Bu cümlenin içini edebiyat aleminden seçebileceğimiz bir çok örnekle
doldurmamız mümkündür. Değil mi ki edebiyat toplumun aynısıdır ve aynasıdır? Şu
halde, Tanzimat ve ilk dönem Cumhuriyet eserlerinde ‘batılılaşma’nın ana ve
işlek bir konu olarak ele alındığını; ve olumsuz ‘tipler’ eşliğinde dikkatlere sunulduğunu
hatırlatabiliriz.
Peki, sözkonusu roman kahramanları arasında kimler var? Ahmet Mithat’ın
Felâtun Bey’i, Recaizade’nin Bihruz’u, Halid Ziya’nın “Melih Bey Takımı”
(özellikle Bihter), Hüseyin Rahmi’nin Meftun’u, Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey’i,
Peyami Safa’nın Neriman’ı, Yakup Kadri’nin Seniha’sı, Reşat Nuri’nin Necla ve
Leyla’sı… Bu alafranga tiplerin çoğunluğu züppe, bir kısmı hoppa!
Konuyla bağlantılı sayılabilecek şiirlerimiz nerede duruyor? Yahya Kemal’in
“Mehlika Sultan”, Sezai Karakoç’un “Masal” şiirleri sözün bu noktasında birer
iktibasla hatırlanmalıdır:
“Mehlika'nın kara sevdâlıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.” (Mehlika Sultan)
“Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları” (Masal)
Edebî eserleri ve kahramanları şöyle bir kenara bırakalım, ilk dönem
‘batılılaşma’sının bizce ‘menfî’ kişileri arasında yer alan canlı kanlı
insanlar da oldukça çoktur. Detaylara inmeden, birkaç isim aktaralım:
Namık Kemal’in torunu Selma, “Özgürce şapka giymek için” Amerika’ya iltica
ediyor, 1930’da. Amerikan Kolej’de okumuş, “Peçeye İsyan”ı yazmış…
Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, hikayesi çokça biliniyor…
Ahmet Cevdet Paşa’nın torunu (Fatma Aliye’nin kızı) İsmet; Dame de Sion’da
okumuş, “Hür yaşamak için” 1926’da evi terk ediyor, menzili Fransa…
Bu aktarmayı, çok amaçlı bir okuma faaliyetine tâbî tuttuğumuz Fatma
Karabıyık Barbarosoğlu’nun “Fatma Aliye: Uzak Ülke” (Timaş Yay., İst., 2007,
352 s.) romanından yaptığımızı, sözü bu kitaba getirmek kaygısını da ortadan
kaldırarak belirtelim.
Çok amaçlı okuma, evet, bu roman, kurgusu, olay örgüsü, kahramanları,
zaman, mekan, ve kahramanlar arası ilişki ağları, dil ve üslûbu gibi pek çok
yönüyle dikkatlere sunulabilir. Doğrusu böylesi disiplinlerde kullanmak için
aldığımız notlar, altını çizdiğimız satırlar, çıkardığımız derkenârlar büyük
bir yük oluşturdu üstümüzde. Bilmem bunları yazıya aktarabilecek miyim,
hayırlısı?!
“Uzak Ülke”, biyografik bir roman. Fakat alışılagelmiş bir biyografiden söz
etmiyorum. Bu romanda, en az üç ayrı biyografinin izi sürülebilir: Toplumun,
Fatma Aliye’nin ve roman anlatıcısının biyografileri… (Anlatıcı terimi ‘yazar’ı
karşılamaz ama, biz yine de Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun biyografisi de
“Uzak Ülke”ye yansımıştır diyeceğiz. Evet, bir kadın yazar olarak, Fatma
Aliye’nin sıkıntılarını çekmektedir o. Ayrıca, o dönemin sosyal sorunları, tam
tersi bir yönde, bugün hüküm sürmektedir.)
Toplumun biyografisi sunulurken özellikle şu metod kullanılmış: Takvime
bağlı olarak, bölüm başlarında verilen ‘sosyolojik’ olaylar… Yığma yapılarak
verilen bu bilgiler, anlatı içerisinde belli bir arka plân unsuru olarak
kullanılmış, özellikle bu kullanım başarılıdır. Zira roman boyunca, bir kişiyle
birlikte toplumun sarsılış tarihini de okursunuz…
Fatma Aliye’nin hayatıyla ilgili ayrıntıları buraya sıralamanın bir anlamı
yok. Ama gene de birkaç noktayı kaydetmek okuyucuya ikram sayılsın: O, Ahmet
Cevdet Paşa’nın kızıdır. Küçük yaşta haremlikten selamlığa iltica etmiş bir kız
çocuğudur. Öğrenimine kendisi yön veren zehir bir çocuktur. Gizlice öğrendiği
Fransızca’yı ilerletmek için ilk yılları elemli geçen bir evliliğe mecbur
kalmış sabırlı bir eştir. “Bir Kadın” imzalı ilk muharriredir. Romanlarında
kadınların aile içi sorunlarını dile getirir. Özellikle çalışan, para kazanan,
dolayısıyla bir ‘koca’ya ihtiyacı olmayan kadınları anlatır…
Fakat onun biyografisindeki asıl kırılma, küçük kızı İsmet’in, yukarıda
belirtilen ‘evden kaçış’ hikayesiyle başlar. Böylece Fatma Aliye, yazarlığa,
hatta olağan hayata veda eder. Ahmet Cevdet Paşa’dan intikal eden bütün serveti
kızını bulmak için harcayacaktır.
Bir zamanlar, “Arka bahçede salıncakta sallanırmış gibi yaparak, Fransızca
öğrenmeye çalışan” çocuk Fatma Aliye; yazdığı romanların kahramanlarına bir
anlamda batılı hayat standartlarını yaşatan muharrire “Bir Kadın”; işgal
İstanbul’unda sancılar çeken muhafazakar “Osmanlı Kadını”; kızı İsmet’i Dame de
Sion’un ‘kurt’larına kaptırmıştır. Roman bir ara kaptıranın (Fatma Aliye) acı
serüvenine dönüşür. Kaptırılan (İsmet) ise ortaya hiç çıkarılmaz, anlatılmaz;
eksiklik gibi görülebilir bu, fakat bakış açısının sahibi kaptırandır, roman
onun üzerine bina edilmiştir, unutmayalım.
“Uzak Ülke”yi ilginç kılan bir başka husus, yukarıda da söylemiştik,
anlatıcı biyografisinin işe karışmasıdır. Burada cümleyi şöyle de kurabiliriz:
Romanı okurken, Fatma Aliye’nin kimliğiyle aynileşen bir anlatıcıyla karşı
karşıya kaldığınızı hissediyoruz. Böylece, bir kimlikte iki, hatta üç (Üçüncüsü
toplum) biyografi, iç içe… Ancak, ikincisinin yani anlatıcının ‘kimliğini’
ancak derinlerde tespit edebilirsiniz. Yüzeye çıktığı yer ise, bizim tam da
roman için ‘işte bitti’ dediğimiz yerdir (s. 226). (Barbarosoğlu, verdiği bir
mülâkatta, son kısmın önemi üzerinde hassasiyetle duruyor, aksini iddia
edemeyiz. Esere verdiği yeni açılımlar, sözgelimi ‘bugünün sosyal
sıkıntıları’na dönük tespitler düşünülürse elbet…)
Satırlarımızı bitirirken, şu yargımızı da bildirelim: “Uzak Ülke”nin en
önemli yönlerinden birisi, Türk’ün ‘batılılaşma’ macerasına roman diliyle yeni
bir bakış getirmiş olmasıdır. Üstelik bugünü de kapsayacak şekilde ve
başlangıçtan itibaren.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder