Drina Köprüsü, Carablus Köprüsü,
Berkowo Köprüsü… Köprüler çıkıyor bugünlerde bahtıma. Okumalarımın önünü kesen,
beni başka dünyalara alıp götüren köprüler…
Üç köprü, adları fetihlere, savaşlara
yahut işgallere karışan, üzerlerinde nice siyaset oyununun, iktidar
mücadelesinin yahut kanlı cengin sahnelendiği, hemen her biri, bir veya birkaç
ülkenin askerî hassasiyetlerine konu olmuş üç mimarî yapı…
Kuşkusuz sanat eserlerinden,
sözgelimi hikâye, roman, şiir, tiyatro, şiir gibi artistik ortamlardan seçilip
çıkarılmayı bekleyen başka köprüler de vardır benzeri akıbetleri görüp
geçişmiş. Yahut hatıralarımız arasında hayat sürenler…
İşte son cümleye bağlı bir örnek: Kaydettiğim
üç köprüye ek olarak hatıralarım arasında yer alan bir hayat tecrübesine birkaç
satırlık torpil geçmek istiyorum: Çocuktum. Demiryolu işçisi olan babam Ali
Akkanat, 1974’te vuku bulan Kıbrıs harbi sırasında, geceleri nöbet tutmaya
giderdi Balıkesir-Dursunbey demiryolu üzerindeki meşhur Mezitler İstasyonu
yakınındaki demir köprüleri beklemeye. Ola ki o savaşın düşmanı, bir yolunu
bulup sabotaj yapardı bizim demir köprülerimize… Babam köprüsünü beklerken, biz
de sabahı, yani babamızın geri gelip bizi kucaklamasını beklerdik, üç oğlan bir
anne…
Kim bilir, okumalarım sırasında
karşıma çıkan köprülere dikkat kesilmemde bu hatıranın da büyük etkisi vardı.
Evet, kim bilir…
Okumalarımın ilk köprüsü, İvo
Andriç’e ait uzun bir metin olarak karşıma çıkıyor: Drina Köprüsü. Bu bir
romandır. 1961’de Nobel Armağanı alan Drina Köprüsü’nü kim hangi yaşta okur
bilemem, fakat coğrafyamızda yaşayan hemen her faninin ahir ömründe en az iki
kere hatmetmesi gereken bir eser. Hayır, kitaptan söz etmemeliyim. Zira kanlı
canlı bir kahraman gibidir Drina Köprüsü. Ona, bir Osmanlı beldesi olan
Bosna’da inşa edilirken tesadüf etmişsinizdir. O toprakların çocuğu olarak dünyaya
gelen ve bir zaman sonra Devlet-i Aliye’nin Sadrazamı olan Sokullu Mehmet Paşa
tarafından yaptırılan Drina Köprüsü uzun yıllar bölgenin Müslüman ve
Hıristiyanlarının hayatlarına yön vermiş, onların kaderlerini belirlemiştir.
300 yılı aşan ömrü boyunca çeşitli milletlerin çatışmalarına merkez olan bu
yapı, 1912’de Avusturya ile Türkiye sınırını teşkil ederken, Balkan
Savaşları’nı müteakip Avusturya’ya teslim edilmiş ve nihayet 1914’te Harb-i
Umumî’nin başladığı ilk günlerde muhtemelen Alman kuvvetleri tarafından yerle
bir edilmiştir. Drina Köprüsü’ne ayırdığım bu bir paragraflık bölümü yazmamış
kabul edip, ömrüm vefa ederse kendisine tekrar döneceğimi belirtiyor ve bağlam
çerçevesinde dikkatimi çeken ikinci köprüye geçiyorum.
Bu, sıralamayı yukarıda yaptık,
Carablus Köprüsü’dür. Fırat üzerinde meşhur bir demir köprüdür. Bu heybetli
köprüyü İsmail Habib Sevük’ün 1943’te yayımlanan Yurttan Yazılar adlı
seyahatnamesi ile tanıdım. Adını, o günlerde Fransız işgali altında olan
Carablus kasabasından alan bu köprüyü İsmail Habib, Galata Köprüsü ile mukayese
ediyor, tabii ki şimdi eskide kalan Galata ile. Yazarın kâh Fırat ırmağını, kâh
üzerindeki Carablus’u ballandıra ballandıra anlatması değil benim dikkatimi
çeken; o coğrafyada Fransız işgaliyle somutlaşan savaş hali ve bu savaşın köprü
üzerinden bende bıraktığı intiba. Gerçi bu konuda yazarın ikram ettiği bir
cümleyi burada kullanabiliriz: “Kasabanın kendisi Fransızlarda, istasyonu
bizdedir. (…) rayların berisinden bizim bayrak Fırat’ı uğurluyor. Rayların ötesinde
de Fransız bayrağı Fırat’a ‘Hoş geldin.’ Derken nehir bu daha alışamadığı
yabancı bayrağa biraz yadırgayarak bakmaktadır.” İsmail Habib’in Carablus
Köprüsü bağlamında savaşa ve işgale dönük cümleleri bu kadarla sınırlı, zira
haklıdır; savaştan bıkıp usanmış bir kuşağın kalemidir kendisi.
Bir İkinci Dünya Savaşı askeri olarak
6 yıl (1939-1945) cephede kalan Heinrich Böll ise bu konularda bize cömert
davranmaktadır. O, Berkowo Köprüsü’nün Öyküsü’ne (Solgun Köpek, s. 110-124)
imza atarak gerçekleştirmiştir bu cömertliği. Böll hikâyesine bir kahramanını
anlatıcı tayin etmiştir. Kahramanımız 1940’larda Alman Güneydoğu Cephesi yapı
işlerinden sorumlu komutanlığın yedek birliği olan KNX’te bir rütbelidir.
Beresina Nehri üzerindeki Berkowo Köprüsü, ilk kez 1941’de Ruslar tarafından
geri çekiliş sırasında havaya uçurulmuştur. Kahraman anlatıcımız 1943
başlarında köprünün yeniden inşası (onarımı) için yönetici olarak
görevlendirilmiştir. Köprü, büyük bir ihtimalle “genel bir geri çekilme
harekâtı kapsamında” kullanılacaktır. Havaya uçurulacağı önceden belli olan bir
köprünün yapımında çalışmak her ne kadar can sıkıcıysa da inşa işinin planlanan
zamanda bitirilmesi gerekmektedir. On gün sürecek inşa için üç bin işgücüne
ihtiyaç vardır ve bunun için 250 asker işçi kâfidir. İlaveten yardımcı
hizmetlerde çalışacak 50 kişilik bir personel gerekmektedir. Bunlara, daha
sonra Güney Cephesi Komutanlığı tarafından köprüyü koruması amacıyla gönderilen
iki tank birliği de eklenir. Bunlar özellikle “nehrin öteki yakasından buraya
ulaşmayı başaran Rus kuvvetlerinin olası saldırılarına karşı” köprüyü korumakla
görevlendirilmiştir. Fakat ortalıkta gezen söylentilere bakılırsa tam da
bugünlerde Alman birlikleri toplu geri çekilmeye başlamıştır. İşler bir şekilde
devam etmiş, köprü inşasının son gününe hatta son saatlerine gelinmiştir. Tam
da bu sırada istihkâm birliğinden bir teğmen inşaat alanına gelir ve saat
dörtte yani inşaatın tamamlanacağı saatte köprünün havaya uçurulması emrinin
kendisine verildiğini söyler. Bu saatlerde ordunun neredeyse tamamı da geri
çekilmiştir. Geride sadece tek bir birlik bırakılmıştır. Koruma birliği. Bu
birlikle verilmek istenen bir intiba vardır: “… kendilerinden kat kat büyük
olan düşman kuvvetlerini ele geçirmek ve bunu yaparken de müthiş bir direniş
gösterildiği havasını vermek”… Aslında ise bu birlik gözden çıkarılmıştır ve
istihkâm teğmeni, anlatıcı kahramanımıza bunu gizlice söylemiştir. İşler
plânlanan şekilde olur. Köprü inşaatı tam saatinde tamamlanır ve yine aynı
anda, tam saatinde havaya uçurulur. Berkowo Köprüsü’nün Öyküsü’ndeki son
satırları iktibas edelim:
“… hiç kimse Berkowo Köprüsü’nün
havaya uçurulduktan sonraki halini benden öğrenemeyecektir, çünkü geriye dönüp
bakmadım, Rus tanklarının attığı toplar Berkowo’daki evleri yerle bir etmeye
başladığında bile, arkama dönüp bakmadım. Ve yine de zaman zaman orada
yaşananları gördüğümü sanıyorum, verilen emre uyarak son âna kadar direnen ve
aynı zamanda bizi korumaya çalışan o bahtsız insanların [Gözden çıkarılan
koruma birliğinin-C.A] yorgun ve bitkin halleriyle kaçışlarını görüyorum;
kendilerini hiç görmediğim halde bize lanet ettiklerini, bize küfrettiklerini
ve yüzlerindeki ölüm ya da esir alınma korkusunu, görevimizin bize emrettiği
şeyin dışında kendilerine hiçbir şey yapamadığımız için bize karşı duydukları
öfkeyi ve nefreti görüyorum.”
Köprüler: Azgın ırmakların üzerinde
cennet düşleri. Cehennemden öteye geçişin hayal alemleri…
Zengin düşlere ve hayalden ülkelere
kapı aralayan yapılar olmalı köprüler… Savaşlara, kırımlara, katliamlara sahne
olmamalı…
Hele hele, siyasî hesaplaşmalar,
iktidar mücadeleleri, yahut savaş halleri, her ne sebeple olursa olsun, gözden
çıkarılan birliklerin telef meydanı olmamalı köprüler…
Ve böylesi menfi durumlarda köprü
atanlarla değil, köprü kuranlardan olmalıyız…
(9 Ekim 2008, Milli Gazete)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder