüncüsü toplum) biyografi, iç içe… Ancak, ikincisinin yani anlatıcının ‘kimliğini’ ancak derinlerde tespit edebilirsiniz. Yüzeye çıktığı yer ise, bizim tam da roman için ‘işte bitti’ dediğimiz yerdir (s. 226). (Barbarosoğlu, verdiği bir mülâkatta, son kısmın önemi üzerinde hassasiyetle duruyor, aksini iddia edemeyiz. Esere verdiği yeni açılımlar, sözgelimi ‘bugünün sosyal sıkıntıları’na dönük tespitler düşünülürse elbet…)
Satırlarımızı bitirirken, şu yargımızı da bildirelim: “Uzak Ülke”nin en önemli yönlerinden birisi, Türk’ün ‘batılılaşma’ macerasına roman diliyle yeni bir bakış getirmiş olmasıdır. Üstelik bugünü de kapsayacak şekilde ve başlangıçtan itibaren. 


21 Kasım 2019 Perşembe

SALYANGOZLU FOTO

Ticarete, bir şeyleri alıp satmaya, bir şeyleri alıp satmak için bir takım faaliyetlerde bulunmaya oldukça uzak bir yapım vardır. Belki de bu yüzden, Ticarî Matematik, Muhasebe, Ticaret Hukuku, Bankacılık, İktisat, Maliye, hatta Pazarlama Satış gibi dersleri teorik platformda başarıyla ekarte ettiğim halde, son düzlükte terk etmiş, gönül meselelerine özgü bir tutkuyla kendimi edebiyat ‘tahsil’ etmeye vermiştim.
Fakat bu kendini verişin yaman bir çelişkiyle iç içe olduğunu anladığımda iş işten geçmişti. Öyle ya, nihayetinde, ne ‘tahsil’i yaparsanız yapın, içinde kendinden menkul bir ticarî ara yüz, bir arka veche sırıtıyor, şu veya bu oranda bir ‘hasılat’ kendi lisanınca şöyle diyordu:
- “Beyefendi, benden kaçamazsın, bak burada da karşına çıktım, nanik!”
Buna benzer cümlelerin bir dolu sırıtkanlığındandır; ömrümün dikkate değer bir bölümünü edebiyat ‘tahsil’inden nefret ederek yaşadım…
Böylesi kötü bir tecrübe, sonraki yıllarda benim elimi bir derece güçlendirdi. Şöyle ki, edebiyat tahsiline ‘soğuk’ bir eda ile yaklaşanlar indinde her nasılsa yüksek bir mevkie tırmanıvermiştim. Evet,  tahsil sistemine bağlı bir ‘avantaj’ın sahibi olmuş, kendimi o bed-nâm edebiyat sevmezlerin danışmanı konumunda bulmuştum. Diyeceğim, kâr zarar defterinden yakamı bir türlü kurtaramıyor, akıbet kendimi bir günah defterinin günahkârı olarak görüyordum.
Meraklısı için itiraf edeyim, profilimde zaman zaman karşınıza çıkan “Ders edebiyat/ vur kafayı yat!” şeklindeki kafiyeli ifadeyi taşıyan görsel materyal o günlerden bir andaçtır.
Ya şimdi? Şimdiyi karıştırmayın: Kafadar olduklarımı ele vermek istemiyor, halimden şikâyet ederek kötü niyetlilerin niyetine yem olmaktan kendimi uzak tutuyorum…
Sözü ‘şimdi’ye getirip bırakmamın tek sebebi üstteki paragrafta söylediğim değildir; başka bir sebebim de vardır ve şöyledir: Tarihimde, ticaretle ilişkilerimin çok iyi olduğu dönemlerimin olduğunu bilgilerinize arz etmek istiyorum…
Sizi şaşırtıyor olamam, niye böyle bir şeyi deneyeyim ki?
Sıkı duralım lütfen; sadece ömrümün ilk yıllarına, çocukluk çağlarıma gideceğim:
Bahar mevsimidir!
Sırılsıklam yağmurlar yağmıştır. Tabiat yağmur, buğu, sis, güneş cümbüşüyle renkten renge dönüp devretmektedir.
Yeşil çimenler üzerinde gezinip durmaktadır şimdi salyangozlar; bu önce doğru bir tahmin, sonra doğru bir gözlemdir…
Bir yerlerden bir poşet edinilir… Bir koşudur başlar… Vadilere inilir, tepelere çıkılır… “Çayır çimen seke seke”, arazide otlanan salyangozlara ulaşılır… Aman ne toplama, aman ne…
Mevsimin alametlerine tâbî olarak iş (maişet) hayatını idame ettiren Koca Cemal Dayı bizi beklemektedir…
Bir kilo, iki kilo, üç kilo, beş kilo…
Salyangoz…
Üç kuruş, beş kuruş, iki lira, on para…
Kazanmanın keyfiyle, bir sonraki salyangoz macerasına kadar, ne keyif, ne manzara…
“şöyle ki sallangoz alacağız
mahallemizi satacağız
satıp aldıklarımızı
jilete yatırıp
tıraş olacağız
tıraş olacak kitleler”

Evet, o çocukluk yıllarımda ticaretle aram böylesine iyiydi!
Hatta sadece salyangoz değil, başka şeyler de satıp savmıştım; eski alüminyum tencere, plastik eskileri, eski lastik ayakkabılar, yumurta, palamut meyvesi, vs!.. Onları da sonra anlatayım…
Madem öyle, şimdi sadede gelelim:
İşbu ticaret bahsi nereden çıktı?
Hele ki salyangozdan bahsetmenin sırası mıydı şimdi?
El cevap: Doğrudur, bu yazı kendiliğinden gelişmedi.
Birkaç mesulü vardır efendim bunun:
İlki, geçen gün belediye otobüsünde Gemlik’ten kalkıp gelmiş, zavallı bir âdem, elinde bir çuval salyangoz, Karacabey taraflarında harıl harıl bir hazır yemek fabrikası arıyor; evet efendim, müşteri buldu!
İkincisi, bir fotoğraf karesi: Eli kalemli bir yekûn adam, bir salyangoz-hane açmışlar, salyangoz alım satım dükkânı…

(12 Mayıs 2011, Milli Gazete)

15 Kasım 2019 Cuma

BİMEN ŞEN VE BEKİR MUTLU MUYDU?!.

Samuel Butler (1835-1902) ilginç bir İngiliz yazarıydı. İsa'nın Dirilmesinin İspatı Üzerine Eleştirel Bir Araştırma, Erewhon, Bilinçsiz Bellek, Eski ve Yeni Evrim, Bilinen Tanrı ile Bilinmeyen Tanrı, vb. gibi eserlerinde, içinde yaşadığı Victoria Dönemi (1837-1901) İngiltere’sinin sosyal şartları başta olmak üzere, pek çok yerleşik unsura karşı cephe aldı, onlarla alay etti, onları yerden yere vurdu: Dönemin ütopyaları, İngiliz aile yapısı, Hıristiyanlık mucizeleri, kilisenin tutumları, Darwin teorisi, vb. onun hedefinde olan şeylerdi…
Gül bahçelerinden ziyade çitli arazilerde gezmeyi tercih eden bu yazar, karşı duruşuna bağlı olarak 1859’da Yeni Zelanda’ya göç etmiş, orada on beş yıl kadar ‘davar’ yetiştiriciliği yaptıktan sonra, mücadelesini sürdürmek için tekrar memleketine dönmüştür. (Pek yeri değil ama, çağrışım oluşturduğu için kendi kendimize soralım, toplum kaçkını Servet-i Fünun edebiyatçılarının Yeni Zelanda’da inzivaya çekilme hayallerine Samuel Butler’in de etkisi olmasın?!)
Samuel Butler’in diğerlerine göre ilgi çekici bulunan eseri Erewhon’dur. 1872’de kaleme alınmış olan bu esere –tıpkı öteki kitapları gibi- Türkçe’de rastlayamadım. Bunda tercüme yoluyla batının edebî emperyalizmine hizmet eden yerli ‘tercüme büroları’nın –sermayelerini Avrupa projelerine yaslayan yayınevlerinin- katkısı nedir acaba? İngiltere gibi bir ülkeyi, onun bir dönemini ve temel dayanakları üzerinden batıyı sallayan bu yazarın yeterince Türkçeleştirilmemesi anlamlı olmalıdır.
Siz bir yandan bu anlam üzerinde mütalaa ederken, diğer yandan benim işbu yazıya vereceğim yeni yönü kavramaya çalışın. Şöyle devam edeyim: Samuel Butler ve eserleriyle ilgili olarak buraya kadar yazdığımız satırları bir tarafa bırakıp sözü Erewhon’daki bir hikâyeye getirmek istiyorum. “Erewhon’da Bir Duruşma”. Bu hikâyeyi, İain Bamforth’un  Türkçe’ye “Kütüphanedeki Beden” (Özgün adı: “The Body in the Library”, Çev: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, İst., 2004) adıyla çevrilen derlemesinden okuyabilirsiniz. O vakit gelinceye, yani siz bu hikâyeyi buluncaya kadar, şu küçük özetle ve akabinde birkaç iktibasla yetinmeniz gerekecektir:
Özet: Vereme yakalanmış bir adam hastalığından ötürü suçlanır. Bu suça istinaden halka açık bir mahkemede yargılanır. Neredeyse ölme raddesine gelen zanlının yargılanma süreci bir takım tuhaflıklara sahne olur. Sonuçta resmen “suçlu” bulunur. Mahkeme heyetinin verdiği hüküm bu tuhaflıklardan bir kısmına ait ipuçları taşımaktadır. Bunları göstermek için, şimdi de hüküm merciinin sözcüsü olarak hâkimin nihai konuşmasından bazı cümleler aktarıyorum:
“Parmaklıklar arkasındaki hükümlü, akciğer veremi olduğun halde çalışmak gibi büyük bir suçla yargılandın ve (…) suçlu bulundun.”
“Geçen sene, ağır bir bronşit geç irmekten suçlu bulunmuşsun, hatta, henüz yirmi üç yaşında olmana rağmen, şimdiye dek en az on dört kez iğrenç hastalıklar sebebiyle suçlanmış ve mahkum edilmişsin…”
“… verem hastalığının ölümle cezalandırılması yasaklanmış olmasaydı, şu durumda muhakkak ölüm cezasını tasdik ederdim.”
Hâkim, konuşmasının bir yerinde “… sana merhamet göstermememizin başka bir sebebi daha var.” dedikten sonra bunu “Hekimler!” diye açıklar. Zira “kendilerine hekim diyen insanlar” güçlenecek, her şeye hakim olacaklardır: “Teşkilatları ve tüm aile sırlarına kolayca ulaşmaları sayesinde, hiçbir şeyin karşısında duramayacağı sosyal ve siyasi güçlere kavuşacaklardır. (…) … sonunda hekimler tüm milleti yönetmeye başlayacak, hepimizi kendilerine kul köle edeceklerdir.” Hakim, statükonun temsilcisi olarak tehlikeyi bertaraf etmenin yolunu da bulmuştur: “Bunu engellemek için tek çıkar yolumuz, tek bir çaremiz var. Bu ülkenin kanunları, zaten uzun senelerdir bu amaç doğrultusunda çalışıyor, kanunun gözü, mevcudiyetlerinden haberdar olur olmaz, tüm hastalıkları engellemek ve bastırmak için amansız bir savaş veriyor.”
Statükonun sesi olarak hâkimin konuşma metninden birkaç alıntı daha:
“… ciğerlerindeki verem hastalığı senin suçun olsa da, olmasa da, senin içindedir ve milletimizi böyle kusurlardan korumak da benim görevimdir.”
“… seni, sefil hayatının sonuna dek ağır hapis cezasına çarptırırken hiç tereddüt etmiyorum.”
Samuel Butler’in hikâyesinden buraya çıkarılabilecek başka cümleler de var, fakat bu kadarı söz hakkımızı kullanmak için yetecektir. Şu halde devam edeyim: Ne dersiniz, Butler’in hicivleri sadece Victorya Dönemi İngiltere’sine mi yöneliktir, yoksa benzeri hicivleri, uzun bir geçmişten bu yana ve dahi bugün, bizim memleketimizde de kullanabilir miyiz?
Cevap vermenizi beklemeyeceğim. Bunun yerine, birkaç cümleyle sözümü toparlamaya çalışacağım: Nice yıllardır muhayyel dahili tehlikeler ihdas eden bir yapı… Vatandaşını gruplara, kategorilere, özde ve sözde tasniflere bölen bir ayrımcı bakış… Mefluç ulusal kavmiyetçi bakış açıları, ‘Hak’tan ayrılmış, ‘birlik’ten uzak düşmüş anlayışlar…
Sahi, “açılım” sözünün sıkça telaffuz edildiği şu günlerde, Samuel Butler’in tahfiflerine maruz kalmak istemeyen Türk statükosuna, bir teklifim var: Gelin ‘açılım’ın ‘açı’sını genişletelim, ‘hakikî’ bir hayat standardını bütün memleket evladına şamil kılalım…
Yazımın son paragrafını adlarını başlığa çıkardığım musikimizin iki ‘rahmetli’ değerine ayırmak istiyorum: İlki, Bimen Şen. Yani, Bimen Dergazaryan (1873-1943) Bursa doğumlu, Ermeni asıllı musiki piri. Geçtiğimiz günlerde 66. vefat yıldönümü vesilesiyle yâd edildi. Ve Bekir Mutlu (1931-2009). Pek çok güftesiyle musikimize hayat vermiş. Özellikle bize “Bir ilkbahar sabahı güneş”inin keyfini yaşatmış. Geçtiğimiz günlerde vefat etti o da. Her ikisini de rahmetle anarken, şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Onlar sahiden ‘şen’ ve ‘mutlu’ muydu? Yoksa adlarına bir temenninin izleri mi sinmişti? Ne diyordu şair? “Yaşasaydı hürriyette gelin olacaktı.” Bimen’i şen, Bekir’i mutlu kılmak, üst paragraftaki teklifimle mümkün olacaktır.

(10 Eylül 2009, Milli Gazete)

























Bimen Şen, üstte.

Bekir Mutlu, altta



14 Kasım 2019 Perşembe

KÖPRÜ KURMAK İLE KÖPRÜ ATMAK ARASINDA ZİKZAK

Drina Köprüsü, Carablus Köprüsü, Berkowo Köprüsü… Köprüler çıkıyor bugünlerde bahtıma. Okumalarımın önünü kesen, beni başka dünyalara alıp götüren köprüler…
Üç köprü, adları fetihlere, savaşlara yahut işgallere karışan, üzerlerinde nice siyaset oyununun, iktidar mücadelesinin yahut kanlı cengin sahnelendiği, hemen her biri, bir veya birkaç ülkenin askerî hassasiyetlerine konu olmuş üç mimarî yapı…
Kuşkusuz sanat eserlerinden, sözgelimi hikâye, roman, şiir, tiyatro, şiir gibi artistik ortamlardan seçilip çıkarılmayı bekleyen başka köprüler de vardır benzeri akıbetleri görüp geçişmiş. Yahut hatıralarımız arasında hayat sürenler…
 İşte son cümleye bağlı bir örnek: Kaydettiğim üç köprüye ek olarak hatıralarım arasında yer alan bir hayat tecrübesine birkaç satırlık torpil geçmek istiyorum: Çocuktum. Demiryolu işçisi olan babam Ali Akkanat, 1974’te vuku bulan Kıbrıs harbi sırasında, geceleri nöbet tutmaya giderdi Balıkesir-Dursunbey demiryolu üzerindeki meşhur Mezitler İstasyonu yakınındaki demir köprüleri beklemeye. Ola ki o savaşın düşmanı, bir yolunu bulup sabotaj yapardı bizim demir köprülerimize… Babam köprüsünü beklerken, biz de sabahı, yani babamızın geri gelip bizi kucaklamasını beklerdik, üç oğlan bir anne…
Kim bilir, okumalarım sırasında karşıma çıkan köprülere dikkat kesilmemde bu hatıranın da büyük etkisi vardı. Evet, kim bilir…
Okumalarımın ilk köprüsü, İvo Andriç’e ait uzun bir metin olarak karşıma çıkıyor: Drina Köprüsü. Bu bir romandır. 1961’de Nobel Armağanı alan Drina Köprüsü’nü kim hangi yaşta okur bilemem, fakat coğrafyamızda yaşayan hemen her faninin ahir ömründe en az iki kere hatmetmesi gereken bir eser. Hayır, kitaptan söz etmemeliyim. Zira kanlı canlı bir kahraman gibidir Drina Köprüsü. Ona, bir Osmanlı beldesi olan Bosna’da inşa edilirken tesadüf etmişsinizdir. O toprakların çocuğu olarak dünyaya gelen ve bir zaman sonra Devlet-i Aliye’nin Sadrazamı olan Sokullu Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Drina Köprüsü uzun yıllar bölgenin Müslüman ve Hıristiyanlarının hayatlarına yön vermiş, onların kaderlerini belirlemiştir. 300 yılı aşan ömrü boyunca çeşitli milletlerin çatışmalarına merkez olan bu yapı, 1912’de Avusturya ile Türkiye sınırını teşkil ederken, Balkan Savaşları’nı müteakip Avusturya’ya teslim edilmiş ve nihayet 1914’te Harb-i Umumî’nin başladığı ilk günlerde muhtemelen Alman kuvvetleri tarafından yerle bir edilmiştir. Drina Köprüsü’ne ayırdığım bu bir paragraflık bölümü yazmamış kabul edip, ömrüm vefa ederse kendisine tekrar döneceğimi belirtiyor ve bağlam çerçevesinde dikkatimi çeken ikinci köprüye geçiyorum.
Bu, sıralamayı yukarıda yaptık, Carablus Köprüsü’dür. Fırat üzerinde meşhur bir demir köprüdür. Bu heybetli köprüyü İsmail Habib Sevük’ün 1943’te yayımlanan Yurttan Yazılar adlı seyahatnamesi ile tanıdım. Adını, o günlerde Fransız işgali altında olan Carablus kasabasından alan bu köprüyü İsmail Habib, Galata Köprüsü ile mukayese ediyor, tabii ki şimdi eskide kalan Galata ile. Yazarın kâh Fırat ırmağını, kâh üzerindeki Carablus’u ballandıra ballandıra anlatması değil benim dikkatimi çeken; o coğrafyada Fransız işgaliyle somutlaşan savaş hali ve bu savaşın köprü üzerinden bende bıraktığı intiba. Gerçi bu konuda yazarın ikram ettiği bir cümleyi burada kullanabiliriz: “Kasabanın kendisi Fransızlarda, istasyonu bizdedir. (…) rayların berisinden bizim bayrak Fırat’ı uğurluyor. Rayların ötesinde de Fransız bayrağı Fırat’a ‘Hoş geldin.’ Derken nehir bu daha alışamadığı yabancı bayrağa biraz yadırgayarak bakmaktadır.” İsmail Habib’in Carablus Köprüsü bağlamında savaşa ve işgale dönük cümleleri bu kadarla sınırlı, zira haklıdır; savaştan bıkıp usanmış bir kuşağın kalemidir kendisi. 
Bir İkinci Dünya Savaşı askeri olarak 6 yıl (1939-1945) cephede kalan Heinrich Böll ise bu konularda bize cömert davranmaktadır. O, Berkowo Köprüsü’nün Öyküsü’ne (Solgun Köpek, s. 110-124) imza atarak gerçekleştirmiştir bu cömertliği. Böll hikâyesine bir kahramanını anlatıcı tayin etmiştir. Kahramanımız 1940’larda Alman Güneydoğu Cephesi yapı işlerinden sorumlu komutanlığın yedek birliği olan KNX’te bir rütbelidir. Beresina Nehri üzerindeki Berkowo Köprüsü, ilk kez 1941’de Ruslar tarafından geri çekiliş sırasında havaya uçurulmuştur. Kahraman anlatıcımız 1943 başlarında köprünün yeniden inşası (onarımı) için yönetici olarak görevlendirilmiştir. Köprü, büyük bir ihtimalle “genel bir geri çekilme harekâtı kapsamında” kullanılacaktır. Havaya uçurulacağı önceden belli olan bir köprünün yapımında çalışmak her ne kadar can sıkıcıysa da inşa işinin planlanan zamanda bitirilmesi gerekmektedir. On gün sürecek inşa için üç bin işgücüne ihtiyaç vardır ve bunun için 250 asker işçi kâfidir. İlaveten yardımcı hizmetlerde çalışacak 50 kişilik bir personel gerekmektedir. Bunlara, daha sonra Güney Cephesi Komutanlığı tarafından köprüyü koruması amacıyla gönderilen iki tank birliği de eklenir. Bunlar özellikle “nehrin öteki yakasından buraya ulaşmayı başaran Rus kuvvetlerinin olası saldırılarına karşı” köprüyü korumakla görevlendirilmiştir. Fakat ortalıkta gezen söylentilere bakılırsa tam da bugünlerde Alman birlikleri toplu geri çekilmeye başlamıştır. İşler bir şekilde devam etmiş, köprü inşasının son gününe hatta son saatlerine gelinmiştir. Tam da bu sırada istihkâm birliğinden bir teğmen inşaat alanına gelir ve saat dörtte yani inşaatın tamamlanacağı saatte köprünün havaya uçurulması emrinin kendisine verildiğini söyler. Bu saatlerde ordunun neredeyse tamamı da geri çekilmiştir. Geride sadece tek bir birlik bırakılmıştır. Koruma birliği. Bu birlikle verilmek istenen bir intiba vardır: “… kendilerinden kat kat büyük olan düşman kuvvetlerini ele geçirmek ve bunu yaparken de müthiş bir direniş gösterildiği havasını vermek”… Aslında ise bu birlik gözden çıkarılmıştır ve istihkâm teğmeni, anlatıcı kahramanımıza bunu gizlice söylemiştir. İşler plânlanan şekilde olur. Köprü inşaatı tam saatinde tamamlanır ve yine aynı anda, tam saatinde havaya uçurulur. Berkowo Köprüsü’nün Öyküsü’ndeki son satırları iktibas edelim:
“… hiç kimse Berkowo Köprüsü’nün havaya uçurulduktan sonraki halini benden öğrenemeyecektir, çünkü geriye dönüp bakmadım, Rus tanklarının attığı toplar Berkowo’daki evleri yerle bir etmeye başladığında bile, arkama dönüp bakmadım. Ve yine de zaman zaman orada yaşananları gördüğümü sanıyorum, verilen emre uyarak son âna kadar direnen ve aynı zamanda bizi korumaya çalışan o bahtsız insanların [Gözden çıkarılan koruma birliğinin-C.A] yorgun ve bitkin halleriyle kaçışlarını görüyorum; kendilerini hiç görmediğim halde bize lanet ettiklerini, bize küfrettiklerini ve yüzlerindeki ölüm ya da esir alınma korkusunu, görevimizin bize emrettiği şeyin dışında kendilerine hiçbir şey yapamadığımız için bize karşı duydukları öfkeyi ve nefreti görüyorum.”
Köprüler: Azgın ırmakların üzerinde cennet düşleri. Cehennemden öteye geçişin hayal alemleri…
Zengin düşlere ve hayalden ülkelere kapı aralayan yapılar olmalı köprüler… Savaşlara, kırımlara, katliamlara sahne olmamalı…
Hele hele, siyasî hesaplaşmalar, iktidar mücadeleleri, yahut savaş halleri, her ne sebeple olursa olsun, gözden çıkarılan birliklerin telef meydanı olmamalı köprüler…
Ve böylesi menfi durumlarda köprü atanlarla değil, köprü kuranlardan olmalıyız…

(9 Ekim 2008, Milli Gazete)

NECİP FAZIL’A GÖRE NÂZIM HİKMET NİÇİN İNTİHAR ETMELİYDİ?

Polemik, edebiyatın olmazsa olmazlarındandır. Edebiyat tarihinin bağrında polemikleriyle meşhur olmuş pek çok edebiyatçıyı barındırır. Biz, bir zamanlar yapılmış bu polemikleri zaman zaman hatırlayarak onlardan yeni dersler, mesajlar çıkarırız. Tabii, aralarında kuvvetli söz düellosu geçen şahsiyetleri de bu vesileyle yâd etmiş oluruz.
Sadece sağlıklarında değil, mücadelelerini öldükten sonraki yıllarda da sürdüren şairler, yazarlar vardır. Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile Nâzım Hikmet Ran’ın polemikleri bu cinstendir. Bugün hâlâ sürer onların çatışması. Diğer bir ifade ile takipçileri sürdürür…
Bu hayli ‘bereketli’ polemiğe katkı sağlamak amacıyla, Necip Fazıl’ın Nâzım Hikmet’le ilgili bazı cümlelerini gündeme taşımak ve ardından bir tespit yapmak istiyoruz. Bu güncelleştirme, aynı zamanda bize üstadın ne kadar karşı konulmaz bir polemik ustası olduğunu da gösterecektir.
Kaynağımız Adnan Binyazar’ın yenilerde çıkan “Edebiyatın Dar Yolu” adlı ‘eleştirel deneme’ kitabı. Binyazar da Hareket dergisinin 1929’daki bir nüshası ile Hilmi Yücebaş’ın 1967’de yayımlanan “Nâzım Hikmet Türk Basınında” kitabını kaynak göstermiş.
Bu kaynaklandırmadan sonra Necip Fazıl’ın “Rusya’dan dönen Nâzım Hikmet” hakkında söylediklerini aktaralım:
“Rusya’dan dönen Nâzım’ın eskisiyle hiçbir benzerliği kalmamıştı. Küçük bir kurcalamada hemen bönlüğü meydana çıkan eski yarı ahmak tip, şimdi üstüne bir açıkgözlük (zekâ değil) ve küstahlık galvanizi çekilmiş olarak Moskova ‘Dar-üs-sınâa’sı mamulü halinde ortaya dikilmiş bulunuyordu. Dikkatli bir göz, yarım milimetre bir galvaniz tabakası altında yatan bu ahmağı hemen tanıyabilirdi. Fakat hali ve edası, tonu ve şivesi, herkese bir dehâ çapında görünüyordu.”
Adnan Binyazar hem yukarıdaki ifadeleri hem de şunları Necip Fazıl’a yakıştıramıyor; olabilir:
“Şiirini Komünist İhtilâlinin büyük şairi Mayakovski’den devşirmişti. Muhtevada sadece Mayakovski, şekilde yine onun yoluyla Kübist’lere ve Dada’lara çalan bir eda… Hem muhteva, hem de şekil bakımından ustasına tâbi bir şiir hüviyeti…”
Malum, bir sanatçının bir başka sanatçıyı bu denli takip etmesi kendi sanatının intiharı anlamına gelir. İyi de, Necip Fazıl bu sanat intiharından bahsetmiyor. Şu bildiğimiz, kişinin bizzat kendisini bu dünyadan defetmesi olayını dile getiriyor.
Öyle ya, “ustası” Mayakovski 37 yaşında intihar etmiştir. İşte bunu anıştırır Necip Fazıl ve şöyle der: “Böyleyken, her taklitçi gibi, tâbiliğini köke kadar götürememiş; ve sonunda kanlı bir nefs muhasebesine düşüp Komünizma İnkılâbına inanmadığı için beynine bir kurşun sıkarak ölen ustasının arkasından gidememişti. O derece sadık ve namuslu olamamıştı.”
Bugün, aradan geçen bunca yıldan sonra bu polemik cümlelerini, biraz da Adnan Binyazar’ın –görüşlerine katılmadığımız sebeplere bağlı- güncelleştirmesinden güç alarak, gündeme taşıyorsak bir sebebi var: Nâzım’ı dillerine pelesenk edenlerin içine düştükleri intihar halleri. Fikirde, sanatta ve fiiliyatta sergiledikleri ölü haller.

(6 Kasım 2008, Milli Gazete)

İKİNCİ YENİ NEDİR?

Son zamanlarda İkinci Yeni Şiir Hareketi ile ilgili tartışmaların arttığını görüyoruz. Bunda özellikle Yusuf Kaplan’ın önce Kuşluk Vakti dergisinde, ardından Yeni Şafak’ta kaleme aldığı makalelerin etkisi oldu. Ne var ki, Kaplan’ın etkisiyle farklı ortamlarda cereyan eden tartışmalar, istisnalar hariç, dikkate değer bir üretim sergilemedi. Hatta sözü güncel politik zırvalamalar noktasına kadar vardırıp, İkinci Yeni şiiri ile “Cumhuriyet’in kazanımları” ile ‘özdeş’ görenler de çıktı.
Biz burada, İkinci Yeni ile ilgili sahih bir çalışmaya imza atmış birisi olarak, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri (Kültür Bak., Ank.,2002) adlı çalışmamızdan, konuyla ilgili birkaç dipnotu açıp, dikkatlere sunacağız.
Öncelikle şunu belirtelim: İkinci Yeni Hareketi’nin ortaya çıkışı ile ilgili üç esaslı görüş vardır: Bunların ilkini bugün ele alacağız:
Bu, ‘devir ruhu’ndan hareket edip, probleme politik bir noktadan yaklaşanların görüşüdür. Bunlara göre,  İkinci Yeni şiiri 1950’lerde yaşanan siyasî ortamın sonucudur veya bu ortamı derinliğine hissetmiş olmanın sancılarını yansıtır. Diğer bir ifade ile, onlar, İkinci Yeni’yi, 1950’lerde Demokrat Parti (DP)’nin baskısı sonucu oluşan bir şiir hareketi olarak görürler.
Devir etkisinin İkinci Yeni’nin meydana gelmesindeki yegâne sebep olduğu şeklindeki görüşün sahiplerinden birisi Attilâ İlhan’dır. Attilâ İlhan, İkinci Yeni’yi  ‘âdeta diktanın işine gelir bir sapıklık’ hareketi olarak adlandırır. (Bkz. İkinci Yeni Savaşı, s. 93) Ona göre nasıl Garip şiiri  ‘İnönü Diktası’nın şiiri idiyse, İkinci Yeni de, ‘Menderes Diktası’nın’ şiiridir. (Aynı eser, s. 7.)
Bir dönem, ‘İkinci Yeni Olayı’ isimli kitabıyla, bu hareketi geniş boyutlu inceleyen tek araştırmacı olarak adı anılan Asım Bezirci, konuyla ilgili olarak, siyasî ve sübjektif görüşler bildirir. Ona göre, Garip gibi,  İkinci Yeni de belli bir sosyal ortam içinde oluşmuştur. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin oluşturduğu bu ortamın temel özelliklerini ‘baskı ve bunalım’ sözcükleri özetlemektedir. Bu yüzden, Garip gibi, İkinci Yeni’ye de ‘baskı ve bunalım şiiri’ (Bkz. İkinci Yeni Olayı, s. 56-57) denilmiştir.
Hemen belirtelim, Attilâ İlhan ile Asım Bezirci, olaya siyasî bir pencereden, daha da ötede, Marksist bir yaklaşım ve toplumcu sanat anlayışıyla yaklaşırlar.
Bunun yanında, İkinci Yeni’ye yönelik bu yaklaşımların bir sebebi de, bu şiirin ‘sosyal yapı karşısındaki tutumuyla’  (Ramazan Kaplan, Şiirimizde İkinci Yeni Hareketi adlı tez, s. 4) da ilgilidir.
Peki, şikayetçi olunan sosyal yapı ile ilgili neler söylenebilir?
İkinci Yeni’nin hayat bulduğu 1950’li yıllarda iktidardaki parti DP’dir. Çok partili hayata geçişin bir aşaması ve ‘siyasal düzenin demokratikleşmesi yolunda somut bir adım’ (Emre Kongar: İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı I, s. 160) olarak, 1946’da, CHP’den ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulan DP, kısa bir süre içerisinde hızla büyümüş, 1950’de yapılan seçimleri yüzde 53’lük oy oranıyla birinci bitirerek iktidara gelmiştir.
1950-1960 yılları Türkiye’sine damgasını vuran DP, programındaki ilkelere göre ‘liberalizm ve demokrasi’yi hedeflemiş, ‘tek parti diktatörlüğünü tasfiye etme’yi kendisine esas gaye edinmiştir. 
DP iktidarının belli başlı niteliklerini, Emre Kongar yukarıda adı geçen eserinde, kuşkusuz kimi zaman duygularına hâkim olamayarak, şöyle özetler:
DP iktidarı, ‘sivil ve asker bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum’ sergilemiştir.  ‘Gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlar yerine, tek parti dönemine öykünen uygulamalara’ yönelmiştir. ‘Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal bütünleşmeye kesin bir inanç’ beslemiştir. Siyasî ve ekonomik olarak Batı ve ABD ile bütünleşerek, Atatürkçülüğün ‘emperyalizm ile uğraşma’ ilkesinin ortadan kaldırmış ve ‘NATO’ya kabul edilebilmek için Kore’ye asker’ göndermiştir. Ayrıca ‘kimi Atatürk devrimlerine karşı olumsuz bir tutum’ sergilemiş,  örneğin, ‘dil devrimine açıkça karşı’ çıkmış,  ‘dine karşı’ yumuşak davranmış, böylece ‘laiklik ilkesi’ne yara aldırmıştır. Bunların yanında, DP’nin iktidarda gerçekleştirdiği ‘en önemli niteliklerinden biri, halkla bütünleşmesi’dir. Öyle ki, ‘Cumhuriyet döneminin siyasal tarihinde ilk kez halk ve özellikle köylü, iktidar üzerinde bir güce sahip olduğunun bilincine’ varır.
DP iktidarının bu niteliklere bağlı çalışmaları, kendisini ‘gerici’ diye suçlayan ‘devletçi-seçkinci’ gruplar tarafından sürekli eleştirilir. Özellikle ‘sivil ve asker bürokratlar’ ile ‘aydınlar’ DP’nin gidişatından oldukça rahatsızdırlar. Bu kesimlerin eleştirileri 1954 ve 1957 seçimlerinden sonra da devam etmiştir. Nihayet 27 Mayıs 1960 darbesi de aynı kesimlerce tertiplenmiş veya alkışlanmıştır.
Şimdi, İkinci Yeni’ye gelelim. İkinci Yeni Hareketi’ni DP dönemi şiiri olarak görenler, DP’ye karşıt olanlardır. Temel dayanakları ise, İkinci Yeni şairlerinin DP’ye karşı edilgen bir tavır sergilemiş olmasıdır. Öyleyse, bu şiir hareketi, negatif bir oluşumdur ve savaşılması gerekir. Gerek Attilâ İlhan’ın  “… Savaşı”,  gerekse Asım Bezirci’nin  “…Olay”ı çıkarma sebepleri budur.
İyi de, günümüzün “Cumhuriyet’in kazanımcıları”na ne oluyor? Üstatları bu hareketle cenk eylemişken, İkinci Yeni Hareketi hangi gerekçelerle kendi ‘tekel’lerine dönüşüyor?

(5 Şubat 2009, Milli Gazete)

12 Kasım 2019 Salı

'BAŞLANGIÇ'IN SONU

İnception (Başlangıç) Christopher Nolan’ın yazıp yönettiği bir film. 2010’da gösterimlerdeki yerini alan bu sinema şaheserini İhsan Kabil’in önde geldiği seçkin bir film okuma grubuyla birlikte (26 Mart 2012) seyrettik. 
Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt ve Ellen Page’ın başrollerini paylaştığı Başlangıç, yapı bakımından senfonik birtakım özellikler taşıyor: Yer yer Amerikan sinema sektörünün çarpıcı aksiyonlarıyla dalgalanan film, kendisine dönük ilgiyi durağan sahnelerde de diri tutabiliyor. Sonuçta, bir taraftan ticarî zekâ kendi keyfiyetini dikte ederken, öte taraftan insanî normları dinamik tutan bir eserle içli dışlı oluyorsunuz…
Başlangıç rüyalar üzerine kurulu bir film. Rüyalar âlemi üzerine… Bunu, öncelikle filmin özetini vererek anlatmaktansa, farklı aksiyon süreçleri içinden seçip aldığım bazı ‘alıntı’ cümlelerle vermeye çalışacağım. İşte o cümlelerden birkaçı:
“Rüya çöküyor. Aklındaki her bilgiyi söktük.”
“Benim rüyamda benim kurallarım geçerlidir.”
“Birinin rüyayı tasarlaması gerek.”
“Bir rüyayı paylaşmak.”
“Sadece bu şekilde rüya görebiliyorum artık.”
Evet, Başlangıç hakikî bir dünyada başlıyor ama, hemen hemen bütün oluşum ve gelişimini rüyalarla örülü farklı bir âlemde sürdürüyor. Ama bu yeni kâinata girişin bir ilk adımı var. Film, muhtemel başka şiirsel arka anlamları da taşımakla birlikte, adını bu adımdan alıyor: Bir oyunun peşine düşmüş, acayip bir kahraman düşünün, Dom Cobb (Leonardo DiCaprio)… Bu yetenekli hırsız, zihnen yoğun bir boşluğun yaşandığı rüya anlarına müdahale ederek, bilinçaltının gizli noktalarına ulaşmak ve oradaki sırları çalmak sevdasına tutulur. Sevdası onu bir taraftan karanlık işler dünyasının aranılan adamı yaparken, diğer taraftan sevdiği pek çok değerden alıkoymuştur. İkincisini örneklendirelim: Hayat arkadaşının rüya atmosferinin aşırı etkisi altında kalarak tükenişe atlayışı ve akabinde çocuklarının merkezde olduğu aile saadetinin tümüyle yok olması...
Mahareti onu uluslararası bir şöhret yapadursun, Dom Cobb’un gözü imkânsız gibi görünen ‘başlangıç’a ulaşmaktadır. Bu başlangıcın sembolik motifi, merkezî olarak zikrettiğimiz çocuklarıdır. Fakat kendisini çekip çeviren başka normlar da ortaya çıkmıştır artık. Uluslararası kıstas belirleyiciler, Cobb’a içinde bulunduğu halden kurtulmak, başlangıca ermek için, üstün yeteneğinin tam tersini yapmayı şart koşarlar. Artık rüya halindeki zihinlerden fikir çalmayacak, o haldeki bir zihne fikir yerleştirecektir. Bu şarta binaen paydaşlarıyla birlikte, iç içe geçmiş girift rüyalar âleminde, zorlu bir yolculuk beklemektedir onu…
Şunu söylemek lazım, bu film, filmden aldığım bir ifadeyle belirteyim, ‘bilinçaltının askerileştirilmesi’ faaliyetinin bir görüntüsüdür sanki. Derinlere kilitlenen bir şeyleri arama bulma oyununu oynar bilinçaltının emir eri… Böylece, hayatın sürekli projeksiyonlardan oluşan bir oyun olduğu anafikri zerk edilmektedir. Zira askerileştirilen bilinçaltı, aynı zamanda kirliliklerin de anayurdu, deposudur. Hayal kırıklıklarına gelince, onlar arınma seansları olarak kodlanmıştır bu oyunda…
‘Labirent olarak tasarlamak’, ‘Aklı mahsur kalmak’, ‘Yıllarca inşa ettik’, ‘Sonra anılarımızı kopya ettik’ gibi, projeler ve kurgular dünyasına has ifadelerin sıkça kullanıldığı Başlangıç, sanki ‘kollektif şuur dışı’nın bir sökümüdür. Bu söküm için fikrî seanslar tertip eden seyirci, sözgelimi şu sorularla kendisini sorgulayabilir:
- Rüyaların dünyasına girerek acaba faydalı bir güzergahta yürüyebilir miyiz?
- Rüya içinde rüya diye bir düzleme gidebilir miyiz?
- Bu filmdeki rüyalarla ulvî bir şeylere yolculuk mümkün mü?
- Vs…
Bu ağır soruları Jung’a ait sükseli cümlelerle açıklayanlar olabileceği gibi, Bilginin Sufi Yolu – İbn Arabi ile kodlayanlar da çıkacaktır.
Peki ben ne düşündüm? Şunları:
Birisini bekleriz hep, bir rüyada gördüğümüzü, yarım yamalak bazen.
Pişmanlıklar yüklüyüzdür daima ve daima pişmanlıklar…
Nihayet bu dünya gerçek değildir, dönüp duruyoruz katmanlarla iç içe dairesel bir evrende…
Uyanabilene ne âlâ, uyuyana geçmiş olsun!
Başlangıç’ın sonu: Babamız (Cobb) çocuklarına kavuşmuştur. Yeni bir oyun olmasın bu?

MARKO PAŞA

Onay verip vermeyeceğiniz benim meselem değil; tespitim şudur: “Marko Paşa” lafzının genel Türk edebiyatındaki yeri yüksekçe bir mertebeye denk düşer.
“Paşa”nın hangi “Marko” olduğunu soranlar olacaktır elbet. Ukâlalığa lüzum yok, soru sahiplerini bir nefes sıhhate davet ediyorum!
Sözü şöyle sürüklemem isabet olur mu acep: Lisan-ı Türkî-yi Fasih’te “Marko”ya Marcus denilmekteymiş! “Paşa” telaffuzunun evvel zamandaki “hurufî” dizilişi üzerine zannınız pek tabii olarak “Pasha”dır, heyhât yanılıyorsunuz!
“Paşa”ya pek çok telaffuzlar biçilmiş “Güneş-Dil Teorisi”ne analık yapan dilde?
Kabul edersiniz ki, bunları tespit etmek için epey çalışmak gerekiyor, türlü kayıtlara, ulaşılmaz kaynaklara, ansiklopedik ciltlere, “net” tarlasından toplanacak malumata ihtiyacımız vardır. Kabul ettiniz, ha şöyle!
Efendim, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Yani Askerî Tıbbiye; güncelleyelim, söz temsil: GATA), Tıbbiye Nazırlığı ve Hilâl-i Ahmer Cemiyeti (Bugün Kızılay diyoruz) tarihlerine mercek tuttuğumuzda, “Paşa”nın karşılığı “Apostolidis”dir. Marko Apostolidis! Tercüme edelim: Marko Paşa!
Apostolidis için başka zarflar da açalım: Rum cibilliyetli bir Osmanlı hekimiymiş Paşa. Syros Adası’nda “agu” demek şansı bulup dünyayı selamladıktan bir süre sonra İstanbul’a zıplamış ailesiyle! Yukarıda sayım dökümünü verdiğimiz  “müessese”lerde yaptığı talebelik, şeflik, mirlivalık (“Paşa”lık burada başlıyor: Sancak paşalığı), hekimbaşılık, nazırlık (Paşa artık ‘Bakan’dır), gibi vazifelerle Marko Paşa’nın zât-ı şahânelerine şanlı apoletler kondurulur.
Aynı “Paşa”nın başka eserlerde de kaydına rast gelinmektedir. Şimdi vereceğim tarzda kaynağa siz de kolaylıkla ulaşabilirsiniz, neydi, hah, “Deyimler Sözlüğü”! Meğer, elinizin altındaki o lügatçenin “D” harfi kısmına iliştirilen “Derdini Marko Paşa'ya anlat" lakırdısı, bu bizim Apostolidis’ten kinayeymiş. Zira, Marko Paşa sabırca derin bir hekim imiş, kendisine müracaat eden hastalara sadece tıbbi değil, manevi çareler de ikram edermiş. Zavallının şöhreti halk arasında iyice yayıldıktan sonra, araya başka laf ü güzaflar da girmiş: Mesela, herhangi bir dertten yakınanlara, artık traşı kesmesi için, "Derdini Marko Paşa'ya anlat" denilmeye başlanmış. Canı çıksın böyle “Paşa”lığın! Apostolidis’in de öyle olmuş, 1888’de terk etmiş dünyayı!
İkincisine bakalım. İkinci “Marko Paşa”nın serüveni daha mı ilginç sanki?
O ki, bir insan değildir, dergidir. 1946’da doğmuştur. Aziz Nesin (ki müsecceldir, ömr-i sefihinin son demlerinde Sivas’ta “Paşa”lığa soyunmuş olduğu söylenir. Sahi, takipçileri de bu rütbeyi devralıp salimen yürütmektelermiş!) evet, Aziz Nesin ile Sabahattin Ali’nin ortak yataklarında tezgahlanmıştır. Vaktiyle, “Türk basın tarihinin en yüksek tirajlı yayınlarından biri” olarak nâm salmış. Anlaşıldı, bu Marko Paşa, bir mizah mecmuası olsa gerektir. Öyledir. Kastettiği fenalıklara katlanamayan “iktidar mensupları” İkinci “Marko Paşa”ya kelepçe vurdukça, o yeniden ve fakat farklı adlarla türemiş de türemiş: Merhum Paşa, Malum Paşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Öküz Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba, Medet, hep Marko Paşa’yı taşımışlar karınlarında. Daha geniş malumata sahip olmak isteyen aç gözlüler için birkaç kaynak da verebiliriz: Levent Cantek’in Markopaşa/Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi (İletişim Yay., İst., 2001, 203 s.), Mehmet Saydur’un Markopaşa Gerçeği (Çınar Yay., İst., 2001, 272 s.) ve Sabahattin Ali’nin (Der: Hikmet Altınkaynak) Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (YKY, İst., 1998, 151 s.) adlı kitapları sanırım göz doyurmaya yetecektir…
Sıra üçüncü Marko Paşa’ya geldi diyebiliriz. Zira bu üçüncüsünü Radikal Kitap’ın (18 Ağustos 2006, S. 283. s. 4) Cumhuriyet’çi (Cumhuriyet’teydi, hâlâ öyle mi?) kalem muhafızı Celâl Üster’den öğrendik bu üçüncüsünü: Eyvallah!
Üçüncü Marko Paşa’nın kimliği hakkında kafanız karışabilir. Şöyle söyleyelim, bu Paşa, ikiye bölünüyor: “Üç A Marko Paşa” diyelim öyleyse ilkine! İşte o, Roma İmparatoru Marcus Aurelius’tur. Üster üsteliyor: “Roma’nın bilge imparatorlarından biridir Marcus Aurelius. Stoacı felsefenin etkisini taşıyan, Yunanca yazılmış 12 kitaplık Kendime Düşünceler adlı yapıtıyla ünlüdür.” Uzatmayalım. “Üç B Marko Paşa”ya geçelim. Bizde “Üç A Marko Paşa”yı doğuran bu “Üç B”dir: “Fenerbahçe’nin Brezilyalı orta saha oyuncusu Marco Aurelio, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığına geçti ya,” diyor Celal Bey. (Anlatım bozukluğunu fark ettiniz mi ey OKS, ÖSS avcıları!) Sonra toparlıyor Üster: “Marco Aurelio, (…) adının, 2. yüzyılda yaşamış bir imparatora uzandığını biliyor olsa gerek. Kimbilir, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığına geçerken belki de bu yüzden “Mehmet” adını seçmiştir. Çünkü Osmanlı tarihinde “Mehmed” adını taşıyan tam altı padişah var. Üstelik bunlardan biri de, Fatih Sultan Mehmed. Aurelio, böylece iki hükümdarı bir araya getirmiş oldu: Adı, Osmanlı sultanı II. Mehmed’den geliyor; soyadı, Roma imparatoru Marcus Aurelius’tan.” Kendinden menkul bu zihniyet ile nereye varılır bilemem, fakat sözün uzadığı yer şurası oluyor: Biri bilge hükümdar, diğeri fethedici padişah, iki şaşaalı hayat, devşirme bir zihniyet indinde, heyhat, bir “Paşa” ediyor: Üçüncü Marko Paşa!
Burada o malum zihniyete iğne çuvaldız hesabı yapmak niyetinde değilim.  Fakat yeni “Paşa”nın “sünneti”ni dert edinen Ahmet Turan Alkan’ın dil sürçmesine vurulması gereken fiskeden vazgeçmeyeceğim: Üzüyorsunuz üstad, “Paşa”lığın şanını lekelemek doğru mu? Sorarım size, “Paşa” olanların sünnet kapısı ne zaman açılmıştır? Korkarım, böyle giderse farz yolunu da göstereceksiniz bu eşrâf-ı mahlukata!
Son olarak, bir başka kalem erbabının “Marko Paşa” ile ilgili yanılgısını da tekzib etmek niyetindeyiz. Meseleyi köşesine farklı bir üslupla yatıran M. Nedim Hazar Beyefendiyi uyarmaktan söz ediyorum! “Marco Hoca!” başlığını kondurmuş kendileri. Boşta bulunup “Yok Paşa!” deyiverilmez mi kendisine? Doğrusu, biz bile dayanamadık, hay Allah dedik, yeni Marko Paşa’mız ne zaman geçti Üniversite’ye?!
Söz uzadı, “deneme”nin de tadı damakta kalmalıdır. Şu halde, devşirme zihniyetin timsali haline gelmiş olan “Marko Paşa” tabirini daha fazla kurcalamaktan vazgeçip, işbu yazıyı bu son satırla keselim!